text
stringlengths
0
1.02M
Sir Arthur Conan Doyle Çeviri Deniz Akkuş Sir Arthur Conan Doyle Sherlock Holmes-Baskerville'lerin Köpeği Çeviri Deniz Akkuş Genel Yayın Yönetmeni / Ahmet İzci Çevirmen / Deniz Akkuş Editör / Yeşim İskender İç Tasarım / Çelebi Şenel Kapak / Yunus Karaaslan Avrupa Yakası Yayınları, İlgi Yayınlarının markasıdır. Avrupa Yakası Yayıncılık Çatalçeşme Sokak. BİR Ben ise şöminenin önünde duruyordum. Konuğumuzun bir gece önce unutmuş olduğu bastonu eğilip yerden, halının üstünden aldım. Penang Lawyer dedikleri cinsten ucu topuzlu, kalın, güzel bir bastondu bu. Topuzun hemen altında iki üç santim genişliğinde gümüş bir halka vardı. Üstünde, 'C. Ciddi, sağlam, güven veren bir havası olan bu bastonları, eskiden aile doktorları taşırdı. Anlat bakalım Watson, neler çıkarabildin. Holmes'ün arkası bana dönüktü ve kendisine, neyle ilgilendiğimi hissettirmemiştim. Ne yaptığımı nereden anladın. arkasında da gözlerin var galiba.
Başının Bu iş için karşımdaki, pırıl pırıl parlatılmış, gümüş kaplama kahve kutusu, yeter, dedi. Ama, şimdi onu bırak, Watson, konuğumuzun bastonu hakkında ne düşünüyorsun. Elimizden kaçırdık. Nereye gittiğini bilmiyoruz. Fakat, bize bıraktığı ya da almayı unuttuğu bu baston oldukça önemli bir delil sayılır. Haydi anlat bakalım, bu ipucundan neler çıkardın. Konuğumuz nasıl biri. Elimden geldiği kadar dostumun yolundan gitmeye çalışarak Öyle zannediyorum ki, dedim, Doktor Mortimer, başarılı, sevilen yaşlı bir doktor baksana onu tanıyanlar dostluk ve sevgilerini kalıcı kılmak için bunu armağan etmişler . Güzel. dedi Holmes. Olağanüstü. Hastalarının çoğuna yaya giden bir köy doktoru olması da söz konusu. Niye. Çünkü bu baston, bir zamanlar güzel bir bastonmuş, ama öyle yıpranmış ki, böyle eski bir bastonu, şehirde çalışan bir doktorun taşıyabileceğini düşünemiyorum. Baksana demiri nasıl eskimiş, uzun yol yürüdüğü belli. Oldukça yerinde bir düşünüş. dedi Holmes. arkadaşları' diyor. Bir avcı kulübü olsa gerek. Belki yerel bir avcı kulübünün üyelerinin tedavisiyle ilgilendi ve onlar da karşılık olarak kendisine küçük bir armağan verdiler. Doğrusu yamansın Watson, dedi Holmes, sandalyesini geri itip bir sigara yakarak. Benim küçük başarılarımı anlatırken kendi yeteneklerini hiç dikkate almadığını söylemeliyim. Belki ışık saçmıyorsun ama, ışığı iyi iletiyorsun. Bazı kimseler, dâhi olmadıkları halde, dehayı kışkırtacak güce sahiptirler. Doğrusunu söylemek gerekirse sevgili dostum, sana çok şey borçluyum. Sözleri çok hoşuma gitmişti doğrusu çünkü bugüne kadar benimle hiç böyle konuşmamıştı. Genellikle kendisine karşı duyduğum hayranlığa ve yöntemlerini övmeye çalışmama karşılık hep kayıtsız davranması bana dokunmuştu. Artık onayını alacak kadar ustalaştığımı, onun yöntemini öğrendiğimi ve bunları uygulayabildiğimi düşünerek gurur duydum. Derken bastonu elimden aldı ve birkaç dakika inceledi. Sonra, sigarasını bırakıp, büyük bir ilgiyle bastonu pencereye götürerek ona, büyüteçle baktı. Çok ilginç ama, önemli sayılmaz, dedi koltuğun her zaman oturduğu köşesine dönerek. Bastonda bir iki belirti olduğu belli. Bunlardan çeşitli sonuçlara varılabilir. Gözümden kaçan bir şey mi var. diye sordum şaşkınlıkla. Gözden kaçırmış olabileceğim önemli bir şey olduğunu sanmıyorum. Üzgünüm sevgili Watson ama, vardığın sonuçların çoğu yanlış. Doğrusunu söylemek gerekirse, beni kışkırttığından söz ederken yanlışlarını gördüğümden, beni gerçeğe götürdüğünü söylemek istemiştim. Bu meselede tamamıyla yanılıyorsun demiyorum. Adamın bir köy doktoru olduğundan kuşku yok. Çok yürüdüğü de belli.
O halde yanılmamışım. Buraya kadar evet. Ama, başka bir şey söylemedim ki ben. Hayır, öyle değil sevgili Watson, iş bu kadarla bitmiyor. olursa, ister istemez insanın aklına Charing Cross geliyor. Olabilir. Bu ihtimâl daha kuvvetli. İhtimâlleri bu fikrin üstüne kurarsak, bu davetsiz konuğun kimliğini belirleyebilmemiz için, yeni bir dayanak noktası bulmuş oluruz. 'nin Charing Cross Hastahanesi olduğunu düşünelim bundan ne çıkarabiliriz. Ne çıkarabileceğimiz aklına gelmiyor mu. Yöntemlerimi biliyorsun ya, uygulasana. Bundan çıkan daha doğrusu aklıma gelen tek şey adamın bir köyde değil de şehirde çalıştığı.
Sanırım biraz daha ileri gidebiliriz. Konuyu şu açıdan ele alalım. Böyle bir armağan ne zaman verilebilir. Arkadaşları ne zaman bir araya gelirde, iyi niyetlerinin ifadesi olan bir şeyi kendisine verirler. Elbette, Doktor Mortimer işten ayrılıp kendi başına çalışmaya başlayacağı zaman. Bastonun armağan edildiğini biliyoruz. Bir şehir hastahanesinden bir köy doktorluğuna geçme olduğunu tahmin ediyoruz. Acaba, bu armağan kendisine tam hastahaneden ayrılırken verilmiş dersem, gerçeklerden çok uzaklaşmış olur muyum. Sanmam. Hastahanenin memurlarından biri olmadığı belli, çünkü Londra'da oldukça tanınmış biri olsa gerek, böyle biri de köye gitmez. O halde neydi. Hastahanede memur olmadığına göre bir aile doktoru veya tıp fakültesinden yen çıkmış biri olması gerekir. Bastonun üstündeki tarihe göre, beş yıl önce ayrılmış. Böylece senin ağırbaşlı, orta yaşlı aile doktorun uçup gidiyor sevgili Watson ve yerine daha otuzuna gelmemiş, sevimli, tutkusuz, unutkan genç biri çıkıyor, bu gencin bir köpeği olmalı kabaca tarif etmek gerekirse, Terrier'den biraz büyük, Çoban köpeğinden biraz küçük. Sherlock Holmes arkasına yaslanıp, havaya küçük halkalar halinde uçuşan sigara dumanları savurmaya başlayınca, söylediklerine inanmamış gibi güldüm. Elimde bu son kısmı doğrulayacak delil yok, dedim. Ama, adamın yaşı ve mesleği hakkında bazı bilgiler bulmak zor değil. Kitaplığımdan tıp kitaplarının bulunduğu raftan Tıp Rehberi'ni alıp, sayfalarını çevirmeye başladım. Mortimer soyadlı pek çok doktor vardı fakat, bunlardan ancak biri bizim konuğumuz olabilirdi. Bulup yüksek sesle okudum. Aile doktoru, 1882'den 1884'e kadar Charing Cross Hastahanesi'nde çalışmıştır. Karşılaştırmalı Patoloji'den 'Hastalık Ataların Özelliklerine Dönme Midir.' adlı teziyle Jackson Ödülü'nü kazanmıştır. İsveç Patoloji Derneği'nin üyesidir. 'Eski Neslin Özelliklerine Dönmede Hilkat Garibesi'nin yazarı, Lancet, 1882 Dergisi, 'İlerliyor muyuz.' -Psikoloji Dergisi, Mart, 1883- eserleri arasındadır. Grimpen, Thorsley ve High Barrow mahallelerinin doktorudur. Yerel bir avcı kulübünden söz edilmiyor Watson, dedi Holmes anlamlı bir şekilde gülerek Köy doktoru olmasına köy doktoru, zekice yaptığın gözlemler sonucu söylemiş olduğun gibi. Sanıyorum çıkardığım sonuçlarda haklıyım. Sıfatlara gelince, yanılmıyorsam, sevimli, tutkusuz ve unutkan demiştim. Deneyler sonucu edindiğim bilgilere göre, bu dünyada yalnız sevimli ve sevilen kişiler armağan alırlar. Tutkusuz bir kimse Londra'yı bırakıp, ücra bir köye gider. Ve ancak, dalgın bir kişi geldiği odada bir saat bekledikten sonra kartvizitinin yerine, bastonunu bırakıp gidebilir. Peki köpek. Bu bastonu köpeğin efendisinin arkasından taşıdığı belli. Baston ağır olduğu için, köpek tam ortasından sıkı sıkı dişlerini geçirmiş, dişlerinin izleri göze batacak kadar belli. Bu izler arasındaki mesafeden anlaşıldığına göre, köpeğin çene kemiği, bence bir Terrier'inkinden biraz büyük ve bir Çoban köpeğininkinden de biraz küçük. Bir dakika, tamam, kıvırcık tüylü bir İspanyol köpeği. Konuşurken ayağa kalkmış, odada bir aşağı bir yukarı gezip duruyordu. Derken, pencerenin kenarında durdu. Sesi öyle güven doluydu ki, gözlerimi kaldırıp şaşkınlıkla ona baktım. Seni, anlamıyorum, nasıl bu kadar emin olabiliyorsun. Çok kolay köpek şimdi kapımızın önünde, boynunda da sahibinin adı yazılı olan tasması var. Sakın bir yere gitme, Watson. Meslekdaşım olduğuna göre, burada bulunman işime yarayabilir. Şimdi kaderin en dramatik anı, Watson. Merdivende gitgide yaklaşmakta olan birinin ayak seslerini duyuyorsun iyi niyetli mi, kötü niyetli mi, belli değil. Bir bilim adamı olan Doktor James Mortimer, cinayet uzmanı Sherlock Holmes'den ne isteyebilir ki. Buyrun efendim. Konuğumuzun karşımıza çıkması beni şaşkına çevirdi. Ben tipik bir köy doktoru bekliyordum. Uzun boylu, incecik, bir adamdı, gagaya benzeyen uzun bir burnu, altın çerçeveli gözlüğünün arkasında pırıl pırıl parıldayan, birbirine yakın gri keskin gözleri vardı. Önlüğü üstündeydi ama, çok özensiz giyinmişti, ceketinin rengi solmuş, pantolonu eskimişti. Genç olmasına rağmen, şimdiden kamburu çıkmıştı. Başı önüne eğik yürüyordu, iyi kâlpli bir insana benziyordu. İçeri girer girmez, gözleri Holmes'ün elindeki bastona takıldı, bir sevinç çığlığıyla ona doğru atıldı. Öyle sevindim ki, dedi. Burada mı, yoksa Shipping Office'de mi bıraktım, diye düşünüp duruyordum. Bu bastonu dünyayı verseler kaybetmek istemem. Bir armağan galiba. dedi Holmes. Evet efendim. Charing Cross Hastahanesi'nden, değil mi. Evlenirken birkaç arkadaş hediye etmişti. Ya, çok kötü, dedi Holmes başını sallayarak.
Doktor Mortimer gözlük camlarının altında gözlerini kırpıştırarak şaşkınlıkla baktı. Niye kötü. Vardığımız sonuçları bozdunuz. Evlenmeniz nedeniyle mi demiştiniz. Evet efendim, evlenip hastahaneden ayrıldım, dolayısıyla da ihtisasımı yarıda bırakmış oldum. Kendime bir ev kurmam gerekiyordu. Neyse, pek o kadar da yanılmış sayılmayız, dedi Holmes. Araştırmadan yapıyorsunuz herhalde. Bir bilim meraklısı, Bay Holmes büyük, bilinmeyen okyanusun kıyılarında, midye kabukları toplayan biri. Bay Holmes, yanılmıyorsam siz, yoksa... Evet, sizi arkadaşım Watson'la tanıştırayım. Memnun oldum efendim. Arkadaşınızdan söz edilirken sizin adınızı da duymuştum. Bay Holmes, beni çok ilgilendiriyorsunuz. Böyle dolikosefalik [1] bir kafatası ile, bu denli bir supraorbital[2] oluşum görmemiştim. Parietal[3] çatlağa, izin verirseniz parmağımla şöyle bir dokunayım. Kafatasınızın kalıbı, aslı elde edilinceye kadar bir antropoloji[4] müzesi için iyi bir malzeme oluşturur. Belki biraz aşırı gidiyorum ama, doğrusu kafatasınıza gıpta ediyorum. Sherlock Holmes, adamın bir koltuğa oturması için eliyle işaret etti. Kendi alanınızda uzmansınız sanırım, tıpkı benim kendi alanımda olduğu gibi, dedi. İşaret parmağınızdan anladığıma göre, kendi sigaranızı kendiniz sarıyorsunuz. Bir tane yaksanıza. Adam kâğıtla tütün çıkardı ve şaşılacak bir ustalıkla bir sigara sardı. Uzun, titreyen parmakları vardı. Bir böceğin antenleri gibi çevik, bir türlü yerinde duramayan parmaklar.
Holmes susuyordu ama, dostumuzun dikkatini çektiğini kısa, keskin bakışlarından, anladım. Tahminime göre, dedi sonunda, Dün geceki ve bugünkü ziyaretiniz sadece benim kafatasımı incelemek için değildi herhalde. Hayır efendim, hayır yine de kafatasınızı incelemek fırsatını bulduğum için mutluyum. Size gelmemin nedeni Bay Holmes, kendi başıma içinden asla çıkamayacağım, bir çıkış yolu bulamayacağım, son derece önemli ve olağanüstü bir meseleyle karşı karşıya oluşum. Avrupa'daki uzmanlardan en iyi ikinci kişi olduğunuza inandığım için... Affedersiniz, birinci olma şansına ulaşan uzman kimmiş acaba. diye sordu Holmes, biraz öfkeyle. Kuramcı bir adama, Mösyö Bertillon'un eseri daha fazla etki eder. O halde, niye ona gitmediniz. Kuramcı olandan bahsettim sadece. Ama, pratikte sizin üstünüze kimse yok, bunu herkes söylüyor. Umarım, bir pot kırmadım... Biraz, dedi Holmes. Doktor Mortimer, yardımımı istediğiniz konunun ne olduğunu kısaca söylerseniz, sanırım daha iyi olur...
İKİ Odaya Holmes.
girdiğinizde görmüştüm, dedi Eski bir el yazması. Eğer sahte değilse on sekizinci yüzyılın ilk yarısına ait olmalı. Bunu nasıl anladınız, efendim. Konuşmanız sırasında birkaç santimini incelememe, farkında olmadan izin verdiniz. On yıl farkla bir yazmanın tarihini bilememek pek acemice bir iş olur. Bu konudaki benim küçük monografimi okumuşsunuzdur herhalde. Bu tarih, 1730 olsa gerek. Tarih tam olarak 1742'dir. Doktor Mortimer göğüs cebinden bir kâğıt çıkardı. Bu el yazması, üç ay önce ani ve trajik ölümü Devonshire'da büyük olay yaratan Sir Charles Baskerville tarafından bana emanet edildi. Ben Baskerville'nin hem yakın dostu, hem de tıbbî yardımcısıydım. Kuvvetli bir hafızası vardı, zekiydi. Olaylara hep olumlu yönden bakardı ve benim gibi o da hayâl gücünden yoksundu. Yine de bu yazmayı çok ciddiye alıyordu. Sanki, başına gelecekleri önceden biliyordu ve kendini buna hazırlayıp, kaderine razı oluyordu. Holmes yazmayı almak için elini uzattı, sonra dizinin üstünde büyük bir itinayla düzeltti. Bak Watson, kısa 's' harfiyle uzun 's' harfi sırayla nasıl kullanılmış. Yazmanın tarihini saptamamda işime yarayan ipuçlarından biri. Omuzunun üzerinden eğilerek, yazıları solmuş olan el yazması kâğıda baktım. Kâğıdın başında 'Baskerville Hall' yazılıydı, altında da büyük rakamlarla gelişigüzel yazılmış '1742' tarihi vardı. Bu, hikâye gibi bir şey. Evet, Baskerville ailesinin efsanesini anlatan bir rapor.
Ama, bana başvurmanızın sebebi herhalde daha çağdaş ve daha olumlu bir şey olsa gerek. Son derece çağdaş, olumlu ve acele olarak çözüm bulunması gereken bir konu, yirmi dört saat içinde bir çözüm bulunması gerek. El yazması kısa ama, konuyla yakından ilgili. İzninizle size okuyayım. Holmes koltuğuna yaslandı, parmaklarının uçlarını birbirine değdirdi ve konuya tamamıyla kendini vermek istermiş gibi gözlerini kapadı. Doktor Mortimer, yazmayı daha rahat okuyabilmek için ışığa tutarak, yüksek, çatlak sesiyle şu eski dünya hikâyesini okumaya başladı Baskerville'lerin köpeğinin doğuşu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Ben Hugo Baskerville'nin soyundan geldiğim için, bu hikâyeyi babamdan dinledim. O da kendi babasından dinlemiş. Bu nedenle şimdi anlatacağım hikâye tamamen aslına uygundur. Oğullarım, sizin de inanmanızı isterim ki, günahı cezalandıran aynı adalet, aynı zamanda büyük bir merhamet göstererek affedebilir de. Tanrıya yakararak ve pişmanlık duyularak ortadan kaldırılabilecek hiçbir lânet o kadar ağır sayılmaz. Bu hikâyeden, geçmişte yaşananlardan dolayı korkmamayı fakat, gelecekte aynı hataları yapmamayı, dikkatli olmayı öğrenin ki, ansızın yakalandığınız tutkular, ailenizin başına bir daha aynı felâketlerin gelmesine neden olmasın. Bilmiş olun diye, büyük isyan zamanı bilginlerinden Lord Clarendon'un hikâyesini dikkatinize sunuyorum Baskerville'lerin malikânesi Hugo Baskerville tarafından yönetiliyordu ve bu adamın, çok vahşi, aşağılık ve Tanrı tanımaz bir adam olduğu bir gerçekti. O çevrede hiç aziz yetişmediği için bu özellikleri belki bağışlanabilirdi fakat, onda öyle ahlâksız, kötü ve zalim bir kişilik vardı ki, ismi bu özelliğinden dolayı Batı'da destanlaşmıştı. Birgün, bu, Hugo denilen adam Baskerville malikânesinin yakınında toprakları olan bir çiftçinin kızına âşık oldu. Tabii böyle karanlık ruhlu bir adamın tutkusu aşk gibi parlak bir kelimeyle ne kadar ifade edilebilirse. Fakat, çok namuslu ve iyi ahlâklı biri olan kız, adamın kötü şöhretinden korkuyor ve Hugo'dan hep kaçıyordu. Kendisine yüz vermediği için buna çok sinirlenen Hugo, kızın babası ve kardeşlerinin evde olmadıkları bir St. Michael yortusu günü beş altı serseri arkadaşıyla birlikte çiftliğe gelip, zavallı kızı kaçırdılar. Kızı, Hall'e getirdiler ve üst kattaki odalardan birine kapadılar. Hugo ile arkadaşları her gece olduğu gibi içki âlemine başladılar. Aşağıdan öyle şarkılar, öyle bağırışlar, okkalı küfürler geliyordu ki zavallı kızcağız aşağıdan gelen seslerden ve yaşadığı korkudan dolayı neredeyse aklını kaçıracaktı. Dediklerine göre Hugo Baskerville öyle sözler sarfediyormuş ki, o sözler söyleyeni bile yok edecek cinsttenmiş. Kız sonunda en cesur ve en cüretkâr adamı bile ürkütecek bir şeye kalkışmış Şimdi bile varolan güney duvarını kaplayan sarmaşıklara tutunarak saçağın altına inmiş. Oradan da bozkıra geçip, evin yolunu tutmuş. Hall ile babasının çiftliği arasında dokuz mil uzaklık varmış. Bir süre sonra Hugo, esirine yemek götürmek, -başka kötü niyetleri de vardı herhalde-, bahanesiyle konuklarından ayrılmış. Hugo odanın kapısını açınca bir de ne görsün kafes boş, kuşu uçup gitmiş. Bunun üstüne başına cinler üşüşmüş gibi merdivenlerden paldır küldür inip yemek salonuna girmiş, büyük masanın üzerine sıçrayıp, şişeleri ve tabakları etrafa fırlatmış. Herkesin önünde, kendisinden kaçma cüreti gösteren şıllığı yakaladığı zaman, vücudunu ve ruhunu o gece şeytanın eline vereceğini avaz avaz bağırarak söylemiş. Eğlenceye katılanlar, Hugo'nun dehşeti karşısında şaşırıp kalmışlar, aralarından daha kötü birisi ya da sarhoşu kaçan kızın arkasından köpekleri bırakma fikrini ortaya atmış. Bunun üzerine Hugo evden dışarı fırlamış, seyislerine kısrağını eyerlemelerini, köpek kulübelerinin kapılarını açmalarını söylemiş. Bu arada kızın mendilini köpeklere koklatıp, hepsini sıraya koyduktan sonra, ay ığışı altında parlayan bozkıra salmış. Eğlenceye katılanların çoğu bir süre şaşkın vaziyette kalakalmışlar. Bu kadar kısa bir zaman içinde bütün bu olup bitenleri anlayamamışlar.
Fakat, çok geçmeden dumanlı kafaları, biraz ayılınca işin farkına varabilmişler. Derken, birden gürültüler çoğalmış, kimi tabanca getirsin diye bağırıyor, kimi atını, kimi bir şişe şarap istiyormuş. Ama, sonunda başlarının bir karış üstünde duran akılları yerine inmiş, on üç kişinin on üçü de atlarına atlayıp Hugo'nun arkasından bozkıra çıkmışlar. Ay pırıl pırıl parlıyormuş gökyüzünde, yan yana, hızla ilerliyorlarmış, kızın evine gitmek için kullanabileceği yollardan gidiyorlarmış. Bir iki mil kadar yol aldıktan sonra, bozkırda dolaşan, çobanlardan birine seslenip köpek sürüsünü görüp görmediğini sormuşlar. Adam da hikâyeye göre, öyle şaşırmış ki, ne diyeceğini bilememiş ama sonunda, peşinden köpeklerin kovaladığı, zavallı kızı gördüğünü söylemiş. 'Ama, başka bir şey daha gördüm,' demiş. Bu gördüğüm şey de Hugo Baskerville siyah kısrağının üstünde, yıldırım gibi yanımdan geçti, arkasından da dilsiz, gözleri alev saçan bir cehennem köpeği koşuyordu. Tanrı korusun beni öyle bir köpekten.' Bu bilgileri aldıktan sonra sarhoş adamlar, çobana lânetler yağdırıp sürmüşler atlarını. Fakat, çok geçmeden bozkırdan gelen nal sesleriyle tüyleri diken diken olmuş, Sir Charles'ın siyah kısrağı ağzı köpük içinde, sallanan yuları ve boş eyeriyle gelmiş. Sarhoş adamlar atlarını birbirlerine yaklaştırmışlar, çok korkmuşlar ama, yine de bozkırda ilerlemeye devam etmişler, oysa yalnız başlarına olsalarmış her biri atının başını geri çevirmekten büyük mutluluk duyacakmış. Böylece yavaş yavaş ilerleyerek sonunda köpeklerin olduğu yere ulaşmışlar. Köpekler cinslerinin iyiliğiyle ve cesaretiyle tanınmışlarsa da, bozkırda bir araya gelmiş ve sanki bir şeyden korkmuş gibi dik bir bayırın başında uluyup, korkuyla inliyorlarmış ve dikleşmiş tüyleriyle önlerinde uzanan dar vadiye bakıyorlarmış. Topluluk durmuş. Takibe çıktıkları zamana göre şimdi daha ayılmış olduklarını tahmin edersiniz herhalde. Çoğu, fazla ileri gitmek istemiyormuş ama, aralarından üçü, ya en cesurları, ya da hâlâ ayılmamış olan en sarhoşları atlarını bayırdan aşağı sürmüşler. Vadi geniş bir açıklığa çıkıyormuş, şimdi hâlâ orada duran iki büyük kaya vardır. Ay ışığı o kadar parlakmış ki düzlüğü bütün ayrıntılarıyla aydınlatıyormuş. Adamlar yaklaştıklarında gördükleri manzara karşısında ne yapacaklarını bilememişler. Düzlüğün tam ortasında korkudan ve yorgunluktan ölen zavallı kız yatıyormuş. Ama, bu üç zamparanın aklını başından alan şey, ne kızın cesedi, ne de kızın cesedinin yanında yatan Hugo Baskerville'in cesediymiş Hugo'nun üstünde, boğazına sarılmış, iğrenç bir yaratık varmış, büyük, kara bir hayvan, ama ölümlü gözlerin gördüğü, göreceği herhangi bir köpekten daha büyükmüş. Onlar bakarken o şaşkınlık verecek kadar ucube olan şey Hugo Baskerville'nin gırtlağını ısırıp koparmış. Sonra alev saçan gözlerini ve kan damlayan çene kemiklerini onlara çevirerek açıp kapamaya başlayınca üçü de korkudan kanları donmuş ve tatlı canlarını kurtarmak için çığlık çığlığa bozkırda kaçmaya başlamışlar. Söylendiğine göre aralarından biri, o gördüğü yaratık yüzünden çok kısa bir süre sonra ölmüş. Diğer ikisi ise, yaşadıkları sürece yarım akıllı kalmışlar.
Ortaya çıkan köpeğin hikâyesi işte böyle oğullarım. Bu köpek o günden beri ailenin başına belâ olmuştur. Bunu yazmamın sebebi bilinen bir şeyin sadece ima edilene veya tahmin edilene göre daha az korkunç olduğu içindir. Aileden birçok kişinin ölümlerinin de ani, kanlı ve gizemli olduğu bir gerçektir. Kitabı Mukaddeste uyarılan üçüncü ve dördüncü kuşaktan daha öteye suçsuz kimselerin sonsuza kadar cezalandırılamıyacağı için Tanrının sonsuz rahmetine sığınalım. Sizleri Tanrıya emanet ederken, şeytanî kuvvetlerin ortaya çıktığı karanlık saatlerde bozkırdan geçmemenizi bir önlem olarak tavsiye ediyorum. -Bunu, Hugo Baskerville oğulları Rodger ve John'a bırakırken kız kardeşleri Elizabeth'e, bundan söz etmemeleri konusunda, onları uyarır.- Doktor Mortimer, garip hikâyeyi okumayı bitirdiğinde gözlüğünü alnına kaldırıp, Bay Sherlock Holmes'e baktı. Sherlock Holmes esneyerek sigara izmaritini ateşe fırlattı. Demek öyle.
