text
stringlengths
290
300k
url
stringlengths
19
415
tokens
int64
125
150k
length
int64
290
300k
SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNDEN NE ANLIYORUZ Erhan İçöz Öncelikle, suyun tüm canlılar için vazgeçilemez bir hak olduğu, her ne nedenle olursa olsun hiçbir canlının bu doğal haktan mahrum edilemeyeceği bir ön kabul olarak benimsenmelidir. İkinci olarak da neoliberal politikaların ürünü olan “sürdürülebilir kalkınma” anlayışının, suyun ticarileştirilmesi de içinde olmak üzere insan ve doğa sömürüsüne yol açtığı bilinmelidir. Çünkü bu yaklaşıma göre, kalkınma bir ön koşuldur ve bunun için de bazı şeylerden vazgeçilebilir. Bu nedenle, çevre kirletilebilir ama kirleten bunun bedelini öder. Bu anlayış, içinde bulunduğumuz küresel iklim değişikliğinin yaratıcısıdır. Yukarıda değindiğimiz iki ön kabulümüzle konuyu açalım. Suyun ticarileştirilmesi kavramının ülkemiz gündemine düşmesi fazla eski değil. Oysa dünya gündeminde yıllardır yer almakta. Aslında, doğrudan bu deyimle olmasa da yıllardır suyun ticari bir mal oluşu konuşulmakta hatta yaşanmaktadır. Burada sözünü ettiğimiz ticarileşme, kamusal alandaki ticarileşme değil. Ona da ayrıca değinilecektir. Ücretli şişe sularının yaşamımıza girmesi 50 yılı aşıyor. Cam şişe, damacana ve galonlar, hıfsızsıha tarafından 80 li yıllara kadar piyasada satılan kaynak suyunun satış kabı olarak kabul edilmekteydi (Kaynak suları yönetmeliği Madde 30 – Kaynak suları, şiye, cam galon ve damacana ile satışa çıkarılacaktır. Bu kapların renksiz camdan yapılması zorunludur). Diğer bir deyişle su, sadece cam kaplarda satılabilirdi. Fransa gibi bazı ülkelerde ise PET (polietilen) ve PVC (polivinilklorür) şilelerle su satışı yapılmakta idi. Ülkemizde de pet şişe ile satış yapılması doğrultusundaki başvurular, kaynak suları yönetmeliğine göre reddediliyordu. Ta ki Sabancı tarafından Sasa fabrikası kurulup pet şişe üretilene kadar böyle devam etti. Ne hikmetse, fabrikanın kuruluşu ile bu yönetmelikte değişiklik yapılarak (21.12.1983 18258 21.12.1983 RG), pet şişelerin de kaynak sularında kullanılmasına izin verildi. Önceleri, sadece doğal kaynak sularının satışına izin veriliyordu. Oysa günümüzde, artık sondaj suları ve Coca Cola, Pepsi Cola gibi kola fabrikalarının “işlenmiş” suları da satılabiliyor (19.07.2003 tarih ve 25173 sayılı RG). Günümüzde bunlarla da yetinilmemekte, su ticaretinin tümüyle özel sektöre, daha doğru bir deyişle su tekellerine devredilmesi için yoğun bir çaba sürdürülüyor. Dünya Su Forumları, bunun en organize yürütüldüğü dünya ölçeğindeki çalışmalarıdır. Bu forumlarda, dünya su tekellerinin, devlet kuruluşları ve bazı STK larla kolkola olmasının nedeni budur. Bu işbirliğini gizleme gereği de duymuyorlar. Sadece süslü sözlerle halka şirin göstermeye çalışıyorlar. Bu dönüşümler, kapitalist sistemin, su ticareti ile ilgili olarak önlerindeki engelleri nasıl birer birer kaldırdığını gösteriyor. Gazetelerde, Antalya Manavgat suyunun Ortadoğu'ya ya da İsrail'e satışı ile ilgili haberler de oldukça sık yer alır. Suyun ticarileşmesine diğer bir örnek de barajlar, göletler ve regülatörlerdir. Önceleri, çiftçiye sadece masraflar karşılığı tahsis edilmekte olan bu tesislerin suları, giderek paralı hale gelmektedir. Bu tesisler, birer işletme gibi görülerek, ihale ile işletilme yolları açılmaktadır. Yap işlet devret modeli de başka bir özelleştirme yoludur. Kentlerde, belediyeler tarafından sağlanan şebeke suyu, başından beri ücretlidir ve buna toplum öylesine alıştırılmıştır ki aksi düşünülememektedir. Olsa olsa kaçak su kullanımları ile bu ücretten kurtulma yolları denenmektedir ceza alma pahasına. Oysa, ileride de değineceğimiz gibi, doğal bir hak olan suyun, zorunlu ihtiyaç olan kısmının halka ücretsiz verilmesi gerekmektedir ve bu bir yerde Anayasal bir haktır da. Sonuç olarak, ülkemizde de su, aslında uzun süredir ticari bir mala dönüşmüş durumdadır. DÜNYA SU FORUMLARI Yukarıda da değindik, suyun organize bir şekilde “mal”a dönüştürülmesi için kurulan en önemli organizasyon “Dünya Su Forumu (WWF)” dur. İlki … tarihinde … de toplanan bu forumun 5. si 16-22 Mart 2009 tarihlerinde İstanbul'da toplandı. Evsahipliğini yapan kurumlardan birisi de DSİ idi. Sonuç bildirgesinde: “Değişik ülkelerden 3 prens, 3 cumhurbaşkanı, 5 başbakan, 95 bakan ve bakan yardımcısı, 263 parlamenter, 200 belediye başkanı, 91 şehirden vali yardımcısı ve 155 ülkeden üst düzey yetkili ve delegenin katıldığı forumu, Birleşmiş Milletler dahil su konusunda uzman yaklaşık 5 bin katılımcı kurum, 14 uluslararası örgüt başkanı, bin 268 basın mensubu takip etti. Dünya Su Konseyi, Devlet Su İşleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi'nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen forumda, politik gündemde suyun önemini vurgulamak, 21. yüzyılda uluslararası su sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak, somut çözümler ortaya koymak ve dünya kamuoyunu bu çözümlerin önemini anlatmak ve politik taahhütler üretmek hedeflendi” http://www.haber7.com/haber/20090322/Dunya-Su-Konseyinin-sonuc-bildirisi.php. Dikkat edilecek olursa, su tekellerinden hiç söz edilmemektedir bu bizim suyumuzu bize nasıl satacaklarının konuşulduğu forumun sonuç bildirgesinde. Yine bildirgeden okuyoruz: Bildiride, bakanlar, Gündem 21 ve Johannesburg Eylem Planı'ndakiler de dahil olmak üzere, su ve sanitasyon konusunda uluslararası düzeyde kabul edilmiş hedeflere ulaşmada, ulusal hükümetlerin üstlendikleri önceki taahhütlerini bir kere daha teyit ettiklerini, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu'nun kararlarını, su, su kullanımı, sanitasyon ve sağlıkla ilgili çok taraflı anlaşmaları kabul ettiklerini belirttiler. “Sürdürülebilir Kalkınma” vurgusuna dikkat etmişsinizdir. Devam ediyoruz Bakanlar, dünyanın, nüfus artışı, göç, kentleşme, iklim değişikliği, çölleşme, kuraklık, çevresel bozulma ve arazi kullanımı ile ekonomik ve beslenme değişiklikleri gibi hızlı ve daha önce örneği bulunmayan küresel değişikliklerle karşı karşıya bulunulduğunu hatırlattıkları bildiride, Binyıl Kalkınma Hedeflerine erişmekte ve sosyo-ekonomik kalkınma için uygun seviyedeki su güvenliğine ulaşmakta özellikle Afrika gibi dünyanın çeşitli yerlerine özgü zorlukları bildiklerini ifade etti. ”5. Dünya Su Forumu” Bakanlar Konferansı'na katılan bakanlar ve heyet başkanları, şu görüşleri paylaştıklarını kaydetti: ”Binyıl Kalkınma Hedefleri gibi uluslararası düzeyde kabul görmüş hedeflere ulaşmak ve güvenli ve temiz suya, sanitasyona erişimi, sağlıklı ve temiz ekosistemler için uygun politikalar ve her seviyede yeterli mali kaynaklar sağlayarak, mümkün olan en kısa sürede iyileştirme çabalarımızı arttıracağız. Sürdürülebilir kalkınma çerçevesinde, su ile ilgili küresel zorlukları çözmeye kararlıyız. Hızla artan nüfusları ve değişen tüketim kalıplarını dikkate alarak, yeterli gıdanın sürdürülebilir üretimini gerçekleştirmek, özellikle kırsal alanlarda yaşam standartlarını iyileştirmek ve uluslararası kabul görmüş kalkınma hedefleri ve diğer ilgili uluslararası anlaşmalarla tutarlı ve uyumlu olarak yoksulluk ve açlığı ortadan kaldırmak için, uygun şekilde, sulama şebekeleri kurma ve tarımda yağmur suyundan yararlanma da dahil olmak üzere; su talep yönetimini ve tarım için su kullanımının üretkenliğini ve etkinliğini iyileştirmeye, bunların yanı sıra, tarımsal üretkenliği arttırmaya ve suyu korumaya gayret edeceğiz.” Küresel değişikliklerin su kaynakları, doğal hidrolojik süreçler ve ekosistemler üzerindeki etkileri konusundaki yaklaşımlarını ve tüm sektörlerin yüzey ve yer altı sularında yarattığı kirliliği önlemek için çabalarını güçlendireceklerini ifade eden bakanlar, su sıkıntısı çekilen bölgelerde, deniz suyunun arıtılması ve atık suların yeniden kullanımı için temizlenmesi amacıyla yatırım yapma ve bu yatırımların sürdürülebilir ve finanse edilebilir olması için teknolojik destek ve bilgi sağlama gereksinimini dikkate alacaklarını vurguladı. Taşkınlar ve kuraklık da dahil olmak üzere doğal ve insan kaynaklı afetleri önlemek ve karşılık verebilmek için çalışmaya kararlı olduklarını ifade eden bakanlar, su izleme sistemlerini iyileştirmek ve yararlı bilgilerin, komşu ülkeler de dahil olmak üzere, tüm ilgili nüfusların serbest kullanımına açık olmasını sağlamak için çabalayacaklarını belirtti. Tüm bu söylemlerin, 5. Dünya Su Forumuna karşı olanların söylemleri ile olan benzerliği dikkat çekmektedir. Tüm bu yazılanların arkasında duran uluslar arası tekeller olmasa, içinde taşıdığı tuzak cümleler olmasa, altına hepimizin imza atabileceği sözler bunlar. İyi de bu yatırımları kim yapacak, ne karşılığı yapılacak ve kullanıcıya nasıl yansıyacak. Tek bir yerinde bile suyun halka ücretsiz sağlanacağından söz edilmemekte. Sürdürülebilir Kalkınma öngörüsü içerisinde ele alınacağı sık sık vurgulanmakta. Sürdürülebilir Kalkınma, kim için, kimler kalkınıyor. Bugüne kadarki kalkınmalardan halk nasıl yararlandı ki bundan sonrakilerden yararlansın. Yıllık yüzde şu kadar kalkınıyoruz ama halk giderek yoksullaşıyor. İşte Sürdürülebilir Kalkınmanın sonucu. Forumda parlamenterler ve yerel yöneticiler de bir araya geldi. 45 ülkeden gelen 250 yerel yönetici İstanbul Su Mutabakatı`nı imzaladı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş`ın açıkladığı bildiride sağlıklı suya erişimin, tüm insanların en temel haklarından biri olduğu vurgulandı. Forumun suyun ticarileştirilmesi için yapıldığını savunanları haksız çıkaran şu cümle de mutabakatta yer aldı: `Su, kamu malıdır ve bu nedenle kısmen veya tamamen özel sektöre ihale edilmiş olsa da kamunun kontrolünde olması gerekir'. Kamu kontrolü bugün de var ama bu, suyun paralı olmasını engellemiyor. Tersine, tamamen özel sektöre ihale edilse de tümcesi ile suyun özelleştirileceğinin itirafı yapılıyor. 5. Dünya Su Forumu'nda imzalanan “İstanbul Su Mutabakatı”nda neler var bir de ona bakalım. Bu mutabakat, doğal olarak pek çok konuda, herkesin katılabileceği saptamaları yapıyor. Çünkü buna zorunlu. Aksi taktirde asıl amaçları olan suyun ticarileşmesini kabul ettirebilme şansları olamaz. Aşağıda, koyu yazı ile yazılan yerleredikkat çekmek istiyoruz. İstanbul Su Mutabakatı'ndan seçkiler - Su sorunlarının yapısı, kapsamı ve dinamikleri gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Gelişmekte olan ülkelerdeki temel kaygılar finansal takviye kapasiteleri ile yasal çerçevedeki yatırımlarken, gelişmiş ülkelerdeki bölgesel idareler altyapı sorunları ile karşı karşıya kalmakta, halkın gereksinimlerini karşılamakta ve kirliliği önlemekte yetersiz kalmaktadırlar. - Gerek yerel gerekse bölgesel tüm düzeylerdeki su talebini karşılayabilmek, bu küresel değişikliklere uyum sağlamak ve önlem alabilmek için, yeni ve kalıcı bir yaklaşım gereklidir. Su kaynaklarının eşitlikçi, uygun ve sürdürülebilir yönetimi ve hizmet talepleri birlikte hareket eden, işbirlikçi faaliyetleri ve farklı kademelerdeki idarelerin bu sorumlulukları paylaşmasını gerektirmektedir. Belediye başkanları ve yerel/bölgesel seçilmiş temsilcilerimizin desteği ile ulusal hükümetlere ve uluslar arası kuruluşlara çağrıda bulunuyoruz; - Yerel ve bölgesel idarelerin su rezervleri ve sağlık hizmetleri konularındaki yerel yetkilerini, mali kaynaklarını ve kurumsal kapasitelerini güçlendirmek, yerinde hizmet ilkesi doğrultusunda yerel hükümetler tüm paydaşları ile müzakere halinde hareket ederek çeşitli yönetim modellerinden birini seçme sorumluluğunu üstlenmelidirler. - Yerel ve bölgesel idarelerin finansal kaynaklara doğrudan erişimlerini sağlamak, kolaylaştırmak ve yoksul toplumlara yönelik yerel su ve sağlık hizmet altyapılarının finansmanını arttırmak, küresel değişikliklerin etkilerini azaltarak uyum sağlanmasını hızlandırmak . - Borca karşılık su yatırımları almak gibi yöntemler ile su sektörünün borçlarının azaltılması ile ilgili yatırımları kapsama almak; Yerel ve Bölgesel İdarelerin Taahhütleri Etkin stratejilerin acilen geliştirilmesi gereğinin farkında olan uygun yasal, kurumsal ve mali yapıya sahip şehirler ve bölgeler, bir önceki kısımda ulusal idarelere çağrıda bulunmuşlardır. Bununla birlikte iklim değişiklikleri, nüfus artışı, kentleşme, hızlı ekonomik gelişim ve yerel su kaynakları ile su sistemleri üzerindeki diğer baskılar, etkilerini politik ve sosyal sistemlerin cevap verebileceğinden çok daha hızlı bir şekilde göstermektedirler. Bu nedenle bizler, belediye başkanları ve yerel/bölgesel seçilmiş temsilciler olarak işbu İSTANBUL SU MUTABAKATI'nı kendi yerel/bölgesel idarelerimiz adına imzalıyor ve elimizdeki tüm yetki ve kaynaklarla su yönetim amacımızı gerçekleştirmek için kendi yerel politikalarımız çerçevesinde azami çabayı göstereceğimizi taahhüt ediyoruz. Bu taahhüt, ulusal idarelerin, yerel ve bölgesel idarelerin su sektöründe yüksek verimlilikli erişim ve başarılı uygulama önlemlerini almak için çok önemli bir rol oynamak zorunda olduklarının bilince varacakları ve yakın bir gelecekte yerel idarelerin bu konudaki faaliyetlerini etkin şekilde gerçekleştirebilmeleri ve finanse edebilmeleri için gereken politik reformları yapacakları beklentisi ile verilmiştir. Taahhüdümüzü yerine getirebilmemiz için politik gücümüzü kendi şehir/bölgemizde aşağıdaki faaliyetleri başlatmak için kullanacağız: - Yerel su kaynakları üzerindeki dâhili ve harici baskıların, suda yaşayan canlıların biyolojik çeşitliliği ile sistemdeki temel farklılık ve zorlukların bir listesini oluşturmak; - Tüm paylaşımcılar (sivil toplumlar da dahil olmak üzere) ile yerel/bölgesel düzeydeki diyalogu geliştirerek temel birimler (yerel ve bölgesel idareler, tedarikçiler, kullanıcılar, bilimsel çevreler) arasında yerel öncelikleri ve su sektöründeki faaliyet planını oluşturacak ortak bir görüş meydana getirmek. - Uzun ve orta vadede gelecekte yerel su kaynaklarını ve sistemlerini tehdit eden gelişmelere uyarlanması için yerel ve bölgesel idare politikalarının, stratejilerinin ve planlarının güçlendirilmesi; - Yerel/bölgesel düzeyde daha iyi bir su yönetimi için (suyun kamuya ait bir varlık olduğundan ve gerek kısmen gerekse tamamen özel sektör tarafından yönetilmekte olmasına bakılmaksızın kamu tarafından kontrol edilmesi gerektiğinden hareketle) su idaresinin oluşturulması ve geliştirilmesi; Burada yer almayan diğer mutabakat maddeleri, yukarıdaki anlayışla ele alındığında, ne kadar iyi ve hoş görünse de ardındaki hedefin “finansman”, “yeni yönetim anlayışı”, “tamamen özel sektör vurgusu” gibi tuzaklar açıkça sırıtmaktadır. DSK, su kıtlığının insanlığın ortak sorunu olduğunu ileri sürerek su kaynaklarının serbest kullanım ve ticaretini savunurken, aşağıdaki ifadeleri kullanmaktadırlar. “Güney” coğrafyasında, kentlerdeki yüksek nüfus artışı su kaynakları üzerinde aşırı baskı oluşturmakta; su sunumunda kıtlık yaratmaktadır. Maliyetin altında, yapay olarak düşük fiyatlandığı için su tüketiminden israf doğmaktadır. Devlet ve yerel yönetimler, düşük yatırım, popülizm ve yolsuzluk nedenleriyle bu işi becerememektedir. Güvenli su üretimi, dağıtımı için hızlı özelleştirmeyle özel sektörün su üretim ve dağıtımını üstlenmesi gerekmektedir. 4 www.un.org/millenniumgoals/ 5 www.water-2001.de/ 6 www.johannesburgsummit.org/23 TMMOB Su Raporu DSK tarafından düzenlenen DSF da yukarıda belirtilen gerekçeler doğrultusunda, su işlerinin özelleştirilmesini kolaylaştırmayı öne çıkarırken, bir yandan da özelleştirmeyi kamuoyuna mal ederek meşrulaştırmayı hedeflemektedir.
https://yesilgazete.org/suyun-ticarilesmesi-ve-sonuclari/
7,616
15,180
SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNİN SONUÇLARI Erhan İçöz Yukarıdan beri anlatılanlar, suyumuza göz dikildiğini açıkça göstermekte. Bu güne dek kısmen özelleşmiş, metalaşmış olan su, giderek tümüyle bir “mal” haline dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Dünya su devi şirketler, Dünya Su Forumlarının baş katılımcılarıdır. Neden? İnsanları çok mu seviyorlar. Halka ücretsiz hizmet mi etmek istiyorlar. Kapitalizmin mantığı, daha fazla kar olduğuna göre, özelleşecek suları, daha ucuza mı satacaklar. Yoksa, ipotek edilen tarlaların çok ucuza kapatılması ile, endüstriyel tarımın altyapısının da oluşturulmasına mı çalışılıyor. Şimdiden, ülkemizde binlerce dönümlük çiftlikler kurulmakta. Ödeme güçlüğü içerisindeki çiftçilerin elinden tarlaları birer birer alınarak dev çiftlikler oluşturulmaktadır. Yani, ortada sadece suyun özelleştirilmesi değil, aynı zamanda tarımsal üretimin de tekellerin eline geçme oyunu var. Sulama suyuna sayaçlar takılmaya başlandı. Yani çiftçi, sulamada kullanacağı suya peşin ödeme yapacak. Su satın almazsa verimi düşecek, güç durumda kalacak. Parası yoksa, bankalar ne güne duruyor, alırsın krediyi, sularsın tarlanı. Su satın alıp da ödeyemezse, ipotek ettiği tarlası, bankanın eline dolayısıyla da tekellere geçer. Oyun bu kadar açık oynanıyor. Kentlerdeki durum ise daha farklı bir yönde gelişiyor. Su tekellerinin ve dolayısıyla DSF nun öngörüsüne göre, aşırı büyüyen kentler, susuzluk baskısı altında. Yerel yönetimler, oy kaygısı ile suyu ucuza vermek durumunda kalıyor. Bu da su hizmetlerinin aksaması demektir. Çözüm olarak da tabii özelleştirme öneriliyor. Devlet yerine özel sektör suyu sağlayacak, suyu satabilmek için de temiz ve bol su sağlamak zorunda olacak. İddia bu. Ya fiyat ne olacak. Maliyetlerdeki artışlar bahane edilerek su fiyatları arttırılacaktır. Zaten gerekçelerinde de ucuz su verildiği için hizmetin aksadığı savı var. susuz yaşanamayacağına göre, kentliler özel sektörün insafına kalacak. NE YAPMALI Suyun metalaşmasına karşı mücadeleler yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü: a) kamusal su talebini savunmamalıdır, çünkü bugün suyun metalaşmasında en fazla başvurulan yöntem kamu-özel işbirliğidir. b) su kaynaklarının mülkiyetinin devlette kalması da savunulacak bir durum değildir, çünkü bu yönde stratejiler geliştirilmektedir c) su kaynaklarının mülkiyeti devlette kalsa ve hatta devlet, suyu kamu malı gibi veriyor olsa bile sorun devam ediyor olacaktır. Çünkü su kıtlığı yalnızca bir retorik değil bir gerçektir. Ve suyun en yoğun tüketildiği alanlar evsel kullanım değil kapitalist sanayi ve tarım üretimidir. Dolayısıyla su kamusal olarak verilse bile sanayi ve tarımın kar amaçlı su tüketimi artarak devam edecektir, çünkü kapitalist isletmeler de suyu kamusal bir mal olarak almaya devam edecektir. d) sonuç olarak suyun metalaşmasına karşı mücadeleler mutlaka anti-kapitalist bir perspektiften yürütülmesi gerekir ve suyun sadece kullanım değerlerinin üretimine ve evsel kullanıma tahsisi savunulmalıdır. Bu talep, kapitalizmi aşan bir taleptir, çünkü kapitalizmde kullanım değerleri değil değişim değerleri üretilir. Toplum olarak suyumuza, yaşamımıza sahip çıkmak zorundayız. Bunun yolu, suyun ticari bir mal olmasını önleyecek örgütlenmelerden geçer. Anayasanın, uluslar arası sözleşmelerin, Helsinki Yurttaşlar Sözleşmesinin ve nihayet sivil itaatsizliğin tüm yollarını, meşruiyet sınırlarında kullanmak zorundayız. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu (STHP), yayınladığı bildirge ile suyun ticarileşmesine neden karşı olduklarını kamuoyuna aşağıdaki şekilde duyurmuştur. Kamuoyunu, bu mücadeleye davet ediyoruz. - Yapılacak her çeşit su yapılaşmasının gereklilik ve yararlarının açık olarak tartışılması, etkilenecek halk kesimlerinin görüşünün çoğunluk görüşü olarak alınması, çevresel, kültürel ve toplumsal etki değerlendirmelerinin yapılması, su yapılaşmalarının kapitalist yapı ve finans sektörünün çıkarlarına göre değil tüm canlı yaşamın ve doğanın sürdürülebilirliği temelinde projelendirilmesi ve yer seçimlerinin bu kriterlere göre belirlenmesi, - Suya erişimi olmayanların suya kavuşturulması ve evsel suyun parasız olarak sağlanması için suyun meta üretimi yapan firmalara piyasa fiyatıyla satılması ancak sanayinin kendi arıtma tesisini kurarak üretimlerinde ihtiyaç duydukları suyun en az yarısını arıtılmış suyla karşılamaları - Tarımsal sulamada, geçimlik tarım üretimi yapanlara suyun parasız temin edilmesi - Tarımsal üretimde verimliliğin insan sağlığına katkısının ön planda tutulacak şekilde yeniden değerlendirilmesi, - Tarımda büyük toprak sahipliğinin, kapitalist tarımın aşılması, su ve toprağı koruyacak yenileştirilmiş geleneksel tekniklerin geliştirilmesi, - Su havzaları üzerindeki kapitalist baskıların (yapılaşma ve rant) tamamen kaldırılması ve böylece su kıtlığı ve verimlilik arttırma baskılarının önlenmesi, - Su havzalarının kısa, orta, uzun mesafe koruma bölgelerine göre değil tamamının koşulsuz korunması ve denetiminin yerel halk tarafından kurulan komitelerle yapılması, - Su havzalarında maden arama izinlerini öngören yasaların ve verilen izinlerin iptal edilmesi, - Sanayinin yeraltından ve yüzeysel sulardan kaçak su çekmesinin engellenmesi ve kullandıkları suyu arıtarak tekrar kullanıma sokmalarının denetlenmesi, fosil akiferlerden su kullanımına izin verilmemesi, - “Sürdürülebilir kalkınma” stratejileri ile değil “doğal dengenin sürdürülebilirliği” ne göre sulak sistemlerin, havzaların korunması, - Mera ve orman alanlarının korunması ve geliştirilmesi, - Tarımsal faaliyetlerle, sanayi ve evsel atıklarla su havzalarının kirletilmesinin önlenmesi, - Biyoçeşitliliği tehdit eden genetiği değiştirilmiş tohumlarla üretimin ülkemizde ve tüm dünyada yasaklanması, - Şirketlerin coğrafi koşullar gözetilmeksizin geliştirdiği hibrit tohumlar yerine bulunduğu coğrafyaya daha iyi adapte olmuş, daha az su ve besin maddesi tüketen yerel çeşitlere ağırlık verilmesi, - Baraj yapımı ve Hidroelektrik santral (HES) ile akarsulara müdahalelerin ile tarihi, kültürel ve doğal dokuların yok edilmesini hedefleyen, göçlere zorlayan her türlü girişime müdahale edilmesi, - Enerji üretiminde fosil yakıtlara dayalı uygulamalara son verilip, rüzgar ve güneş başta olmak üzere yenilenebilir enerji üretimine geçilmesi, - Enerji üretiminin uzak mesafelerden yapılması yerine olabildiğince gereksinilen yörelerde yapılması, kapitalist üretimin enerji gereksinimindeki artışa göre değil kaynakların yenilenebilirliğine göre planlama yapılması, - Yerel düzeyde su paylaşımına ilişkin muhtemel politika ve senaryoların yakından izlenmesi, - Su ile ilgili yasaların oluşum sürecine halkın müdahale etmesinin sağlanması, - Gerek İtalya ve Hindistan'da gerekse Türkiye'de Su şirketlerine kendi özel güvenlik örgütlerini kurma izni veren yasal düzenlemelerin derhal iptal edilmesi için girişimlerin başlatılması, - Su ve toprak yönetiminde üretenlerin söz sahibi olduğu politikaların uygulanması, - Su hizmetleri ve bağlantılı işlerde çalışanların tam güvenceyle, özgürce, insana yakışır ücretlerle çalışabileceği çalışma ortamlarının yaratılması - Emek örgütlerinin mücadeleyi içselleştirmesi için stratejilerin geliştirilmesi, güçlü bir toplumsal muhalefetin yaratılması, - Herkesin içilebilir ve temiz suya erişiminin eşit ve parasız olarak sağlanması - Herhangi bir ülkede su kaynaklarının verimliliğinin artması komşu ülke halkları ve çalışan kesimlerinin suya erişimini kısıtlayacağı ve dolayısıyla ücretlerinin satın alma gücünü azaltacağı için “verimlilik arttırma” çabaları karşısında komşu ülkelerin emekçileriyle ortak örgütlenmeye gidilmesi - Şirket ya da devletlerin su politika ve uygulamalarının tüm dünyaya duyurulması ve aynı tip uygulamaya maruz kalan ülke, bölge ve yörelerin mücadele deneyimlerinin aktarılmasının çok önemli olduğu ulusal ve uluslar arası iletişim kanallarının acilen yaratılması gerekliliği konusunda ortaklaşılması - Uluslararası mücadelelerin izlenmesi, suyun ticarileştirilmesi süreçlerinde saldırılara karşı üretilen yerel direnişleri, mücadele deneyimlerini birbiriyle paylaşan, bunları ortak zeminlerde bütünlüklü bir direnişe dönüştürebilen, uluslar arası bilgi paylaşımı ile dünya halklarının ortak hareket etmesinin sağlanması, - Su mücadelesinde taleplerin dünya ölçeğinde ortaklaştırılmasında dünyada en zor koşulda yaşayan yerel toplulukların çıkarlarından hareket edilmesi ve onların taleplerinin dünya talebi haline getirilmesi, - Dünya ölçeğinde örgütlenme/dayanışma ağları oluşturulurken yerel tarihsel ve kültürel tüm farklıkların göz önüne alınması - Dünya Bankası başta olmak üzere uluslar arası kredi kurumları ile hükümetlerin yaptıkları kredi anlaşmalarından suyun ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesinin derhal çıkarılması ve bir daha önerilememesi için dünya halklarının ortak bir tavır alması konusunda girişimlerin başlatılması, - Sanatçıların da başta su hakkı demokrasi ve haktan, emekten yana ürünler yaratması, yayınlaması, gösterime sunması, örgütlü mücadeleye kendi çalışmalarıyla katkı vermesi Uzun dönemde: Ortak görüşlerimizin yaşama geçmesi konusundaki kararlılığımız “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu”nun programlı örgütlü mücadelesine güç verecektir. Bizler hiçbir ekonomik değerin insanın kültürel ve tarihi geçmişinden, doğal dengenin ve canlı yaşamın en küçük parçasından daha değerli olamayacağını düşünmekteyiz. Su yaşamın kendisidir. Suyun ticarileştirilmesi sadece insanlar için değil tüm doğa ve diğer canlılar için de kabul edilemez. Suyun kendisini kullanım değeri olarak talep etmek ve suyun sadece kullanım değerlerinin üretiminde kullanılabileceğini savunuyoruz. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin insanlık yararına kullanıldığı, sömürüsüz ve özgür bir dünya talebimizi ete kemiğe büründürüyoruz. Kısaca, Toprağımızın, ekmeğimizin, emeğimizin ve SUYUMUZUN kullanım değerine sahip çıkıyoruz bunun anlamı bütün üretimin yalnızca toplum yararına odaklanması demektir
https://yesilgazete.org/suyun-ticarilesmesi-ve-sonuclari-3/
5,027
9,862
İnfaz Savcılığı tarafından düzenlenen müddetnamelerde Tahir Canan için önce 2013 sonra 2016, daha sonra da 2025 yılında tahliye olabileceğine dair müddetnameler hazırlanmıştı. Tahir Canan'ın avukatı Yıldız İmrek 27 Ekim 2011 tarihinde, Bandırma Ağır Ceza Mahkemesine 2025 yılına takvimli müddetnameye itiraz etmiş, Bandırma Ağır Ceza Mahkemesi bu talebi reddetmişti. Bu kararın ardından Bandırma Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararına karşı Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesi'ne yapılan itiraz sonuca bağlandı. Çeşitli nedenlerle Bandırma ve Balıkesir Ağır Ceza Mahkemeleri arasında 3 aya yaklaşan uzun bir trafik sonunda Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesi, İmrek'in itirazını haklı bularak, Bandırma Ağır Ceza Mahkemesinin red kararını bozdu. Karar, Tahir Canan'ın 2025 yılına kadar cezaevinde kalma ihtimalini ortadan kaldırıyor. Karar henüz tebliğ sürecini tamamlamadığı için Bandırma'ya ulaşmadı. SERBEST BIRAKILMALI Tahir Canan'ın avukatı Yıldız İmrek gazetemize yaptığı açıklamada, Tahir Canan'ın derhal serbest bırakılması gerektiğini dile getirdi. Mahkemenin verdiği haberin 1993 ylında Malatya DGM tarafından Canan'a verilen 12.5 yıllık cezanın infaz edilemeyeceği anlamanı geldiğini aktaran İmrek, son kararın ardından gerekenin biran önce yapılmasını beklediklerini söyleri. Tahir Canan 1978 yılında “siyasi amaçla adam öldürdüğü” iddiası ile hüküm giydi. 1991 yılında şartlı tahliye ile cezaevinden çıkan Canan, 1993 yılında Türkiye Devrimci Komünist Partisi üyesi olduğu iddiası ile tekrar yakalanarak 12.5 yıl cezaya çarptırıldı. Canan, tahliye edilmezse 2025 yılında cezaevinden çıkabilecek.