İlginç bulmadınız mı. Hayalet ya da cin hikâyelerine meraklı olanlar için öyle. Doktor Mortimer, cebinden katlanmış bir gazete çıkardı. Şimdi bakın, Bay Holmes, size daha yakın tarihli bir yazı. Devon County Chronicle gazetesinde bu sene 14 Mayıs tarihinde yayınlanmış. Bu tarihten birkaç gün önce ölen Sir Charles Baskerville'nin ölümüyle ortaya çıkan olayların hikâyesi. Dostum biraz öne eğilip, daha dikkatli dinlemek istermiş gibi bir tavır takındı. Konuğumuz da gözlüğünü yeniden takıp, okumaya başladı Geçenlerde birdenbire vefat eden, adı gelecek seçimlerde Mid Devon'un liberal adayları arasında yer alan Sir Charles Baskerville, hepimizi derin bir kedere bürümüştür. Sir Charles, Baskerville Hall'de kısa bir süreden beri oturuyordu. Ancak iyi ve sevimli huyuyla, yardımseverliğiyle kısa sürede kendisiyle ilişkide bulunan herkesin sevgisini ve saygısını kazanmıştır. Günümüzdeki Nouveaux Ric hes'ler[5] arasında kötü günler yaşamak zorunda kalmış, eski ve köklü asil bir ailenin oğludur. Şu anda sahip olduğu serveti kendinin yapmış olması ve aileyi eski görkemli günlerine kavuşturması sevinilecek bir olaydır. Sir Charles, herkesin çok yakından bildiği gibi, Güney Afrika'daki borsa oyunlarında büyük para sahibi olmuştu. Çarkın kendi aleyhine dönünceye kadar ileri gidenlerden daha akıllıca davranıp, borsadan çekilmiş ve servetiyle birlikte İngiltere'ye dönmüştü. Baskerville, Hall'e yerleşeli ancak iki yıl olmuştur. Çok ani olan ölümüyle kesintiye uğrayan ilerleme ve imar plânlarından herkes söz etmektedir. Kendisinin çocuğu olmadığından, daha hayattayken bütün o yörede oturanların, servetinden yararlanacağını açıkça söylemiştir. Zamansız ölümü birçok kişiye üzüntü vermiştir. Bu çevredeki yardımseven derneklerine yaptığı yüksek miktardaki bağışlar, bu sütunlarda sık sık yayınlanmıştır.
'Sir Charles'ın ölüm nedeninin, yapılan araştırmalarla tam olarak ortaya çıktığı söylenemez. Sir Charles'ın bir cinayete kurban gitmesi için herhangi bir neden ileri sürülemez. Ama, ölümle ilgili ilgisi olmayan boş inançların sebeplerini ortadan kaldırmak için büyük çaba harcanmıştır. Sir Charles bekârdı ve birtakım garip alışkanlıkları vardı. Çok zengin olmasına karşın, çok mütevazi bir hayat yaşardı. Baskerville Hall'deki hizmetkârları kocası uşak, karısı da hizmetçilik yapan Barrymore adlı evli bir çiften ibaretti. Birçok dostunun da onayladığı Barrymore'ların ifadesine göre, Sir Charles'ın sağlığı uzun süreden beri bozuktu. Sık sık rengi solar, nefes darlığı çekip, soluk soluğa kalırdı. Sinir krizlerine neden olan bir kâlp hastalığından söz edilmektedir. Sir Charles'ın dostu ve doktoru olan Doktor James Mortimer da yukarıdaki ifadeleri doğrulamıştır. Elde edilen kanıtlar çok azdır. Sir Charles her gece yatmadan önce Baskerville Hall'ün ünlü porsuk ağaçlı yolunda yürüyüş yapardı. Bunu Barrymore'ların tanıklığı ortaya çıkarıyor. Mayısın dördünde, Sir Charles ertesi gün Londra'ya gitmek niyetinde olduğunu söylemiş ve Barrymore'dan bavulunu hazırlamasını istemişti. Her zamanki gibi o gece de yürüyüşe çıkmıştı. Bu gezintilerde puro içerdi. Bu son gezisi olmuştu, bir daha geri gelmedi. Saat on ikide Barrymore, Hall'ün kapısının açık durduğunu görünce, telâşlanmış ve fener alarak efendisini aramaya çıkmış. Bütün gün yağmur yağdığı için, Sir Charles'ın ayak izleri yolda çok belirginmiş. Bu yolun ortalarına doğru, bozkıra açılan bir kapı vardır. Sir Charles'ın bir süre orada durduğunu gösteren belirtiler varmış. Yoldan aşağı yürümeye devam eden Barrymore, yolun sonunda efendisinin cesediyle karşılaşmış. Barrymore'un ifadesinde açıklanamayan bir nokta var efendisinin ayak izleri bozkır kapısını geçtikten sonra değişiyormuş. Yerde, sanki ayak ucunda yürümüş gibi izler varmış. Murph adında çingene bir at tüccarı o gece oralarda dolaşıyormuş ama, çok sarhoşmuş. Birtakım bağrışma ve çığlıklar duymasına rağmen çığlıkların nereden geldiğini bir türlü kestirememiş, Sir Charles'ın cesedinde hiçbir darp izi görülmemiştir. Doktor, inanılmayacak ölçüde yüz buruşması olduğunu söylüyor. Öyle ki Doktor Mortimer, önce karşısında yatan kişinin dostu ve hastası olduğunu anlayamamış. Bu belirtinin az görülen nefes darlığı ve kâlp yetmezliğinden ileri gelebileceğini de eklemiştir. Bu açıklamalarını morgta yapılan incelemede de tekrarlayarak, kronik bir hastalığı olduğunu açıklamıştır Jüri, bunun üzerine tıbbî kanıtlara dayanarak Sir Charles'ın bir cinayete kurban gitmediğine karar vermiştir. Bu karar memnuniyetle karşılandı. Çünkü Sir Charles'ın vârisinin, bir an önce Hall'e yerleşip, üzüntü verici bir şekilde kesintiye uğrayan hayırlı işleri devam ettirmesi gerekiyordu. Hakimin gerçeğe dayanarak işi çözmesi, bu işin doğurduğu korku dolu masallara son vermiştir. Aksi takdirde Baskerville Hall'de oturacak birini bulmak zor olacaktı. En yakın akrabasının Sir Charles Baskerville'nin küçük kardeşinin oğlu Bay Henry Baskerville olduğu öğrenilmiştir. Delikanlı en son haber, Amerika'da olduğuna dairdir. Şimdi başına konan talih kuşunu ona bildirmek için araştırmalar yapılmaktadır. Doktor Mortimer, gazeteyi katladı ve cebine yerleştirdi. Bunlar, Sir Charles Baskerville'nin ölümü konusunda açıklanan gerçekler, Bay Holmes. İlgi çekici tarafları olan böyle bir konuya, dikkatimi çektiğiniz için, size teşekkür etmeliyim, dedi Sherlock Holmes. O sıralarda gazetelerde bir şeyler okumuştum fakat, Papa'yı huzura kavuşturmak için şu önemsiz Vatikan kabartmaları işiyle uğraşıyordum. Bu nedenle İngiltere'de meydana gelen pek çok olayla ilgilenemedim. Bütün bilinen şey, demek bu gazete haberinde yazılı. Evet. Gazetede yayınlanmayan buna rağmen, sizin bildiğiniz başka şeyler var mı. Arkasına dayandı, parmak uçlarını birleştirdi, her zamanki sakin ve bilgiç tavrını aldı. Açıklayacak olursam... dedi Doktor Mortimer, heyecanlanmaya başlamıştı. Kimseye söylemediğim, söyleyemediğim şeyleri size söylemem gerekecek. Bunları hâkime açıklamayışımın sebebi, bir bilim adamının halkın gözünde, batıl inançlara sahip olduğunu göstermek istemeyişimdir. Başka bir sebep daha var, gazetede yazıldığı gibi, adı çıkmış olan Baskerville Hall'ün kötü ününü artıracak bir şey söylediği takdirde orada oturacak kimsenin bulunamayacağıydı. Kendimce haklı bulduğum bu sebeplerden ötürü, bildiklerimin hepsini anlatmadım. Çünkü söyleyeceklerim, elle tutulur, somut sonuçlar verecek gibi değildi, ama sizinle açık konuşmama engel olacak herhangi bir neden yok. Bozkırdaki evler birbirlerine uzaktır ama, evleri yakın olanlar birbirleriyle sık sık görüşürler. Sir Charles Baskerville'i de bu nedenle çok sık görürdüm. Lafter Hall'den Bay Frankland ve doğa bilimci Bay Stapleton'dan başka, tüm bu çevrede, onlardan başka doğru dürüst okumuş adam bulamazsınız. Sir Charles bir kenara çekilmiş, toplumdan uzak duran bir adamdı, hasta olması ve benim de doktor olmam, bizi birbirimize yakınlaştırmıştı. Bilimdeki ortak kaygılarımız, aramızda iyi bir dostluğun oluşmasına yol açmıştı. Güney Afrika'dan birçok bilimsel bilgi getirmişti. Bushman ve Hottentot'nun karşılaştırmalı anatomisini tartışarak pek çok hoş akşamlar geçirmişizdir. Sir Charles'ın, son birkaç ay içinde sinir sisteminin neredeyse patlayacak derecede bozulduğunu görüyordum. Size okuduğum efsaneye bütün kalbiyle inanmıştı. Öyleki kendi toprakları içinde de olsa gece geç saatte asla bozkıra çıkmazdı. Size inanılmayacak gibi gelir ama Mr. Holmes, ailesinin üzerine korkunç bir felâketin çöktüğüne inanıyordu. Korkunç yaratık düşüncesinden bir türlü kurtulamıyordu. Geceleri kendisini görmeye gittiğimde garip bir yaratık görüp görmediğimi ya da bir köpek havlaması duyup duymadığımı sık sık sorardı bana bunları sorarken de sesi heyecandan tir tir titrerdi. Korkunç olaydan üç hafta kadar önce, bir akşam arabayla evine gitmiştim. Sir Charles, Hall'ün kapısının önünde duruyordu. Arabamdan inip önünde durdum, o sırada gözlerinin benim arkamda bir yere dikildiğini ve korkunç bir ifadeyle bakakaldığını gördüm. Arkama dönüp baktığımda, onun baktığı büyük kara bir köpeğin yolun kenarından geçtiğini gördüm. Öyle heyecanlanmış ve korkmuştu ki, kendisini rahatlatmak hayvanın göründüğü yere gitmek zorunda kaldım. Köpek görünürde yoktu ama, bu olay belleğinde çok etki bırakmış gibiydi. Bütün akşam onunla birlikte kaldım, ilk geldiğimde size okuduğum el yazması belgeyi bu olayla ilgili olarak bana vermişti. Bu küçük hikâyeyi size anlatmamın sebebi, meydana gelen o korkunç olayla bir ilgisi olabileceğini düşünmemdir. Ama, o sıralarda bu işin uydurma olduğuna inanıyordum. Tavsiyem üzerine Londra'ya gitmeye karar vermişti. Kâlbinin zayıf olduğunu biliyordum, içinde bulunduğu sürekli endişe, ne kadar hayâl ürünü olursa olsun, sağlığına kötü etki yapıyordu. Londra'nın eğlence yerlerinde geçireceği birkaç ayın Sir Charles'a çok iyi geleceğini düşünüyordum. Ortak dostumuz, Bay Stapleton da, onun bu durumuna çok üzülüyordu, o da benim düşüncelerime katılıyordu.
Sir Charles'ın öldüğü gece, cesedi bulan uşak Barrymore, seyis Perkins'i atla bana göndermişti. Daha uyumamış olduğum için, bir saat içinde Baskerville'deydim. Soruşturmada gösterilen bütün kanıtları kontrol edip, onayladım. Porsuk ağaçlı yoldan ayak izlerini takip ettim bir süre durup beklediğini gösteren ayak izlerinin değiştiğini gördüm. Yumuşak çakıllı yolda Barrymore'dan başkasının ayak izine rastlamadım. Sonra cesedi büyük bir dikkatle inceledim. Ben gelinceye kadar cesede kimse dokunmamıştı. Sir Charles, yüzükoyun yatıyordu, kolları iki yanına açılmış, parmakları toprağa gömülmüş, yüz çizgileri tanınmayacak kadar bozulmuştu. Cesette herhangi bir darp izi yoktu. Fakat, soruşturmada Barrymore yanlış bir bilgi verdi. Cesedin çevresinde toprakta hiç iz olmadığını söyledi. Herhalde görmedi. Ama, ben gördüm, biraz ötede yeni ve oldukça belirgin izler gördüm. Ayak izleri mi. Ayak izleri. Erkek mi, kadın mı.
Doktor Mortimer, bir süre tuhaf tuhaf yüzümüze baktı, sonra hemen hemen fısıltı halinde Bay Holmes, bunlar dev bir köpeğin ayak izleriydi, dedi. ÜÇ Doktorun sesinde de bir heyecan dalgası vardı, bize anlattıklarının etkisi altında kalmış gibiydi. Holmes, heyecan içinde ileri doğru eğildi, merak dolu gözleri, olayla son derece ilgilendiğini gösteriyordu. Siz gördünüz demek. Sizi nasıl görüyorsam öyle. Ve bir şey söylemediniz. Neye yarardı ki. Nasıl oldu da bunu başka kimse görmedi. İzler cesetten yirmi metre kadar ötedeydi. Hikâyeyi bilmeseydim, ben de araştırmazdım. Bozkırda çok Çoban köpeği var mıdır. Elbette. Fakat, bu Çoban köpeği değildi. Çok büyüktü dediniz, öyle mi.
Dev gibi. Ama, cesede yaklaşmamış, öyle mi. Evet. Nasıl bir geceydi. Islak ve kuvvetli soğuk. Yağmur yağıyordu ama, değil mi. Hayır. Yol nasıldı. İki sıra eski porsuk çiti vardır, bir buçuk metre kadar yükseklikte, arasından geçilemeyecek kadar sıktır. Ortadaki yol, iki buçuk metre kadar genişliktedir. Çitlerle yol arasında, herhangi bir şey var mı. Evet, her iki yanda bir buçuk metre kadar çimenlik uzanır. Anladığım kadarıyla, porsuk çitine girip çıkmak için, sadece bir kapı var. Öyle değil mi.
Evet, bozkıra açılan kapı. Başka bir aralık yok mu. Hayır. Demek ki porsuklu yola girmek için, ya doğru evden gelmek, ya da kapıdan girmek gerek, öyle mi. Uçta, yazlık evden kullanılmayan başka bir geçit daha vardır. Sir Charles eve yakın mıydı. Hayır, evin, yaklaşık gerisinde yatıyordu.
elli metre kadar Şimdi söyleyin bana, Doktor Mortimer. Burası önemli, gördüğünüz izler yoldaydı, çimen üstünde değildi değil mi. Çimende iz yoktu. İzler bozkır kapısı tarafında mıydı. Evet, bozkır kenarındaydı.
kapısı tarafında, yolun Çok ilginç bir nokta daha. Kapı kapalı mıydı. Kapalıydı, üstünde bir de asma kilit vardı. Yüksekliği ne kadardır. Bir metre kadar. O halde herkes üstünden atlayabilir. Evet. Kapıda ne izleri gördünüz. Belli bir şey yoktu. Aman Tanrım. Bunu kimse incelemedi mi. Sadece ben inceledim. Ve hiçbir şey bulamadınız, öyle mi. Her şey öyle karışıktı ki. Sir Charles herhalde beş on dakika orada durmuştu. Nerden çıkarıyorsunuz bunu. Çünkü purosunun külü iki kere silkelenmişti.
Harika. Bu, bizim meslekten Watson, tam bize göre. Ya izler. Küçük çakıllar, toprak parçası üstünde dağınık durumdaydı. Başka iz göremedim. Sherlock Holmes sabırsız bir hareketle elini dizine vurdu. Ah, ben orada olsaydım. diye bağırdı. Çok ilginç bir olay. Bir dedektif için inanılmaz ipuçları vardır. Çakıl döşeli o yolu sayfa gibi okurdum ama, yağan yağmur tarafından çoktan kirletilmiş ve meraklı köylülerin ayak izleri yüzünden silinmiştir. Ah Doktor Mortimer, Doktor Mortimer, beni çağırmayışınız. Bu yüzden üstünüze çok büyük bir sorumluluk almış oluyorsunuz. Sizi çağıramazdım Bay Holmes, sonra bütün dünya duyardı, kimsenin duymaması gerektiğinin nedenini anlattım size, üstelik, üstelik... Neden durdunuz. En deneyimli dedektiflerin bile bir şey yapamayacağı bir alan vardır. Bu işin doğaüstü güçlerin marifeti olduğunu mu söylemek istiyorsunuz. Yüzde yüz öyle demedim. Fakat, böyle düşündüğünüz belli. Korkunç olaydan beri, Bay Holmes, kulağıma öyle şeyler geldi ki. Bunları doğanın kurulu düzeniyle bağdaştırmak güç. Ne gibi, meselâ. Olay meydana gelmeden önce, bozkırda Baskerville şeytanına benzeyen yaratığı gören çok kimse var, bu hiçbir hayvana benzemeyen bir yaratıkmış. O bölgede yaşayanlar, bunun iri, ışık saçan, korkunç hayalete benzeyen bir yaratık olduğu konusunda birleşiyorlar. Bu adamların hepsini sorguya çektim. Biri kalın kafalı bir köylüydü, biri nalbanttı, biri de çiftçiydi. Hepsi de korkunç hayalet konusunda aynı şeyi anlatıyordu. Üstelik anlatılanlar efsanedeki cehennem köpeğine uyuyordu. O bölgede bir dehşet rüzgârı esiyor. Bozkırdan gecenin karanlığında, oradan geçecek olan adam çok cesur olmalı. Peki siz, bir bilim adamı olarak doğaüstü güçlere inanıyor musunuz. Neye inanacağımı bilemiyorum Bay Holmes. Holmes omuz silkti. Bugüne kadar yaptığım araştırmalar bu dünyaya aitti, dedi. Büyük bir alçakgönüllülükle şeytanla çarpıştım ama, şeytanın babasıyla uğraşmak zor bir iş olsa gerek. Ancak, ayak izinin gözle göründüğünü ve gerçek olduğunu kabul etmelisiniz. Köpek bir insanın boğazını çekip koparacak kadar gerçekti ama, yine de şeytanîydi. Bakıyorum, kendinizi doğaüstü güçlere inananlara kaptırmışsınız. Doktor Mortimer, gerçekten böyle düşünüyorsanız o zaman neden bana başvurduğunuzu açıklar mısınız. Bir solukta hem Sir Charles'ın ölümünü incelemenin boş bir uğraş olduğunu söylüyorsunuz, hem her şeye rağmen bunu belirtiyorsunuz. incelemek istediğinizi İstediğimi söylemedim. O halde size nasıl yardım edebilirim. Waterloo İstasyonuna gelmek üzere olan... Doktor Mortimer saatine baktı. Tam bir saat on beş dakika var. Sir Henry Baskerville'e nasıl davranmalıyım. Vârisi olana mı. Evet. Sir Charles'ın ölümü üzerine bu delikanlı hakkında araştırma yaptık ve Kanada'da çiftçilik yaptığını öğrendik. Edindiğimiz bilgilere göre, mükemmel bir gençmiş. Şu andan itibaren, bir tıp adamı olarak değil, Sir Charles'ın vasiyetnamesinin güvenilir bir takipçisi olarak davranıyorum. Mirasta hak iddia eden başka kimse var mı. Yok sayılır. İzini bulabildiğimiz diğer ve tek akrabası Sir Charles'ın büyüğü olan Rodger Baskerville'dir. Genç yaşta ölen ikinci kardeş Henry'nin babasıdır. Üçüncü Rodger ailenin öteki üyelerine banzemezdi. Eski Baskerville soyundan geliyormuş ve anlattıklarına göre Hugo'nun bir benzeriymiş. İngiltere'de yaşayamayacak duruma gelince Orta Amerika'ya gitmiş ve 1876 yılında sarı hummadan ölmüş. Henry Baskerville ailenin son üyesidir. Bir saat beş dakika sonra onu Waterloo İstasyonu'nda karşılayacağım. Bu sabah Southampton'da olduğuna ilişkin bir telgraf aldım. Ne yapmamı önerirseniz, Bay Holmes. Atalarının evine niye gitmesin. Doğal bir şey gibi görünüyor, değil mi. Ama oraya giden her Baskerville'nin kötü bir sonla karşılaştığını düşünün. Eğer Sir Charles ölümünden önce benimle konuşabilseydi, soylarının sonuncusunu ve büyük mirasa konan vârisinin bu uğursuz yere gelmesine engel olmamı isterdi. Bütün olup bitenlere rağmen o yoksul ve soğuk çevrenin gelişmesinin bu gencin varlığına bağlı olduğu inkâr edilemez. Baskerville Hall'de oturacak biri bulunmadığı takdirde, Sir Charles'ın yaptığı bütün hayır işleri boşa gidecek. Bu işte, ortada olan çıkarlarımın beni etkilemesinden korktuğum için durumu size anlattım. Şimdi tavsiyenizi rica ediyorum. Sherlock Holmes bir süre düşündü. Açıkçası mesele şu, dedi. Dartmoor'u bir Baskerville için tehlikeli yapan şeytanî bir kuvvet var. Fakat, bu sizin düşünceniz, değil mi. Hiç olmazsa bunun böyle olduğunu gösteren birkaç delil var diyebilirim. Tamam. Eğer, sizin doğaüstü varsayımınız doğruysa, delikanlıyı Devoshire'da da rahat bırakmayacak gibi, Londra'da da. Sınırlı güçleri olan bir şeytan, aklın alacağı şey değil. Bu olaylarla karşılaşsaydınız Bay Holmes, durumu daha ciddiye alırdınız. O halde size göre delikanlı Devonshire'da da, Londra'daki kadar güvende olacak demek. Gelmesine elli dakika kaldı. Ne diyorsunuz. Diyeceğim şu Bay Mortimer, ön kapıyı tırmalayıp duran köpeğinizi alıp bir arabaya binmeniz ve Sir Henry Baskerville'i karşılamak üzere Waterloo'ya gitmeniz. Sonra. Kararımı vermeden, kendisine hiçbir şey söylemeyeceksiniz. Kararınızı vermeniz ne kadar sürer. Yirmi dört saat. Yarın saat onda, Doktor Mortimer, bana uğrarsanız çok sevinirim. Sir Henry Baskerville'i de birlikte getirirseniz gelecekteki plânlarım için büyük yardımda bulunmuş olursunuz. Peki Bay Holmes, dedi ve randevuyu gömleğinin cebinden çıkardığı küçük bir not defterine yazdı. Garip, meraklı ve dalgın tavrıyla kapıdan hızla çıktı. Holmes, doktorun arkasından seslenerek onu merdivenin başında durdurdu. Bir soru daha, Doktor Mortimer. Sir Charles Baskerville'nin ölümünden önce bu hayaleti birçok kişinin gördüğünü söylediniz, değil mi.
Üç kişi. Daha sonra gören olmuş mu. Duymadım. Teşekkür ederim, güle güle. Holmes koltuğuna döndü, için için memnun olduğunu gösteren bir havası vardı. Dışarı mı Watson. Bir yardımım olacaksa kalayım. Şimdilik kalmana gerek yok. Ancak, harekete geçtiğim zaman sana ihtiyacım olabilir. Harika doğrusu, eşsiz bir şey bu. Bradley'e uğrayıp, söyle, en kuvvetli sert tütününden yarım kilo kadar gönderiversin, olur mu. Teşekkür ederim. Akşama kadar gelmesen iyi olur. Akşam, şu sabah bize anlatılan şu son derece ilgi çekici konu üstündeki gözlemlerimizi karşılaştırırız. Dostumun, bir olayı belleğinde çözmeye kalktığında, yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu bilirim. Böyle anlarda en ufak ipucu ve delil parçasını tartar, karşı görüşler kurar, ikisini de dengeler ve hangi noktaların gerekli, hangilerinin asılsız olduğuna karar verir. Bu nedenle günü kulübemde geçirdim ve akşama kadar da Baker Street'e dönmedim. Saat dokuz sıralarında evin salonundaydım. Kapıyı açtığımda yangın var sandım. Çünkü oda öyle dumanlıydı ki, masanın üstündeki lâmbanın ışığı bile donuklaşmıştı. İçeri girince korkum yatıştı. Kuvvetli, sert tütünün keskin kokusu boğazımı yaktı ve öksürdüm. Duman arasında ağzında siyah kil piposu, yün hırkasını giymiş, koltuğunda iki büklüm oturan Holmes'u gördüm. Üşüttün mü Watson. dedi. Hayır, şu zehirli havadan. Sanki, burası bakıyorsun.
dumanlı olmuş gibi Ne diyorsun buranın havası, dayanılamayacak kadar kötü kokuyor. O halde pencereyi aç. Bütün günü kulübende geçirdin galiba.
Holmes. Yanlış mı söyledim. Doğru ama, nasıl.... Benim şaşkın halime güldü. Watson, üstünde hoş bir tazelik var. Sahip olduğum küçük güçlerimi sende denemek hoşuma gidiyor. Yağmurlu ve çamurlu bir günde bir bey dışarı çıkıyor. Akşam geri döndüğünde şapkası ve ayakkabıları parlaklığını yitirmemiş. Demek ki bir yerde takılıp kaldı. Fazla dostu olan bir adam olmadığına göre, bu kişi nereye gitmiş olabilir. Nereye gittiği belli değil mi. Belli. Dünya öyle belli şeylerle dolu ki, kimsenin aklına bile gelmiyor. Ben neredeydim dersin. Sen de takılıp kaldın buraya. Yanıldın. Devonshire'a gittim. Ruhun mu gitti.
Evet. Vücudum bu kolktukta kaldı ve ben yokken de sayısını bilmediğim kahveyle, aklın almayacağı ölçüde tütün tüketti. Stanford'a adam gönderip bozkırın o kısmına ait ayrıntılı bir harita istettim, ruhum da bütün gün bozkırın üstünde dolaşıp durdu. Yolu kolayca bulabildiğimi gururla söyleyebilirim. Büyük ölçekli bir harita olmalı. Çok büyük , dedi. Bir kısmını açıp dizine koydu. Bizi ilgilendiren yer şurası. Şu ortadaki yer de Baskerville Hall. Çevresinde orman var mı. Var. Adı yazılı değil ama, porsuklu yol şu olacak, bozkır da, gördüğün gibi sağında. Şu ev topluluğu Grimpen köyü, Doktor Mortimer'ın evinin bulunduğu yer. On kilometrelik çapı olan bir daire içinde gördüğün gibi, çok az ev var. Hikâyede adı geçen Lafter Hall işte. Şurada bir ev var, yanlış hatırlamıyorsam adı Stapleton idi, bu onun evi olacak. Şurada iki bozkır evi bulunuyor, High Tor ile Foulmire. On dört mil ötede ağır mahkûmların bulunduğu Princetown Hapishanesi. Bu dağınık noktaların arası, ıssız ve ölü bozkırla kaplı. Cesedin bulunduğu sahne burası demek. Bunun bir daha oynanmaması için yardım etmeye çalışalım. Vahşi bir yer olmalı. Evet, tam yeri, eğer şeytan insanların işlerine karışıyorsa... Demek sen de, doğaüstü güçlerin rolüne inanıyorsun. Şeytanın silâhları kan ve etten meydana gelmiş olamaz mı. Başlangıçta değerlendirilmesi gereken iki konu var. Biri işlenen herhangi bir suç var mı. Öteki, suçun cinsi ve nasıl işlendiği. Doktor Mortimer'ın tahmini doğruysa ve işimiz de doğaüstü güçlerle uğraşmaksa, araştırmamız burada bitiyor demektir. Ama, bu varsayıma dönmeden önce, diğer varsayımların tamamını ortadan kaldırmamız gerekiyor. İzin verirsen şu pencereyi kapayalım. Watson, sana garip gelecek fakat, temiz hava sanki hafızamı toplamama yardım ediyor. Bunu denemek için, düşünmek üzere bir kutuya girecek kadar ileri gitmedim, bu ama bu inançlarımın mantıkî sonucu. Olay üstünde düşündün mü hiç. Evet, bütün gün düşündüm. Bir sonuca vardın mı. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Eşi bulunmadığına kuşku yok. Birtakım özel noktaları var. Meselâ, ayak izlerindeki değişiklik. Sen ne dersin. Mortimer, yolun o kısmının parmak ucunda gidildiğini söylemişti. O, sadece birkaç budalanın soruşturmada söylediğini tekrarladı. İnsan yoldan aşağı ve o kadar uzun mesafeyi parmak uçlarında neden yürüsün. Peki, o halde. Koşuyordu Watson, hızla, koşuyordu, hayatını kurtarmak için koşuyordu, sonunda kâlbi durarak, yüzüstü düşüp öldü.
Neden kaçıyordu peki. Bütün mesele de burada işte. Koşmaya başlamadan önce adamın korktuğuna ilişkin belirtiler var. Onu nerden çıkarıyorsun. Onu korkutan şeyin, bozkırdan geldiğini sanıyorum. Eğer durum böyle ise, en akla yatkını da bu eve doğru koşacağına, evden uzaklaşması için insanın deli olması gerek. Çingenenin anlattıklarının doğru olduğunu kabul edersek, yardım gelmesinin en az olduğu yöne doğru 'imdat' diye bağırarak koşmuş. Sonra, o gece kimi bekliyordu ve neden evinde beklemiyordu da, porsuklu yolda bekliyordu. Birini bekliyordu diyorsun, öyle mi. Yaşlı ve hasta bir adamdı. Bir akşam gezintisine çıkmış olabilir ama, yerler ıslak ve hava da kötüydü. Doktor Mortimer'in, benden daha pratik sağduyuyla, adamın purosunun külünden çıkardığı gibi, beş on dakika beklemesi doğal bir şey mi.
Fakat, her akşam çıkıyormuş. Her akşam kapısında beklediğini sanmıyorum. Tersine, kanıtlar bozkıra çıkmaktan kaçındığını gösteriyor. O gece orada bekledi. Londra'ya gideceği günün gecesi. Sorun boyut kazanıyor Watson. Anlam kazanıyor. Azizim Watson, lütfen şu kemanımı verir misin. Artık, sabaha kadar bu konuyla ilgili bir şey düşünmeyelim, en azından Doktor Mortimer ile Sir Henry Baskerville gelinceye kadar.
DÖRT Müşterilerimiz tam zamanında geldiler. Doktor Mortimer, genç Henry Baskerville ile birlikte içeri girdiğinde saat onu gösteriyordu. Henry Baskerville, ufak tefek, cin gibi kara gözlü bir adamdı, otuz yaşlarında olmalıydı, sağlam yapılıydı, kara kalın kaşları, iri çizgili, bir dövüşçü yüzü vardı. Üstüne kırmızımsı tüvid bir elbise giymişti. Ömrünün çoğunu açık havada geçirmiş izlenimi veren yanık bir yüzü vardı ama, ağırbaşlı duruşu, sakin ve kendinden emin davranışlarıyla, bir asil olduğunu belli ediyordu. Size Henry Baskerville'i takdim edeyim, dedi Doktor Mortimer. İşin ilginç yanı Bay Sherlock Holmes, dedi Henry Baskerville. Dostum bu sabah sizi ziyaret etmemizi teklif etmeseydi, ben kendim gelecektim. Bizlerin içinden çıkamayacağı bazı olayları siz kolayca aydınlatıyormuşsunuz. Bu sabah öyle ilginç bir şey oldu ki, inanın işin içinden çıkamadım. Lütfen oturun Sir Henry. Demek Londra'ya geldikten sonra başınıza önemli bir şey geldi öyle mi. O kadar önemli değil Bay Holmes. Galiba bir şaka. Şu mektup, tabii buna mektup denirse. Mektup bu sabah elime geçti. Masanın üzerine bir zarf koydu. Hepimiz üstüne eğildik. Ucuz, gri renkte bir zarftı bu. Üstünde 'Sir Henry Baskerville, Notrhumberland Oteli yazıyordu.' Berbat bir yazıydı, zor okunuyordu. Zarfın üstünde Charing Cross damgası ve mektubun bir akşam önce postaya verildiğini gösteren tarih vardı. Northumberland Oteli'nde kalacağınızı bilen var mıydı. diye sordu Sherlock Holmes, dikkatle konuğumuza bakarak. Kimse bilmiyordu. Orada kalmama, Doktor Mortimer beni karşıladıktan sonra karar verdik.
Ama, Doktor Mortimer herhalde o otelde kalıyordu. Hayır, bir arkadaşımda kalıyordum, dedi. Bu otele gideceğimize ilişkin önceden bir şey bilmiyorduk. Hımm. Biri bizimle çok ilgili görünüyor. Zarfın içinden dörde katlanmış bir kâğıt çıkardı. Açıp masanın üstüne koydu. Kâğıdın ortasında, basılmış bir metinden kesilmiş kelimeleri yapıştırarak oluşturulmuş bir tek cümle vardı Hayatınıza ve aklınıza önem veriyorsanız bozkırdan uzak durun. Sadece 'bozkır' kelimesi kitap harfleriyle ve mürekkeple yazılmıştı. İşte böyle, dedi Sir Henry Baskerville. Bay Holmes bunun ne demek olduğunu siz söyleyebilirsiniz. Acaba kim, işlerimle bu kadar yakından ilgileniyor. Siz ne dersiniz Doktor Mortimer. Hiç olmazsa bunda doğaüstü güçler var diyemezsiniz ya.
Hayır efendim ama, işin doğaüstü olduğuna inanmış birinden gelebilir. Ne işi. diye sordu Sir Henry birden. Bana öyle geliyor ki, işlerimi sizler benden daha iyi biliyorsunuz. Bu odadan çıkmadan, bütün bildiklerimizi siz de öğrenmiş olacaksınız. Buna söz veriyorum , dedi Sherlock Holmes. Şimdi izninizle bu çok ilgi çekici belgeyle uğraşalım, dün hazırlanıp, postaya verilmiş olmalı. Dünkü Times var mı Watson. Şurada köşede duruyor. Ne olur alsana. Başmakalenin olduğu sayfayı aç lütfen. Gözlerini sütunlarda aşağı yukarı gezdirdikten sonra. Şu serbest ticaret hakkında yazılmış olan makale önemli. Dinleyin bir yerinde şöyle diyor 'Kendi özel ticaret veya sanayiinizin koruyucu bir yasayla destekleneceği hakkında aklınıza boş hayâller getiriyorsanız, bu gibi bir yasa düzeni sonuçta, servetinize ülkenizden uzak dur demek olacak, ihracatımızın öneminin azalmasına ve bu adadaki iş hayatınıza balta inmesine sebep oluyor demektir.' Ne dersin buna Watson. diye bağırdı Holmes sevinç içinde ellerini birbirine vurarak. Hayran olunacak bir duygu, değil mi. Doktor Mortimer profesyonel bir merakla Holmes'e baktı, Sir Henry Baskerville de şaşkın kara gözlerini bana çevirdi. İthalat veya ihracat üzerine hükûmetin koyduğu vergiye aklım ermez, dedi. Ama, bana yolumuzdan uzaklaştık gibime geliyor. Tersine, doğru yoldayız, Sir Henry. Watson yöntemlerimi sizden iyi bilir ama, o bile bu cümlenin anlamını çıkaramadı galiba. Hayır, itiraf etmeliyim, aralarında herhangi bir bağ göremiyorum. Yine de sevgili Watson, öyle bir bağ var ki, sanki birbirinden çıkmış gibi. 'Hayatınıza', 'Aklınıza', 'Önem', 'Uzak durun', 'Veriyorsanız', kelimelerinin nerden alındığını görmüyor musunuz. Evet doğru. Eh, pes doğrusu. diye bağırdı Sir Henry. Doğrusu, Bay Holmes böyle bir şey asla aklıma gelmezdi, dedi Doktor Mortimer, şaşkınlık içinde dostuma bakarak. Kelimelerin gazeteden kesilmiş olduğu söylenseydi şaşırmazdım ama, hangi gazeteden olduğunu ve başmakalede bulunduğunu bilmek gördüğüm en önemli olay. Nasıl buldunuz. Doktor bey, bir zenciyle bir Eskimo kafatasını birbirinden ayırt edebilirsiniz değil mi. Elbette. Nasıl peki. Çünkü bu, benim ilgi alanım. Farklar belli. Supra orbital baş, yüz açısı, çene kemiği eğrisi. Bu da benim ilgi alanım. Ünlü bir burjuva gazetesi olan Times'ın makalesiyle, bir bulvar gazetesinin kötü makalesi arasında ne fark varsa, zenci kafatasıyla Eskimo kafatası arasında da o fark vardır. Gazeteler arasındaki ayrımı yapabilmek bir cinayet uzmanının bilmesi gereken başlıca unsurlardan biridir. Ama, bir keresinde yanıldım. Leeds Mercury gazetesiyle Western Morning gazetesini karıştırmıştım ama, o zaman çok gençtim. Fakat, Times'ın başmakalesi bellidir, bu kelimeler de başka bir gazeteden alınamazdı. Bu mektup dün hazırlandığına göre, bu kelimelerin dün yayınlanan gazeteden alınması akla daha yatkın. Anladığıma göre, Bay Holmes, dedi Sir Henry Baskerville. Biri bu kelimeleri makasla kesmiş. Bir tırnak makasıyla, dedi Holmes. Kısa uçlu bir makas olduğu belli, çünkü 'uzak dur'un üstü yırtılmış. Evet öyle, o halde biri kısa uçlu bir makasla bu kelimeleri kesip kolayla... Hayır zamkla, dedi Holmes. Zamkla kâğıdın üstüne yapıştırmış. Ama, niye 'bozkır' kelimesi mürekkeple yazılmış. Çünkü basılmışını bulamamıştır da ondan. Diğer kelimeleri bulmak kolaydı, herhangi bir gazetede bulunabilirdi ancak, bozkır kelimesi her gün kullanılan bir kelime değildir. Evet. Bu yazıdan, başka bir şey çıkarabiliyor musunuz, Bay Holmes. Bütün izlerin ortadan kaldırılması için elden gelen ne varsa yapılmış ama, bir iki ipucu var. Adrese dikkat ederseniz, bozuk bir yazı stiliyle yazılmış. Oysa Times gazetesini entellektüel kişilerden başkası okumaz. Mektubun, kendini cahil biri gibi göstermek isteyen kültürlü biri tarafından yazıldığını ve sizin tarafınızdan anlaşılacağından ya da tanınabileceğinden korktuğu için yazısını saklamaya çalıştığını çıkarabiliriz. Bakın kelimeler düz bir çizgi oluşturmuyor, kimi yukarda, kimi aşağıda. Meselâ 'Hayat' kelimesi yerinde değil. Bu ya dikkatsizliğini ya da bu işi yapanın panik içinde olduğunu gösterir. Bence ikincisi daha olası, çünkü konu önemliydi ve böyle bir mektubu düzenleyen birinin dikkatsiz olabileceğini sanmıyorum. Eğer bunu panik içinde yaptıysa, bu paniğin sebebi neydi. Mektup sabaha kadar postalanabilirdi. Nasıl olsa Sir Henry otelden çıkmadan eline geçecekti. Bunu hazırlayan, birinin işini yarıda bırakacağından mı korkuyordu. Kimdi o. Bundan sonra tahmin işi başlıyor, dedi Bay Mortimer. İhtimâlleri tartıp en olabilirini seçme işi derseniz daha iyi olur. Hayâl biliminin kullanılması. Ama, düşünce zincirimizi kuracak maddî bir dayanak noktası var elimizde. Tahmin diyeceksiniz fakat, bu mektubun bir otel odasında yazıldığından da eminim. Bunu nereden çıkardınız. Dikkatle inceleyecek olursanız mektubu yazan, hem kalemle, hem de mürekkeple epey zorluk çekmiş, kalem tek bir kelime içinde iki kere sürçmüş ve kısa bir adreste üç kere kurumuş. Kişiye ait bir kalem veya mürekkep pek nadiren böyle olur, ikisinin bir arada olmasına ise ender rastlanır. Otellerdeki mürekkep hokkalarını, kalemlerini bilirsiniz. Evet, hiç şüphem yok, kesilen Times'ı buluncaya kadar, Charing Cross'taki otellerin çöp sepetlerini araştıracak olursak, bu ilginç haberi göndereni hemen yakalardık. Hey, bu da ne. Üstüne kelimelerin yapıştırılmış olduğu kâğıdı, gözlerine yaklaştırmış, inceliyordu. Ne oldu. Hiç, dedi yere atarak. Bomboş bir kâğıt, kâğıtta damga da yok. Bu ilginç mektuptan bundan başka bir bilgi çıkaramayacağız Sir Henry, söyleyin bakalım, Londra'ya geldiğinizden bu yana başınıza başka ilginç bir olay geldi mi. Sanmıyorum, Bay Holmes. Sizi izleyen, gözetleyen birini görmediniz mi. Ucuz macera roman kahramanları gibi bir şey oldum çıktım , dedi konuğumuz. Neden izlesinler ya da gözetlesinler.
Şimdi geleceğiz ona. Meseleyi ele almadan önce, bize söyleyeceğiniz bir şey yok mu. Neyi söyleyeceğimi bilemiyorum ki. Her günkü olan şeylerden başka bir şey. Sir Henry gülümsedi. Henüz İngilizlerin yaşama biçimi hakkında bir bilgim yok, bütün hayatımı Amerika ve Kanada'da geçirdim. Sadece, insanın çizmesinin tekini kaybetmesi, herhalde İngiliz âdetlerinden değildir. Demek çizmenizin tekini kaybettiniz. Dostum, diye bağırdı Bay Mortimer. Bir tarafa koymuş, sonra da koyduğunuz yeri unutmuşsunuzdur. Otele döndüğünüzde bulursunuz. Bay Holmes'e böyle konulardan söz etmenize gerek yok. Bana her günkü olan şeylerden farklı bir şey olup olmadığını sormuşlardı da. Elbette, dedi Holmes. Olay ne kadar saçma olursa olsun. Demek çizmelerinizden birini kaybettiniz. Belki de hatırlayamadığım bir yere koydum, her neyse. Dün gece her ikisini de kapımın önüne bıraktığımı hatırlıyorum, sabah yalnız bir teki vardı. Temizlikçi çocuktan bir şey öğrenemedim. Daha dün gece Strand'den almıştım, henüz giymemiştim. Eğer hiç giymediyseniz, temizlenmesi için neden dışarı koydunuz. Dün gece Londra'ya gelişinizden hemen sonra gidip bir çift çizme aldınız, öyle mi. Oldukça fazla alış veriş yaptım. Doktor Mortimer da benimle birlikte geldi. Bir çiftlik yöneteceksem kıyafetlerimin de rolüme uygun olması gerekir. Amerika'da buradan farklı yaşadım. Bu arada altı dolar verip bir çift kahverengi çizme aldım ve daha giyemeden de tekini çaldırdım. Çalınsa bile, çalanın işine yaramaz ki, dedi Sherlock Holmes. Ben de Bay Mortimer'ın düşüncesine katılıyorum, çok geçmeden bulursunuz. Şimdi beyler, dedi Sir Henry biraz sertçe. Bütün bildiklerimi size anlattım. Şimdi siz de sözünüzde durup, tüm olup bitenleri anlatın bakalım. İstediğinizi anlayışla karşılıyorum, diye cevap verdi Holmes. Doktor Mortimer bize anlattığınız hikâyeyi, Sir Henry'ye de anlatsanız iyi olacak. Doktor Mortimer, büyük bir ciddiyetle ve bir bilim adamı havasıyla cebinden kâğıtları çıkardı, bunları dün sabahki gibi okudu. Sir Henry Baskerville, büyük bir dikkatle, sessizce ve ara sıra hayret çığlıkları atarak dinliyordu. Serveti, bir kin ve lânetle birlikte miras almış bulunuyorum, dedi, uzun hikâye bittikten sonra. Elbette, bu köpek hikâyesini çocukluğumdan beri duyarım. Ailede, sık sık anlatılır ama, bugüne kadar hiç ciddiye almamıştım. Amcamın ölümüne gelince, yemin ediyorum kafamdaki her şey altüst, karmakarışık. Bu bir polis işi mi, rahip işi mi, siz de henüz karar vermemiş gibisiniz. Öyle. Bir de otele gelen mektup meselesi çıktı ortaya. Bu da onunla ilgili olabilir mi. Bozkırda olup bitenleri bizden daha iyi bilen biri var galiba. dedi Bay Mortimer. Aynı zamanda, dedi Holmes. Biri, size karşı iyi niyetli davranıyor çünkü, tehlikeyi önceden haber veriyor. Ya da kendi isteklerini gerçekleştirmek için, beni korkutup kaçırmak istiyorlar. Elbette, bu da olabilir. Doktor Mortimer çeşitli çözüm yolları gerektiren bir problemle bana başvurduğunuz için, size teşekkür ederim. Fakat, Sir Henry, şimdi karar vermemiz gereken önemli bir nokta var Baskerville Hall'e gidip gitmemeniz. Niye gitmeyeyim. Tehlike var gibi.
Şu aile canavarından mı, yoksa insanlar tarafından mı. Ortaya çıkarmamız gereken nokta da bu. Hangisi olursa olsun. Cehennemde şeytan yoktur Bay Holmes. Yeryüzünde ailemin yuvasına gitmemi engelleyecek kimse olamaz, son cevabım bu. Bu sözleri söylerken kaşları çatıldı ve yüzü kıpkırmızı oldu. Baskervillelerin ateşli mizacını, ailenin bu son temsilcisinde de görmek mümkündü. Bu arada, dedi. Bana söylediklerinizin hepsini düşünmeye zaman bulamadım. Şu anda olup bitenleri bir anda kavrayıp karar vermek, zor bir iş. Birkaç saat kadar istirahat edip, kafamı dinlemek iyi gelecek. Bakın, Bay Holmes, şimdi saat on bir buçuk. Hemen otele gidiyorum. Dostunuz Doktor Watson siz, ben ve Doktor Mortimer, birlikte saat ikide yemeye, ne dersiniz. O zaman bu konu hakkında düşündüklerimi belki daha iyi anlatabilirim. Watson, gelebilir misin. Elbette.
Saat ikide otelde çağırayım mı. olacağız. Bir araba Yürümeyi tercih ederim, bu hikâye beni bir hayli endişelendirdi. Sizinle birlikte yürümekten zevk duyarım, dedi Bay Mortimer. O halde saat ikide görüşürüz. Hoşçakalın. Konuklarımızın merdivenden inerken çıkan ayak seslerini, sonra da ön kapının kapanışını duyduk. Holmes birdenbire dalgın düşünceli ruh halinden uyanıp, sıçrayarak ayağa kalktı. Çabuk şapkanı al, çizmelerini giy Watson. Kaybedecek vaktimiz yok. Bunları söyler söylemez odasına hızla daldı, birkaç saniye içinde elbisesini giymiş olarak geldi. Apar topar merdivenlerden inip sokağa çıktık. Doktor Mortimer ile Baskerville, iki yüz metre kadar önümüzde yürüyorlardı. Oxford Street'e doğru gidiyorlardı. Koşup durdurayım mı.
Aman sakın Watson, sakın. Eğer buna dayanabilirsen sen yetersin. Dostlarımız çok akıllı, gerçekten yürümek için hoş bir gün. Adımlarını sıklaştırdı ve aramızdaki uzaklığı yarıya indirdi. Yüz metre kadar arkalarından, Oxford Street'e doğru yürümeye başladık, oradan da Regent Street'e. Dostlarımız durup bir mağazanın vitrinine bakmaya başladılar, Holmes de bir vitrinin önünde durdu. Bir dakika sonra hafif bir sevinç çığlığı attı. Işıl ışıl gözlerinin yöneldiği yere bakınca, içinde bir adam olan güzel bir arabanın karşı tarafta durduğunu, sonra yeniden yavaş yavaş hareket ettiğini gördüm. Aradığımız adam, Watson. Yürüyün... Bir şey yapamasak bile, onu yakından iyice görmüş oluruz. Tam o sırada, arabanın yan penceresinden çalı gibi kara sakallı, bir adamın üstümüze çevrilmiş keskin bakışlarını gördüm. Arabanın üstündeki pencere kalktı, yüksek sesle arabacıya bir şey söylendi ve araba deli gibi Regent Street'ten aşağı hızla gitmeye başladı. Holmes bir araba bulmak için bakındı ama, görünürde hiç araba yoktu. Ve trafik seli arasında arabanın peşinden deli gibi koşmaya başladık fakat, aradaki mesafe çok fazlaydı ve çok geçmeden araba gözden kayboldu. Gördün mü bak. dedi Holmes üzülerek, araba seli arasından soluk soluğa rengi atmış bir durumda çıktığında. Böylesine kötü talih ve beceriksizlik, görülmüş şey mi Watson. Azizim Watson, dürüst bir adamsan, bunu da aleyhine bir not olarak yazmalısın. Kimdi adam. Bilmiyorum. Casus mu. Aldığım bilgilere göre, Henry Baskerville, Londra'ya geldiğinden beri, biri sürekli onu izliyor. Aksi takdirde Northumberland Otelinde kaldığı nasıl bilinebilirdi ki. Şehre geldiği ilk gün izlendiğine göre ikinci gün de izleneceği apaçık ortada. Belki farkına varmışsındır, Doktor Mortimer efsaneyi okurken, iki kere pencereye gittim. Evet, hatırlıyorum. Pencereye gitmemin nedeni sokakta dolaşanlara bakmaktı ama, dışarıda şüphe çekecek kimseyi göremedim. Yetenekli profesyonel bir adamla karşı karşıyayız Watson. Bu iş bir hayli derin, bizimle ilişkiye giren bu kişinin iyi ya da kötü niyetli olduğuna karar vermedim ama, gücünün ve tasarılarının farkındayım. Dostlarımız dışarı çıkar çıkmaz, görünmeyen izleyecisini bulmak için hemen arkalarından bu yüzden çıktım fakat, bu esrarengiz kişi çok kurnaz, aynı zamanda aşırı tedbirli biri. Arkalarından rahat gidebilsin ya da gerektiğinde kaçabilsin ya da arabaya bindikleri takdirde rahatça kovalayabilsin diye arabada bekledi. Buna rağmen arabaya binmesinin sakıncası da yok değildi. Acaba, Arabacının bağlı olduğu... Evet.
Yazık, numarasını alamadık. Dostum Watson, her ne kadar düşüncesizce davrandıysam da, arabanın numarasını almayı akıl edemediğimi nasıl düşünebilirsin. Adamımız 2704 numaralı arabacıdır. Ama, bu bilgi şimdilik bir işe yaramaz. Anlamıyorum. Başka ne yapabilirdik ki. Arabayı görür görmez hemen dönüp ters yöne gitmem gerekirdi. Sonra bir araba tutar, arkasından belli bir mesafe bırakarak izlerdim ya da daha iyi bir şey yapar, Nortumberland Oteline gider, orada beklerdim. Derken o kimliği belirsiz kişi Baskerville'yi otele kadar takip ettikten sonra, kendi oyununu biz ona oynar, nereye gittiğini öğrenirdik. Heyecanımızı yenemediğimiz için, rakibimizin olağanüstü çabukluğu ve enerjisi ile faka basmış olduk ve bu yüzden adamı elimizden kaçırdık. Regent Street'den aşağı konuşarak iniyorduk. Doktor Mortimer ile Sir Henry çoktan gözden kaybolmuştu.
Onları izlememizin bir anlamı yok artık, dedi Holmes. Gölge gitti, bir daha da geri gelmez. Bakalım elimizde başka ne kartlar var, görelim, oyunumuzu ona göre dikkatle oynayalım. Arabadaki adamın yüzünü yemin edecek kadar tanıdığını söyleyebilir misin. Sadece sakalını. Ben de öyle ama, galiba sakalı takmaydı. Böyle ince bir görev peşinde olan bir adamın sakalı yüz çizgilerini saklamaktan başka ne işe yarar ki. Gel girelim şuraya Watson. Haber bürolarından birine girdik, müdür bizi saygıyla karşıladı. Wilson, küçük bir meselenizin çözümünde size yaptığım yardımı, görüyorum ki hâlâ unutmamışsınız. Nasıl unuturum efendim. Namusumu kurtardınız, hatta belki de hayatımı. Abartıyorsunuz sevgili dostum. Aklıma bir şey geldi Wilson, sizin çocuklar arasında Cartwright adında biri vardı hani, araştırmada çok yetenekliydi. Evet efendim, hâlâ burada çalışıyor. Çağırabilir misiniz. Teşekkür ederim. Bir de şu beş poundu bozmanızı rica edeceğim. Cartwright on dört yaşlarında, akıllı ve güler yüzlü bir çocuktu, müdürün çağrısına cevap verip, hemen geldi. Ünlü dedektife büyük bir hayranlıkla bakıyordu. Otellerin olduğu rehberi verir misiniz. dedi Holmes. Teşekkür ederim. Şimdi bak Cartwright, burada yirmi üç otel adı var, hepsi de Charing Cross çevresinde, gördün mü. Evet efendim. Bunları tek tek dolaşacaksın. Peki efendim. Önce dışardaki kapıcıya bir şilin vereceksin. İşte sana yirmi üç şilin. Evet efendim.