https://yesilgazete.org/tahir-canan-icin-tahliye-umudu/
783
1,590
Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi'yle ilgili mahkemeden yeni bir iptal kararı geldi. Daha önce TMMOB'un açtığı davayla imar planı tadilatları iptal edilmişti; yeni davada ise projeye onay veren Koruma Kurulu Kararı iptal edildi. Yedi kişinin açtığı ve avukatlığını Gonca Yılmaz'ın yaptığı dava İstanbul 4. İdare Mahkemesi'nde karara bağlandı. Davacılar, Taksim Yayalaştırma Projesi'ne ilişkin 17 ocak 2012'de tasdik edilen, 1/5000 ve 1/1000 ölçekli 'Koruma Amaçlı Nazım ve Uygulama İmar Planı' tadilatına izin veren İstanbul 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararının, 'kamu yararına aykırı olduğunu' öne sürerek iptalini istedi. Taksim Meydanı yayalaştırma projesine ilişkin TMMOB'un açtığı Koruma Amaçlı Nazım ve Uygulama İmar Planı tadilatına ilişkin iptal istemi 1. İdare Mahkemesi tarafından iptal kararı verdiği için davanın bu kısmıyla ilgili tekrar karar verilmedi. Öte yandan İstanbul 2 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun kararının iptaline karar verildi. İmar plan tadilatı ve Koruma Kurulu Kararı iptal edilen Taksim Yayalaştırma projesinin dalış tünelleri altı aydan beri kullanıma açık. (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/taksim-yayalastirma-projesiyle-ilgili-koruma-kurulu-karari-iptal/
574
1,160
Ibrahim Ruc Sevan Nişanyan 12 Nisan 2009'da kaleme aldığı yazıda dediği “İlkokul kitaplarının sınırları dışına çıkınca insanın zihni açılıyor, ufku genişliyor, nefesi ferahlıyor“ cümlesi ne kadar da doğru. Türkiye'nin durumunu göz önüne seriyor. Almanya'da yaşayan biri olarak insan bir an için ortaokulda elinde tuttuğu Alman tarih kitaplarının değerini anlıyor. Ve elbette tarihini doğru anlatıp yüzleşebilmenin getirdiği faydaları. Almanya Farkı Almanya'nın yoldan çıktığı dönemde (1933-1945 Adolf Hitler dönemi) Almanya'nın da bir ulu mu ulu bir 'Führer'si varmış. Okullarda her sabah alman bayrağı çekilirmiş direğe ve nazi selamı verip ulusal marşlar söylenirmiş. 'Hitler Jugend' yani Hitler Gençliği adı altında bir gençlik örgütü, bizim İttihatcılar gibi, çocuklara askeri eğitim veriliyormuş. Spor dersinde 'bomba atma' öğretiliyormus çocuklara. Hatta uçaktan bombanın nasıl atılacaği bile öğretiliyormuş. Tarih dersi kitabımda bunların resimleri bile vardı. Almanya tarihi hakkında bütün bildiklerim okuldaki tarih dersi kitabımdan. Hiç Almanya tarihi hakkında bir kitap okumaya zahmet etmedim. Tarih dersindeki notum da zaten iyidi. Tarih dersi kitabımda milyonlarca yahudi ve roma'nın (çingene ve diğer azınlıklar) katledilişi yaziyor. Resimlerle, sayılarla almanların vahşeti anlatılıyordu. Kendi suçlarina dürüstce sahip çikiyorlar almanlar. 'O zamanlar halkımız hazır değildi' 'önder tüm gücü elinde toplamışdı, biz sadece emir kuluyduk' diye de kıvırmıyorlar. Elbette Nürnberg davalarında korkudan kıvıranlar olmuştur Generallerden. Ama tarih bilgisi az olan Almanlar dahil iki dünya savaşının saldırganı olduklarını biliyorlar. Ve hiç övünmezler Hitler döneminde Skandinavya, Batı ve Doğu Avrupa'nin ve Kuzey Afrika'nın büyük bölümlerini işgal etmeleri ile. Tarihi ile övünmenin nostaljik bir hastalık ve ileriye dönük umutsuzluk olduğunu bilirler. Tarihde işledikleri suçun da farkındalar. İsrail devletine ve yahudilere karşı hassasiyetleri de ondandır. Biz de ise hala ulu mu ulu bir önderin heykelleri her tarafda dikili. Ders kitapları yetersiz. Tarihimizi çarpıtmakda bir numarayız. Geçtiğimiz aylarda Almanya'da, Milli Görüş'e bağlı Lübeck Fatih Camii'nde 'Çanakkale Şehitlerini Anma Töreni' adı altında öğle namazına müteakiben bir program yapıldı. Çanakkale Savaşında milletimizin ne kadar cesurca ve fedakarca savaştığını anlattılar. Her sene aynı şeyi dinliyoruz. Tarihden az buçuk anlayan insanın aklına şu soru geliyor: Balkan'da, Trablusgarp ve Bingazi'de, Hicaz'da savaşan askerler çekilmek zorunda kaldığı için cesur, fedakâr ve en önemlisi şehit değilmiler de, kimse orda canlarını kaybedenleri anmıyor? Her zaman ve her yerde emperyalizme karşı durduğunu belirten o Milli Görüş'ün toprak kaybetmek emperyal amaçlarına ters mi düşüyor acaba?! Zihinsel Fark Almanya'da yaşayan milliyetçi kesimin ne düşündüklerini ve zihinlerini çok iyi biliyorum. Hepsi vatanı için can vermeye hazır. Vatana hizmet edebilmek için can çekişiyorlar. Laf çok icraat yok. Problem o değil, asıl problem 'Vatanın' ve 'Devletin' kelimesinin yanlış algılamalarıdır. Hangi dersin öğretmeniydi hatırlamiyorum, 'Ekonomi ve Politika' dersinin olsa gerek, demişti ki: 'Devlet, millete hizmet kurumudur'. Hangi alman, vatanı için can vermeyi göze alıyor acaba? Almanya'da askerlik zorunlu, ama 'Zivildienst' yani sivil hizmet şeklinde bir alternatifi de var. Hiçbir alman askeri devleti için ölmek istemez. Askere giden almanlar bile askerlikte ideoloji dersinden geçirilmiyorlar, zaten Almanya'nın dayatmacı resmi bir ideolojisi de yok. Almanya'da bir insan hayatı değerlidir. Anayasal Fark Son iki cümleye dikkatinizi çekmek istiyorum. 'Resmi ideoloji yok' ve 'Almanya'da bir insan hayatı değerlidir', bu işlemin sonucu Alman Anayasası'dır. Türkiye Anayasası'nda apaçık bir resmi ideoloji belirtilmektedir. Türkiye'nin ilk üç maddesi dokunulmazdır. Bu ilk üç maddenin arasında resmi ideoloji apaçık ortada. Yani Türkiye'nin dokunulmaz bir resmi ideolojisi vardır. Alman anayasasının birinci maddesinin ilk iki fıkrasinda dokunulmaz diye belirtilen şeyler ise, insan onuru ve insan haklarıdır. Tüm devlet organlarının da temel haklara itaat etmesi gerektiği üçüncü fıkrada belirtiliyor. İşte tarihle yüzleşebilmenin getirdiği faydalar ortada.