Çöp sepetine bakmak istediğini söyleyeceksin. Önemli bir telgrafın kaybolduğunu, aramak istediğini söyleyeceksin, anladın mı. Evet efendim. Ama asıl aradığın şey, Times'ın orta sayfası, orası burası makasla kesilmiş delikli bir sayfa. İşte Times'ın bir nüshası. Sayfa da şu. Kolayca bulabilirsin, değil mi. Evet efendim. Her seferinde dışardaki kapıcı, salona bakan çocuğu çağıracak, ona da bir şilin vereceksin. Yirmi üç şilin daha sana. Derken yirmi üç otelin yirmisinden çöplerin yakıldığını ya da atıldığını duyacaksın. Üçündeyse seni bir kâğıt yığını başına götürecekler, sen de orada Times'ın bu sayfasını arayacaksın. Beklenmedik bir şey olursa diye sana on şilin daha. Sonucu bana akşam olmadan telgrafla bildir, Baker Street'e. Şimdi geriye, telgrafla 2704 numaralı arabayı ve arabacıyı bulmamız kalıyor, Watson. Sonra da Bond Street'in resim galerilerinden birine girer, yemek saatine kadar vakit geçiririz. BEŞ Şimdi, saatlerdir uğraştığımız işi unutmuş gibiydi, çağdaş Belçikalı resim ustalarının eserlerini seyretmeye dalmıştı. Galeriden ayrılıp Northumberland Oteline gidinceye kadar resim ve sanat hakkında ilginç yorumlar yaptı. Sir Henry Baskerville sizi yukarda bekliyor, dedi otel görevlisi. Gelir gelmez sizleri yukarı çıkarmamı söyledi. Kayıt defterinize bakmamda herhangi bir mahzur var mı. dedi Holmes. Hayır, efendim. Defterde Baskerville'den başka iki isim daha vardı. Biri Newcastle'dan Theophilus Johnson ve ailesi, öteki Alton'dan High Loge'lu Bayan Oldmore ve hizmetçisi.
Herhalde bu tanıdığım Johnson olmalı, dedi Holmes görevliye. Avukat, değil mi, topallayarak yürür. Hayır efendim, bu Bay Johnson, kömürcü, çok çalışkan bir bey, sizin yaşlarınızda. Bilgilerinizde bir yanlışlık olmasın. Hayır efendim, uzun yıllardır bu otelde kalır. Kendilerini çok iyi tanırız. O halde tamam. Bayan Oldmore'u da hatırlıyor gibiyim. Meraklı olduğum için özür dilerim, insan bir dostunu ararken bir başkasıyla karşılaşıyor. Kendileri hasta bir hanımdır efendim. Kocası bir zamanlar Gloucester valisiydi, şehre indiğinde bizde kalmayı tercih eder. Teşekkür ederim, tanıdığımı sanmıyorum. Bu sorularla pek önemli bir problemi çözdük Watson, diye devam etti alçak bir sesle. Merdivenden çıkarken, Dostumuzla ilgilenen kişinin bu otelde kalmadığını öğrendik. Her ne kadar Sir Henry'yi gözden kaçırmak istemiyorlarsa da, onun kendilerini görmelerini de aynı derecede istemiyorlar. Bu insanın aklına pek çok soru getiriyor. Neler getiriyor. Mesela, hey azizim bu da ne. Merdivenin başına gelince Sir Henry Baskerville ile karşılaştık. Yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu, bir elinde eski, tozlu bir çizme vardı. Çok sinirlenmişti ve doğru dürüst konuşamıyordu, konuştuğu zaman da garip bir şiveyle, kendisinden şimdiye kadar duymadığımız bir Batı Amerika şivesiyle konuşuyordu. Beni enayi sanıyorlar, diye bağırdı. Dikkatli davranmazlarsa yanlış adamla uğraştıklarını anlayacaklar o çocuk kaybolan çizmeyi bulamazsa görür gününü. Bu sefer fazla ileri gittiler. Hâlâ çizmenizi mi arıyorsunuz. Evet bayım, bulacağım da.
Ama sizinki, dediğinize göre yeni kahverengi bir çizme değil miydi. Öyleydi bayım, ama, aldıkları eski, siyah bir çizme, işte. Yoksa... Evet öyle. Üç çift çizmem vardı, yeni aldığım kahverengi, eski siyah çizmelerim, bugün de siyah çizmenin tekini aldılar. Şimdi anladınız mı. Öyle bakıp duracağınıza bir şey söyleyin. Telaş içinde bir Alman garson ortaya çıktı. Üzgünüm efendim. Bütün oteli aradım ama bulamadım. Çizme, ya akşam olmadan hemen bulunur. Ya da otel müdürüne çıkıp, hemen oteli terk edeceğimi bildiririm. Sinirlenmeyin efendim, çizmenizi mutlaka bulacağız. Hemen bulun, yoksa bunun hesabını kötü verirsiniz, hırsızların serbestçe dolaştığı bu otelde başka bir şey kaybetmeye niyetim yok.
Neyse, Bay Holmes, böyle önemsiz bir konuyla sizi karşıladığım için özür dilerim. Önemsiz olduğunu sanmıyorum. Çok ciddiye aldınız galiba. Evet. Peki, siz bunu nasıl açıklıyorsunuz. Açıklamaya kalkıştığım yok. Sadece başıma gelen en garip olay olduğunu biliyorum. En garibi olabilir. dedi Holmes endişeli bir tavırla. Siz ne düşünüyorsunuz. Bir şey anladığımı söyleyemem. İşiniz oldukça karışık Sir Henry. Amcanızın ölümünü de işin içine katarsak, uğraşmış olduğum önemli beş yüz olayın içinde, sizinki kadar sır dolu olanına rastlamadım. Ama, elimizde çeşitli ipuçları var birinden biri eninde sonunda bizi gerçeğe götürecektir. Yanlış ipi çekebiliriz ama sonunda doğru olan ipliği mutlaka buluruz. Güzel bir öğle yemeği yedik, yemek süresince bir araya gelmemize neden olan konu hakkında hiç konuşmadık. Sonra da salona geçtik. Holmes, Baskerville'ye son kararını sordu. Baskerville Hall'e gideceğim. Ne zaman. Hafta sonunda. Biraz düşünürseniz iyi olur, dedi Holmes. Bu yerinde bir karar değil. Çünkü Londra'da izlendiğinize ilişkin, elimde pek çok kanıt var, milyonlarca insanın yaşadığı bu şehirde, bu insanları bulmak ve amaçlarının ne olduğunu anlamak çok zor. Kötü niyetli kişilerse, size kötülük yapabilirler ve bunun önüne geçmek için gücümüz yetmeyebilir. Benim evimden çıktıktan sonra izlendiğinizi biliyor muydunuz. Doktor Mortimer dehşet içinde kaldı. İzlenmek mi. Bizi kim izliyordu. Üzgünüm, bunu size söylemeyeceğim. Dartmore'daki tanıdıklarınız arasında kara ve top sakallı olan biri var mı.
Hayır, durun bir dakika, evet, Barrymore, Sir Charles'ın uşağının kara ve top sakalı vardır. Peki, Barrymore nerede. Malikânede olması gerekir. Orada olduğundan, Londra'ya gelmediğinden emin olmalıyız.
gelip Bunu nasıl öğrenebiliriz. Bir telgraf kâğıdı verebilir misiniz. 'Sir Henry için her şey hazır mı.' Adresi, 'Bay Barrymore, Baskerville' diye yazın. En yakın postane nerede. Grimpen. Güzel, Grimpen'deki postane müdürüne bir telgraf daha çekeriz. 'Telgraf Bay Barrymore'un eline verilecek. Kendisi yoksa, lütfen telgrafı Sir Henry Baskerville Northumberland Oteli'ne geri göndermeniz rica olunur.' Barrymore'un işinin başında olup olmadığını böylece anlamış oluruz. Güzel, dedi Baskerville. Yalnız, Doktor Mortimer, kim bu Barrymore. Bir süre önce ölmüş olan bir uşağın oğlu.
Dört nesildir malikâneye onlar bakarlar. Duyduğuma göre, o çevredeki en saygın çiftlerden biri. Aynı zamanda, dedi Baskerville. Malikânede aileden biri olmadığı sürece güzel bir evleri olacak ve hiçbir iş yapmayacaklar. Doğru. Barrymore, Sir Charles'ın yararlanabiliyor muydu.
vasiyetinden Kendisi ve karısı beş yüz pound alacaklardı. Peki, bu parayı alacaklarını biliyorlar mıydı. Evet, Sir Charles vasiyetnamesini herkese anlatmaktan zevk duyardı. Ya. Bu çok ilginç. Umarım, dedi Doktor Mortimer, Sir Charles'ın vasiyetinden yararlanan herkese şüpheli gözle bakmıyorsunuzdur, çünkü bana da bin pound bırakıyordu. Ya. Mirastan yararlanan başka kim var.
Pek çok kişiye miktarı önemli olmayan para ve mülk bıraktı. Geri kalanı da Sir Henry alacaktı. Geri kalan ne kadardı. Yedi yüz kırk bin pound. Holmes şaşkınlık içinde gözlerini kaldırdı. Toplam rakamın bu kadar yüksek olduğunu bilmiyordum, dedi. Sir Charles'ın zenginliği dillere destandı ama, senetlerini inceleyinceye kadar bunun miktarını bilmiyorduk. Malının genel tutarı bir milyona yakın. Vay canına. İnsan bu kadar para için her şeyini gözden çıkarabilir. Bir sorum daha var, Doktor Mortimer, buradaki genç dostumuzun başına kötü bir olay geldiğini düşünelim, böyle kötü bir varsayım için özür dilerim fakat, o zaman miras kime kalacak. Sir Charles'ın küçük kardeşi Rodger Baskerville evlenmeden öldüğü için, mal uzaktan akrabası olan Desmonds'a kalır. James Desmond'a. Westmoreland'de oturuyor. Teşekkür ederim. Bunlar çok önemli bilgiler. Bay James Desmonds'u tanıyor musunuz. Evet, bir kere Sir Charles'ı ziyarete gelmişti. Saygı ve güven uyandıran, kendini dine adamış bir insan. Sir Charles'ın bütün ısrarlarına rağmen gelir getiren bir mülkün kendine verilmesini kabul etmedi. Bu mütevazi bir hayatı olan adam, Sir Charles'ın binlerce poundunun sahibi olacak demek. Mirasın ona geçmesi için yasal bütün işlemler yapıldı. Şimdiki sahibi parayı dilediği gibi harcayabilir. Siz vasiyetnamenizi hazırladınız Henry.
mı, Sir Hayır, Bay Holmes, hazırlamadım. İşlerin bu durumda olduğunu daha dün öğrendim. Bu nedenle zaman bulamadım. Ama, nasıl olursa olsun paranın ünvan ve malla birlikte geçmesi gerekiyor. Zavallı amcam böyle istemiş. Mala bakacak parası olmayan biri, Baskervillerin onurunu nasıl koruyabilir. Ev ve toprak, parayla birlikte geçmeli. Güzel, o halde, Sir Henry hemen Devonshire'a gitmenizi öneriyorum. Yalnız, bazı önlemler alınması gerekiyor. Oraya asla yalnız gitmemelisiniz. Doktor Mortimer benimle birlikte dönecek. Ama Doktor Mortimer'in hastaları var, evi de size kilometrelerce uzakta. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun, size yardım edemeyebilir. Olmaz, Sir Henry, güvenebileceğiniz ve yanınızdan ayrılmayacak biri gerekiyor size. Siz gelebilir misiniz, Bay Holmes. İşler çıkmaza girerse, orada olmaya çalışırım. Londra'nın her yerinden kendilerine yardım edip, birtakım olayları aydınlatmam için başvurular oluyor, sürekli yardım istiyorlar. Bu şartlar altında, Londra'dan kısa bir süre için de olsa ayrılamayacağımı, anlayışla karşılayacağınıza inanıyorum. Şu sıralar, İngiltere'nin en saygın kişilerinden biri adi bir şantajcıyla karşı karşıya, bu rezaleti ancak ben önleyebilirim. Görüyorsunuz ki, şimdilik Dartmoor'a gitmem, gerçekten imkânsız... Kimi önerirsiniz. Holmes kolumu tuttu. Eğer arkadaşım kabul ederse, ondan daha iyisini bulamazsınız. Size en güvenilir insanı öneriyorum. Teklif beni şaşırttı ama, cevap vermeye zaman bulamadan Baskerville elimi tutup samimiyetle sıktı. Doğrusu bana büyük bir iyilikte bulunuyorsunuz Doktor Watson, dedi. Durumumu biliyorsunuz, olay hakkında bütün düşündüklerimi de biliyorsunuz. Eğer Baskerville Hall'e gelip benimle birlikte kalırsanız, hayatımın sonuna kadar size minnettar kalıp, bu iyiliğinizi unutmayacağım. Macera beni hep çekmiştir ve Holmes'ün sözleri, bana övgü dolu geldi. Ayrıca, Sir Henry'nin beni yürekten çağırması hoşuma gitmişti. Sevinerek gelirim Sir Henry, ne demek, dedim. Zamanımı bundan daha iyi bir şekilde geçiremezdim. Bana sürekli haber gönderirsin, dedi Holmes. Bir şeyler olursa, nasıl davranman gerektiğini sana bildiririm. Herhalde cumartesiye kadar her şey hazır olur. Senin için uygun mu Watson. Evet. O halde cumartesi günü, Paddington'dan on buçukta kalkan trende buluşuruz. Bir terslik olursa sana bildiririm. Tam ayrılmak üzereydik ki, Baskerville bir zafer çığlığı attı, odanın bir köşesine yönelerek, eğildi ve bir dolabın altından kahverengi bir çizme çıkardı. Kaybolan çizmem. diye bağırdı. Bütün meselelerimiz böyle kolayca çözülseydi ne iyi olurdu. dedi Sherlock Holmes. Ama, bu çok garip, dedi Doktor Mortimer. Öğle yemeğinden önce odada aramadığım yer kalmamıştı. Ben de her yeri aramıştım, dedi Baskerville. Aramadığım köşe bucak kalmamıştı. Bu yüzden çizmenin odada olmadığından eminim. O halde biz yemekteyken garson oraya koymuş olmalı, dedi Doktor Mortimer. Alman garson hemen çağrıldı ama, hiçbir şeyden haberi olmadığını söyledi. Soruşturmadan bir sonuç çıkmadı. Sürekli birbirini izleyen bu anlamsız ve küçük esrarengiz olaylar zincirine biri daha eklenmişti. Sir Charles'ın ölümü hakkındaki ilginç hikâyeyi bir yana bırakacak olursak, iki gün içinde anlamsız bir dizi olay meydana gelmişti Önce matbaa harfleriyle düzenlenmiş bir mektup geliyor, sonra arabadaki kara sakallı casus, yeni kahverengi çizmenin tekinin kaybolması, eski siyah çizmenin kaybolması, şimdi de yeni kahverengi çizmenin tekrar odaya bırakılması. Holmes, Baker Street'e doğru yol alırken, arabanın içinde susmuş oturuyordu. Çatık kaşlarından ve düşünceli yüzünden, aklından benim gibi bütün bu garip ve görünürde birbiriyle ilişkisi olmayan olayları birbirine bağlayacak ipuçları aradığı belliydi. Öğleden sonra ve akşamın geç saatine kadar pipo içerek, düşünüp durdu. Akşam yemeğinden önce iki telgraf geldi. Birincisinde şunlar yazılıydı 'Barrymore'un malikânede öğrenmiş bulunuyoruz.
bulunduğunu Baskerville' İkinci telgrafta ise Söylediğiniz gibi yirmi üç otele gidildi, fakat kesik Times sayfası bulunamadı.' İpliklerimden ikisi koptu Watson. Beni hayatta sinirlendiren tek şey, bir olayda her şeyin ters gitmesidir. Dostum Watson peşinden gidebileceğimiz bir ipucu daha bulmalıyız. Casusu götüren arabacı var daha. Biliyorum ve bu yüzden, araba şirketine, arabacının adını ve adresini bildirmeleri için bir telgraf çektim. Eğer bildirdilerse, adam her an gelebilir. Belki, bu arabacı sorularıma olumlu cevap verebilir... Bu sırada, kapının aniden çalan zili odanın içinde çınlayınca, aynı anda yerimizden fırladık. Holmes'ün yüzünde bir tebessüm belirmişti. Çünkü, bu çalan zil, iyi bir haberin müjdecisi olabilirdi. Kapı açıldı ve içeri kaba saba bir adam girdi. Bu, Holmes'ün beklediği arabacı olmalıydı. Trafik bürosundan geliyorum. Bu adresde oturan bir bey 2704 numarayı şikâyet etmiş, dedi. Yedi yıldır arabacılık yapıyorum, bugüne kadar hiç kimse beni şikâyet etmedi. Bürodan çıkıp doğru buraya geldim, şikâyetinizi yüz yüze konuşmak için.
Hiç bir şikâyetim yok bayım, dedi Holmes. Üstelik, sorularıma doğru cevap verirsen, sana yarım altın veririm. Zamanım boşa gitmedi öyleyse, dedi arabacı sırıtarak. Ne sormak istiyorsunuz bayım. Önce adını ve adresini not edeyim. Belli olmaz, belki yeniden gerekli olabilirsiniz. Adım John Clayton, adresim 3 Tupey Street, the Borough. Arabam ise, Waterloo İstasyonu'nun yanındaki Shipley garajında, durur sürekli. Sherlock Holmes arabacının söylediklerini not etti. Clayton, söyle bakalım bu sabah saat onda bu eve gelip burayı gözetleyen ve sonra da bu evden çıkıp, Regent Street'den aşağı iki yürüyen beyi takip eden müşterin hakkında ne biliyorsun. Adam şaşırmıştı, biraz da keyfi kaçtı. Söyleyecek fazla bir şey yok. Baksanıza benim bildiğim kadarını siz de biliyorsunuz. Yalnız, bilmediğiniz tek şey o adamın dedektif olduğu. Adam dedektif olduğunu söyledi ve hakkında da kimseye bir şey söylememem konusunda beni uyardı. Bak ahbap, bu pek ciddi bir konu, benden bir şey saklamaya kalkarsan, sonra başın belâya girer. Demek, adam dedektif olduğunu söyledi, öyle mi. Evet. Ne zaman söyledi bunu. Arabadan inerken. Başka neler söyledi. Adını söyledi. Holmes zafer kazanmış bir edayla bana bir bakış fırlattı. Demek adını söyledi. Neymiş adı. Adı, dedi, Sherlock Holmes'müş. Arabacının verdiği cevap üzerine bugüne kadar Holmes'ün bu kadar çok şaşırdığını ve böylesine sinirlendiğine hiç şahit olmamıştım. Bir süre öyle kaldı. Derken, katıla katıla gülmeye başladı. Büyük bir yetenekle karşı karşıyayız azizim Watson, dedi. Kılıcı benim kadar çabuk kullanıyor. Doğrusu güzel çıkıştı. Demek adı Sherlock Holmes idi. Evet efendim, adı öyleydi. Olağanüstü. Söyler misin, bu adam nereden bindi, başka neler oldu. Saat dokuz buçukta, Trafalgare Square'den geçerken beni çağırdı. Dedektif olduğunu ve soru sormadan, bütün gün her istediğini yaptığım takdirde, iki pound vereceğini söyledi. Ben de memnuniyetle kabul ettim. Önce Northumberland Oteline gittik, iki bay çıkıp, sıradaki bir arabaya bininceye kadar bekledik. Sonra buraya yakın bir yere gelinceye kadar arabayı takip ettik. Burası olacak, dedi Holmes.
Bundan emin değilim ama, yolcum çok iyi biliyordu. Arabayı bir kaldırımın kenarına doğru çekip, bir buçuk saat kadar bekledik. Sonra iki bay yanımızdan geçti ve Baker Street'den aşağı... Orasını biliyorum, dedi Holmes. Regent Street'in dörtte üçünü geçmiştik ki, yolcum pencereyi kaldırıp son süratle Waterloo İstasyonu'na gitmemi söyledi. Atı kırbaçladım, on dakikada ordaydım. Sonra sözünde durarak iki poundu verdi. Arabadan inince dönüp 'Belki taşıdığın yolcunun kim olduğunu bilmek istersin, ben ünlü dedektif Sherlock Holmes'üm,' dedi ve istasyonona girdi. Adamın adının Sherlock Holmes olduğunu bu şekilde öğrenmiş oldum. Anlıyorum. Yolcunu bir daha da görmedin değil mi. İstasyona girdikten sonra görmedim. Peki, bu ünlü dedektif Sherlock Holmes'ü tarif edebilir misin.
Arabacı bir süre durdu, başını kaşıdı. Tarif etmek o kadar kolay değil. Kırk yaşlarında kadar, orta boylu, sizden beş on santim kadar kısa efendim. Kibar bir bey gibi giyinmişti, kara sakalı vardı, ucu kare şeklinde kesilmişti, solgun bir yüzü vardı. Başka söyleyebileceğim bir şey yok. Hepsi bu. Gözlerinin rengi. Bilmiyorum. Başka bir şey hatırlamıyor musun. Hayır efendim. hatırlamıyorum.
Başka hiçbir şey İyi, işte yarım altının. Eğer bir şeyler hatırlayıp da yeni bilgiler getirirsen, bir yarım daha veririm. Güle güle. İyi geceler bayım, teşekkür ederim. John Clayton neşeli bir şekilde ayrıldı. Holmes omuz silkerek bana döndü ve sıkıntılı bir şekilde gülümsedi. Üçüncü ipliğimiz de koptu, yine başladığımız yere döndük, dedi. Kurnaz herif. Evimizin numarasını biliyordu, Sir Henry Baskerville'in bana başvurduğunu biliyordu, Regent Street'den beni tanıdı, arabanın numarasını alacağımı tahmin etti ve arabacıyı bulup sorguya çekeceğimi anladı, bu cüretli haberi bana gönderdi. Watson, bu sefer tam dişimize göre bir düşmanımız var. Londra'da mat oldum. Umarım Devonshire'da şans güler sana. Ama, 'O konuda.' içim pek rahat değil. Hangi konuda. Seni oraya göndermek konusunda. Pis iş Watson, pis ve tehlikeli bir iş, Baker Street'te yeniden seni sağ salim görünce inan çok sevineceğim.
ALTI Bay Sherlock Holmes beni istasyona kadar götürdü. Dikkatli olmam için uyardı ve önerilerde bulundu. Kafanı birtakım varsayım ve şüphelerle doldurarak ön yargılı davranmanı istemiyorum, dedi, Senden istediğim, orada olup bitenleri tek tek en ince ayrıntısına kadar bildirmen, varsayımları bana bırak. Neleri bildireyim. Olayla ilgisi olabilecek her şeyi, bu ilgi ne kadar dolaylı olursa olsun, özellikle genç Baskerville'nin komşularıyla aralarında geçenler, ya da Sir Charles'ın ölümüyle ilgili yeni kanıtlar. Geçen gün bazı araştırmalar yaptım ama, bir sonuca ulaşamadım. Kesin gibi görünen bir tek şey var. Müstakbel vâris olan Bay James Desmond, sevilen, sayılan, yaşlı bir adam böyle bir işe kalkışmaz o. Onu hesaba hiç katmayabiliriz. Sir Henry Baskerville'nin bozkırda çevresini sarmakta olan öteki kişiler. Önce, şu Barrymore çiftini listeden çıkarsak, iyi olmaz mı. Aman, sakın. Eğer böyle bir şey yaparsak, bu büyük bir hata olabilir. Eğer masumsalar büyük haksızlık yapmış oluruz eğer suçluysalar bunu kanıtlamak için kanıtları ortadan kaldırmayıp, gözönünde tutalım. Hayır, hayır, onları da şüpheliler listesinde tutalım. Sonra, yanılmıyorsam malikânede bir seyis vardı. İki bozkır çiftçisi. Doktor Mortimer var ki, tamamen suçsuz olduğuna inanıyorum, hakkında bir şey bilmediğimiz karısı var bir de. Sonra şu doğa bilimci Stapleton ile, çekici bir kadın olduğu söylenen kız kardeşi var. Lafter Hall'lü Bay Frankland da var, onun da kim olduğunu bilmiyoruz ve birkaç komşu daha. Bunları birer birer gözden geçir. Elimden geleni yaparım. Silâhın yanında mı.
Yanıma, almayı uygun buldum. Evet. Gece gündüz yanından ayırma, hiçbir zaman dikkatsiz davranma. Dostlarımız birinci sınıf kompartmandan yer almışlardı, bizi peronda bekliyorlardı. Hiçbir haber yok, dedi Doktor Mortimer, Sherlock Holmes'un sorularına. Yalnız bir şeye yemin edebilirim, iki gündür etrafı kontrol etmeden dışarı çıkmadık, eğer izlenseydik bunu fark ederdik. Hiç ayrılmadınız, değil mi. Sadece dün öğle üzeri. Londra'ya geldiğimde bir günü kendime ayırırdım. Yine öyle yaptım ve günü, Cerrahlar Koleji Müzesi'nde geçirdim. Ben de parkta gelen geçene baktım. Ama başımıza bir şey gelmedi, dedi Sir Henry. Yine de, tedbirsiz davranmışsınız lütfen, sizden rica ediyorum Sir Henry, tek başınıza bir yere gitmeyin. Başınıza büyük bir felâket gelebilir. Çizmenin öteki tekini buldunuz mu.
Hayır. Ya, ilginç. Neyse, güle güle, dedi Holmes, tren perondan ayrılırken. Yalnız Sir Henry, Doktor Mortimer'ın bize okuduğu şu eski tuhaf efsanedeki cümlelerden birini unutmazsanız iyi olur. Şeytanın gücünün arttığı karanlık saatlerde, bozkıra çıkmayın. Arkamızda bıraktığımız perona bakınca, Holmes'ü ciddi ve asık suratla, hiç kıpırdamadan, dimdik durmuş, arkamızdan bakarken gördüm. Yolculuk çabuk ve eğlenceli geçti, Doktor Mortimer'ın İspanyol köpeğiyle oyunlar oynarken iki yol arkadaşımı daha yakından tanımaya çalışıyordum. Birkaç saat sonra kahverengi toprak kızıllaştı, tuğla granite döndü, bol otların daha zengin ve daha ıslak bir iklime işaret ettiği, çevresi çitlerle kaplı tarlalarda inekler otluyordu. Genç Baskerville pencereden heyecanla başını çıkarıp, Devon sahnesinin tanıdık çizgilerini görerek bir çığlık attı. Doktor Watson, buradan ayrıldıktan sonra, birçok yer gezdim, dolaştım, dedi. Ama, burayla karşılaştırabilecek bir yer hayatımda görmedim. Ben de, memleketiyle övünmeyen hiçbir Devonshire'lı görmedim, dedim. Bu, insanın soyundan ileri gelebileceği gibi, ülkenin bir özelliği de olabilir, dedi Doktor Mortimer. Yuvarlak Kelt kafatasını görmek için dostumuza bir defa bakmak yeter, içinde de Kelt isteği ve heyecanı, bir şeye bağlanma kuvveti vardır. Zavallı Sir Charles'ın kafası ender görülen bir tipti. Yarı Galya, yarı Ivernian özellikleri taşıyordu. Ama, Baskerville Malikânesi'nden ayrıldığınızda çok küçüktünüz değil mi. Babam öldüğü zaman on dört on beş yaşlarındaydım, kendisi güney kıyısında küçük bir evde oturduğu için, malikâneyi hiç görmedim. Oradan da doğru Amerika'daki bir dostun yanına gittim. Bozkır, Doktor Watson'a ne kadar yabancıysa, bana da öyle, bozkırı görmeyi çok istiyorum.