https://yesilgazete.org/tarih-ile-yuzlesebilmek-ve-farklar/
2,046
4,246
İstanbul 2 No'lu Koruma Kurulu, Galataport projesi kapsamında tescilli kültür varlığı Paket Postanesi'ni restorasyon projesine aykırı bir şekilde yıkan yetkililer hakkında yasal işlem başlatılmasına karar verdi. Kültür varlığı Paket Postanesi ve Karaköy Yolcu Salonu'nun, Karaköy Sahili'nde devam eden Galataport projesi kapsamında yıkılması büyük tepkilere neden oldu. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi'nin Galataport projesi kapsamında Koruma Kurulu'nun kararına rağmen yıkılan tescilli Paket Postanesi ve Kemankeş Caddesi'nde ortaya çıkan çatlaklar nedeniyle sorumlu yetkililer hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Paket Postanesi yıkanlar hakkında yasal işlem Diken'den Rıfat Doğan'ın haberine göre, İstanbul 2 No'lu Koruma Kurulu, suç duyurusu üzerine Paket Postanesi'nde yaptığı inceleme sonucunda KUDEB uzmanlarınca düzenlenmiş raporlar ve İBB İmar ve Şehircilik Daire Müdürlüğü'nün Yapı Tatil Tutanağı göz önüne alındığında Kurul'un geçen yıl 9 Haziran tarihinde onaylanan restorasyon projesine aykırı uygulamaların yapıldığını ve Paket Postanesi'nin kurul kararına aykırı bir şekilde yıkıldığını tespit etti. Kurul, söz konusu uygulama nedeniyle 2863 sayılı yasanın 65. maddesi gereği sorumlular hakkında yasal işlem başlatılmasına karar vererek, yazısında şu ifadelere yer verdi: “Tescilli 3 parselde inşai müdahalenin durdurulmasına, Kemankeş Caddesi üzerinde yer alan tescilli kültür varlıkları ve ilgililerince yapılan şikayetler de göz önünde bulundurularak; alanda ve çevresinde can, mal ve her türlü güvenlik tedbirlerinin ilgililerince ve belediyesince sağlanmasına bahse konu 6-7 parsellere ilişkin iletilen restorasyon (reskonstrüksiyon) projesinin Kurulumuz üyelerince yerinde inceleme yapılmasından sonra değerlendirilebileceğine…” 'Karaköy Yolcu Salonu da karara aykırı şekilde yıkıldı' Koruma Kurulu ayrıca Paket Postanesi ile ilgili hazırlanan yeni tadilat restorasyon projesinin de uygun olmadığına karar verdi. Kurul, yerinde yaptığı incelemede Karaköy Yolcu Salonu'nun restorasyon projesi kapsamında sökülmesi gereken kısımları yerine iş makineleriyle yıkıldığını tespit etti. Kurul, yapının ne kadar yıkıldığının tespiti için gerekli bütün belgelerin kendisine gönderilmesini talep ederken, belgeler gelinceye kadar herhangi bir uygulama yapılmamasına karar verdi. (Diken)
https://yesilgazete.org/tarihi-paket-postanesini-yikanlar-hakkinda-yasal-islem-baslatildi/
1,086
2,307
Taşeron PTT işçileri dün (11 Ocak) Ankara'daki PTT Çankaya Dağıtım ve Toplama Merkezi önünde bir eylem yaptı. İşçiler her yıl sözleşme süresi dolduğunda PTT'de işten çıkarmaların yaşandığını ve bu yıl da Ankara'da 90, İstanbul'da da 200'e yakın işçinin işine son verildiğini söyledi. İşçiler adına basın açıklamasını okuyan Koray Cem Türedi, ağır çalışma koşulları altında çalıştırıldıklarını belirterek işten çıkarılan arkadaşlarının işe iadesini istedi. Taşeron PTT işçilerinin talepleri şu şekilde: “İşten çıkartılan arkadaşlarımız işe alınsız. Kıyafetlerimiz zamanında ve eksiksiz verilsin.Yol ve yemek ücretlerimiz tam olarak verilsin. Eşit işe eşit ücret istiyoruz. Taşeronda değil kadrolu çalışmak istiyoruz.” İşçilerin eylemine KESK Haber-Sen Ankara 2 No'lu Şube ve CHP Balıkesir Milletvekili Ergün Aydoğan da destek verdi. Haber-Sen Ankara 2 No'lu Şube Başkanı Yaşar Polat ve CHP Milletvekili Ergün Aydoğdu da birer konuşma yaptı. İşçiler eylem için Çankaya Dağıtım ve Toplama Merkezi önüne geldiklerinde müdür kapıları kapatarak dağıtım ve toplama merkezinde çalışan işçilerin eyleme katılmasını engellemeye çalıştı. Taşeron PTT işçisi zor koşullarda çalışıyor PTT'de kadrolu olarak çalışan personel ayda 1.500 lira ücret alırken, aynı işi yapan taşeron işçiler 750 lira alıyor. Yazlık ve kışlık kıyafetler taşeron PTT işçilerini ya eksik veriliyor ya da verilmiyor. Taşeron şirketler, işçilerin yol paralarını vermiyor, işçilere yıllık izinlerini kullandırmıyor ve bu günler için ücret vermiyor. Sendika.Org
https://yesilgazete.org/taseron-ptt-iscileri-ankarada-eylem-yapti/
793
1,518
Aslında ben yanlış anlaşılan son yazıma yanıt vermek için yazının devamını yazacaktım olmadı. Çünkü öncelik Tedaş özelleştirmelerine kaydı Aksaray'da. Bu hafta Meram Bölgesi devri Alcen Elektrik'e geçti. Alcen Elektrik, Alarko ile Cengiz İnşaat'ın ortak şirketleri. Bölgedeki ihaleyi en yüksek teklifle Alarko almasına rağmen, 2Kasım tarihi itibarıylla gördük ki ortak kurulan yeni bir şirket almış bölgemizi , ne diyelim hayırlı uğurlu olsun. Tedaş, Türkiye genelinde özelleştirmelerine devam ediyor. EMO Genel Başkanı Musa Çeçen'in bugün basına yaptığı açıklama okunabilir. O da benzer konuya dikkat çekerek, ortaklık yapılarının değiştiğine dikkat çekior. Peki özelleştirme nasıl işliyor derseniz, işte orada boğazımda kekremsi düğümler oluşturan günler geçiyor. Neden mi? Tedaş'a yıllarını vermiş abim pat diye kendini havuz da biliyor. Aynı şey Müessese Müdürlüğü yapan, mesleğinin duayenlerinden , ama eğilmeden, yalakalık yapmadan işini yapmaya çalışan tanıdığım ve birlikte Aksaray EMO yönetiminde olmaktan onere olduğum Dünya'nın, abartmıyorum en özel insanlarından birinin salı günü buruk vedası ile devam ediyor. Konusunda uzmanlaşmış, master derecesini bu konuda yaparak uzmanlaşmış ve müdür olması gereken dönemde, yeni gelen şirket sahipleri anlaşmamak için tüm yolu deneyerek O'nu da havuz yani sistemin dışına bilinçli olarak yolluyorlar. Şirketle son olarak geçen hafta sonu yapılan anlaşmalarda pekçok mühendisin ve kıdemli insanın, TEDAŞ'ı TEDAŞ yapan insanların anlaşamayarak havuza geçtiğini gördük. Nedir havuz denecek olursa, havuz devlet memuru oldukları için Türkiye genelinde üç kent istiyorlar devlet kademelerinde , belirsiz bir süre bekledikten sonra ki bu süre 6 ayda olabilir, 2 sene de, sonra yeni bir yerde sil baştan başlıyorlar. Belli bir yaştan sonra, hakettiğiniz ve aslında olması gereken kademeleri beklerken , 0 noktasına dönmek hiç de adil olmasa gerekir. Üstelik politik duruş olarak aynı noktadan bakmasak da dünyaya, siyasi angajmanlarla geldiğini bilsek de, eski Müdürümüzün ki Mühendis değildi o ayrı bir konu ama nasıl iyi bir yönetici olunur onu Bizlere gösterdiği için, bu hafta gidişini aynı buruklukla takip ettik. Peki şimdi ne oluyor, spekülatif haberler çok, vezne de eskiden 5 arkadaş çalışırken, bu sayı şu an ikiye inmiş durumda, görüştüğümüz kimi çalışanlar yakında vezne sisteminin kalkacağını ve tamamen bankalara kayacağını söylüyorlar. Bir başka konu ise, eski sistemi kullanmadıkları için, eğer hadi biz yine TEDAŞ diyelim alışamadık daha, eğer numaranızı bilmiyorsanız adınızla şimdilik (en iyimser olmak istiyorum zira tedaş numaramı bilmiyorum) elektrik faturanızı ödeyemediğinizden üstüne suçlu sayılıyorsunuz ve karşınıza ceza çıkabiliyor, buyrun bakalım. Tabi bu durumda Aksaray'daki muhtar arkadaşlar başka işlemler gerektiği için delirme noktasına geliyor,olaya valilik bakmıyor , Belediye Başkanına çıktığınızda ise, sizi direk numaratör servisine gönderiyor ama sonuç alınamıyor doğal olarak. Olayın bir başka boyutu ise, yeni gelen mühendisler. Hepsi yeni mezun, efendi,beyefendi gençler, evet işi bilmiyorlar ama verilen standart altı maaşı kabul edecek kadar idealistler. Afferrim onlara. Üstelik cumartesi tam gün çalışmada cabası. Peki son dönem neler oluyor Aksaray'da biz uzun kuyruklarla fatura ödemeye alışıyoruz, biz aniden elektirik kesilmelerine de alışıyoruz. Bilgisayarımız bozulursa bozulsun. Yeterki özeleşsin. Ağbim, mesleğinin 27. yılında, babamın ölümünün 7. yılında dün babamın mezarı başında Baba seneye burada olamayacağım, Aksaray'dan gidiyorum desin, aman bişey olmaaz yeter ki özelleşsin, biz herşeye alışırız diğerlerinde olduğu gibi. Bizde durum böyle ama Et, Çalık, Aksa Elektrik de ve o bölgelerde durum nasıl bilemeyiz. Ama çok farklı olacağına da mesleğinde 20 yılını bitirmiş bi mühendis olarak inanmıyorum. Ve bu sürgünleri anlamıyorum. Anlamak istemiyorum. Sadece Alcen Elektriğin aylar öncesi teklifini redderken, şöylediğim şu cümle geliyor aklıma: Teklifinizi reddiyorum. Kendime ihanet etmemek, Sizi devrimci bir mühendise kerhen yaptığınız bu teklifi kabul etti şansını vermemek için.
https://yesilgazete.org/tedasda-ozellestirmeler-ve-yasadiklarimiz/
2,028
4,096
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) yönetmeliğinde yaptığı değişiklikle, televizyon kanallarında film, dizi ve haber programlarında işitme engelliler için kademeli olarak altyazı seçeneği koyma zorunluluğu geldi. Engelliler, kararı olumlu ancak sesli betimleme ve işaret dili olmadığı için eksik buldu. Beş yıl içinde yüzde 40 altyazı zorunluluğu Bianet'ten Nilay Vardar'ın haberine göre, bugün resmi gazetede yayımlanan 'RTÜK Yayın Hizmeti Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik'teki değişikliğiyle TRT kanalları ve Ulusal karasal yayın lisansına sahip özel medya hizmet sağlayıcı kuruluşlar sinema ve televizyon için yapılmış filmler, diziler ile haber programlarında engellilere yönelik alt yazı hizmeti seçeneğine geçmek zorunda. Yayın hizmetlerine diğer bireylerle eşit koşullarda erişimi sağlamak amacıyla yapılan bu düzenlemeye geçiş için kanallara belli süreler tanındı. TRT, bunu üç yıl içinde yüzde otuza, beş yıl içinde yüzde elliye ulaşılacak şekilde yapmak zorunda. Ulusal karasal yayınlar ise üç yıl içinde yüzde yirmiye, beş yıl içinde yüzde kırka ulaşılacak şekilde yapmalı. Kanallar hizmeti vermeye başlayınca, kumandadan altyazı seçeneği tuşuna basılarak yayınlar altyazılı izlenebilecek. İşitme Engelliler ve Aileleri Derneği Gençlik Komisyonu Başkanı Onur Cantimur, kararın işitme engelliler için sevindirici ancak işaret dili tercümanı zorunluluğu olmadığı için eksik olduğunu söyledi. “Biz bu talebimizi birçok kez resmi kurumlara da iletmiştik. Kültür ve Turizm Bakanlığı Türkçe altyazıyı 'tavsiye' ediyor ancak 'zorunlu' tutmuyordu. Dolayısıyla bu karar sevindirici. Ancak kelime dağarcığı az olan ve sadece işaret dilinden anlayan işitme engelli izleyiciler için bazı talk show programlarında olduğu sağ alt köşede işaret dili tercümanınını zorunlu kılınmaması çok önemli ve unutulmuş bir eksiklik. Bunun da en kısa zamanda yönetmeliğe eklenmesini istiyoruz. Umuyoruz ki bu zorunluluk sinemalara da getirilir. Ve işitme engelliler de sinemaya eşi, dostuyla gidebilir.” “Görme engelliler unutulmuş” Diziler için sesli betimleme ve işaret dili tercümanlığı hizmeti veren Sesli Betimleme Derneği Başkan Yardımcısı Engin Yılmaz, da kararın olumlu ancak görme engelliler için sesli betimleme zorunluluğu olmadığı için eksik bulduğunu belirtti. (Bianet)
https://yesilgazete.org/televizyonlara-engelliler-icin-altyazi-zorunlulugu-geldi/
1,122
2,272
TEMA Vakfı organik ve iyi tarım uygulamalarının yaygınlaşması için mesafeleri ortadan kaldırarak üreticileri, tüketicileri ve diğer ilgi gruplarını TEMA Sürdürülebilir Tarım Ağı'nda buluşturuyor. TEMA Vakfı, sürdürülebilir tarım uygulamalarını yaygınlaştırmak ve bu konuda farkındalık sağlamak amacıyla “TEMA Sürdürülebilir Tarım Ağı”nı (TEMASTA) hayata geçirdi. Bilgi alışverişi yapma olanağı tanıyan internet tabanlı platform ve bilgilendirici web sitesinden oluşan TEMASTA, yayına başladı. Platforma “temasta.tarimtema.org”, web sitesine ise “www.tarimtema.org” adreslerinden erişilebiliyor. Konuyla ilgili konuşan TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, “Kimyasal gübre ve pestisit kullanımı gibi yanlış tarım uygulamaları tarım alanlarının ve tüm canlıların zarar görmesine neden oluyor. TEMA Vakfı olarak bu konuya sürdürülebilir tarım uygulamalarıyla çözüm getirilmesini zorunlu görüyoruz. Çünkü bugünün ve gelecek nesillerin gıda ihtiyacının karşılanabilmesi ancak toprak ekosisteminin ve çevrenin korunmasıyla mümkün. Bu kapsamda ortaklarımızla birlikte, Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından Sivil Toplum Diyaloğu Programı altında desteklenen “AB-TR Sürdürülebilir Tarım Ağı Projesi”ni başlattık. Bir yıldan uzun bir süredir yaptığımız çalışmaların sonucunda da TEMASTA'yı kurduk. TEMASTA ile üreticileri, tüketicileri ve tüm ilgi gruplarını bir araya getirmeyi, sürdürülebilir tarım uygulamalarını geniş kitlelere yaymayı hedefliyoruz. Bu sebeple herkesi TEMASTA'ya üye olmaya davet ediyoruz” dedi. TEMASTA'ya üye olmak çok basit Öncelikle temasta.tarimtema.org adresine giriliyor. Sonra “kayıt ol” veya “sosyal medya hesabınla bağlan” seçeneğinden hesap ve profil bilgileri dolduruluyor. Son olarak profil fotoğrafı seçiliyor, kolayca ve ücretsiz olarak üye olunuyor. (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/temadan-iyi-tarim-uygulamalarini-yayginlastiracak-surdurulebilir-tarim-agi-projesi-temasta/
915
1,816
24 Haziran'da gerçekleştirilen Cumhurbaşkanı ve 27. Dönem Milletvekili Genel Seçimi'nin ardından Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'a çağrıda bulundu. TGS'nin resmi Twitter hesabından yapılan açıklamada, Erdoğan'ın OHAL'i kaldırma sözünü yerine getirmesi gerektiği hatırlatılarak Türkiye cezaevlerinde tutulan 146 gazetecinin bir an önce serbest bırakılması istendi. Yapılan açıklamanın tam metni şu şekilde: “Türkiye halkı 24 Haziran'da sandık başına gidip vatandaşlık görevini yerine getirdi. Kamuoyu farklı kaynaklardan özgürce bilgilenemediği için seçim sürecinin demokratik ve adil olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak seçim sonuçları meşrudur ve herkesin saygı göstermesi gerekir. Önümüzdeki süreçte, seçim döneminde artan kutuplaşmanın ve yaygınlaşan ötekileştirici dilin son bulması en büyük temennimizdir. Sürmekte olan anti-demokratik 'Olağanüstü hal' uygulamalarının, üzerinden iki yıla yakın süre geçmiş olan 15 Temmuz darbe girişimiyle alakası olmadığı herkesin malûmu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 'seçimden sonra OHAL'i kaldırma' sözünü tutmasını bekliyoruz. Gazeteciler üzerindeki saray ve patron baskısının son bulmasını, Türkiye cezaevlerinde tutulan 146 gazetecinin bir an önce serbest bırakılmasını, hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesini talep ediyoruz. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler güvence altına alınmadan ülkemizin refah seviyesinin yükselmeyeceğini hatırlatıyor, hür bir medya için mücadeleden hiçbir koşulda vazgeçmeyeceğimizi bir kez daha ilan ediyoruz.” (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/tgsden-erdogana-cagri-ohal-sozunu-tutmasini-bekliyoruz/
776
1,584
Hrant Dink cinayetine ilişkin olarak Telekomünikasyon İletişim Başkanlığından istenen belgeler mahkemeye gönderildi. Dink ailesinin avukatlarının başvurusu üzerine davaya bakan mahkeme, cinayet günü Agos gazetesi önünde yapılan tüm telefon görüşmelerinin kaydının TİB'den istenmesine karar vermişti. Ancak TİB, özel hayatın gizliliğini gerekçe göstererek bir yılı aşkın süredir bu kayıtları mahkemeye göndermemişti. Kayıtların, yasal olarak olaydan 5 yıl sonra yani 17 Ocak 2012'de silinmesi gerekiyor. TİB, bu kayıtların dava sonuna kadar saklanacağını da mahkemeye bildirmişti.
https://yesilgazete.org/tib-telefon-kayitlarini-mahkemeye-gonderdi/
294
579
İngiliz Times gazetesi, anayasa değişikliği referandumuna geniş yer ayırdığı haberinde “Erdoğan'ın zaferinin bölünmüş bir Türkiye geride bıraktığını” yazdı. BBC Türkçe'de yer alan habere göre The Times'ın İstanbul muhabiri Hannah Lucinda Smith'in haberinde, Erdoğan'ın “bıçak sırtı” bir referandum süreci sonrası zafer ilan ettiği ancak oylamaların yeniden sayılması yönündeki çağrılar düşünüldüğünde, sonuçların toplumda ayrışmayı derinleştirebileceği belirtildi. Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) mühürsüz oyların geçerli sayılması yönündeki kararı muhalefet kanadında tepkilere neden olmuştu. CHP ve HDP oyların yaklaşık üçte ikisinin yeniden sayılmasını istemişti. Haberde, “Muhalifler Türk liderin zaferinin, modern Türkiye'nin babası Mustafa Kemal Atatürk'ün mirası için ölüm çanları anlamına geleceğinden korkuyor” ifadeleri yer aldı. 'Erdoğan ikinci Fatih Sultan Mehmet' Times muhabiri, Erdoğan'ın büyüdüğü İstanbul'un Kasımpaşa ilçesindeki referandum sonrası kutlamalara ilişkin izlenimlerine de yer verdi: “Sonuçlar gelirken, Erdoğan'ın halen kahraman olarak görüldüğü Kasımpaşa'da bir kahvehanede erkekler toplanmış. Sürücüler arabalarına astıkları ve Erdoğan'ın portresinin olduğu bayraklarıyla korna çalıyor. “Adını vermek istemeyen yaşlı bir adam cebinden bir fotoğraf çıkararak, 'Bu kim biliyor musun?' diye soruyor. Fotoğraf 1453'te İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmet'e ait. Arkasını çevirdiğindeyse Erdoğan'ın fotoğrafı var. Erdoğan için 'O ikinci Sultan Mehmet' diyor.” Times'ın haberi, bu görüşün tam da muhaliflerin vurguladığı korkularının temelinde olduğuna dikkat çekiyor. Üsküdar'da yüzde 53 hayır oyu 'sembolik bir darbe' Öte yandan, Erdoğan'ın kazandığı zafere rağmen seçmen tabanında “utanç verici terslikler” yaşadığı da vurgulandı. İstanbul'da çoğunluğu muhafazakarların oluşturduğu Üsküdar'da seçmenlerin yüzde 53'ünün 'Hayır' oyu verdiği ve bunun “büyük bir sembolik darbe” olduğuna dikkat çekildi. Yazıda referandumda 'Evet' diyenlerin 'istikrar' ve 'güvenlik' endişelerine de yer verildi. 'Ne siyasi ne ekonomik istikrar gelir' Times'a konuşan bir tekstil işçisi, “Ekonomi çok kötüye gidiyor, benim korkum o. Artık koalisyonlar olmayacak ve siyasi istikrar olacak. Ayrıca biz Müslümanız. Ülkeyi daha İslamik yapma çabasına da katılıyorum” dedi. İngiliz ordusunun tarih ve çatışma araştırmaları biriminden siyaset bilimci Ziya Meral'in ise şu ifadelerine yer verildi: “'Evet' oyu ne siyasi ne de ekonomik istikrar getirecek. Güvenlik ve savunma alanlarındaki zorluklar için de istikrarı sağlamayacak.” Hannah Lucinda Smith'in analiz yazısında ise, Erdoğan'ın 2.6 puanlık farkla yakaladığı zaferin “'Yeni Türkiye'sini kurmak için yeterli olduğu” belirtildi. Öte yandan, oyların yeniden sayılması durumunda ülkede “şiddetli protestolar olabileceği” kaydedildi. Yazıda ayrıca, Türkiye'nin özellikle referandum kampanyaları sırasında Avrupa ülkeleri ile yaşadığı diplomatik krizler hatırlatılarak, “Türkiye bir zamanlar parçası olmayı arzu ettiği Batı'ya yüzünü daha da çevirecek” denildi. (BBC Türkçe)
https://yesilgazete.org/times-erdoganin-zaferi-geride-bolunmus-bir-turkiye-birakti/
1,503
3,031
Tire Süt Kooperatifi, yenilenebilir enerji ve çevre teknolojileri alanında örnek bir projeye imza attı. “Gücümüz Kooperatif, Enerjimiz Güneş” projesi kapsamında süt işleme tesisinin çatısına güneş panelleri kuran kooperatif, elde ettiği enerjiyle topladığı sütü soğutmaya başladı. Yeni Asır'dan Nadir Uysal'ın haberine göre toplam 800 bin liralık fizibilite hazırlayan kooperatif, projeyi İZKA'nın yüzde 75 hibe desteğiyle hayata geçirdi. Kooperatif Başkanı Mahmut Eskiyörük, santral ve tesis çatısına konumlandırılan panellerle 200 KWp enerji üretimine başlanıldığını söyledi. Eskiyörük, “Dünyanın en değerli besinlerinden birisi olan süt, soğuk zincirde muhafaza edilmesi gereken bir ürün. Bu nedenle kooperatif olarak önemli maliyetlerimizden birisi de sütü soğutmak için harcanan enerji giderleri. Bu giderlerimizi düşürebilmek için kooperatifimizin Ar-Ge ekibi uzun zamandan beri yenilenebilir enerji kaynakları konusunda fizibilite çalışması yapıyordu. İZKA'nın bu konuda hibe programı açmasıyla projemizi hayata geçirdik. Projeye öncelikle süt işleme tesisimizle başladık. İlerleyen süreçte, toplam 62 köydeki nokta alımlarımızın tamamında bu projeyi uygulayacağız. Sütümüzü güneş enerjisinden elde ettiğimiz elektrikle soğutacağız” dedi. (Yeni Asır)
https://yesilgazete.org/tire-sut-kooperatifi-sut-isleme-tesisinin-catisini-gunes-panelleri-ile-kapladi/
623
1,257
AKP Hükümeti'nin 2023 yılı projeleri arasında yer alan Afyon-Antalya-Alanya Otoyolu şimdiye kadar görülmemiş bir doğa katliamının habercisi. Projeye göre çok sayıda korunan alanı ve bölgeye adını veren tarihi köprüyü barındıran Köprüçay Havzası 6 kilometre uzunluğunda viyadük ve tünellerle geçileceği belirtilirken, Konaklı civarından Toros Dağları'nı delecek olan otoyol, 12 kilometrelik bir tünelle Alanya dışına çıkacak. Antalya'da yayınlanan Son Nokta Dergisi'nin haberine göre, AKP Hükümeti'nin 2023 yılı projeleri arasında yer alan Afyon-Antalya-Alanya Otoyolu şimdiye kadar görülmemiş bir doğa katliamının habercisi. Ankara-İzmir Otoyolu projesinin Afyon-Antalya-Alanya ayağı olarak planlanan otoyol ön projesi bitirildi. Antalya Büyükşehir sınırlarına iki noktadan teğet geçen proje, imar paftalarına işlenmek üzere Antalya Büyükşehir Belediyesi'ne gönderildi. Ekşili'den Antalya sınırlarına giren otoyol Alanya çıkışına kadar 156 kilometre uzunluğunda. Antalya ve Alanya'nın kuş uçumu 10 kilometre kuzeyinden geçen ve muhtemelen Mersin'e bağlanması planlanan otoyol, Toros dağlarını rekor sayılacak uzunlukta tünellerle, vadileri de bazı bölgelerde 9 kilometreyi bulan viyadüklerle geçecek. Tarihi Köprüye 200 Metre Mesafede Devasa Viyadük Antalya Büyükşehir Belediyesi sınırlarına sadece Burdur yolunun tahminen 25. ve Isparta yolunun tahminen 30. kilometrelerinde bağlantı yapan bu uçuk proje, Kurşunlu Şelalesi'nin üstünden başlayarak Aksu'yu 500 metre viyadükle aşacak. Aspendos antik kentinin kuzeyindeki Köprüçay'ı ise 6 kilometre uzunluğundaki tünel ve viyadüklerle aşması planlanan Afyon-Antalya-Alanya Otoyolu için Köprüçay'daki tarihi köprünün 200 metre yanında devasa bir viyadük yapılacak. Dünyanın En Uzun Tüneli Otoyol, Serik ile Taşağıl arasını ise 9 kilometre uzunluğunda bir tünel ve viyadük zinciriyle bağlayacak. Böylece Serik ve Manavgat'ın kuzeyinden geçecek olan otoyol macerası asıl Konaklı'dan sonra dünya literatürüne girecek gibi gözüküyor. Konaklı'nın ilerisinden başlayan ve kuzeyden devam ederek Alanya'nın doğusunda il sınırlarını terk eden otoyolun bu parçasında 12 kilometrelik bir tünel bulunuyor. Bu muhtemelen dünyanın en uzun tüneli olacak. Antalya'nın Kuzeyine Çin Seddi! Karayolları Genel Müdürlüğü'nün güzergahını onayladığı bu ön proje, Antalya'nın henüz fazla el değmemiş kuzeyinde, Toros dağlarında tahmin edilmesi imkansız bir doğa katliamına yol açacak. Üstelik kent merkezlerine uğramadan geçecek bu otoyola, gerek Antalya merkezden, gerekse de Alanya'dan ulaşım oldukça ters. Alanya'dan otoyola ulaşmak için ya 60 kilometre doğuya ya da 60 kilometre batıya gitmek gerekecek. Antalya-Alanya Devlet Karayolu varken, 2023 yılına yetiştirileceği iddia eden bu otoyolu kullanmak son derece mantıksız. Otoyol, ayrıca Antalya bölgesinin 10 kilometre kadar kuzeyinde 100 metre genişliğinde bir baraj oluşturacak. Sık sık sel felaketleri yaşayan Antalya ve ilçeleri için devasa boyutlarda bir tehdit. Yapımı ve işletilmesi sırasında doğaya verdiği zarar da cabası. Sit Alanlarına Viyadük Kazığı Otoyol projesini değerlendiren uzmanlar, bunun spekülatif bir yatırım olduğunu iddia ediyor. Duble yol inşaatları yüzünden birçok şirketin elinde büyük ölçekli atıl makine parkı oluştuğunu ileri süren uzmanlar, Antalya'da doğa katliamına yol açacak bu türden projelerin söz konusu şirketlere iş alanı yaratmak için geliştirildiğini belirtiyor. Projenin asıl Alanya çevresi için ciddi bir katliam anlamına geldiğini ileri süren uzmanlar, tarihi ve doğal SİT alanlarının içinden hunharca geçecek böyle bir otoyolun kabul edilemez olduğunu vurguluyor. Çevrecileri göreve çağıran uzmanlar, Toros dağlarının dengesini bozacak bu proje için harekete geçilmesini gerektiğine dikkat çekiyor. Antalya'da tartışma yaratan otoyol için daha önce açıklama yapan AKP Antalya Milletvekili ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu, Afyonkarahisar, Antalya bağlantılı otoban yolu ile hızlı treni de Alanya'ya getireceklerini dile getirmişti. Alanya'nın ulaşımının daha hızlı hale getireceklerini söyleyen Çavuşoğlu, otoyolun yapımı tamamlandıktan sonra yap-işlet-devret modeliyle ihaleye çıkarılacağını belirtmişti. 2016'da tamamlanacak AKP Antalya Milletvekili Sadık Badak ise toplam 400 kilometrelik uzunluğa sahip olan Afyonkarahisar, Antalya, Alanya Otoyol Projesi'nin Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından geçtiğimiz ay içinde ihaleye çıkarıldığını belirterek, yolun 2016'ya kadar tamamlanmasının hedeflendiğini dile getirmişti. Badak, Orta Anadolu'nun trafiğini rahatlatacağını belirttiği otoyol projesinin Mersin Sahil Yolu projesiyle devam etmesini beklediklerini ifade etmişti.