Öyle mi. O halde arzunuz kolayca yerine getirilmiş demektir, bakın, bozkır görülmeye başladı, dedi Doktor Mortimer, vagonun penceresinden eliyle işaret ederek. Dört köşe tarlalardan ve ormanın alçak eğrisinden, uzakta, gri hüzünlü bir tepe yükseliyordu, rüyalardaki olağanüstü bir manzara gibi uzakta loş ve belirsiz görünen garip, çentikli bir tepesi vardı. Baskerville'nin gözleri uzun bir süre oraya takılı kaldı. Kendi kanından olan kimselerin uzun süre hüküm sürdüğü ve derin iz bıraktığı bu garip yeri ilk defa görmenin, onun yüzünde nasıl bir etki bıraktığını gördüm. Tüvid elbisesi, Amerikan şivesiyle vagonun köşesinde oturmuştu, esmer ve anlamlı yüzüne bakınca o asil kanlı, ateşli, usta adamların soyundan geldiğinden daha bir emin oldum. Kalın kaşlarında ve kahverengi iri gözlerinde gurur, ağırbaşlılık ve güç vardı. O yasak bozkırda zor ve tehlikeli bir şey karşımıza çıktığı takdirde, cesurca davranacağı belli olan bir arkadaştı bu. Tren küçük bir istasyonda durdu, hepimiz indik. Dışarda, alçak beyaz bir parmaklığın arkasında, bir çift atın koşulu olduğu küçük bir araba vardı. Gelişimizin büyük bir olay yarattığı belliydi, istasyon müdürü ve hamallar valizlerimizi taşımak için toplanmışlardı. Tatlı şirin bir kır köşesiydi ama, kapının iki yanında kısa tüfekleri üstüne dayanmış, biz geçerken dikkatle çevreye bakan siyah üniformalı askerleri görünce şaşırdım. Kaba, nasırlı bir yüzü olan arabacı, Sir Henry Baskerville'yi selâmladı. Arabaya bindikten birkaç dakika sonra, geniş beyaz yoldan aşağı uçarcasına gidiyorduk. İki yandan otlaklar yukarı doğru yuvarlanarak gidiyordu. Eski evler, belirli aralıklarla sık yeşil yaprakların arasından çıkıyordu. Araba kenar bir yola girdi, asırlarca tekerleklerin iz bıraktığı derin yollardan, iki yanda ıslak otlar, çok sayıda hayvan iskeleti, eğrelti otları ve yüksek tümseklerin arasından çıkmaya başladık. Alacalı böğürtlenler, batan güneşin altında parlıyordu. Yavaş yavaş çıkıyorduk, dar bir granit köprüden geçip, kurşuni kaya parçaları arasından köpürerek ve gürleyerek hızla aşağı doğru akan gürültülü bir dere boyunca yol aldık. Yol ve dere, meşe ve çam ağaçlarıyla doluydu. Her dönemeçte, Baskerville ellerini çırparak mutluluk çığlıkları atıp, heyecan içinde etrafa bakıyor ve ardı arkası kesilmeyen sorular soruyordu. Gördüğü her şey gözlerine güzel geliyordu ama, ona güzel gelen şeyler bana, ölüp giden yılın izini açıkça gösteren bir hüzün havasıyla doluymuş gibi geliyordu. Yolları kaplayan sarı yapraklar biz geçtikçe titreşiyordu. Arabamız bir ara, çürümüş bitki yığını arasına girdi, Baskerville'lerin dönmekte olan vârisinin arabasının karşısına çıkan kötü armağanlardı bu yığınlar. Hey. diye bağırdı Doktor Mortimer, Bu da ne. Önümüzde bir bayır uzanıyordu. Bu bayır, bozkırın bir parçasıydı fakat, Doktor Mortimer'ı şaşırtan şey bayır değildi. Onu şaşırtan asıl şey, bozkırı ikiye ayıran yolun kenarında yükselen tepenin üstünde ata binmiş, sert ve parlak bir heykele benzeyen bir askerin durmasıydı. Askerin gergin, sert bir duruşu vardı, tüfeğini koluna dayamış, bekliyordu. geçtiğimiz yerde nöbet Bu da nedir Perkins. diye sordu Doktor Mortimer. Arabacımız oturduğu yerden cevap verdi Princetown'dan bir mahkûm kaçmış efendim. Üç gün oluyor ve hâlâ ele geçiremediler. Askerler bütün yolları ve istasyonları tutmuşlar ama, yine de yakalayamadılar. Buradaki çiftçiler bundan tedirgin oldular. Bütün mesele bundan ibaret. Duyduğuma göre, haber verene beş pound mükâfat varmış, dedim. Öyle ama bayım, beş pound için kimse canını tehlikeye atmaz. Adi bir tutuklu değil ki. Ele avuca gelmeyen cinsten. Kim peki. Selden, Notting Hill canavarı. O dâvâyı iyi hatırlıyorum, cinayetin inanılmaz vahşeti ve caninin zalimliği Holmes'ün de ilgisini çekmişti. Davranışı zalimceydi fakat, onun bir akıl hastası olduğuna karar verdiler. Böylece ölüm cezasından kurtulmuş oldu. Arabamız bir yokuşun üstüne gelmiş, önümüzde taş ve kaya yığını bozkır uzanıyordu. Esmekte olan soğuk rüzgâr iliklerimize işliyordu. O gaddar adam orada bir yerde, bu ıssız ovada vahşi bir hayvan gibi, kuytu bir köşede ya da mağaranın birinde, kâlbi, kendisini afaroz eden bütün insan ırkına kinle dolu olarak, gizleniyordu. Bu kötü adam, saklandığı yerde mutlaka yeni kötülük plânları hazırlamaktaydı. Issız toprak, soğuk rüzgâr ve karanlık gökyüzünün oluşturduğu manzarayı tamamlamak için bir bu eksikti. Baskerville bile susup, paltosuna sıkı sıkı sarıldı. Verimli memleket topraklarını arkamızda bırakmıştık. Hepimiz susmuş manzarayı seyrediyorduk Batmak üzere olan güneşin eğik ışınları dereleri altın iplikler haline getiriyor, sabanın yeri altüst ettiği kızıl toprağı ve ormanları parlatıyordu. Önümüzdeki yol, dev gibi kayalarla kaplı, kızıl yeşil, bayırlarda daha vahşi ve soğuk bir havaya bürünmüştü. Ara sıra bir bozkır evinin yanından geçiyorduk evlerin duvar ve çatıları taştan yapılmıştı. Kesin ana çizgilerini gösterecek hiçbir bitki yoktu çevrelerinde. Birden, fırtınalı geçen yılların gazabıyla eğrilmiş, meşe çamlarıyla örtülmüş gibi duran, fincana benzer bir yapı göründü. Arabacı kırbacıyla orayı işaret etti. Baskerville Hall, dedi. Sir Baskerville doğrulmuş, kırmızı yanakları ve parlayan gözleriyle, arabacının gösterdiği yapıya bakıyordu. Birkaç dakika sonra küçük evin kapısına geldik. Giriş, birtakım garip desenli demirlerle kaplıydı, her iki yanda rüzgârdan aşınmış, ısırganlarla kaplı, üstünde Baskerville'lerin arması olan ve tepesinde yaban domuzu başı olan sütunlar vardı. Bu küçük bina, siyah granit ve çıplak kirişler iskeletinden ibaretti ama, karşısında yeni bir yapı vardı yarım kalmıştı Sir Charles'ın Güney Afrika'dan getirdiği altının meyvesi. Kapıdan geçip bir yola girdik, tekerleklerin çıkardığı ses, yerlere dökülmüş olan yaprakların içinde kayboluyordu. Aralarından geçtiğimiz asırlık ağaçların uzun dalları, havanın aydınlığını gölgeliyordu. Baskerville, ilerisinde hayalet gibi parıldayan bir ev olan, uzun karanlık yoldan yukarı bakınca ürperdi. Burası mı. diye sordu alçak sesle. Hayır, hayır, porsuklu yol öbür taraftadır. Genç Baskerville, bakındı.
kara kara düşünerek Amcamın böyle bir yerde, başına bir felâket geleceğini düşünmesine fazla şaşmamak gerekiyor, dedi. Kim olursa olsun, bu manzara insanı korkutur. Altı ay içinde sıra sıra elektrik lâmbaları dizeceğim buraya, ayrıca köşk kapısının önünü de değiştireceğim. Swan ve Edison marka bin mumluk ampullerle donatacağım. Yolun sonunda, uzun otların çevirdiği eve vardık. Sönmek üzere olan ışıkta, ortada, balkonlu koskoca bir yapı kütlesi vardı. Bütün cehpesi sarmaşıklarla kaplıydı, sağında, solunda tek tük açıklık vardı, ya bir pencere deliği ya da arma görünüyordu. Binanın orta bloğundan, eski, mazgallı, birbirinin eşi iki kule yükseliyordu. Kulelerin sağında ve solunda siyah granitten modern kanatlar açılıyordu. Tirizli pencerelerden sönük bir ışık geliyordu ve dik, yüksek bacaların sadece tekinden duman çıkıyordu. Hoş geldiniz Sir Henry. Baskerville Hall'e hoş geldiniz. Arabanın kapısını açmak için balkonun gölgesinden uzun boylu bir adam çıkmıştı. Köşkün sarı ışığında bir kadın vücudu görünüyordu. Gelip, arabacının bavulları indirmesine yardım etti. Ben hemen eve gitsem iyi olur. Bu aceleci davranışımdan dolayı beni bağışlarsınız değil mi Sir Henry. dedi Doktor Mortimer. Karım beni bekler. Akşam yemeğine kalmaz mıydınız. Teşekkür ederim. Gitmeliyim. Beni bekleyen bir hasta da olabilir. İnip, size evi göstermek isterdim ama, Barrymore size benden daha iyi rehberlik eder. Hoşçakalın, yardıma ihtiyacınız olduğunda, hangi saat olursa olsun, hemen haber gönderin. Sir Henry ile birlikte köşke girerken tekerleklerin sesi bahçe yolunun sonunda kesildi ve ağır bir kapı arkamızda kapandı. Kendimizi güzel bir salonda bulduk, geniş ve yüksekti, kirişleri zamanla kararmış meşedendi. Büyük eski model bir şöminede, demir parmaklık ardında odunlar çıtır çıtır yanıyordu. Sir Henry ile ikimiz, ellerimizi ateşe tuttuk, uzun yol uyuşturmuştu elimizi. Derken, yüksek, ince vitrayı, meşe kaplamalar, geyik başlarını, duvardaki armaları seyretmeye başladık, hepsi de ortadaki kısık ışığın altında loş ve karanlıktı. Tam düşündüğüm gibi, dedi Sir Henry. Tam eski bir aile evi değil mi. Ailemin beş yüz yıldır burada yaşadığını düşünün. İnsana huzur ve mutluluk veriyor. Sir Henry çevreye baktıkça, yüzünün çocuksu bir ışıltıyla aydınlandığını görüyordum. Işık durduğu yere vurmuştu, uzun gölgeler duvarlardan aşağı iniyor, üstünde büyük bir kubbe gibi duruyordu. Barrymore, bavulları odaya taşıdıktan sonra geldi. İyi yetişmiş bir uşak tavrıyla, mütevazı bir şekilde önümüzde durdu. Oldukça yakışıklı bir adamdı, uzun boyluydu, dört köşe siyah bir sakalı ve hatları belirli soluk bir yüzü vardı. Akşam yemeğini hemen arzu eder miydiniz efendim. Hazır mı. Birkaç dakika içinde hazır olur efendim. Odalarınızda sıcak su var. Yeni tasarılarınızı hazırlayıncaya kadar, ben ve karım sizinle birlikte kalmaktan memnun oluruz, yalnız yeni şartlar altında, bu evin idaresi için birçok insana ihtiyacı olduğunu bildirmemi anlayışla karşılayacağınızı sanıyorum. Ne gibi şartlar. Sir Charles'ın isteklerini yerine getirebiliyorduk, çünkü kendisinin sakin bir hayatı vardı. Siz elbette daha kalabalık bir çevre içinde yaşamak istersiniz, yaşama biçiminizde değişiklikler yapacaksınızdır. Yani karınızla istiyorsunuz.
birlikte gitmek mi Uygun bulursanız, öyle efendim. Ama, aileniz kaç nesildir burada, öyle değil mi. Eski bir aile dostundan ayrılmak hiç hoşuma gitmez. Uşağın soluk yüzünde heyecan izi görür gibi oldum. Ben de, karım da aynı duyguları paylaşmaktayız. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, efendim Sir Charles'a yakından bağlıydık, ölümü bize büyük bir darbe oldu ve bu yüzden, burası bizim için büyük bir acı kaynağı oluyor. Baskerville Hall'de korkarım bir daha rahat yüzü görmeyeceğiz. Peki niyetiniz nedir. Herhalde bir yerde yeni bir iş buluruz efendim. Sir Charles'ın cömertliği sayesinde. Şimdi isterseniz sizi odalarınıza götüreyim. Eski Hall'ün tepesinde çepeçevre kare bir balkon vardı, buraya iki merdivenle çıkılıyordu. Bu merkez noktadan bütün bina boyunca iki uzun koridor uzanıyordu, yatak odaları da bu koridorun üzerindeydi. Benimki Baskerville'inkiyle aynı kanattaydı, hemen hemen yanında sayılırdı. Bu odalar köşkün orta kısmına göre daha yeni gibi görünüyordu, parlak duvar kâğıdıyla, mumlar, gelişimizin zihnimizde bıraktığı olumsuz izlenimi biraz olsun gidermişti. Hall'den dışarı açılan yemek odası, loş ve karanlıktı. Uzun bir odaydı bu, ailenin oturduğu yüksek yerden bir basamakla uşakların oturduğu yere iniliyordu. Yukarıda isin kararttığı tavanın altında kara kirişler vardı. Sıra sıra parlak meşaleler ve eski zaman şölenlerinin renkleri ve şenliği olsaydı, hava yumuşayabilirdi ama, böyle siyah elbiseli iki bey gölgelikli bir lâmbadan düşen küçük bir ışık dairesi altında oturursa, insanın sesi boğuk çıkar, ruhu sıkılırdı.
Duvarlara asılı olan çerçevelerden Elizabeth Çağı şövalyesinden tutun da, Regency devrinin delikanlısına kadar, her çeşit kıyafette karanlık bir atalar dizisi bize bakıyor ve sessiz duruşlarıyla ürkütüyordu. Az konuşuyorduk, yemek bitip de yeni bilardo odasına geçip, bir sigara yakınca, kendi hesabıma çok sevindim. Doğrusu pek neşeli bir yer değil, dedi Sir Henry. Biraz havası yumuşatılabilir ama, şimdilik kendimi pek yerleşmiş hissetmiyorum. Böyle bir yerde yapayalnız yaşadığına bakılırsa, amcamın sinirlerinin bozuk olmasında şaşılacak bir şey yok. Neyse, isterseniz, yatmaya çıkalım artık. Belki yarın sabah, çevremiz biraz daha canlı görünür gözümüze. Yatağa girmeden önce, perdeleri açıp pencereden dışarı baktım. Hall'ün kapısının önünde çayır uzanıyordu. Biraz ötede, esmeye başlayan rüzgârda inleyen, sallanan iki ağaç vardı. Yarışan bulutların arasından yarım ay göründü. Soğuk ışığı altında ağaçların ötesinde, dik, sivri kayalar uzun ve gittikçe alçalan hüzünlü bozkır uzanıyordu. Perdeyi kapadım, benim içim de hüzünle dolmuştu. İş bununla bitmedi. Yorgun, bitkin olmama rağmen, gözüme uyku girmiyordu, olduğum yerde dönüp duruyordum. Havanın iyice kararmasıyla birlikte, eski köşkün üstüne bir ölü sessizliği çökmüştü. Uzaklarda bir yerde saat vurdu. Derken birden gecenin sessizliği içinde bir ses duydum, belirli, hıçkırığa benzeyen bir ses bir kadın hıçkırığıydı bu kontrol edilemeyen bir kederin boğazına tıkadığı, kısık bir ses. Kalktım, oturup dinledim. Bu es dışarıdan gelemezdi. Yakından, çok yakından geliyor gibiydi. Evde bir yerde olmalıydı. Yarım saat kadar sinirlerim gergin bir halde bekledim ama, saatin sessiz vuruşundan ve sarmaşıkların duvardaki hışırtısından başka bir ses duyulmadı.
YEDİ Sir Henry ile kahvaltıya oturduğumuzda, güneş ışığı yüksek tirizli penrcerelerden, üstlerini kaplayan armaların renklerini sulu boya gibi etrafa yansıtıyordu. Siyah tahta kaplamalar, altın ışıklar altında tunç gibi parlıyordu. Dün gece, ruhlarımızı karanlığa bürüyen o odanın, bu oda olduğunu düşünmek güçtü. Galiba suç evde değil, bizde. dedi Genç Baskerville. Yolculuk bizi yormuştu, üşümüştük, onun için burası bizde karamsarlık yarattı. Şimdi iyice dinlenip, gücümüzü yeniden topladık, neşemiz de yerine geldi. Evet, mutlaka öyle olmalı fakat, dün gece, beni rahatsız eden başka bir şey oldu, diye cevap verdim. Meselâ, siz geceleyin hıçkırarak ağlayan bir kadın sesi duydunuz mu.
Ah, evet. Yarı uykulu bir halde ona benzer bir şey duydum. Bir süre dinledim, bir daha duymadığım için hayâl olduğuna karar verdim. Ben çok net duydum. Bir kadın hıçkırığı olduğundan eminim. Bunu hemen öğrenmeliyiz, dedi ve zili çalıp, Barrymore'a duyduğumuz ses hakkında bir şey bilip bilmediğini sordu. Efendisini dinlerken, uşağın soluk yüz çizgilerinin daha bir sarardığını görür gibi oldum. Evde sadece iki kadın var Sir Henry, diye cevap verdi. Biri kiler hizmetçisi, evin öteki kanadında yatar, diğeri karım, sesin de ondan gelmediğine eminim. Yalan söylemişti, çünkü tesadüfen kahvaltıdan sonra uzun koridorda Bayan Barrymore ile karşılaştım, güneş vurmuştu yüzüne. İri yarı, duygusuz, iri çizgili ağzında yerleşmiş ciddi bir ifade olan bir kadındı. Ama, kendini ele veren gözleri kıpkırmızıydı ve ağlamaktan şişmiş gözkapaklarının altından bana bakıyordu. Gece ağlayan oydu demek, ağladığına göre de kocasının haberi olması gerekirdi. Ama ortaya çıkmış olan bir şeyi saklamıştı. Adam bunu niye yapmıştı ve karısı neden bu denli hıçkırarak ağlamıştı. Bu soluk yüzlü, yakışıklı, kara sakallı adamın çevresini esrar ve karanlık bir hava sarmaya başlamıştı. Sir Charles'ın cesedini bulan ilk o olmuştu, yaşlı adamı ölüme sürükleyen şartlar hakkında tüm bilinenler sadece, onun sözlerine dayanıyordu. Acaba Regent Street'deki arabanın içindekinin Barrymore olmasının imkânı var mıydı. Sakal onun sakalı olabilirdi. Arabacı daha kısa boylu bir adam, tarif etmişti ama, edindiği izlenimde yanılmış olabilirdi. Nasıl çözmeliydi bu işi. Herhalde, yapılması gereken ilk iş, Grimpen posta müdürünü görüp, telgrafın Barrymore'un kendi eline gerçekten teslim edilip edilmediğini anlamaktı. Cevap ne olursa olsun, Sherlock Holmes'e yazabileceğim bir şey olurdu hiç olmazsa, Sir Henry kahvaltıdan sonra birtakım evrakı gözden geçirmek üzere oturdu. Yolculuğa çıkmanın tam zamanıydı. Bozkırın kenarı boyunca dört millik güzel bir yürüyüş, beni, küçük, gri bir köye getirdi. Burada diğerlerinden daha yüksek olan iki büyük bina vardı. Birinin han, ötekininse Doktor Mortimer'in evi olduğunu öğrendim. Aynı zamanda köyün bakkallığını yapan posta müdürü, telgrafı iyi hatırlıyordu. Elbette efendim, dedi. Söylendiği gibi Bay Barrymore'a telgrafı teslim ettirdim. Kim teslim etti. Oğlum, işte burda kendisi. James, geçen hafta, Bay Barrymore'a Hall'de telgrafı verdin, değil mi. Evet baba, verdim. Kendi eline mi. diye sordum. Kendisi çatı arasındaydı, kendine veremedim. Bayan Barrymore'a verdim, o da hemen kendisine teslim edeceğini söyledi. Bay Barrymore'u gördün mü. Hayır efendim, çatı arasındaydı dedim ya. Onu görmedinse, çatı arasında olduğunu nerden biliyorsun.
Canım karısı bilmez mi nerede olduğunu. dedi posta müdürü ters ters. Telgrafı almamış mı. Bir yanlışlık olmuşsa, Bay Barrymore'un kendisinin şikâyet etmesi gerekir. Soruşturmaya devam etmenin bir anlamı yoktu. Yalnız, Holmes'ün kurnazlığına rağmen Barrymore'un Londra'da olmadığına dair elimizde herhangi bir kanıt yoktu. Londra'da olduğunu varsayalım, Sir Charles'ı canlı olarak en son görenin ve İngiltere'ye döndüğünde yeni vârisi izleyen adamın o olduğunu düşünsek ne elde etmiş olurduk. Başka biri adına mı iş yapıyordu, yoksa kendi hesabına mı. Barrymore'un, Baskerville ailesini öldürmekle eline ne geçebilirdi. Times'ın başmakalesinden kesilen garip mektup geldi aklıma. Bu, onun işi miydi, yoksa onun plânlarına karşı gelmek isteyen başka birinin mi. Tek mantıklı neden, Sir Henry'nin ortaya atmış olduğu gibi, aile korkutulup kaçırıldığı takdirde Barrymore'lar için rahat ve devamlı bir ev sağlanmış olacağıydı. Ama, bu genç Baskerville'nin çevresini saran görünmeyen bir ağ gibi örülen derin ve ince plânları açıklayamazdı. Holmes'ün kendisi dememiş miydi, merak dolu uzun araştırma sırasında böyle karışık bir olayla karşılaşmadım diye. Kurşuni tenha yoldan geri dönerken, arkadaşımın işlerinden kurtulup, omuzlarımın üstündeki ağır sorumluluğu alması için dua ettim. Birden, arkamdan koşarak gelen ayak sesleri duydum. Biri adımla çağırıyordu beni. Doktor Mortimer olacak, diye döndüm, koşarak gelenin bir yabancı olduğunu görünce şaşırdım. Ufak tefek, zayıf, sinekkaydı traşlı, sarı saçlı bir adamdı, etsiz bir çenesi vardı, otuz ile kırk yaşları arasındaydı, gri bir elbise giymişti ve başında, bir de eski hasır şapkası vardı. Omuzunda bitki örnekleri koymak için ince bir kutu asılıydı, bir elinde de yeşil bir kelebek ağı vardı. Cesaretimi bağışlayın Doktor Watson, dedi soluk soluğa durduğum yere gelince. Burada bozkırda basit insanlarız biz, aramızda resmiyet pek yoktur. Ortak dostumuz olan Bay Mortimer, sanırım benden bahsetmiştir. Ben Merripit Köşkü'nden Stapleton.
Ağınız ve kutunuz bunu belli ediyor zaten, dedim. Ayrıca, sizin bir doğa bilimci olduğunuzu biliyordum ama, siz nasıl tanıdınız beni. Mortimer'e uğramıştım, muayenehanesinin penceresinden gösterdi sizi. Yollarımız da aynı yönde olduğu için peşinizden koşup, kendimi tanıtmayı düşündüm. Sir Henry, yolculuk sırasında fazla yorulmamıştır umarım. Merak etmeyin, durumda.
Sir Henry gayet iyi Sir Charles'ın üzücü ölümünden sonra genç Baskerville'nin burada oturmayacağından korkuyorduk. Zengin ve rahat bir hayat yaşamaya alışmış olan bir insandan buraya gelip kendisini böyle karanlık ve sıkıcı bir yere gömmesi istenemez ama, burası için büyük faydası dokunacağını söyleyebilirim. Sir Henry herhalde kendisine anlatılan efsane ve olayla ilgili boş inançlara bağlı değildir. Sanmıyorum.
Herhalde siz de biliyorsunuzdur, ailenin başına musallat olan şu canavar köpek efsanesini, öyle değil mi. Duydum. Buradaki köylülerin ne kadar boşboğaz olduklarını bilemezsiniz. Kime sorarsanız sorun, bozkırda böyle bir canavara rastladıklarına yemin ederler. Gülümseyerek konuşuyordu ama, gözlerinde işi daha ciddiye aldığını görür gibiydim. Hikâye, Sir Charles'ın hayalini fazla sardı, kötü son da bu yüzden oldu. Nasıl peki. Sinirleri öyle gerilmişti ki, herhangi saldırgan, vahşi bir köpek, hasta kâlbini sekteye uğratabilirdi. Porsuklu yolda o gece gerçekten öyle bir şey gördüğünü tahmin ediyorum. Her zaman kötü bir olayın meydana gelmesinden korkuyordum. Çünkü, Sir Charles'ın zaten zayıf olan kâlbinin, böyle bir olaya dayanamayacağını biliyordum. Nasıl biliyordunuz.
Dostum Mortimer söylemişti. Demek ki Sir Charles'ın bu köpek tarafından kovalandığını ve bu yüzden korkarak öldüğünü düşünüyorsunuz. Daha iyi bir açıklamanız var mı. Herhangi bir sonuca varmış değilim. Sherlock Holmes ne diyor. Bu sözler üzerine soluğum kesildi ama, sakin yüzünü durgun bakışlarını görünce herhangi bir hayret ifadesi hissetmedim. Sizi tanımadığımızı saklamak boşuna Doktor Watson, dedi. Dedektifinizin haberi buraya geldi, o işin içinde olduğuna göre, sizin de olmanız gerek. Mortimer, bana adınızı söyleyince, kim olduğunuzu da söylemesi gerekti. Siz burada olduğunuza göre Bay Sherlock Holmes'ün de bu işle uğraştığını anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Bu yüzden, ne düşündüğünü merak etmem de doğal.
Üzgünüm, bu veremeyeceğim. sorunuzun cevabını Kendileri acaba buraya gelecekler mi. Şimdilik şehirden ayrılacak gibi Çözmesi gereken başka olaylar var.
değil. Yazık. Bize karanlık gelen şeyi aydınlatabilirdi belki. Sizin kendi araştırmalarınıza gelince, herhangi bir şekilde size yardımım dokunabilirse emrinizdeyim. Şüphelerinizin ne tarafa yöneldiği hakkında, ya da ne gibi bir yol takip edeceğinizi bilseydim, şimdi bile yardım edebilirdim. Dostum Sir Henry'ye sadece konuk olarak geldim. Ve, bu işle hiç ilgilenmiyorum. Bu yüzden hiçbir şekilde yardıma ihtiyacım olmadığından emin olabilirsiniz. Çok güzel. dedi Stapleton. Tedbirli ve sıkı ağızlı olmakta tamamıyla haklısınız. Gereksiz yere işe burnumu soktuğum için beni bağışlayacağınızı umarım. Bir daha da bu konuyu açmayacağıma söz veriyorum.
Dar çimenli bir patikanın yoldan ayrılıp bozkırdan kıvrılarak gittiği noktaya gelmiştik. Sağ tarafta sarp kayalıklı bir tepe vardı sağda, bir zamanlar granit ocağı olmalıydı. Bize doğru olan yanı, oyuklarında böğürtlen ve eğreltiotlarıyla kaplı olup kapkara bir kayadan ibaretti. Uzakta yüksek bir yerden gri bir duman yükseliyordu. Bu bozkır patikasından giderseniz çok geçmeden Merripit Köşkü'ne varırsınız, dedi. Bir saatinizi ayırabilseydiniz, sizi kız kardeşimle tanıştırmaktan mutluluk duyardım. İlkin Sir Henry'nin yanında olmam gerektiğini düşündüm. Ama, çalışma masasının üstündeki deste deste evrakları hatırladım. Çalışmasında ona yardım edemezdim. Holmes de bozkırdaki komşuları incelememi özellikle istemişti. Stapleton'ın davetini kabul ettim ve birlikte patikadan aşağı inmeye başladık. Çok hoş bir yer şu bozkır, dedi. Dalgalanan çayırlar üstünde hayalî dalgalar halinde köpüren, çentikli granit tepeleri olan uzun, yeşil, büyük dalgalarda göz gezdiriyordu. İnsan bıkmıyor şu bozkırdan. Öyle harika gizemleri var ki, aklınız almaz. Öyle geniş, öyle ilginç, öyle sır dolu ki. Buraları iyi tanıyorsunuz demek. Buraya geleli daha iki yıl oldu. Buranın sakinleri benden, yeni gelen diye söz ederler. Sir Charles yerleştikten kısa bir süre sonra gelmiştik. Ama, merakım buranın, bütün kıyısını köşesini keşfetmeme sebep oldu, şimdi buraları benden daha iyi bilen birinin çıkacağını sanmıyorum. Tanınması zor mu. Çok. Meselâ kuzeye doğru büyük ovaya bakın, garip tepeleri olan. Orada bir tuhaflık görüyor musunuz. Güzel at, binilecek bir yer, böylesine az rastlanır. Böyle düşünmekte haklısınız ama, bu düşünce pek çok kişinin canına mâl oldu. Oraya buraya dağılmış şu parlak yeşil noktaları görüyor musunuz. Evet daha verimli gibi görünüyor oraları. Stapleton güldü.
Orası büyük Grimpen bataklığıdır, dedi. İnsan olsun, hayvan olsun bir kere yanlış bir adım attı mı artık öldü gitti demektir. Daha dün bozkır atlarından birinin, o bataklığın içine daldığını gördüm. Bir daha da çıkmadı. Uzun süre kurtulmak için uğraştı ama, sonunda bataklık diğerleri gibi onu da çekip yuttu. Ordan geçmek, kurak mevsimlerde bile tehlikelidir ama, bu sonbahar yağmurlarından sonra, daha korkunç bir yer olur. Fakat, ben bataklığın içlerine kadar girer, canlı olarak çıkabilirim. Aman Tanrım zavallı atlardan biri daha. Yeşil sazlar arasından yuvarlanan, oraya buraya atılan kahverengi bir leke görünüyordu. Derken işkence çeker gibi uzun boynunu yukarı çıkaran hayvan vahşi vahşi bağırdı. Atın sesi bozkırda yankılanırken, tüylerim diken diken oldu ama, yol arkadaşımın sinirleri benimkilere göre daha sağlamdı. Gitti. dedi, Bataklık yuttu. İki gün içinde iki tane, belki de daha çoktur. Kuru havada oraya gitmeye alışıyorlar, bataklığın pençesine düşünceye kadar hiçbir şey fark etmiyorlar. Kötü bir yer şu Grimpen bataklığı.
Ama siz girebiliyorsunuz demek. Çevik bir adamın gidebileceği bir iki küçük yol var. Ben kendim buldum. Fakat, neden gidiyorsunuz böyle korkunç bir yere. Şu ötedeki tepeleri görüyor musunuz. Bunlar aslında geçit vermeyen, her yanı bataklıkla çevrili adalardır. Bataklık, yavaş yavaş, yıllar geçtikçe sarmıştır çevrelerini. En nadir bitkiler ve kelebekler de orada, elbette insanın merakı varsa. Bir gün, ben de denerim şansımı, dedim. Hayretle bana baktı. Tanrı aşkına aklınıza böyle bir düşünce getirmeyin, dedi. Ölümünüzden ben sorumlu olurum sonra. Emin olun ki canlı çıkabilmeniz için tek ihtimal bile yok. Ben, bazı karışık işaretleri hatırlayarak başarabiliyorum bunu. Hey. diye bağırdım. O da ne. Uzun, alçak sesli, son derece acıklı bir inilti bozkırdan rüzgâr gibi geçti. Bütün hava onunla doldu. Nereden geldiği belli değildi. Pis bir mırıltıyla başlayarak derin bir kükreme halini aldı, sonra yeniden acıklı ve heyecanlı bir mırıltı halinde söndü. Stapleton bana bir tuhaf baktı. Garip yer şu bozkır, dedi. Neydi bu. Köylüler, bu sesin, Baskerville'leri çağıran lânetli köpeğe ait olduğunu söylerler. Ben bu sesi bundan önce bir iki kere daha duymuştum ama, sesi bu kadar yüksek değildi. İçimde uyanan dehşetli bir korkuyla, yeşil çimenlerle benek benek kabaran büyük ovaya baktım. Arkamızdaki düzlükte bir kayanın ardında ciyak ciyak bağıran bir çift kargadan başka hiç bir şey kımıldamıyordu. Siz, okumuş, kültürlü bir adamsınız. Bu gibi saçma şeylere inanmıyorsunuzdur herhalde, öyle değil mi. dedim. Böyle garip ses nereden geliyor dersiniz. Bataklıklar bazen garip sesler çıkarır, çamur yerleşir, su yükselir buna benzer doğa olayları işte. Hayır, hayır, bir canlı sesiydi bu. Doktor Watson, siz hiç Balabankuşu'nun çığlığını duydunuz mu. Hayır, hiç duymadım. Şimdi İngiltere'de çok az görülen bir kuştur, soyu hemen hemen tükenmiştir ama, bozkırda olmayacak şey yoktur. Duyduğumuz bu ses Balabankuş'larının sonuncusuysa hiç şaşmam. Ömrümde duymuş olduğum en garip, en korkunç şey. Burası güvenilir bir yer değildir. Şu ötedeki yamaca bakın. Orası nasıl bir yer dersiniz. Bütün dik yamaç taştan gri dairelerle kaplıydı. Bana çok ilginç gelen bazı ilkel ağıllarla. Nedir onlar, koyun ağılları mı. diye sordum merakla.
Hayır, sayın atalarımızın yuvaları. Tarih öncesi insanlardan bozkırda yaşamış olanlar dışında başka kimse burada yaşamadığı için, onlardan geri kalan şeyleri aynen bıraktıkları gibi buluyoruz. Şunlar damsız kulübeleri. Merak edip de gidip içlerine bakarsanız, ocaklarını da görürsünüz, yattıkları yerleri de. Küçük ilkel bir şehire benziyor. Ne zaman yaşamışlar burada. Neolitik Çağ [6]'da, tarihi belli değil. Nasıl geçinirlermiş. Keçilerini bu yamaçlarda otlatırlarmış, tunç kılıç, taş baltanın yerini alınca, kazarak maden elde etmeyi öğrenmişler. Karşı tepedeki şu büyük hendeğe bakın. Bıraktıkları iz işte. Anlayacağınız Doktor Watson, pek garip tarafları vardır bu bozkırın. Bir dakika aman, Cyclopides[7] olacak bu. Küçük bir sinek, ya da bir pervane yolumuzun üstünde kanat çırpıyordu, göz açıp kapayıncaya kadar Stapleton olağanüstü bir güç ve hızla sineği kovalamaya başladı. Yaratığın korku içinde, büyük bataklığa doğru uçtuğunu gördüm. Yol arkadaşım da durmadan bir ot yığınından ötekine sıçrıyor, yeşil ağı havada dalgalandırıp, sineği yakalamaya çalışıyordu. Gri elbisesini durmadan hareket ettiren, kıvrılarak gidişi, kendisini de dev bir pervaneye döndürüyordu. Olağanüstü çevikliğine hayran oldum ve bataklığa ayağı kayacak diye korku içinde durmuş, ona bakarken, bir ayak sesi duydum. Merripit Köşkünün olduğu yere işaret eden dumanların çıktığı yönden gelmişti ama, bozkırın eğimi duyduğum ayak seslerinin sahibini, yaklaşıncaya kadar belli etmemişti. Bunun, adı geçen Miss Stapleton olduğu belliydi, çünkü bozkırda o kadar çok kadın yoktu, üstelik çok güzel diye de bahsedilmişti ondan. Bana doğru yaklaşan kadının çok farklı özellikleri vardı. Bu park, erkek kardeşiyle onun arasında çok açık bir şekilde belli oluyordu. Çünkü, Stapleton kumral saçlı gri gözlü olup rengi soluktu, oysa kardeşi, İngiltere'deki esmerlerden daha esmerdi ince, uzun ve nazik davranışlıydı. Ağır başlı, güzel bir yüzü vardı.
Yüz hatları keskin ve kusursuz denebilecek kadar düzgündü. Kusursuz vücudu ve şık elbisesiyle, bu ıssız bozkır patikasında garip bir hayaleti andırıyordu. Ben döndüğümde, kardeşine çevrilmişti gözleri, derken bana doğru adımlarını sıklaştırdı. Şapkamı kaldırmış, knedisini selâmlayıp birkaç söz söylemek üzereydim ki, onun bir anlam veremediğim sözleri, düşüncelerimi başka yöne çevirdi. Dönüp gidin, dedi. Londra'ya.
Durmayın, dönün Aptal aptal bakakaldım. Bana doğru çevrili gözlerinden ateş fışkırıyordu, ellerini sinirli sinirli oğuşturuyordu. Niye gideyim. diye sordum. Anlatamam, dedi alçak, heyecanlı bir sesle konuşuyordu, şivesi biraz peltekti. Gidin, bir daha da bu bozkıra ayak basmayın. Ama, daha henüz geldim.
Ah. Ah niçin anlamak istemiyorsunuz. diye bağırdı. Uyarımın kendi iyiliğiniz için olduğuna inanmıyor musunuz. Susss, kardeşim geliyor. Ona söylediklerimden bahsedeyim demeyin sakın. Şu ötede atkuyrukları arasındaki orkideyi benim için alabilir misiniz. Bozkırda orkide bakımından zenginiz, yine de güzelliklerini görmek için biraz geç kaldınız. Stapleton sineği kovalamayı bırakmış, soluk soluğa, kıpkırmızı vaziyette yanımıza geldi. Hey Beryl. merhaba, dedi. Kardeşini selâmlarken ki sesinin tonu pek candan değildi. Yüzün kıpkırmızı olmuş, Jack. Evet, sanırım biraz yoruldum. Bir cyclopides kovalıyordum da. Pek az rastlanır, özellikle de sonbaharın bu geç vaktinde. Yazık oldu, kaçırdım. Sesinde bir kayıtsızlık vardı. Ama, küçük, açık renkli gözleri, hiç de kayıtsız değildi. Tanışmışsınız bakıyorum. Evet. Sir Henry'ye bozkırın güzelliklerini görebilmesi için, söylüyordum. biraz geç kaldığını Ne dedin. Kim sandın bu beyi. Sir Henry Baskerville değil mi. Yok canım dedim. Sadece mütevazi bir arkadaşıyım. Adım Doktor Watson. Anlamlı yüzü hafifçe kızardı. Ben de Sir sanmıştım, dedi.
Henry ile konuşuyorum Pek konuşmaya vaktiniz de olmadı galiba, dedi kardeşi aynı soru dolu bakışlarla. Kendisini sadece bir misafir olmayıp, buraya yerleşmeye gelen biri sanarak konuştum, dedi. Orkideler için geç kalıp kalmaması pek önemli değil o halde. Sanırım Merripit Köşkü'ne gelirsiniz, değil mi. Kısa bir yürüyüşten sonra, soğuk bir bozkır evine geldik, eskiden çobanların oturduğu bir çiftlikmiş burası ama, şimdi onarılmış, yeni bir köşk haline getirilmişti. Çevresinde bir meyve bahçesi vardı. Bozkırdaki diğer ağaçlar gibi, bu ağaçlar da eğri büğrüydü, bu manzara, insana hüzün ve kasvet veriyordu. Evin hizmetkârı olduğu anlaşılan, pas rengi bir ceket giymiş, buruşuk yüzlü bir uşak kapıyı açtı. İçerisi kadının zevkiyle süslenmişe benziyordu. Zarif döşenmiş büyük salonlar vardı. Ufka kadar yuvarlanarak giden, bitip tükenmeyen granit benekli bozkıra pencereden bakınca, bu bilim adamıyla, güzel bir kadını buraya getiren şeyin, ne olabileceğini düşündüm. Garip yer, değil mi. dedi Stapleton, sanki düşündüğüme cevap verirmiş gibi. Ama, yine de mutlu sayılırız, değil mi Beryl. Hem de nasıl. dedi. Ama bu sözler pek inandırıcı bir havada söylenmemişti. Bir okulum vardı, dedi Stapleton. Kuzey tarafındaydı. Benim doğamdaki bir adam için monoton ve makine gibi bir işti fakat, gençler arasında yaşamak, taze beyinlerin oluşmasına yardım etmek ve onlara kendi düşünce ve ideallerini aşılamak ayrıcalığı vardı. Buna rağmen, kader başka türlü istedi. Okulda salgın bir hastalık başgösterdi, çocukların üçü öldü. Bu darbeden kurtulamadık bir türlü. Sermayenin çoğu da bir daha elde edilmemek üzere yok oldu gitti. Yine de çocukların sevimli arkadaşlıklarından yoksun kalmamış olsaydım, felâkete karşı direnebilirdim. Fakat, insan hayatta her türlü sıkıntıya alışıyor zamanla. Aslına bakarsanız, buraya gelmekle iyi yaptığıma inanıyorum. Burada sonsuz fırsat var, kız kardeşim de benim kadar bağlı doğaya. Doktor Watson, bozkırı pencereden seyrederken yüzünüzdeki ifadeden bütün bunların aklınızdan geçtiği belli. Aklıma gelmedi değil, sizin için pek o kadar değil ama, kız kardeşinizin canı bir hayli sıkılıyor olmalı. Hayır, hiç sıkılmıyor, dedi genç kadın hemen. Kitaplarımız var, vaktimizin bir kısmını çalışarak değerlendiriyoruz. Sonra, hoş komşularımız ve kendisinden çok istifade ettiğimiz Doktor Mortimer var. Zavallı Sir Charles da çok iyi bir arkadaştı. Çok iyi tanırdık kendisini, onu nasıl özlediğimizi bilemezsiniz. Bu öğle üzeri gelip Sir Henry ile tanışsam rahatsız eder miydim acaba. Çok memnun olacağından eminim. O halde, kendisini mutlaka ziyaret edeceğimi söyleyin lütfen. Yeni çevresine alışması için belki kendisine yardım edebiliriz. Yukarı gelip Lepidoptera koleksiyonumu görmek ister miydiniz Doktor Watson. İngiltere'nin güneybatısındaki en eksiksiz koleksiyon olduğunu söyleyebilirim. Siz onlara bakıncaya kadar, yemek de hazır olur. Görevime dönmek istiyordum. Bozkırın kasveti, zavallı midillinin ölümü, Baskerville'lerin uğursuz efsanesiyle ilgili garip ses, bütün bunlar düşüncelerimi kasvete boğuyordu. Bütün bu belli belirsiz izlenimlerin üstüne, büyük ciddiyetle söylenen Bayan Stapleton'un kesin ve açık uyarısının, arkasında ciddi ve derin bir sebep olduğundan şüphem yoktu. Yemeğe kalmamak için elimden geleni yaptım ve dönmek üzere, geldiğimiz çimenli patikadan yürümeye başladım.
Buraları iyi bilen biri için kestirme bir yol olmalıydı. Çünkü yola vardığım zaman, kenarda, bir kaya üstünde Bayan Stapleton'ı görünce şaşırdım. Yüzü öyle güzel bir kızıllığa bürünmüştü ki bu genç bayanın güzelliğine hayran olmamak mümkün değildi. Size yetişebilmek için koşa koşa geldim Doktor Watson, dedi. Aceleden şapkamı bile almadım. Buraya gelmem doğru değil, aslında. Çünkü kardeşim bundan hoşlanmayabilir. Aslında, sizi yanlışlıkla Sir Henry sandığım için özür dilemek istedim. Ne olur söylediğim sözleri unutun, sizinle hiçbir ilgisi yok. Ama unutamam ki Bayan Stapleton, dedim. Ben, Sir Henry'nin arkadaşıyım ve onun iyiliği benim iyiliğim demektir. Sir Henry'nin Londra'ya gitmesi için niye bu kadar ısrar ettiğinizi söyler misiniz. Bir kadın kaprisi Doktor Watson. Beni daha iyi tanıyınca söylediklerimin ve yaptıklarımın sebeplerini neden açıklayamadığımı göreceksiniz.
Yok canım. Sesinizdeki heyecanı, gözlerinizdeki bakışı hatırlıyorum. Ne olur, bana samimi davranın Bayan Stapleton, buraya geldim geleli her yanımın gölgelerle kaplı olduğunu hissediyorum. Hayat şu büyük Grimpen bataklığı gibi bir şey oldu, insanın her an batabileceği tehlikeli yeşil lekeler var her yerde. Fakat, bu bataklıkta batıp kaybolmamak için, yol gösterecek bir rehber de yok. Ne demek istediğinizi söyleyin, uyarınızı Sir Henry'den başkasına söylemeyeceğimden emin olabilirsiniz. Yüzünden bir kararsızlık ifadesi geçerken, hafif bir yumuşama oldu fakat, bakışları bana cevap verirken yeniden sertleşti. İşi büyütüyorsunuz Doktor Watson, dedi. Sir Charles'ın ölümü kardeşimle bana büyük bir darbe oldu. Onu çok yakından tanırdık, kendisiyle çok sık görüşürdük. Ailenin üstüne çökmüş olan lânet Sir Charles'ı çok etkilemişti. İfade ettiği korkunun bir sebebi olması gerektiğini düşündüm. Ailenin başka bir üyesinin de gelip burada oturacağını duyduğum zaman, ister istemez üzüldüm, içinde bulunduğu tehlikeyi de kendisine haber vermeyi uygun gördüm. Bütün söylemek istediğim buydu. Peki tehlike nereden geliyor. Köpeğin hikâyesini bilmiyor musunuz. Böyle saçmalıklara inanmam ben. Ben inanıyorum ama. Sir Henry üstünde herhangi bir etkiniz varsa, Baskerville ailesi için uğursuz olan bu yerden, alın götürün onu. Dünya büyük. Ve duyduğum kadarıyla kendisi de, oldukça varlıklıymış. O halde neden böyle bir yerde yaşayıp, hayatını tehlikeye soksun ki. Tehlike ve tehlikenin içinde yaşamak, Sir Henry'nin doğasında var. Bana daha elle tutulur bir bilgi vermezseniz, onu yerinden kıpırdatmam imkânsız olur. Kesin bir şey söyleyemem, çünkü kesin hiçbir şey bilmiyorum. Size bir sorum daha var Bayan Stapleton. Benimle konuştuğunuzda bu söylediğiniz şeylerden başka söyleyecek bir şeyiniz yoksa, kardeşinizin söylediklerinizi duymasından niye korktunuz. Söylediğiniz şeyler açık ve netti. Kardeşim Hall'de oturulmamasından kaygılanıyor, bozkırdaki yoksul halkı düşünüyor. Sir Henry'nin buradan uzaklaşması için söylediklerimi duyarsa çok kızar. Ama, şimdi görevimi yerine getirmiş bulunuyorum, artık başka bir şey söylemeyeceğim. Dönmeliyim, yoksa beni arar ve sizinle konuştuğumdan şüphelenir. Hoşçakalın. Dönüp, seyrek kayalar arasında kayboldu, bense ruhum belli belirsiz korkular içinde, Baskerville'nin yolunu tuttum.
Almış olduğumu notlar ve yazdığım mektuplar, bu feci olaylar belleğimde ne kadar canlı olarak kalmış olursa olsun, olayların geliştiği sırada duyduklarımı, şüphelerimi hafızamdan daha iyi gösterecektir. Baskerville Hall, Ekim 13. Azizim Holmes İlk mektup ve telgraflarım, dünyanın bu Tanrının tamamıyla terk ettiği köşesindeki bütün olan bitenleri, sana bildirmiş durumda. Burada kaldıkça, bozkırın kasvetli havası, insanın üstüne her an daha fazla çöküyor Buranın büyüklüğü ve büyüleyici vahşiliği insanı adeta uyuşturuyor. Bir kere, içine girdin mi, çağdaş İngiltere'nin bütün izlerini arkanda bırakmışsın demektir, ama aynı zamanda, her yerde tarihöncesi insanların evleri ve eserlerini görerek, geçmişte kalan başka bir medeniyetin varlığıyla karşılaşıyorsun. Nereye gidersen git, bu unutulmuş gitmiş olan ilkel ailelerin evleri, mezarları ve tapınakları olması gereken büyük taş anıtlar var. Yamaçlarda yara izi gibi duran gri taş kulübelere baktıkça insan kendi çağından uzaklaşıyor. Eğer, hayvan derilerine bürünmüş tüylü bir adamın, alçak kapısından sürünerek çıkıp, yayına çakmak taşı uçlu okunu uydurmaya çalıştığını görsen, kendi varlığını yadırgamadığın gibi onunkini de yadırgamazsın. Garip tarafı şu En verimsiz topraklarda, daima kalabalık insan topluluklarının yaşadığı anlaşılıyor. Eski eserler uzmanı değilim ama, başka kimsenin oturmayacağı bir yerde oturmak zorunda kalan bu insanların, savaş sevmeyen fakat, buna rağmen rahat yüzü görmeyen bir ırk olduğunu tahmin ediyorum. Bununla beraber bütün bunların senin, beni buraya göndermenle ilgisi yok, bunlar senin son derece olumlu bakış açın için ilgi çekici gelmeyebilir. Güneş mi dünyanın, dünya mı güneşin çevresinde dönüyor konusuna ne kadar ilgisiz davrandığını biliyorum. [8] Bunun için, lâfı uzatmadan Sir Henry Baskerville ile ilgili olaylara geleyim. Son birkaç gün içinde, bir şey yazmamamın sebebi kayda değer, yazacak bir şey olmamasıydı. Derken hayret verici bir şey oldu, bunu zamanı gelince anlatacağım. Önce gelişen bazı olayları anlatmalıyım. Bunlardan biri şimdiye kadar hakkında pek az bilgi verdiğim kaçak mahkûm. Buradan uzaklaşmış olmalı. Bu da, bölgede yalnız yaşayanların içine su serpiyor. Caninin kaçmasından bu yana on beş gün geçti. Bu süre içinde ne görüldü, ne de hakkında varlığını belirtecek bir şey duyuldu. Bütün bu zaman içinde, bozkırda kalmasına imkân yok. Elbette, saklanması işten bile değil. Sözünü ettiğim şu taş kulübelerin herhangi birine saklanabilir ama, bozkır koyunlarından birini yakalayıp öldürmedikçe yiyecek bir şey bulamaz. Fakat, böyle bir şey yapması da söz konusu değil. Çünkü, hemen dikkati çekerdi. Onun varlığını belli edecek hiçbir ize rastlanmadığı için, biz de buradan kaçıp, uzaklara gittiğine karar verdik, tarlada çalışan çiftçiler ve aileleri şimdi yataklarında daha rahat uyuyor. Bu evde, dört, güçlü kuvvetli insanız, kendimizi koruyabiliriz ancak, Stapleton'ları düşündükçe, zaman zaman huzursuzluk duyuyorum. Kilometrelerce uzakta oturuyorlar ve bu yüzden onlara, yardım ulaşması oldukça zor. Bir hizmetçi kız, yaşlı bir uşak, kızkardeş ve gücü, kuvveti yerinde olmayan bir de erkek kardeş. Şu Notting Hill canavarı gibi biri, onların evine girecek olsa o zavallılar kendilerini nasıl korurlar bilemiyorum. Sir Henry ve ben onların adına kaygılanıyoruz. Seyis Perkins'in yanlarında kalma fikrini de kabul etmediler. Dostumuz genç Baskerville, güzel komşumuzla yakından ilgileniyor. Genç dostumuzun, bu ilgisi hoşuma gidiyor çünkü bu ıssız yerde onun gibi hareketli bir adam için zaman zor geçiyor, o da çok çekici, güzel bir kadın. Başka, tropikal bir ülkeden gelmiş gibi, havasıyla soğukkanlılık ve heyecanını belli etmeyen kardeşiyle büyük bir zıtlık gösteriyor. Ama, erkek kardeşinde, örtülü ateş gibi yanan bir şey var. Kızkardeşinin üstündeki etkisinin büyük olduğu belli. Sözlerinin onaylanıp onaylanmadığını görmek için, ikide bir kızkardeşine, beni onaylamak zorundasın der gibi baktığını fark ettim. Buna rağmen kız kardeşinin ona iyi davrandığını sanıyorum. Gözlerinde kuru bir parıltı var, olumlu ve sert doğasına uyan ince dudakları ile gerçekten incelenmeye değer biri. O ilk gün Baskevrille'ye geldi, ertesi sabah da şeytan Hugo'nun efsanesinin geçtiği yeri göstermek için bizi alıp oraya götürdü. Birkaç kilometre yürüdükten sonra da o hikâyeyi yaratabilecek, korkunç bir manzaranın olduğu yere geldik. Sarp kayaların arasından geçen kısa bir vadiden sonra, çimenli bir alana çıktık. Tam ortasında iki büyük taş yükseliyordu, tepeleri aşınarak sivrilmiş, canavar bir hayvanın korkunç dişlerini andırıyordu. Sir Henry çok endişelenmişti. Birkaç kere Stapleton'a doğaüstü varlıkların insanların işlerine karışma durumuna inanıp inanmadığını sordu. Gerçi bunları şaka yollu söylüyordu ama, endişeli olduğu da görülüyordu. Stapleton cevap verirken dikkatli davranıyordu. Fakat, Sir Henry'nin duygularına saygı gösterdiği için bütün düşüncelerini açıklamıyor, sadece kısa kısa cevaplar veriyordu. Şeytanî olaylardan örnekler verdi ve bu olayların etkisi altında kalan ailelerden sözetti. Sonuçta bu konuda herkesin düşüncesini paylaştığı yargısına vardık. Dönüşte, Merripit Köşkü'nde öğle yemeğine kaldık, Sir Henry, orada Bayan Stapleton ile tanıştı. Daha görür görmez onun çekiciliğine kapıldığını hissettim, bu duygunun karşılıklı olduğuna inanıyorum. Eve dönerken, durup durup ondan bahsediyordu, o gün bugün, gün geçmiyor ki kardeşlerden birini görmeyelim. Bu gece akşam yemeğine bizdeler... Sonra da biz onlara gidecekmişiz. Böyle bir eşin Stapleton tarafından kabul göreceği sanılır ama, Sir Henry kız kardeşiyle ilgilendiği için, Stapleton'ın bu duruma bozulduğunu sanıyorum. Çünkü, ters ters bakıyor, buna kaç kere tanık oldum. Kız kardeşine yakından bağlı olduğuna kuşku yok. Eğer kız kardeşi evlenip yanından ayrılsa, tek başına kalır hayatta ama, kız kardeşinin yapacağı iyi bir evliliğe de engel olması, büyük bir bencillik sayılır. Stapleten'ın, bu yakınlığın aşka dönüşmesini istemediğinden eminim. Kaç kere baş başa kalmamaları için birtakım zorluklar çıkardığını gördüm. Unutmadan, şunu da söylemeliyim, Sir Henry'nin hiçbir zaman tek başına dışarı çıkmaması için verdiğin direktifi, dertlerimize bir de aşk eklenecek olursa yerine getirmek daha da zorlaşıyor. Söylediklerini kelimesi kelimesine yerine getirmeye kalkarsam, bunu başaramayacağım için, şöhretin bundan zarar görecek. Geçen gün, daha doğrusu perşembe günü, Doktor Mortimer bizde öğle yemeğine kaldı. Long Down'da bir mezarlık kazısında, tarihöncesi bir kafatası bulduğu için neşeliydi. Aklını tek bir yere yönelten bunun gibi taşkın adam görmedim. Sonra Stapletonlar geldi iyi kâlpli doktor ile birlikte, o kötü gecede yaşanan korkunç olayın meydana geldiği yeri görmek için, Sir Henry'nin ricası üzerine dışarı çıktık. O porsuklu yolda yürümek korkunçtu. Eski, yıkılmaya yüz tutmuş harabe ev, budanmış ağaçlar ve dar çimen şeridinin ucundaydı. Yaşlı adamın purosunun külünü silkelediği bozkır kapısı yarı açıktı. Asma kilidi olan beyaz tahta bir kapı. Kapının ardında bozkır uzanıyor. Olay hakkındaki varsayımını hatırladım birden ve bütün olan bitenleri aklımda canlandırmaya çalıştım. Yaşlı adam orada beklerken, bozkırdan gelen bir şey görüyor. Bu gelenin aklını kaçırtacak kadar korkunç bir şey olduğunu görünce kaçmaya başlıyor, korku ve yorgunluktan düşüp ölünceye kadar koşuyor. Koşa koşa kaçtığı uzun karanlık tüneli yakından gördüm. Neden kaçıyordu. Bozkırdaki bir çoban köpeğinden mi. Yoksa siyah, ölüler aleminden gelen vahşi bir hayaletten mi. Bu işte bir insan eli var mıydı. Soluk yüzlü, gözünden bir şey kaçmayan Barrymore'un, sakladığı önemli bir şey var mıydı. Her şey bulanık ve belirsiz ama, ardında suçun karanlık gölgesi var gibi. Kısa bir süre önce yeni bir komşuyla, bizden altı yedi kilometre kadar daha güneyde oturan Lafter Hall'den Bay Frankland ile tanıştım. Kırmızı yüzlü, beyaz saçlı, öfkeli bir ihtiyar.