https://yesilgazete.org/toroslarda-cin-seddi-gibi-otoyol-projesi/
2,225
4,641
ABD Başkanı Trump, Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyine girmesine yeşil ışık yaktıktan hemen sonra ağır tehdit içeren bir dizi tweet yazdı: Türkiye sınır dışı sayacağım bir şey yaparsa, ekonomisini yok ederim ve mahvederim. Bunu daha önce de yaptım. ABD Başkanı Donald Trump, Twitter hesabından yaptığı açıklamada Türkiye'yi, Suriye'ye düzenlenmesi muhtemel harekatla ilgili tehdit ederken, “Eğer Türkiye benim eşsiz bilgeliğim dahilinde sınır dışında sayacağım bir şey yaparsa, Türkiye'nin ekonomisini yok ederim ve mahvederim (bunu daha önce de yaptım)” yazdı; Türkiye'nin gözlerini İŞİD'lilerin üzerinden ayırmaması gerektiğini söyledi. ABD Başkanı'nın Twitter hesabından yaptığı paylaşımlar şöyle: “Daha önce de güçlü bir şekilde söylediğim ve yinelemem gerekirse, eğer Türkiye benim muhteşem ve eşsiz bilgeliğim dahilinde limitler dışında kabul edilecek herhangi bir şey yaparsa Türkiye ekonomisini tamamen yok ederim ve mahvederim (Bunu daha önce de yapmıştım!) “Onlar Avrupa'yla birlikte ele geçirilen IŞİD savaşçılarının ve ailelerinin üzerinden gözlerini ayırmamalılar. ABD, herhangi birinin bekleyeceğinden daha fazlasını yaptı, buna IŞİD Halifeliği'nin yüzde 100'ünü ele geçirmek de dahil. Şimdi, bölgedeki bazıları çok zengin ülkelerin, kendi topraklarını korumasının vakti geldi. ABD, MUHTEŞEMDİR!” Partisinden tepki: Türkiye Suriye'ye girerse NATO üyeliğinin askıya alınması çağrısı yapacağız Trump'ın Senato'daki en büyük destekçilerinden biri olan Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, kararı 'fevri' olarak nitelendirirken, geri alınması için önerge sunacağını ve her iki partiden de büyük destek beklediğini söyledi. Graham daha sonra yaptığı açıklamada da Türkiye'nin Suriye'nin kuzeydoğusuna girmesi durumunda Demokratlarla ortak bir yaptırım tasarısını getireceklerini ve Türkiye'nin NATO üyeliğinin askıya alınmasını isteyeceklerini duyurdu. Graham, Trump'ın Kongre'den çıkacak Türkiye'ye yönelik yaptırım kararını veto etmemesini umduğunu belirtti. Graham'in yanı sıra bir diğer Cumhuriyetçi Senatör Marc Rubio ve ABD'nin eski Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Nikki Haley de Beyaz Saray'ın Suriye kararına tepki gösterdi. Cumhuriyetçilerden gelen tepkilere eski Dışişleri Bakanı ve Trump'ın son seçimlerdeki rakibi Demokrat Partili Hillary Clinton ile 2020 ABD Başkanlık seçimlerinin önde gelen isimlerinden Vermont Senatörü Bernie Sanders gibi isimler de destek verdi. Trump daha önce de Türkiye'de tutuklu bulunan Rahip Andrew Bronson olayında benzer tehditleri savurmuş; Türkiye de rahibi serbest bırakmıştı.
https://yesilgazete.org/trumpdan-turkiyeye-tehdit-sinirlari-gecersen-ekonomini-yok-ederim/
1,213
2,532
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) açıkladığı verilere göre yıllık enflasyon Haziran ayında %15,39'a çıktı ve Ocak 2004'ten bu yana en yüksek seviyesine ulaştı. Tüketici fiyatlarındaki aylık artış ise yüzde 2,61 oldu. Reuters ajansının piyasa anketinde beklenti aylık enflasyonun yüzde 1,40 olacağı yönündeydi. Merkez Bankası'nın yılsonu için enflasyon hedefi %5 seviyesinde bulunuyor. Enflasyon verisinin ardından Türk Lirası ABD Doları karşısında bir ara yüzde 1,3 değer kaybetti, Dolar/TL kuru 4,68'i aştı. Yüksek seyreden petrol fiyatları ve Türk Lirası'ndaki yaşanan değer kaybı enflasyondaki artışta önemli rol oynadı. Haziran ayında en çok fiyat artışı yaşanan ana harcama grubu ulaştırma sektörü oldu. Ulaştırma grubu enflasyonu yıllık bazda %24,26'ya kadar yükseldi. Ev eşyası fiyatları yüzde 18,91, enflasyon sepetinde en çok ağırlığı bulunan gıda fiyatları ise yıllık bazda yüzde 18,89 arttı. Haziran verisiyle birlikte Türkiye enflasyonun en yüksek olduğu ikinci gelişen ülke konumuna yükseldi. (BBC Türkçe)
https://yesilgazete.org/tuik-enflasyon-yuzde-1539-ile-ocak-2004ten-bu-yana-en-yuksek-seviyesinde/
544
1,021
Tüm Taşıma İşçileri Sendikası (TÜMTİS) bugün polisin fabrikaya girerek gözaltına aldığı greif işçileriyle ilgili bir basın açıklaması yayınladı; saldırıyı kınayarak işçilerin serbest bırakılmasını talep etti. 'Sermaye işçilerin yaşanabilir ücret talebine karşı kaba kuvvet kullandı' Açıklama şöyle: 'Taşeronluğa ve kölelik düzenine karşı başlattıkları direnişlerini yaklaşık 2 aydır sürdüren Greif işçileri, bu sabah polis operasyonu ile karşı karşıya kalmışlardır. Jandarma ve polis tarafından yürütülen, onlarca iş makinası, toma ve robokop kıyafetli çevik kuvvet ekiplerinin gerçekleştirdiği baskın sonucunda onlarca işçi darp edilerek gözaltına alınmıştır. Savaş görüntülerini andıran baskın sırasında onlarca işçi yaralanmıştır. İşçilere kölelik koşullarında çalışmayı dayatan sermaye, onların güvenceli çalışma, insanca ve yaşanabilir bir ücret talebine karşı kaba kuvette başvurmuştur. Taşeron zulmüne karşı mücadele eden işçilerin talepleri sermayenin kolluk güçleri tarafından şiddetle bastırılmıştır. Greif işçilerine yapılan saldırıyı şiddetle kınıyor; gözaltına alınan işçilerin derhal serbest bırakılmasını istiyoruz!' İfade verme işlemi tamamlandı Çağdaş Hukukçular Derneği'nin (ÇHD) verdiği bilgiye göre, biri çocuk 91 kişi gözaltında. Gözaltında bulunan işçiler susma haklarını kullandı. İfade alma işlemi tamamlandı. 60 kişinin serbest bırakılacağı, kalanların ise savcılığa sevk edileceği söyleniyor. (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/tumtis-gozaltina-alinan-isciler-serbest-birakilsin/
743
1,433
Şükrü Belayid'in cenaze töreni başkent Tunus'ta düzenlenirken ülkenin diğer pek çok kentinin de yeni olaylara sahne olmasından endişe ediliyor. Ülkenin en büyük sendikası bir günlük grev çağrısında bulundu. Tunus devlet televizyonu, üniversitelere cumartesi ve pazar günü derslere ara vermeleri talimatının verildiğini duyururken Fransa Tunus'taki okullarını kapatacağını açıkladı. Tunus'ta Arap Baharı günlerinden sonra düzenlenen bu türden ilk saldırıda Belayid işe giderken arkadan kurşunlanarak öldürülmüş, saldırgan motosikletle kaçmıştı. Tunus ve Gafsa'da yapılan gösterilerde polis göstericilere karşı göz yaşartıcı gaz kullandı. Protestocular suikastın arkasında olmakla suçladıkları En Nahda İslamcı partisi öncülüğündeki hükümetin istifa etmesini istiyor. Başbakan Hamadi Cibali, krizi yatıştırmak için teknokratlardan oluşacak bir hükümet kurulmasını önerdi ancak bu öneri bizzat İslamcı En Nahda partisi tarafından reddedildi. (BBC Türkçe)
https://yesilgazete.org/tunus-istim-ustunde-sukru-belayid-bugun-defnediliyor/
474
951
Yüzlerce genç, şehrin çeperlerindeki Ettadamen mahallesinde dükkanlara saldırdı, bir bankayı ateşe verdi ve hükümet binasına saldırdı. Polis göstericilere havaya açtığı ateş ile karşılık verdi. Daha önceki gösterilerde, polis kalabalığa ateş açmakla suçlanmıştı. Hükümet yaklaşımını savunuyor Yetkililer, gösterilerde şimdiye kadar 23 kişinin öldüğünü söylüyor, ancak insan hakları örgütleri ve sendikalar ölen sayısının en az 50 olduğunu belirtiyor. Hükümet adına açıklama yapan İletişim Bakanı Samir Laabidi, “40-50 gibi rakamları telaffuz edenler, hayatını kaybedenlerin isimlerini açıklamalı” dedi. Bakan aynı zamanda, hükümetin gösterilerin arkasında “aşırı dinci ve aşırı solcu hareketler” olduğu iddiasını da tekrarladı. Laabidi, hükümetin protestolara “ekonomik ve sosyal reformlar ve daha fazla özgürlüğe dair adımlar” ile cevap vereceğini söyledi. Muhalefeti önlemeye yönelik sıkı kontrollerin geçerli olduğu Tunus'ta protesto gösterileri ender gerçekleşiyor. Hafta başında, devam eden gösteriler dolayısıyla tüm okul ve üniversitelerin kapatılması kararı alınmıştı. Cumhurbaşkanı Zine al-Abidine Ben Ali, hükümetinin protestolara yaklaşımını savunmuş ve daha fazla istihdam yaratma sözü vermişti. Ancak hükümetin yaklaşımı Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından eleştirildi ve hükümete ifade özgürlüğüne saygı duyma çağrısı yapıldı. (BBC)
https://yesilgazete.org/tunusta-gosteriler-baskente-ulasti/
703
1,367
Devlet televizyonunun merkez binası önünde ve önemli kavşaklarda da zırhlı araçlar görülüyor. Şehrin kenar mahallelerinden Ettadamen'de dün polis, taşlı saldırıya uğradı. Dün başkentte çıkan bazı olaylarda keskin nişancı polislerin bazı göstericileri vurdukları iddia edilmişti. Polis ise sadece uyarı ateşi açtıklarını savunuyor. Bu arada Tunus Başbakanı Muhammed Gannuşi, İçişleri Bakanı Refik Belhac Kacem'in azledildiğini duyurdu. Protesto hazırlıkları Kacem'in yerine eski bir akademisyen olan devlet bakanı Ahmed Friaa atandı. Başbakan, ayrıca olaylar sırasında gözaltına alınanların tamamının serbest bırakılacağının da altını çizdi. Başbakan, yolsuzluklarla ilgili bir soruşturma komisyonu kurulacağını da ekledi. Öte yandan yakınlardaki ve huzursuzlukların odağında bulunan Kasserine kentinde büyük bir gösterinin planlandığı bildirildi. Yetkililer, Aralık ayı ortasında başlayan protestolardan bu yana en az 21 kişinin öldürüldüğünü söylüyor, insan hakları örgütleri ve sendikalar ise en az 50 kişinin öldürüldüğüne inanıyor. Hükümet adına açıklama yapan İletişim Bakanı Samir Laabidi, “40-50 gibi rakamları telaffuz edenler, hayatını kaybedenlerin isimlerini açıklamalı” dedi. Bakan aynı zamanda, hükümetin gösterilerin arkasında “aşırı dinci ve aşırı solcu hareketler” olduğu iddiasını da tekrarladı. Muhalefeti önlemeye yönelik sıkı kontrollerin geçerli olduğu Tunus'ta protesto gösterileri ender gerçekleşiyor. Hafta başında, devam eden gösteriler dolayısıyla tüm okul ve üniversitelerin kapatılması kararı alınmıştı. Ancak hükümetin yaklaşımı Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından eleştirildi ve hükümete ifade özgürlüğüne saygı duyma çağrısı yapıldı. (BBC)
https://yesilgazete.org/tunusun-baskentinde-askerler-konuslandirildi/
868
1,691
TURÇEP hafta sonu Ankara'da sessiz sedasız bir toplantı yaptı. Toplantının başlığı “Kirli Teknoloji Zirvesi” idi. Zirve çağrısı TURÇEP'in 3 gün önce Ankara'da yapılan Yürütme Kurulu toplantısında alınmıştı. Daha önce 9-11 Ekim tarihleri arası planan etkinlik daha sonra bu tarihe alınmıştı. TURÇEP yada uzun adıyla Türkiye Çevre Platformu kendi dışındaki bileşenlere bir çağrı yapmış, bu çağrıda , gelin sorunlarınızı anlatın demişti. Birlikte neler yapabilirizi düşünelim karar verelim. Çağrıya TURÇEP dışındaki bileşenler ses verdi ve Alakır, Palovit, EGEÇEP, GDO'ya Hayır Platformu, Mersin NKP, Derelerin Kardeşliği, Çiftçi Sen, Munzur, Çamlıhemşin vb. bir çok ekolojik hareket destek vererek ve hiçbir beklenti altına girmeden Ankara'da Genel İş Toplantı Salonunda 24-25 Ekim'de biraraya geldiler. Bu toplantıda evet bir çok ilk yaşandı. Sıralarsak: 1: Hiç biraraya gelemez denen kişi ve kurumlar biraraya geldi; yetmedi birlikte olmaktan keyif aldılar. 2: Türkiye'de belkide ilk defa bu kadar kapsamlı bir ekoloji hareketi biraraya geldi. 3: Türkiye'de farklı siyasi oluşumlardan katılımlar vardı ve ne güzel ki kavga gürültü yaşanmadı. 2 gün boyunca Türkiye'nin sorunları tartışıldı. Neler yapılacağına dair fikir tartışmaları yaşandı. Sonuç olarak tüm bu bildirilerin ve sunumların belgesellerin yer aldığı bir kitap ve cd çıkarılması için dökümantasyon çalışma grubuna görev verildi. Ortak alanlarda örneğin Ulukışla'da, örneğin NKP'de tek yürek olarak hareket etme kararı çıktı bu da şunu gösterdi, istenirse çevre heraketleri beraber hareket edebilir ve etmelidir. Gece tabiiki EMO da yaşanan dostluk gecesi de bunun en tipik örneğiydi. Sadece TURÇEP değil diğer katılımcılarda yemeğe katılarak harika bir gecenin ortağı olarak çalıp söylediler. Munzur'dan girip, Erzurum'dan çıktılar. Ama tüm türküler mutlaka TURÇEP yollarından geçti İstenirse olabileceğinin görüldüğü, herkesin saygı çerçevesinden hareket ettiği bu etkinliğin Türkiye için çok faydalı olacağına inanıyorum. Ayrıca notlar yayınladığında herkesin evinde olması gereken çok ciddi verilerde cabası. Örneğin nükleerin tükettiğinin 3'te birini ürettiği gerçeği gibi. Örneğin kuzuların altın aramalarından sonra nasıl doğduru gibi. Ben sözlerimi bu toplantı öncesi katıldığım TMMOB İlk Başkanın sözlerini uyarlayarak noktalamak istiyorum: şimdilik o bize “ İşçsisin işçi kalma mühendis iktidar ol dedi, ben de diyorum ki çevre sorunları var çevreci ama sen aldırma yürü.” Davetemizi kırmayıp gelen herkese sonsuz teşekkürlerimle. 3 ay sonra yeni gelenlerle yeniden görüşmek üzere.
https://yesilgazete.org/turcep-toplantisindan-notlar/
1,286
2,553
Eski İstanbul Barosu Başkanı avukat Turgut Kazan, 8 aydır Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı, insan hakları aktivisti, iş insanı Osman Kavala hakkında henüz iddianame dahi yazılmadığını belirterek, “Darbe dönemlerinde bile iddianame hemen yazılırdı. Şimdi bu yapılmayarak tutukluya adeta esir muamelesi yapılıyor” şeklinde konuştu. Avukat Turgut Kazan, Twitter hesabından 1 Kasım 2017'den beri Silivri Cezaevi'de tutuklu bulunan Osman Kavala'yı ziyaret ettiğini yazdı. Kavala'nın tehlikeli sanıkların tutulduğu, yüksek güvenlikli tek kişilik odada kaldığını belirten Kazan, görüşmenin OHAL kararnamesi uyarınca kamera ile gardiyan eşliğinde yapıldığını bildirdi. 8 aydır tutuklu bulunan Kavala hakkında henüz bir iddianame yazılmadığını belirten Kazan, “Oysa, darbe dönemlerinde bile, iddianame hemen yazılır, insanlar yargı önüne çıkarılırdı. Şimdi, iddianame yazılmayarak, tutukluya adeta esir muamelesi yapılıyor” dedi. “Bütün tutuklular için, bu uygulamaya son verilmesi gerektiğini bildirmeyi görev sayıyorum” diyen Kazan, Kavala'nın sağlığı ve moralinin iyi olduğunu yazdı. Ne olmuştu? İstanbul'da 19 Ekim 2017'de gözaltına alınan Kavala'nın, tutuklu ABD İstanbul başkonsolosluğu görevlisi Metin Topuz'la aynı soruşturma dosyasına dahil edildiği ortaya çıkmıştı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan beş gün sonraki Meclis grubu konuşmasında Kavala için “Türkiye'nin Soros'u dedikleri kişinin bağlantıları çıkıyor ortaya. Gereken hesabı soracağız” demişti. Kavala, 1 Kasım 2017'de 'hükümet ve anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs' suçlamasıyla tutuklanarak Silivri Cezaevi'ne gönderilmişti. (Cumhuriyet)
https://yesilgazete.org/turgut-kazan-osman-kavalaya-esir-muamelesi-yapiliyor/
825
1,653
Turistin Geleceği Yol Geyik Kanıyla Sulanmasın… Ece Bilgin Çeşme'deyken haber bir duyarlı yürek hayvan dostu tarafından ulaştırıldı bana. İl Çevre ve Orman Müdürlüğü Doğa Koruma Milli Parklar Şube müdürü Turan Tosun kentimizde Çatacık ve Kalabak ormanlarında koruma altına alınan geyiklerden altı adedinin yaşlı olması nedeniyle yabancı turistlere avlandırılmasına karar vermiş! Sayın Tosun bu şekilde genç geyiklerin yaşlılarca baskı altında tutulmasının engelleneceğini, daha sağlıklı geyik neslinin yetişmesine katkıda bulanacağını belirtmiş. İhaleyi kazanan turizm şirketi avlanacak geyik başına 15 bin TLl ödeyecekmiş.Yaşlı olduğuna karar verilen geyikler 7 ila 15 yaş aralığındaymış. Geyiklerin ortalama yaşam süresi ise 15 -16 yıl kadarmış. Bu demek oluyor ki, yarı ömrünü tamamlayan geyik yaşlıdır, gençlerin önlerini tıkadığı için öldürülmeye aday gösterilebilir. Şimdi ben naçizane bir senaryo yazdım, o bahsi geçen geyiklerle onun ölümüne karar vermiş olan bir yetkiliyi biraz söyleştireceğim: Geyikler ormanda mutlu mesut yaşamaktadırlar, ortamda tam bir huzur ve güven vardır, onlar zaten bilmektedirler ki koruma altındadırlar. Bu ne demektir? “Biz korunuyoruz, besleniyoruz seviliyoruz, kötü niyetli insanlardan uzak tutuluyoruz.” Sonra sahneye yetkili girer, geyikler ona alışıktır ürkmezler, o da gider geyiklerden yaşları yedinin üzerindeki altı tanesini gözüne kestirir, gelip omuzlarına dokunur, geyikler güzel başlarını nazlı nazlı döndürür, postları kızıla çalmaktadır, bazılarının boynuzları ihtişamla uzamıştır, güzel hareli gözleriyle merakla bakarlar. Yetkili Eylül ayından sonra bir grup turistin onları vurmaya geleceğini, bu süre zarfında hayatın tadını çıkarmalarını söyler. Geyikler şaşar “İyi de neden, hani biz koruma altındaydık?” der. Yetkili gülümser, başıyla genç geyikleri işaret eder, “onların yollarını tıkıyorsunuz, eş bulmada zorlanıyorlar, siz gidince öbür dünyaya, genç nesil daha mutlu olacak” der. Geyikler tatmin olmazlar bu yanıttan, “sırf bu nedenle mi bizi vurduracaksınız” diye sorar. Yetkili” hem o hem de şehrimizde av turizmini kalkındıracağız, sizin kellelerinize verilecek paraların yüzde otuzunu civar köylerin kalkınması için harcayacağız” der. Çoğu umutsuzca haklarında çıkartılan ölüm fermanına boyun eğer, ama içlerinde en uzun boynuzlara sahip, yaşı yedinin biraz üzerindeki geyik itiraz eder, o ormanı çınlatan böğürtüsüyle haykırır “ Bu ne biçim bir mantık, hem bizleri koruma altına aldığınızı söylüyorsunuz hem de böyle saçma sapan bir nedenle doğanın kendi düzenine insan aklınızla engel olup yaşamlarımızı üç kuruşa, yabancı avcılara satıyorsunuz? Benim buna itirazım var” der. Yetkili, bu güçlü haykırıştan önce ürker ama çabuk toparlanır, bir kez yaşamları hakkında ölüm fermanı çıkmıştır, canı alanlar memnun, satanlar memnun, “turist gelişi olacak, köylüler nemalanacak, bu kaba geyiğin itirazlarına kim kulak asar ki!” diye düşünür.Vakti geldiğinde ilk kurşuna hedef o olur diye içinden geçirir. Altı geyiği dertleriyle baş başa bırakıp gitmek için harekete geçer. Ulu sesli geyik arkasından koşar yetişir, “Dur daha sözlerim bitmedi” der. “Siz insanlar, yaşlı anne babalarınızı, soylarınızın güçlü olması, nesillerinizin sağlıklı gelişmesi için belli yaşlara geldiklerinde öldürülmeleri konusunda ferman çıkartıyor musunuz? Neden bizi bize bırakmıyorsunuz? Zaten güçleri azalan erkek geyikler gençlerle yaptıkları liderlik savaşını kaybetmekte, eşleşme işlerini onlara bırakmakta. Doğa dengelerini bir güzel kurmuş, neden bizi ecelimizle ölüme bırakmıyorsunuz, hatta bu şekilde ormandaki diğer vahşi hayata da katkımız olduğunu neden görmezten geliyorsunuz? Annenize babanıza yapmadığınızı bize neden reva görüyorsunuz? Elinize silah alınca siz şimdi dünyanın efendisi mi oluyorsunuz, bizim hayatlarımız 15 bin liradan daha değerli değil mi?” diye sorar. Soluk soluğa acı bir ses tonuyla devam eder: “Kentinize turist çekmek için illaki bizim kanlı cesetlerimiz, yaşanmamış hayatlarımız mı gerekli? Siz nasıl 'Doğa Korumacısınız', benim hayvan aklım bu işi hiç ama hiç almadı” diyerek sözlerine son noktayı koyar. Orman bir anda susar, ağaçlardaki hışırtı durur, kuşlar cıvıltıyı keser. Genç geyikler ne yapacaklarını bilemez bir şekilde başlarını önlerine eğer, olacaklardan kendilerini sorumlu tutar, korkunç son o yaşlarını doldurdukları söylenen geyikler için gerçekleşecek midir? Yoksa akıl, vicdan, yaşama saygı galip mi gelecektir? Kimseler bilemez!.. Sayın Tosun, aynen o kızıl geyik gibi benim aklım da hiç ama hiç almadı Eskişehir'imizin o kadar güzelliği, özelliği varken, turiste giden yolları geyik kanıyla sulamak. Bu bir doğa korumacısına hiç yakışıyor mu? Bırakın o nadide hayvanlar ecelleriyle ölsün. On beş bin lira gibi bir bedele, koruma altında dediğiniz o zavallıların hayatlarını satmayın, sattırmayın!
https://yesilgazete.org/turistin-gelecegi-yol-geyik-kaniyla-sulanmasin%E2%80%A6/
2,424
4,799
Avrupa'nın ikinci büyük seyahat şirketi Thomas Cook, borçlanma sorunu yüzünden bir günde borsa değerinin %75'ini yitirdi. Halen 1 milyar sterlinden fazla borcu olan İngiltere merkezli şirket, daha geçen ay bankalara giderek 100 milyon sterlin ek kredi almıştı. Thomas Cook'un yöneticileri dün “Yıllık bilançomuzu açıklamayacağız, üstelik bir 100 milyon sterlin daha kredi arıyoruz” deyince Londra borsasında panik başladı. Şirketin hisse senetlerinin değeri 41 peniden, 10,2 peniye düştü. Thomas Cook yöneticilerinin kanal kanal dolaşıp verdikleri güvenceler ardından bugün hisseler biraz toparlandı ve 13 peniye çıktı. Ancak bu dün sabahki 41 peni rakamından da, sene başındaki 2 sterlin rakamından da hayli uzak. Thomas Cook'un sorunlarının temelinde Arap Baharı, ekonomik kriz ve kendi genişleme çabaları yatıyor. Şirket bu yıl İngiltere'den Co-Operative grubuyla birleşerek büyümüştü. Arap Baharı'nın azizliği Ama tam bu sırada, faaliyet gösterdiği iki önemli ülkede, Mısır ve Tunus'ta ayaklanmalar çıktı. İptal etmek zorunda kaldığı turlar yüzünden Thomas Cook milyonlarca sterlin zarar etti. Buna Tayland'daki seller ve fahiş petrol fiyatları yüzünden artan maliyetler eklendi. Ayrıca ekonomik kriz yüzünden müşteri sayısı da azaldı. Thomas Cook yetkilileri “Şanssızlık” diye niteledikleri bu zorluklara rağmen şu anda herhangi bir iptalin sözkonusu olmadığını vurguluyor ve “Sigortamız var, korkmadan rezervasyon yaptırabilirsiniz.” diyorlar. Ayrıca nakit sıkıntılarının geçici olduğunu, birlikte çalıştıkları otel ve diğer şirketlere gelecek sezon için ön ödeme yaptıkları bu aylarda sıkıntının doğal olduğunu vurguluyorlar. Avrupalı tatilciler rezervasyonlarını geleneksel olarak Noel'de ve yılın ilk günlerinde yaptırıyor. Thomas Cook'un toparlanması için bu döneme kadar tatilcileri sorunlarını aşabileceğine ikna etmesi gerekiyor. Türkiye hedefi Dünyanın en eski tur operatörlerinden biri olan şirket 172 yıldır faaliyet gösteriyor. Bugün hayli yaygın olan paket turların öncüsü; 21 ülkede şirketleri, 30 bin çalışanı var. Yılda 22 milyondan fazla kişiyi tatile götürüyor; bunların 1 milyondan fazlası da Türkiye'ye gidiyor. Şirket geçen yıl Öger Tur'u satın aldıktan sonra Türkiye'ye turist taşıyan en önemli operatörlerden biri haline gelmişti. (BBC)
https://yesilgazete.org/turizmcilerde-thomas-cook-panigi/
1,115
2,264
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş), Ankara'da hesaplanan gıda enflasyonunun nisanda bir önceki aya göre yüzde 2.51 arttığını; dört kişilik ailenin açlık sınırının 1,518 lira, yoksulluk sınırının ise 4,945 lira olduğunu açıkladı. Geçen yıl nisan ayında açlık sınırı 1,387 lira, yoksulluk sınırı 4 bin 518 lira; bir önceki ay ise açlık sınırı 1,481 lira, yoksulluk sınırı 4 bin 823 liraydı. Açıklamada, ortalama sebze-meyve fiyatlarının geçen ayki 4,15 TL'den 4,17'ye yükseldiğine bu yükselişte meyve fiyatlarındaki değişimin belirleyici olduğuna dikkat çekildi. Ortalama sebze fiyatları mart ayındaki 4,37 TL'den nisanda 4,08 TL'ye gerilerken ortalama meyve fiyatları mart ayındaki 3,57 TL'den sert bir artışla nisan ayında 4,50 TL'ye yükseldi. (T24)
https://yesilgazete.org/turk-is-aclik-siniri-1518-yoksulluk-siniri-4945-lira-oldu/
405
764
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni HrantDink'in öldürülmesiyle ilgili dava Yargıtay'ın karar bozmasıyla bugün sabah 10.00'da Çağlayan Adliyesi'nde dava tekrar görülmeye başlanacak. Emniyet Genel Müdürlüğü TTB'ye yazdığı yazıda Gezi eylemlerinde gözünü kaybeden üç kişi belirlendiğini, TTB'nin yayınladığı 12 kişi gözünü kaybettiği yer alan rapora atfen diğer dokuz kişinin kimlik bilgilerini istedi. TTB ise yaptığı açıklamada 12 değil 11 kişinin yaralandığını, Emniyet'in yapacağı kısa bir araştırmayla isimlere ulaşabileceğini, bugüne kadar öğrenmemelerinin nedeninin de aylarca sorumluların bulunup yargılanmasına yönelik araştırmama içinde olmamalarını söyledi. İşsizlik oranı 0.8 puan artarak 4 milyon 591 bin kişiye ulaştı TÜİK verilerine göre işsizlik oranı bir önceki aya göre 0.8 puan artarak yüzde 8.8 oldu. 15-24 yaş arasında gençlerin işsizlik oranı ise 1.4 puan artarak yüzde 17.1'e çıktı. Başbakan'ın tatili esnasında yaptığı denetimle gündeme gelen sahillerdeki kaçak yapıların yıkımı turizm bölgelerindeki inşaat yasağı biter bitmez başlıyor. Kaçak tesislerin boşaltılması için tesislere yazı gönderildi. Bu ayın sonu itibariyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı başta Çeşme, Antalya gibi turistik beldeler olmak üzere Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz sahillerinde yıkıma başlayacak. Türkiye sınır ihlali gerekçesiyle Suriye helikopterini düşürdü. Paraşütle atlayan helikopter pilotlarının muhaliflerin elinde olduğu bildirildi.Türkiye nin Suriye helikopterinin düşürülmesi AKP hükumetinin savaş yanlısı tutumunu sürdürmekte olduğu gerekçesiyle kamuoyunda tedirginlik yarattı. Yeşil Gazete