Kendisi bir hukukçu ve bütün zevki İngiliz yasalarıyla uğraşmak, bu uğraşısı için çok miktarda para harcamış. Sırf zevk için uğraşıyor, yasanın bazen savunucusu, bazen de karşısında oluyor, bu onun için pahalı bir eğlence. Aslında pek şaşırdığımı söyleyemem. Bu adam bazen bir hakkı tekeline alıp, herkese meydan okuyor, bazen başkasının kapısına dayanıyor ve oranın eskiden beri yol olduğunu öne sürerek, orayı yıktırıyor. Yıktırdığı yerin sahibinin, kendini mahkemeye vermesi için, meydan okuyor. Eski örf ve âdet hukukunu iyi bilir, bilgisini, Fernworthyliler'in bir lehine, bir aleyhine kullanır, böylece bir alkışlanır, bir lanetlenir. Söylendiğine göre şu anda elinde yedi dava varmış, bu belki servetinin geri kalanının da tükenmesine, onu yiyip bitirmesine ve artık kimseye zarar veremeyecek duruma gelmesine neden olacak. Yasalar bir yana, iyi kalpli, iyi huylu birine benziyor, kendisinden söz etmemin sebebi senin çevredeki kişileri inceleyip bildirmemi istemen. Şimdi garip bir şeye merak sarmış, kendisi amatör bir astronom olduğundan, güzel teleskopuyla çatıya çıkıyor ve bütün gün, kaçak mahkûmu bulurum diye çevreyi gözetleyip duruyor. Bütün enerjisini buna harcasa iyi, ama söylenenlere göre akrabasına haber vermeden Long Down'daki mezarlığı açıp kafatasını aldı diye Doktor Mortimer'ı de dâvâ edecekmiş. Hayatımızın monotonluğunu biraz değiştiriyor ve gerçekten ihtiyacımız olan komik havayı biraz olsun estiriyor. Kaçak mahkûm, Stapleton'lar, Doktor Mortimer ve Lafter Hall'lü Franklan'den haber verdikten sonra, şimdi sana önemli bir şey söyleyeceğim. Dün geceki bizi şaşırtan olayla ilgili Barrymore'lar hakkında. Önce, Barrymore'un burada olup olmadığını anlamak için Londra'dan çektiğin telgraftan söz edeyim. Posta müdürünün ifadesinin bu telgrafın boşa gittiğini gösterdiğini ve elimizde hiçbir kanıt olmadığını sana bildirmiştim. Sir Henry'ye durumu anlattım, o da gerçeği hemen öğrenmek istediği için, Barrymore'u çağırıp, telgrafı kendisinin alıp almadığını sordu. Barrymore telgrafı aldığını söyledi. Çocuk, bunu bizzat sana mı teslim etti. diye sordu Sir Henry. Barrymore bu soru karşısında şaşırdı ve bir süre düşündü. Hayır. dedi. Ben o sırada sandık odasındaydım, telgrafı bana karım getirdi. Cevabı kendin mi verdin. Hayır, karıma cevap vermesini söyledim, o da yazmak için aşağı inmişti. Akşam olunca kendiliğinden açtı.
Barrymore, bu konuyu Bu sabahki sorularınızın nedenini pek anlayamadım, dedi. Umarım, güveninizi kaybedecek kötü bir şey yapmadım. Sir Henry öyle bir şey olmadığını söyledi ve kendisini yatıştırmak için Londra'dan getirdiği elbiselerden bazılarını ona verdi. Bayan Barrymore'un davranışlarıyla yakından ilgileniyorum. Hantal fakat, güçlü biri, pek disiplinli, son derece de saygılı. Sürekli hareket ve heyecan içinde. Bundan daha heyecanlı bir kişi tahmin edemezsin. İlk gece, onun hıçkırarak ağladığından söz etmiştim sana. O günden beri kaç kere gözyaşı izi gördüm yüzünde. Derin bir acının içini kemirdiği belli. Bazen, işlediği bir suç mu acaba onu rahat bırakmıyor diyorum, bazen de onu üzüp ağlatan Barryomore mu diye düşünüyorum. Bu adamın davranışlarında garip ve şüphe uyandırıcı bir şeyler hissediyorum hep. Nihayet dün gece olanlar bu kuşkularımı iyice güçlendirdi. Bu anlattığım sana, önemsiz bir olay gibi gelebilir. Bilirsin, uykum hafiftir, bu evde nöbetçiliğe başladığımdan bu yana, uykularım daha da hafifleşti. Dün gece sabaha karşı saat ikide, odamın önünden geçen sinsi bir ayak sesiyle uyandım. Kalktım, kapıyı yavaşça açıp dışarı baktım. Uzun, siyah bir gölge, koridordan aşağı kayıyordu. Elinde mum, koridordan aşağı ses çıkarmadan yürüyen bir adamın gölgesiydi bu. Üstünde pijama, altında pantolon vardı, ayakları çıplaktı. Sadece gölgesini görüyordum ama, boyundan Barrymore olduğunu anladım. Çok yavaş ve dikkatli adım atıyordu. Davranışlarında suçlu ve bir şeyden gizleniyormuş gibi, anlatamadığım esrarengiz bir hava vardı. Koridorun, Hall'ün çevresindeki balkonla kesildiğini söylemiştim. Fakat, öteki uçta koridor yeniden başlıyordu. Biraz uzaklaşıncaya kadar bekledim, sonra arkasından gittim. Balkona geldiğimde, Barrymore koridorun öteki ucuna varmıştı, açık bir kapıdan sızan ışığın sayesinde, oradaki odalardan birine girdiğini anladım. Bu odaların hiçbirinde eşya yoktu ve kullanılmıyordu. Bu nedenle yolculuk daha esrarlı görünüyordu. Adam hareketsiz duruyormuş gibi, ışık sürekli parlıyordu. Koridordan aşağı elimden geldiği kadar ses çıkarmadan inmeye başladım ve kapının köşesinden baktım. Barrymore, elindeki mumu cama tutmuş vaziyette pencerenin önüne oturmuştu. Yüzü yarı bana dönüktü, bozkırın karanlığına bakıyor, bir şey bekliyormuş gibi duruyordu. Birkaç dakika dikkatle baktı. Derken anlaşılmaz kelimeler homurdanıp, sabırsızlık ifade eden bir hareketle ışığı söndürdü. Ben hemen odama döndüm, az sonra sinsi adımların yeniden odamın kapısının önünden geçtiğini duydum. Çok sonra hafif bir uykuya dalmıştım ki, kapılardan birinde bir anahtarın döndüğünü duydum ama, sesin nereden geldiği tam olarak anlaşılmıyordu. Bütün bunların nedenini bilemiyorum fakat, bu evde gizli bir şeyler dönüyor ve er geç bunun ne olduğunu anlayacağım. Kendi varsayımlarımla seni tedirgin etmek istemiyorum, çünkü sadece olayları yazmamı istemiştin benden. Bu sabah akşamki olayları Sir Henry'ye anlattıktan sonra, uzun uzun düşünerek, bir plân hazırladık. Bu plândan şimdilik bahsetmiyorum ama, bu durum, daha sonra yollayacak olduğum raporumu senin için çok ilgi çekici hale getirecek.
Çünkü, meydana gelen ilginç olaylar birbirini izlemeye başladı. Son raporumda Barrymore'un penceredeki şüpheli duruşundan söz etmiştim. Şimdi elimde öyle kozlar var ki, eğer yanılmıyorsam, seni bir hayli şaşırtacak. İşler beklemediğim bir boyut kazandı. Geçen kırksekiz saat içinde, bazı olaylar açıklık kazanırken, bazı olaylar da iyice içinden çıkılmaz hale geldi. Maceramı izleyen sabah, kahvaltıdan önce, koridordan aşağı indim, Barrymore'un dün gece girdiği odayı yakından inceledim. Önünde durup dikkatle baktığı, batıya açılan pencerenin, evdeki diğer pencerelere göre, daha farklı bir özelliğe sahip olduğunu gördüm. Bu, bozkıra en yakın olan pencereydi. İki ağaç arasında meydana gelen bir açıklık vardı ve bu açıklık, doğruca bozkıra bakıyordu. Bunun dışında kalan pencerelerden bakıldığında, bozkır çok az görünüyor. Bozkır, sadece bu pencereden daha iyi göründüğüne göre, Barrymore buradan, bozkırdaki bir şeye ya da birine bakıyordu. Barrymore, gecenin bu saatinde ve karanlığında kimi görmek isteyebilirdi. Aklıma, bunun bir aşk macerası olabileceği geldi. Bu düşünce, uzun şüpheli davranışlarını ve karısının huzursuzluğunu açıklayabilirdi. Adam yakışıklı biri, bir köylü kızının gönlünü çalmış olabilir, bu bakımdan bu varsayımın tutması akıl dışı değil. Sabahleyin iyice düşündüm, bu düşünce saçma bile olsa şüphelerim beni böyle düşünmeye itiyor. Barrymore'un hareketlerinin gerçek açıklaması ne olursa olsun, bunları şimdilik Sir Henry'ye açıklamak istemedim. Fakat, daha sonra fikrimi değiştirdim. Kahvaltıdan sonra Sir Henry ile görüştüm ve bütün gördüklerimi kendisine anlattım. Beklediğimden daha az şaşırdı. Ben, onun geceleri yürüdüğünü biliyordum. Bu konuda kendisiyle görüşecektim, dedi. Söylediğiniz saatte koridordan gelen ayak seslerini ben de duydum zaten. O halde, her gece o pencereye gidiyor demek, dedim. Olabilir. Eğer bazı şüpheleriniz varsa, bunun ne olduğunu anlamak için, onu izlelyebiliriz. Acaba dostunuz Holmes burada olsaydı ne yapardı. Söylediğinizi yapardı herhalde, dedim. Barrymore'u izler ve ne yaptığını anlamaya çalışırdı. O halde biz de aynı şeyi yapalım. Ama, bizi mutlaka farkeder. Sanmam, çünkü adam biraz sağır, bazı şüpheleriniz varsa, bunun ne olduğunu anlamak için, onu izleyebiliriz. Ayrıca, ne olursa olsun şansımızı deneyelim. Bu gece ayak seslerini duyuncaya kadar benim odamda bekleyelim. Sir Henry sevinçle ellerini birbirine vurdu. Bu macerayı, bozkırın sakin hayatını biraz değiştireceğine inandığı için, heyecanla karşılıyordu. Sir Henry, daha önce Sir Charles için plân yapan mimarla ve Londralı bir müteahhit ile görüşüyor. Burada yakında bir hayli değişiklikler olacak. Plymouth'dan dekoratör ve döşemeciler geldi. Dostumuzun para harcamak niyetinde olduğu belli, ailesinin itibarını yeniden kazandırmak için çalışmaktan ve masraftan kaçınmak niyetinde değil. Ev elden geçip, yeniden döşenince, tek eksiği güzel bir kadın olacak. Söz aramızda, Sir Henry, eğer bir eş isterse, bunu bulmakta pek zorluk çekmeyecek, Sir Henry güzel komşumuz Bayan Stapleton'a âşık gibi. Ama, gerçek aşkın gerektirdiği hareketler yok. Mesela bugün aradan bir kara kedi geçti, dostumun canını epey sıktı ve çok telâşlandı.
Barrymore hakkındaki görüşmemizden sonra Sir Henry, şapkasını giyip dışarı çıkmaya hazırlandı. Elbette, ben de arkasından. diye sordu bana garip garip bakarak. Bozkıra mı gidiyorsunuz. diye sordum. Evet. Aldığım direktifi biliyorsunuz. İşinize karıştığım için özür dilerim ama, Holmes'ün, sizi yalnız bırakmamamı ve özellikle bozkıra yalnız gitmemenizi ısrarla söylediğini biliyorsunuz. Sir Henry elini omuzuma koydu, gülerek Dostum, dedi. Holmes, bütün zekâsına ve tecrübesine rağmen, bozkıra geldiğimden beri meydana gelen olayları tahmin edemedi. Anlıyorsunuz ya, işleri bozan bir adam olmadığınızdan eminim. Böyle davranması beni çok zor durumda bırakıyordu, ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Ben daha kararımı vermeden, bastonunu alıp evden çıkmıştı bile. Ama, sonra vicdanımla hesaplaştığımda, onu gözden kaybetmenin kesinlikle doğru bir hareket olmadığına karar verdim. Sana talimatını dinlemediğinden dolayı kötü bir olayın meydana geldiğini itiraf edecek olsaydım, ne duruma düşeceğimi tahmin ediyorum. Emin ol, bunun düşüncesi bile yanaklarımı kızartıyor. Aradan bir süre geçti fakat, yine de geç kalmış olmayabilirdim hemen Merripit köşkünün yolunu tuttum. Sir Henry'nin izine rastlamadan hızla gidiyordum, bozkır patikasının ikiye ayrıldığı yere gelinceye kadar yürüdüm. Orada yanlış bir yöne sapmaktan çekinerek bozkırın kuşbakışı göründüğü bir tepeye 'karanlık taş ocağıydı burası' çıktım. Çıkar çıkmaz da onu gördüm. Birkaç yüz metre ötede, bozkır patikası üstündeydi yanında bir kadın vardı, bu bayan Stapleton'dan başkası değildi. Daha önceden sözleşmiş oldukları anlaşılıyordu. Konuşmaya dalmışlar, yavaş yavaş ilerliyorlardı. Genç bayan söylediklerinin ciddiliğini kanıtlamak istercesine elleriyle çabuk, küçük hareketler yapıyordu. Sir Henry dikkatle dinliyor, ara sıra bazı şeyleri reddediyormuş gibi, başını sallıyordu. Kayaların arasında durmuş, acaba ne yapmam gerekiyor diye düşünüp duruyordum. Onları takip edip konuşmalarına kulak misafiri olmak ayıptı ama, görevim genç Baskerville'yi yakından izleyip, onu bir an olsun gözden kaybetmememi gerektiriyordu. Bir dosta karşı casus gibi davranmak nefret edilecek bir şeydi doğrusu. Yine de onu, tepeden gözetlemekten başka çare bulamadım. Sonradan bu durumu kendisine itiraf eder, vicdanımı rahatlatırdım. Herhangi bir tehlike olduğunda yardımda bulunamayacak kadar uzakta olduğum gerçekti. Ama, onlara iyice yaklaşmaya çalışırsam, hemen farkedilebilirdim. Böyle bir şey ile karşılaşan Sir Henry, kız arkadaşının yanında küçük düştüğüne hükmederek, bana küsüp, darılabilirdi. Böyle bir dalgınlık işleri bozup, birlikte hareket etmemizi engelleyebilirdi. Dostumuz Sir Henry ile Bayan Stapleton, patikada durmuşlar, konuşmalarına öyle dalmışlardı ki, kendilerinden başka kimseyi görecek durumda değillerdi. Birden, bu görüşmenin tanığının yalnız ben olmadığını gördüm. Havada uçuşan yeşil bir şey takıldı gözüme. Dikkatlice bakınca, o yeşil şeyin engebeli toprak üstünde ilerlemekte olan bir adamın sopasının ucunda olduğunu gördüm. Kelebek ağlı Stapleton'dı bu. O çifte benden daha yakındı. Onlara doğru ilerliyor gibiydi. O sırada Sir Henry birden Bayan Stapleton'ı kendine doğru çekti. Kolunu kızın beline dolamıştı ama, bana öyle geliyordu ki, sanki kız başını yana çevirmiş, karşı koyuyordu. Sir Henry başını kıza doğru eğdiğinde, kız hayır der gibi elini kaldırdı. Derken birden ayrılarak, telâşla dönüp baktıklarını gördüm. Stapleton'dı buna sebep. Saçma ağı arkasında sallanarak onlara doğru bağırarak, deli gibi koşuyordu. Yanlarına gelince, heyecan içinde, dans eder gibi, el kol hareketleri yapmaya başladı âşıkların önünde, bu sahnenin ne ifade ettiğini bilmiyorum ama, sanki Stapleton Sir Henry'ye çıkışıyormuş gibi geldi bana. O da açıklamalarda bulunmaya çalışıyordu, Bay Stapleton ikna olmayıp, daha çok kızıyordu. Kız sessizce durmuş, ses çıkarmıyordu. Sonunda Stapleton topuğu üstünde döndü ve eliyle kız kardeşine emreder gibi, yanına gelmesini işaret etti, o da kararsız kararsız Sir Henry'ye bir bakış fırlatıp, kardeşine doğru gitti. Doğa bilimcinin öfkeli hareketleri, kız kardeşine sinirlendiğini gösteriyordu. Sir Henry bir dakika kadar durup arkalarından baktı, sonra, geldiği yoldan yavaş yavaş geri dönmeye başladı. Üzüntülü vaziyette başını, önüne eğmiş, yürüyordu. Bütün bunlara bir anlam veremedim ama, dostumun haberi olmadan bu kadar özel bir olaya tanık olduğum için çok utanmıştım. Tepeden aşağı koşup, Sir Henry'ye yetiştim. Aklını kaçıracak kadar sinirlenmiş biri gibi, yüzünün kıpkırmızı ve kaşlarının çatılmış olduğunu gördüm. Hey Watson. Nereden düştün. dedi. Yoksa her şeye rağmen peşimden mi geldin. Her şeyi anlattım ona Durup beklemediğimi, nasıl takip ettiğimi ve bütün olup bitenlere nasıl tanık olduğumu anlattım. Bir an, gözleri ateş içinde baktı bana ama, açık kâlpliliğim öfkesini yumuşattı. Sonunda acı acı güldü.
İnsan şu çayırın ortasını yalnız kalınabilecek, güvenli bir yer sanır, dedi, Aman Tanrım, bütün çevre halkı sanki benim aşkımı görmeye çıkmış, şaşılacak bir durum doğrusu. Neredeydin. Şu tepede. Oldukça geride. dedi. Ama, kardeşi epey öndeydi. Bize doğru gelişini gördün mü. Gördüm. Kardeşinin deli olabileceği aklına geldi mi. Pek sanmıyorum. Sen öyle bil. Ben de bugüne kadar aklı başında sanırdım ama, ya o, ya ben, ikimizden birinin deli gömleği giymesi gerek. Neyim var benim. Birkaç haftadır benimle kalıyorsun Watson, açık söyle, sevdiğim kadına kocalık yapamayacak biri miyim. Yok canım. Servetime de bir şey diyemez. Demek beni beğenmiyor. Bana karşı olmasının nedenini anlamıyorum. Kadın olsun erkek olsun, hayatımda kimseyi incitmedim, yine de kız kardeşinin parmaklarının ucuna dokunmamdan bile çekiniyor. Evet. Dahası da var. Bak Watson, kızı tanıyalı birkaç hafta oldu ancak ama, onu ilk gördüğümde benim için yaratılmış olduğunu fark ettim, o da, yemin ederim benimle birlikte olduğu zaman çok mutlu. Bir kadının gözlerinde, sözden daha güçlü ışık vardır. Ama, hiç başbaşa bırakmadı bizi, bugün ancak kendisiyle daha çok konuşabildim. Benimle buluştuğu için çok memnundu fakat, aşk hakkında konuşmuyordu, benim konuşmamı da engellemeye çalışıyordu. Durup durup, buranın çok tehlikeli olduğundan bahsediyor. Ben buradan ayrılmadıkça, içinin rahat etmeyeceğini söylüyor. Ona, seni tanıdıktan sonra, buradan ayrılmam mümkün değil dedim. Gerçekten gitmemi istiyorsan sen de bir yolunu bulup benimle beraber gel dedim. Ona evlenme teklif ettim ama, cevabını veremeden, yüzü sararmış, deli gibi koşarak kardeşi geldi yanımıza. Öfkeden yüzünün rengi atmıştı, gözleri ateş saçıyordu. Kızkardeşiyle ne yapıyor muşum.
Kendisine iğrenç gelen bu tarz yaklaşmalara, nasıl cesaret ediyor muşum. Sir olmakla istediğimi yapabileceğimi mi sanıyor muşum. Kızın kardeşi olmasaydı haddini bildirecektim. Kendisine kız kardeşine duyduğum hislerin utanılacak bir şey olmadığını ve karım olmak şerefini bana bağışlayacağını ümit ettiğimi söyledim. Bir şey değişmeyince, ben de kendimi tutamadım, biraz sert konuştum. Kız kardeşinin yanında, belki o kadar sert konuşmamalıydım. Böylece, birlikte gittiler gördüğün gibi bu bölgede şu anda benden daha şaşkınını bulamazsınız. Nedir bütün bunlar Watson. Söylersen hayatımın sonuna kadar sana minnettar kalacağım. Bir açıklama yapmaya çalıştım ama, doğrusu ben de şaşırmıştım. Dostumuzun ünvanı, serveti, yaşı, huyu, görünüşü hepsi iyiydi ve ailenin üstüne çöken talihsizlikten başka karşı çıkılacak herhangi bir nokta göremiyorum. Kızın kendi fikrini sormadan böyle hayır cevabı verilmesi ve kızın da bir şey demeden buna boyun eğmesi insanı şaşırtıyor. Bununla beraber Stapleton o gün öğleden sonra bizi ziyarete geldi. İçimizi rahatlattı. Sabahki kabalığı için özür diliyordu. Sir Henry çalışma odasında, özel bir görüşme sonunda işlerin düzeldiğini söyledi ve bunun bir kanıtı olarak da gelecek cuma günü Merripit köşkünde yemeğe davet edilmiştik. Şimdi deli demiyorum artık, dedi Sir Henry. Bu sabah üstüme doğru gelirken, gözlerinin ifadesini unutamam ama, öyle nazik özür diledi ki. Davranışı hakkında bir açıklamada bulundu mu. Hayattaki her şeyinin kız kardeşi olduğunu söylüyor. Değerini anlaması hoşuma gidiyor. Hep birlikte yaşamışlar, dediğine göre çok yalnız bir adammış, kız kardeşinden başka kimsesi yokmuş. Onu kaybetmenin düşüncesi bile çok dehşet verici bir olaymış. Benim ona bağlandığımı önceleri anlamamış ama, bunu görünce ve kız kardeşinin elinden alınabileceğinin farkına varınca, öyle şaşkına dönmüş ki, bir süre ne yaptığını, ne dediğini bilememiş. Bütün olup bitenler için çok üzülmüş ve kız kardeşi gibi güzel bir kızı, bütün hayatı boyunca kısıtlamanın ne kadar delice ve bencilce bir şey olduğunu anlamış. Elinden gitmesi kaderse, kötü birine gideceğine, iyi birine gitmesini tercih edermiş. Ama, ne olursa olsun kendisi için büyük bir darbeymiş bu ve buna dayanabilmesi için biraz zaman istiyormuş. İşe üç ay ara verir de, hemen evlilik istemeden kız kardeşiyle arkadaşlığa devam edilirse hiç engel olmayacağını söyledi. Ben de söz verdim. Böylece, küçük problemlerden biri çözülmüş oldu. İçinde yürümekte olduğumuz bu bataklığın bir yerinde dibi bulmak yine de bir aşama sayılır. Şimdi Stapleton'ın kız kardeşinin, Sir Henry'ye karşı ters davranmasının asıl sebebini biliyoruz. Dolaşmış çileden çektiğim bir ipliğe daha geçiyorum. Geceki hıçkırıkların sırrına, Bayan Barrymore'un gözyaşı dolu gözleri, uşağın evin batıya bakan kafesli penceresine yaptığı yolculuk. Beni tebrik et sevgili dostum, bir dedektif olarak seni hayâl kırıklığına uğratmadığımı söyle, beni gönderirken gösterdiğin güven yüzünden, pişman olmadığını söyle. Bütün bunlar bir gece içinde çözüldü.
'Bir gece' dedim ama, aslında 'iki gece,' çünkü ilk gecede bir sonuç elde edemedik. Sir Henry ile sabahın üçüne kadar oturduk, merdiven başındaki saatin vuruşundan başka ses duymadık. Pek sıkıcı bir nöbetti. İkimiz de oturduğumuz yerde uyuya kaldık. Fakat, umudumuzu yitirmedik ve yeniden beklemeye karar verdik. Ertesi gece, lâmbayı aşağı indirdik, ses çıkarmadan beklemeye başladık. Zaman geçmek bilmiyordu, tıpkı bir avcı gibi, kurduğu tuzağa avının düşmesini sabırla beklediği gibi, inatla bekliyorduk. Saat biri vurdu, ikiyi, yine boşuna beklediğimiz sanmıştık ki, birden oturduğumuz yerden doğrulduk, yorgun olan beş duyumuz hazır ol durumuna geçti. Çünkü, koridorda bir ayak sesi çıtırtısı duymuştuk. Sessiz sessiz yürüyerek uzaklarda kayboldu. Derken, Sir Henry yavaşça kapıyı açtı ve izlemeye başladık. Adam balkonu dönmüştü bile, koridor karanlıktı. Öteki kanada varıncaya kadar sessizce ilerledik. Uzun boylu kara sakallı, omuzları kalkık bir adamın ayak uçlarına basa basa ilerlediğini gördük. Daha önce yaptığı gibi odaya girdi, mumun ışığı karanlıkta onu çerçeveliyordu ve koridorun karanlığına bir tek sarı ışık demeti düşürüyordu. Adımlarımızı yavaşça atarak, çevreyi kontrol ederek, dikkatle ilerledik. Ayakkabılarımızı çıkarmıştık ama, eski tahtalar her adım atışta hafifçe gıcırdıyordu. Heyecandan nefes almaya bile çekiniyorduk. Her an, farkedilmekten korkuyorduk. Adam iyi ki sağırdı, kendini tamamen işine vermişti. Sonunda kapıya varıp içeri göz attık, tam iki gece önceki gibi, mum elinde, pencerenin önüne oturmuş, dikkatle dışarıya bakıyordu. Bu olayla ilgili herhangi bir plân hazırlamamıştık ama, Sir Henry doğrudan iş görmeyi seviyordu. Odaya girdi, Barrymore bir hayret çığlığı atarak, benzi atmış bir şekilde tir tir titreyerek, olduğu yerde kala kaldı. Yüzünün beyaz maskesinden parlayan kara gözlerinin, Sir Henry'den bana çevrilince dehşet ve şaşkınlıkla dolu olduğunu gördüm. Ne yapıyorsun burada Barrymore. Hiç efendim. Öyle telâş içindeydi ki, konuşamıyordu, elindeki mumun titrek ışığı, gölgeleri bir aşağı bir yukarı kaldırıp indiriyordu. Pencereye baktım efendim. Her gece dolaşır bakarım, iyice kapalı mı diye. İkinci kattaki pencereleride mi. Evet efendim, bütün pencereleri. Bak Barrymore, dedi Sir Henry ters ters. Senden gerçeği öğrenmeye karar verdik, şimdi söylemen senin için daha iyi olur. Haydi, yalanları bırak. Söyle ne yapıyordun pencerede. Adam çaresiz bize bakıyordu, şüphe ve umutsuzluğun son noktasına varmış gibi ellerini birbirinin içinde sıkıp duruyordu. Kötü bir şey yapmıyordum Pencereye mum tutuyordum.
efendim. Pencereye niye mum tutuyordun. Sormayın, lütfen sormayın. Size yemin ederim ki kendi sırrım değil bu. Sadece benim sırrım olsaydı sizden saklamazdım.
Birden aklıma bir fikir geldi, uşağın titreyen elinden mumu aldım. İşaret olarak kullanıyordu herhalde, dedim. Bakalım cevap gelecek mi. Mumu onun tuttuğu gibi tuttum. Ve gecenin karanlığına baktım. Belli belirsiz ağaçların kara gövdelerini ve hafif ışık altında uzayan bozkırı görüyordum. Ay, bulutların arkasına gizlenmişti. Birken bir zafer çığlığı attım küçücük bir topluiğne başı gibi sarı bir ışık, gecenin karanlık örtüsünü delmiş, pencerenin çerçevelediği siyah karenin ortasında parlıyordu. İşte orda. diye bağırdım. Hayır, hayır efendim, bir şey değil, hiçbir şey, dedi uşak heyecanla. Sizi temin ederim ki... Işığı hareket ettir Watson, diye bağırdı Sir Henry. Bak o da oynatıyor. Serseri herif, bunun bir işaret olduğunu inkâr mı ediyorsun. Söyle. Kim o suç ortağın nedir bu maskaralık. Adamın yüzü meydan okur gibi bir tavır aldı.
Bu benim işim, söylemeyeceğim. sizinle ilgisi yok, O halde işini bırakır gidersin buradan. Peki efendim, gitmem gerekiyorsa giderim. Namusun lekelenmiş durumda. Kendinden utanman gerekir, ailen yüz yıldır bu evde yaşamış, sense bana karşı sinsi oyunlar hazırlıyorsun. Hayır efendim, size karşı değil. Bir kadın sesiydi bu, Bayan Barrymore kocasından daha soluk yüzlü ve dehşet içinde, kapıda duruyordu. Yüzündeki güçlü duygu ifadesi olmasa, şal ve eteklik içindeki şişko vücudu komik görünebilirdi. Gidiyoruz Eliza. Burada işimiz bitti. Topla eşyalarımızı, dedi uşak. Ah John, John, bütün bunlara ben neden oldum. Hepsi benim suçum Sir Henry, hep benim suçum. Yaptıklarının hepsi benim içindi, ben yalvardığım için.
O halde, her şeyi açıkça anlatın. Zavallı kardeşim bozkırda açlıktan ölüyor. Kapımızın önünde ölmesine gönlümüz razı olmaz. Işık, gelip yemeğini alması için verilen bir işarettir. Onun ışığı da yemeğin götürülmesi gereken yeri gösteriyor. Demek ki kardeşiniz... Kaçak mahkûm efendim, cani Selden. Gerçek bu efendim, dedi Barrymore. Kendi sırrım olmadığı için size anlatamayacağımı söylemiştim. Şimdi öğrendiniz artık ve bu hareketin size karşı olmadığını gördünüz. Demek ki, gizli hareketler ve penceredeki esrar, buydu. Sir Henry ve ben, hayret içinde kadına baktık. Bu saygı değer kadının, ülkenin en tehlikeli canilerinden birinin kardeşi olmasına imkân var mıydı. Evet efendim, benim adım da Selden'di, küçük kardeşimdir benim. Küçükken çok şımartılıp, başı boş bırakıldığı için, her istediğini yapıyordu. Büyüyünce kötü arkadaşlar edindi, şeytan ruhuna girdi, annemin kalbini kırdı ve adımızı lekeledi. Suç üzerine suç işledikten sonra, Tanrı korudu da darağacından kurtuldu ama, benim için, hâlâ o küçükken baktığım ve abla olarak sevdiğim kıvırcık saçlı haylaz çocuktur. Bir fırsatını bulup, hapishaneden kaçmış. Burada olduğumuzu, ona yardım etmekten kaçınmayacağımızı biliyordu. Açlıktan bitkin bir durumda, ayaklarında zincir buraya sürünerek geldiğinde ne yapabilirdik. Aldık, besledik, baktık. Sonra siz geldiniz efendim, kardeşim kargaşalık yatışıncaya kadar bozkırda kalmayı daha uygun gördü ve orada gizlendi. Ama iki gece de bir, orada olup olmadığını anlamak için, mum tutuyorduk, onun ışığını görünce de, kocam biraz yiyecek götürüyordu. Her gün, ah bir gitse diyorduk ama, o orada oldukça onu açlığa mahkûm edemezdik. Bütün gerçek bu, ben namuslu ve saygılı bir kadınım. Ortada bir suç varsa, o suç kocamın değil benim. O tüm bunları benim hatırım için yaptı. Kadının sözleri söylenmişti.
inandırıcı bir ciddilikle Doğru mu Barrymore. Evet Sir Henry, hepsi doğru. Karına yardım ettiğin için seni suçlayamam. Söylediklerimi unut. Şimdi odanıza gidin, yarın sabah bu işi daha etraflı konuşuruz. Gittiklerinde tekrar dışarı baktık, Sir Henry pencereyi açınca soğuk gece rüzgârı, yüzümüze kırbaç gibi çarptı. Uzakta, karanlıkta sarı ışık noktası hâlâ parlıyordu. Bakıyorum, çok kurnaz, dedi Sir Henry. Sadece buradan görülebilecek yerleştirilmiş olsa gerek.
şekilde Olabilir. Ne kadar uzak dersin. Dik kayanın yanında olmalı. Bir iki kilometre kadar. Olsa olsa o kadar. Barrymore yemek götürdüğüne göre, fazla uzak olmasa gerek. Watson, ben gidip adamı yakalayacağım. Aynı düşünce benim kafamdan da geçmişti. Barrymorelar bize sır vermemişlerdi. Biz zorla almıştık ağızlarından. Adam o çevrede oturanlar için büyük tehlikeydi, affedilecek, acınacak tarafı olmayan, ıslah olmaz caninin biriydi. Yakalayıp, adalete teslim ederek, onun bölgedeki masum insanlara zarar vermesine engel olmalıydık. Eğer müdahale etmezsek, vahşi ve zalim doğası, başkalarına zarar verebilirdi. Mesela herhangi bir gece, komşumuz Stapleton'lar onun tarafından saldırıya uğrayabilirdi. Belki de bu düşünce, Sir Henry'yi bu kadar duyarlı yapmıştı. Ben de geliyorum, dedim. O halde silâhını alıp, çizmelerini giy. Hemen çıkalım. Adam bir şeylerden şüphelenip, her an kaçabilir. Beş dakika içinde dışarıdaydık. Maceralı yolculuğumuza başladık. Karanlık çalılar, sonbahar rüzgârının kasvetli iniltisi ve düşen yaprakların hışırtısı arasından hızla ilerliyorduk.
Gece havası, nem ve çürük kokusuyla ağırdı. Ara sıra ay görünüyor, bulutlar gökyüzünde uçuşup duruyordu. Şansımıza, bozkıra çıktığımızda yağmur çiselemeye başladı. Işık sönmemişti. Sizin de silâhınız var mı. diye sordum. Var. Ona sessizce yaklaşmalıyız. Karşı koymasına fırsat vermeden gafil avlamalıyız. Watson, dostum, dedi Sir Henry, Holmes buna ne der acaba. Şeytanın gücünün arttığı karanlık saatten ne haber. Sözlerine cevapmış gibi, bozkırın geniş karanlığından, Grimpen bataklığının kıyılarından, o garip uluma yükseldi birden. Gecenin sessizliği içinde rüzgârla birlikte gelen, uzun derin bir homurtu, yükselen bir uluma, acıklı bir inilti halinde kaybolup giderken, defalarca yankılandı, bütün hava cırtlak, vahşi ve tehdit havasıyla sarsılmıştı. Sir Henry kolumu tuttu, yüzü karanlıkta pırıl pırıldı.
Tanrım bu da ne, Watson. Bilmiyorum. Bozkırda duyulan bir ses. Daha önce de duymuştum. Ses sustu, ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Nefes almaya çekinerek çevreyi dinledik, bir şey duyulmuyordu. Watson, dedi Sir Henry, Bir köpek sesiydi bu. Kanım damarlarımda donmuştu. Ani korkudan sesimin değiştiğini farkettim. Bu sese ne diyorlar. diye sordu. Kim. Köylüler. Onlar cahil kimseler. Ne dediklerinden size ne. Söyle Watson. Ne diyorlar. Durakladım ama sorudan kaçamadım. Baskerville'lerin köpeğinin sesi diyorlar.
Homurdandı, sonra bir süre sustu. Bir köpekti, dedi sonunda. Ama, sesi sanki kilometrelerce uzaktan geliyordu, şu taraftan sanıyorum. Tam olarak nereden geldiğini kestirmek güç. Rüzgârla yükselip alçalıyordu. bataklığı tarafı değil mi.
Grimpen Evet. Evet, evet, oradan geliyordu. Watson, sen ne dersin. Bir köpek uluması değil miydi bu. Ben çocuk değilim. Garip bir kuş sesinin olabileceğini söyledi. Hayır hayır bu bir köpek sesiydi. Aman Tanrım bu hikâyeler gerçek mi yoksa. Böylesine karanlık bir sebepten, tehlike içinde miyim ben. Sen bunlara inanmıyorsun değil mi Watson. Hayır, hayır.
Ama, Londra'da başkaydı, o zaman gülebiliyorduk ama, burada, bozkırın karanlığında böyle bir ulumayı duymak dehşet verici bir şey. Zavallı amcam. Yattığı yerin yanında köpeğin ayak izleri varmış. Hepsi tutuyor. Watson, korkak olduğumu sanmıyorum ama, şu ses kanımı dondurdu. Bak tut elimi. Sir Henry'nin eli demir gibi soğuktu. Yarın kendinize gelirsiniz. Bu ulumayı unutabileceğimi hiç sanmıyorum. Şimdi ne yapalım.. Dönsek mi. Hayır, kaçağı yakalamaya geldik ve yakalayacağız. Biz onun arkasında ve bir cehennem köpeği de bizim arkamızda. Yürü. Cehennem kuyusunun bütün canavarları bozkıra salınmış bile olsa yürü. Çevremizde kayalık tepeler örgüsü, önümüzde sürekli yanıp duran sarı ışık beneği, yavaş yavaş, düşe kalka ilerliyorduk. Koyu karanlık bir gecede, bir ışığın uzaklığını kestirmek oldukça zor bir iş parıltı bazen ufukta bir yerde, bazen birkaç metre ileride görünüyordu. Nerede olduğunu anladık sonunda. Işığın çok yakınındaydık, erimekte olan bir mum, rüzgâra siper olan kayaların yükseldiği bir aralığa sokulmuştu sadece Baskerville Hall'den görülecek kadar iyi ayarlanmıştı. Bizi granit bir kaya gizliyordu, arkasına saklanıp, üstünden işaret ışığına baktık, çevresinde hayat belirtisi olmadan bozkırın ortasında yanan bir mumu görmek garip bir şeydi, sadece tek, düz, sarı bir alev ve her iki yanında görünen kayalar. Ne yapalım. diye fısıldadı Sir Henry. Burada bekleyelim. Işığın yanında bir yerde olmalı, önce görelim. Bu sözler ağzımdan çıkar çıkmaz, ikimiz de onu gördük mumun yandığı aralığın üstündeki kayalarda şeytanî bir yüz, garip ihtirasların görüldüğü bir yaratığın yüzü. Çamur içinde, çalı gibi uzamış sakalı ve keçeleşmiş saçlarıyla, tepedeki şu inlerde, eskiden oturmuş olan vahşilerden bir farkı yoktu. Alttaki ışık, küçük kurnaz gözlerinde yansıyordu, avcıların ayak seslerini duymuş, vahşi ve kurnaz bir hayvanın gözleri gibi karanlıkta, dehşet içinde sağa sola bakıp duruyordu. Bir şeyden şüphelendiği belliydi. Belki Barrymore'un bilmediğimiz başka bir işareti daha vardı, belki de başka bir şey ama, şeytanî yüzünde korku görüyordum. Her an ışığı söndürüp, karanlığın içinde kaybolabilirdi. Bu yüzden ileri atıldım, Sir Henry de atıldı. O sırada kaçak mahkûm bir küfür savurdu ve üzerimize, bizi koruyan granit kayaya çarparak parçalanan büyük bir taş yuvarlandı. Koşmak için ayağa fırladığında, kısa, ufak tefek, güçlü vücudunu net olarak gördüm. O sırada şans yardım etti, ay bulutların altından çıktı. Tepenin sırtından aşağı atıldık, adam öteki yamaçtan aşağı son hızla koşuyor, bir dağ keçisi çevikliğiyle taştan taşa sıçrıyordu. Tabancamdan çıkacak bir kurşun onu durdurabilirdi ama, silâhı, bize saldırdığı zaman kullanmak için almıştım yanıma, yoksa kaçan silâhsız bir adama ateş etmek için değil. İkimiz de yarışmalara katılmış sporcular gibi iyi koşucuyduk. Fakat, çok geçmeden bizden daha hızlı koşan adamı yakalayamayacağımızı anladık. Ay ışığı altında hızlı koşup, ufak bir tepenin yamacındaki kayaların arasında bir benek haline gelip yitinceye kadar izledik. Gücümüz tükeninceye kadar koşmamıza rağmen, aramız gittikçe açılıyordu. Sonunda durduk ve soluk soluğa iki kayanın üstüne oturduk, uzakta kayboluşunu sinirden ne yapacağımızı bilemez vaziyette seyrettik. İşte tam o sırada, çok garip, hiç beklenmedik bir şey oldu. Oturduğumuz kayanın üstünden kalkmış, eve dönmek üzereydik, umutsuz kovalamadan vazgeçmiştik. Ay sağdan alçalıyordu, granit bir kayanın diş diş tepesi, gümüş yuvarlağın alt eğrisine geliyordu. Orada abanozdan bir heykel gibi, ay ışığının aydınlattığı kayanın üstünde, bir adam gördüm. Hayâl gördüm sanma Holmes, ömrümde bundan daha belirli bir şey görmediğimden emin olabilirsin. Tahminime göre ince uzun bir adamdı bu. Ayakları biraz aralık duruyordu, kollarını kavuşturmuş başını eğmişti, sanki önünde uzanan ve granitten yapılmış olağanüstü ıssızlığa bakarak bir şey düşünüyordu. O müthiş yere ait, korkunç bir hayaletti sanki. Fakat, bu esrarengiz kişi, kaçak mahkûm değildi. Bu adam ötekinin kaybolduğu yerden çok uzaktaydı. Üstelik ondan daha uzun boylu biriydi. Bir hayret çığlığıyla Sir Henry'ye bakmasını söyledim ama, o dönüp, gösterdiğim yere bakıncaya kadar, adam ortadan kayboldu. Granitin keskin tepesi hâlâ ayın alt kenarını kesmekteydi ama, üstünde o sessiz ve hareketsiz duran adamdan eser yoktu. O yöne doğru gidip kayalıkları aramak istedim fakat, orası çok uzaktı ve Sir Henry'nin sinirleri ailenin karanlık hikâyesini hatırlatan o ulumadan dolayı hâlâ gergindi. Bu yüzden, yeni maceralara atılacak durumda değildi. Bu adamı görmediği için, onun kayaların üstündeki garip varlığı ve tehdit eder gibi duruşunu ve verdiği heyecanı benim kadar hissedemezdi. Bekçilerden biridir herhalde, dedi. Şu herif kaç-tığından beri, bozkır onlarla doldu. Bu düşüncesi beni pek tatmin etmemişti. Bugün Princetownlılarla görüşüp kaçırdıkları adamın nerede aranması gerektiğini söyleyeceğiz. Onu yakalayıp, kendi tutuklumuzmuş gibi getiremediğimize üzüldüm. Dün geceki maceralar bundan ibaret. Holmes. Kabul et ki, iyi rapor veriyorum sana. Söylediklerimin çoğu elbette konudan uzak ama, bütün olup bitenleri sana anlatmamın yararı olduğuna inanıyorum. Sen sonuçlara varmak için arasından hangisini seçersen seç. İlerleme kaydettiğimiz bir gerçek. Barrymore'un söz konusu ilginç hareketlerinin nedenini ortaya çıkarmış bulunuyoruz, bu da durumu epey aydınlatmış oldu. Ama, bozkırın esrarı ve garip sakinleri eskisi gibi hâlâ büyük bir sır. Belki gelecek raporumda bununla ilgili bilgiler verebilirim. En iyisi senin buraya gelmen. Neyse, birkaç gün içinde yeniden yazarım sana.
ON Şimdi bu yöntemi bırakmak zorunda kalıyorum, yeniden o zamanlar tutmuş olduğum günlüğüme ve hatıralarıma dayanacağım. Günlüğümdeki notlar, bütün ayrıntılarıyla belleğimden silinmeyecek gibi kazılmış olan o sahneleri canlandıracak. Kaçak mahkûmu izlediğimiz gecenin sabahı bozkırdaki garip olayları anlatmaya başlıyorum. Onaltı Ekim. Kasvetli, sisli bir gün, yağmur çiseliyor. Gök, yuvarlanıp giden bulutlarla kaplı. Bulutlar sürekli yükselip alçalıyorlar ve böylece bozkırın çizgilerini daha bir belirginleştiriyorlar. Tepelerin yamaçlarında ince gümüş damarlar var uzakta, ıslak yüzlerine ışık vuran, parıldayan kayalar uzanıyor. Sir Henry, gece heyecan içinde yaşadığımız olayların hâlâ etkisinde. Ben de kalbimde bir ağırlık duymaktayım, sanki bir tehlike bizi bekliyormuş gibi, hep orada duran, bekleyen bu tehlike ve ne olduğunu tam olarak anlatamadığım için de daha olağanüstü görünüyor. Boşuna mı duruyorum böyle. Çevremizde hareket eden uğursuz bir etkiye yönelmiş olaylar serisini düşünün bir. Ailenin üzerindeki lânet efsanesini doğrulayan Hall'ün son sakininin ölümü var ki, bunun sırrı hâlâ çözülmüş değil. Ayrıca, bozkırda garip bir varlık gördüklerini söyleyen köylülerin anlattığı hikâyeler. İki kere kendi kulaklarımla duydum. Uzaktan gelen köpek ulumasına benzer bir çığlık. Doğanın normal yasalarının dışında olması imkânsız ve inanılmayacak bir şey. Yerde ayak izi bırakan, havayı ulumasıyla yankılatan bir köpek, kesinlikle hayalî olamaz. Stapleton ve Mortimer buna inanabilir ama, dünyada en çok güvendiğim bir şey varsa o da sağduyumdur. Ben, böyle bir şeye hiçbir zaman inanamam. İnanmak demek, zavallı, cahil köylülerin seviyesine inmek demektir. Bu cahil insanlar sıradan vahşi bir köpekle yetinmeyip, ağzından ve gözlerinden cehennem ateşi fışkırtan bir köpek hayâl ediyorlar. Holmes böyle hayallere inanmaz, ben de onun dostuyum. Gerçek gerçektir, bu ulumayı iki kere duydum bozkırda. Oralarda dolaşan dev bir köpeğin olduğunu kabul etmek, her şeyi anlatırdı. Ama, böyle bir köpek nerede saklanabilir, yiyeceğini nereden bulur, nereden gelmiştir, nasıl oluyor da gündüz vakti ortaya çıkmıyor. Elbette açıklaması ortaya, öteki kadar zorluklar çıkarıyor. Üstelik, bu işin içinde, Londra'daki şüpheli kişinin parmağı da olabilir. Arabadaki esrarengiz adam, Sir Henry'ye gelen ihbar mektubu. Hiç olmazsa bu gerçek. O dost veya düşman olan kişi, şimdi nerede. Londra'da mı kaldı, yoksa peşimizden buraya mı geldi. Kayalıkların tepesinde gördüğüm yabancı, o esrarengiz adam olabilir mi. Onu bir kere gördüğüm doğru ama, yine de çok iyi emin olduğum bir şey var ki, o adam burada görmüş olduğum kimselerden değil. Bütün komşuları çok iyi tanıyorum. Boyu Stapleton'dan daha uzun, Frankland'den çok daha inceydi. Barrymore olabilirdi ama, onu arkamızda bırakmıştık, bizi izleyemeyeceğinden de eminim. Demek ki bir yabancı ve bizi takip ediyor. Tıpkı Londra'daki yabancının bizi izlediği gibi. O adamı yakaladığımız takdirde, çözülmesi güç olaylara son vermiş olacağız. Bütün gücümü buna harcamalıyım. İlk aklıma gelen şey, plânlarımı Sir Henry'ye açmaktı. İkinci ise, kendi oyunumu kendim oynamalıydım ve bundan kimseye söz etmemeliydim. Sir Henry pek konuşmuyor, dalgın. Sinirleri bozkırdaki o sesi duyduğundan beri bir hayli bozuldu. Endişesini artıracak bir şey söylemek istemiyorum, yolumda kendi başıma ilerleyeceğim. Bu sabah, kahvaltıdan sonra bir şey oldu. Barrymore Sir Henry ile görüşmek istedi, çalışma odasına kapandılar bir süre. Ben bilardo odasındaydım, birkaç kez, seslerinin yükseldiğini duydum, tartıştıkları konuyu tahmin ediyordum. Az sonra Sir Henry kapıyı açıp beni çağırdı. Barrymore'un bir şikâyeti var Doktor Watson, dedi. Sırrını kendiliğinden söylediği için, kayınbiraderini izlememizi haksızlık olarak görüyormuş. Uşak, yüzünün rengi atmış, bozmadan karşımızda duruyordu.
ciddiyetini Biraz fazla ileri gitmiş olabilirim efendim, dedi. Bunun için özür dilerim. Ama, sizin dün gece Selden'ı izlediğinizi duyunca çok şaşırdım.. Zavallı, yeteri kadar izleniyor, siz de üstüne tuz biber ektiniz. Bunu daha önce söylemiş olsaydın, başka türlü davranırdık, dedi Sir Henry. Sen, sadece, daha doğrusu karın söyledi, sen sonra itiraf ettin. Bundan yararlanacağınızı düşünmemiştim Sir Henry, gerçekten düşünmemiştim. O adam, acımasız bir cani ve bozkırdaki evler korumasız. Bu caninin güvenilir biri olmadığını anlamak için yüzünü görmek yeter. Mesela Bay Stapleton'ın evini düşün, onları koruyacak kimse yok. Bu cani yeniden hapishaneye girmeden, kimse güvenlikte olmayacak.
O hiç kimseye saldıracak durumda değil efendim. O bakımdan yemin edebilirim. Bu civarda kimseye saldırmaz. Sir Henry, emin olun, birkaç gün içinde gerekli işlemler tamamlanacak ve Güney Amerika yolunda olacak. Tanrı aşkına efendim, hâlâ bozkırda olduğunu, polis duymasın. İzlemeyi bıraktılar, gemi hazır oluncaya kadar kalacak, hepsi o kadar. Eğer onu yakalatırsanız, benim de karımın da başı derde girer. Lütfen polise haber vermeyin, ne olur. Ne dersin Watson. Omuz silktim. Ülkeden kazasız belâsız giderse, bizi bir uğraştan kurtarmış olur. Ama, olursa.
gitmeden birinin canını yakacak Öyle delilik yapamaz efendim. Bütün gerekli olan şeyleri sağladı. Suç işlerse, gizlendiği yeri ele vermiş olur. Doğru, dedi Sir Henry. Peki Barrymore. Tanrı sizi korusun. Çok çok teşekkür ederim.
Yeniden yakalanacak olsaydı, karım kahrından ölürdü. Kötülüğe yardım ediyoruz galiba Watson. Ama, duyduklarımızdan sonra, adamı ele verebileceğimi sanmıyorum, neyse, bu iş burada bitiyor. Peki Barrymore, gidebilirsin. Birkaç teşekkür ifade eden cümle parçaları söyledikten sonra gitmek üzere döndü, derken durdu, geri geldi. Bize çok iyi davrandınız efendim, ben de karşılığında size bir şey yapmak istiyorum. Biliyorum bunu daha önce söylemem gerekiyordu Sir Henry ama, soruşturmadan çok sonra keşfettim. Henüz kimseye söylemedim. Yani, zavallı Sir Charles'ın ölümü hakkında. Genç Baskerville ile birlikte ikimiz ayağa fırladık. Nasıl öldüğünü biliyor musun. Hayır efendim, o kadarını bilmiyorum. Ne biliyorsun o halde. O saatte kapıda bir kadının beklediğini.