https://yesilgazete.org/turkiye%E2%80%99den-kisa-kisa-%E2%80%93-17-eylul-2013/
813
1,604
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Türkiye'nin yeniden denetim sürecine alınmasına karar verdi. Denetleme Komitesi, Türkiye'nin 2018'e kadar denetim sürecine alınmasını öngörüyor. Avrupa Konseyi 12 Eylül askeri darbesinden sonra Türkiye'nin üyeliğini askıya almıştı. Ardından Türkiye 1990'lı yıllarda da denetim sürecine alınmıştı. Denetimden çıkmış bir ülkenin tekrar denetime dönmesi ilk kez görülüyor. AKPM'nin kararının Türkiye ile AB atasındaki müzakerelere de olumsuz etkileri olması bekleniyor. Avrupa Birliği 2004 yılında, “Ankara'nın, Kopenhag kriterlerini karşılaması için denetim sürecinden çıkması gerekir” demişti. 2004 yılında müzakerelere başlamak için tarihi de, o denetim kalktıktan sonra “Türkiye Kopenhag kriterlerini yeterince karşılıyor” diyerek vermişti. Son karar Kopenhag kriterleri konusunda soru işaretleri doğması anlamına geliyor. Bu kararla AB Konseyi'nin müzakereleri askıya alma yönünde bir rapor hazrılamasının yolu açılabilir. Bu tür bir tavsiye kararı alınması durumunda AB Konseyi bunu Haziran'daki Liderler Zirvesi'nde oylayabilir. (NTV, Diken, Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/turkiye-avrupadan-iyice-uzaklasiyor-avrupa-konseyi-turkiyeyi-denetim-surecine-aldi/
537
1,104
Uludağ Üniversitesi Arıcılık Geliştirme- Uygulama ve Araştırma Merkezi (AGAM) Müdürü Prof. Dr. İbrahim Çakmak, Türkiye genelinde geçmiş yıllarda yüzde 10 ile 20 arasında değişen arı ölümlerinin bazı bölgelerde yüzde 70'lere kadar çıktığını söyledi. Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yusuf Ulcay ve yönetim kurulu üyeleri, Uludağ Üniversitesi Arıcılık Geliştirme – Uygulama ve Araştırma Merkezi (AGAM) Yönetimi ile bir araya gelerek yapılan çalışmaları değerlendirdi. Toplantıda bölüm ve yapılan çalışmaları hakkında bilgi veren AGAM Müdürü Prof. Dr. İbrahim Çakmak, Amerika ve Avrupa'da son yıllarda artan arı ölümleri oranlarına paralel olarak Türkiye'de de yüksek boyutlarda arı ölümleri görülmeye başlandığını vurguladı. AGAM Müdürü Prof. Dr. İbrahim Çakmak, geçmiş yıllarda yüzde 10 ile 20 arasında değişen arı ölümlerinin Türkiye'nin bazı bölgelerinde yüzde 70'lere çıktığını belirtti. AGAM Müdürü Prof. Dr. İbrahim Çakmak, aynı zamanda bal arılarının oldukça ilginç özelliklere sahip olduğunu ve arıların neden olduğu tozlaşmanın ekonomiye büyük katkılar sağladığının altını çizerek, “Ülkemiz bu konuda büyük bir potansiyele sahip. Fakat yeterince değerlendiremiyoruz. Bu yüzden de arıcılık konusunda özellikle saha çalışmalarında tecrübeli araştırmacı sayısı son derece az. Yaşanan sıkıntılara çözüm bulabilmek için önceliklerimizden birisi de sahada çalışacak tecrübeli araştırmacıların sayısını arttırmaktan geçiyor.” dedi. (Birgün)
https://yesilgazete.org/turkiye-genelinde-ari-olumleri-yuzde-70lere-kadar-cikmis-durumda/
767
1,445
ALİ YURTTAGÜL* Türkiye güneş, su ve rüzgâr kaynakları ile başka ülkelerden çok daha şanslıyken, genç nüfusu için daha fazla istihdam üretmek zorundayken; dar ve kısıtlı mali kaynaklarını ABD ve Avrupa'nın terk etmiş olduğu pahalı, tehlikeli, sorunları çözülmemiş bir teknoloji olan nükleer enerjiye yatırmasını anlamak kolay değildir. Son aylarda nükleer santraller konusu tekrar Türkiye enerji politikasının gündemine girmiş bulunuyor. AKP hükümeti, şayet Ecevit hükümetinin yaptığı gibi son anda bir dönüşe girmezse, enerji ve çevre politikasında büyük, pahalı bir politik hatanın imzasını atmış olacak. Zira nükleere yatırım, modern ve geleceği olan bir enerjiye değil, pahalı, çevre sorunu çözümlenmemiş, tehlikeli, özünde çağımızın değil, 1950'li yılların 'modern' enerji politikasına yatırım anlamına geliyor. Nükleer enerjinin dünyadaki durumuna biraz yakından baktığımızda, Türkiye'nin AB ve ABD gibi bu enerji tekniğini geliştiren ülkelerin aksine bir politik sürece girdiğini izliyoruz. Özellikle 1950'li yıllarının ABD ile Avrupa'sında bir atom çekirdeğinden üretilecek enerji ile enerji üretiminde, kömür ve petrol gibi ham madde sorunu yanında tüm sorunlarının aşılacağı, güneş gibi temiz, sonsuz bir enerji kaynağına ulaşılacağı hayal ediliyordu. Öyle ki, artık ev ve fabrikalarda enerji saatlerine de gerek kalmayacak, otomobiller bile küçük reaktörlerle çalışacaktı. Bugün yaklaşık 50 yıl sonra bu hayallerden hiçbir iz kalmadığı gibi, 1978'de ABD Harrisburg'daki Three Mile Island Nükleer Santralı'ndaki ile, 1986'da Ukrayna'da Çernobil Nükleer Santralı'ndaki kazalardan sonra, bu teknolojinin riskleri tüm açıklığı ile ortaya çıktı. Altın çağını 1960'lı yıllarda yaşayan nükleer enerji sektörü, 1970'li yıllarda duraklama ve 1980'li yıllarda gerileme devrine girdi. Bugün dünya enerji ihtiyacının yüzde 6 gibi küçük bir bölümü 191 ülkenin sadece 31'inde üretilirken, yalnız 5 ülkede 434 nükleer reaktörün üçte ikisi bulunmaktadır. Zaten çok yaygın olmayan bu enerji sektörünü, Almanya, Belçika gibi ülkeler terk etme kararı aldı. Fransa gibi nükleer enerjide ısrarlı olan ülkelerde bile yeni reaktörler devreye girmediği için nükleer enerjinin önemi, enerji üretiminde giderek azalmaktadır. Bugün üretimde olan santralların en geç önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde ömürlerini doldurmuş olacağı düşünülürse, bu enerjinin gerileme devrinin uzun sürmeyeceğini düşünmek yanlış olmaz. NÜKLEER ENERJİ EKONOMİK DEĞİLDİR Avrupa'da 1986 yılından bu yana yapımı Finlandiya'da süren bir nükleer santral dışında yeni reaktör siparişi verilmemiştir. Çernobil kazası, bu dönemde gelişen çevre hareketinin politik etkinliğin nükleer enerjideki denetim ve güvenlik bilincini yükseltmiş olması, şüphesiz bu gelişmede etkin olmuştur. Yalnız bu teknolojinin sorunu, sanıldığı kadar çevre hareketi veya 'Yeşillerin' güçlenmesi ile açıklanacak kadar “politik” değildir. Nitekim nükleer enerjide en gelişmiş teknolojiye sahip ABD'de en son nükleer enerji santralı 1973 yılında devreye girmiş, bu tarihten sonra hiçbir şirket bu sektöre yatırım yapmamıştır. Enerji tüketimin hızlı bir büyüme süreci yaşadığı son 30 yılda ABD'de enerji üretimi için 100 milyar doların üzerinde bir yatırım gerçekleştirilmiştir. Bu ülkede sadece 1979-2002 yıllarında 100 nükleer santrale denk gelen 144.000 megavatlık yeni kaynak enerji ağına eklenmiştir. Bu dönemde, iki Bush ve Reagan gibi sağ, enerji sektörüne yakın politikacıların iktidarda olduğu, 'Yeşiller' gibi bir politik faktörün pek etkin olmadığı da düşünülürse, kararın 'politik' değil 'ekonomik' ve diğer sorunlardan kaynaklandığını görürüz. SANTRALLER HEP RİSKLİ OLMUŞTUR Şirketlerin nükleer santrallere yatırımdan kaçmasındaki ana gerekçe, ekonomiktir. BM Uluslararası Atom Enerji Ajansı (IAEA) verilerine göre, bir kilovat üretim kapasitesi için nükleer santraller 2000 dolar yatırım gerektirirken, modern gaz santralleri 500 dolara mal olmaktadır. Nükleer enerjideki ucuz üretim bu farkı telafi etmemektedir. Ömrü dolan bir nükleer santralın sökümü, yapımı kadar bir finans gerektirmekte olduğu için, şirketler bu riskli yatırımdan kaçmaktadır. Giderek artan 'güvenlik' kıstasları malî yükü yükseltmekte yeni yatırımlar gerektirmektedir. Şirketler güvenlik sorunu ve radyoaktif artıklara çözüm bulmadan bu teknolojiye yatırımdan kaçmaktadır. Olası bir kazanın ve özellikle 11 Eylül'den sonra olası bir terör eylemin boyutlarını kestirememekte zorlanan sigorta şirketleri de bu tür riskleri sigortalamamaktadır. Zira ABD ve Avrupa Çernobil'den sonra olası kaza sonuçları için şirketleri sorumlu tutan yasalar getirmiştir. Çernobil'den sonra artık ciddiye alınır hiçbir uzman veya politikacı, Çernobil'e benzer bir kazanın kendi ülkesinde olmayacağını söyleyememektedir. Zira Harrisburg ve Çernobil kazalarında da görüldüğü gibi riskin sadece “teknik” değil “insan faktöründen” de kaynaklanabileceği anlaşılmıştır. Her halde hiçbir Türk politikacı, “Türkler kazaya sebep olmaz” gibi bir tez savunmaya kalkmayacaktır. Nükleer santralları tehlikeli kılan Çernobil'de görüldüğü gibi kazanın boyutudur. 100 binlerce insanın ölümü, sakat kalması ve geniş bir coğrafyanın radyasyon kirliliği ile yaşanamaz hale gelmesi, olası bir kazanın sonucu olacaktır. Bu riske girmek hiçbir politikacı için kolay olmadığı gibi, kolay savunulur bir mesele de değildir. Risk Avrupa'da sıkça yaşanan 'küçük kazalar' ve 'radyasyon kaçakları' ile çevreyi kirleten, santrallerin etrafında yaşayan halkın sağlığını etkileyen günlük bir sorundur. Kanser oranları bu bölgelerde normalin üstüne seyretmektedir. Artıklar konusunda da tatmin edici bir çözüm henüz yoktur. Bu konuda yoğun bilimsel araştırmalar olmasına rağmen ABD ve Avrupa'da hala sürekli bir yer altı deposu hizmete girmemiştir. Binlerce yıllık bir süre nükleer artıkların güvenli bir şekilde depolanması sanıldığı kadar kolay olmamıştır. ABD'de granit, Avrupa'da tuz kayaların yer altı sularına “kapalı” derinliklerde depolanması planlanan artıklar, hâlâ nükleer santrallarda bekletilmekte, söz konusu depolar işletime açılmamaktadır. Gerekçesi de oldukça açıktır. Depolama için 'ideal' olduğu söylenen bu yer altı katmanlarının sanıldığı gibi 'kapalı' olmadığı ortaya çıkmış, depoların su altında kalabileceği ve artıkların yer altı sularına karışabileceği görülmüştür. Gelelim Türkiye'nin nükleer enerji macerasına. ABD VE BATI'NIN TERK ETTİĞİ TEKNOLOJİ 'Nükleer teknolojiyi geliştiren ve bunu satan ABD veya Almanya, Fransa gibi ülkelerin artık yatırım yapmadığı bir teknolojiye niçin Türkiye yatırım yapmaktadır?', irdelenmesi gereken önemli bir sorudur. Türkiye'de nükleer enerji daha ucuza mı mal olmaktadır? Bu soru önemlidir, zira bir nükleer santralın 'fiyatı' güvenlik kıstasları tarafından belirlenmektedir. Bilindiği gibi Türkiye'de santrallar için öngörülen yer Akkuyu ve Sinop deprem hatları üzerinde bulunmaktadır. Bu bölgelerde insanlık tarihinde bilinen en şiddetli depremler yaşanmıştır. Uzmanlar 250 bin insanın öldüğü 1083 Antakya Depremi'nde Richter ölçeğini göre 10 şiddetinde geçen bir depremin yaşandığını tahmin etmektedir. Bu tür bir deprem bugün de mümkündür. 'Türkiye santrallerin yapımında hangi verilere göre güvenlik önlemleri almaktadır?' sorusu, bu açıdan oldukça önemlidir. Güvenlik açısından 'insan faktörü' Türkiye'ye özgü riskler içermektedir. Maaşların ilginç olacağı bu sektörde de işe alımlarda Akdeniz bölgesine özgü 'torpil' mekanizmaları işleyecek, insan kaynaklı hatalar Kuzey Avrupa veya ABD'ye kıyasla daha sık yaşanacaktır. Atıklar konusunda da Türkiye, Avrupa ve ABD veya Rusya'ya kıyasla daha riskli bir bölgedir. Türkiye coğrafyasının tümü deprem bölgesidir. Türkiye bugüne kadar nükleer atık sorunu ile karşı karşıya kalmadığı için, bu sorunun boyutunu tartışmamıştır. Atıklar Türkiye'de mi depolanacaktır veya atık ticaretine girmek isteyen Rusya gibi ülkelere mi ihraç edilecektir? İki alternatifin de kendine özgü riskleri vardır. Türkiye nükleer enerji ile uranyum sektörüne bağımlı olacaktır. Bu yüzden Türkiye nükleer enerji ile enerji konusunda 'bağımsız' değil, yeni bağımlılıklarla karşı karşıya kalacaktır. AKP hükümeti nükleer enerji ile ilişkili tüm bu sorunları kamuoyu ile paylaşmak ve nasıl bir çözüm düşündüklerini de anlatmak zorundadır. Bizim gözlemimiz, politik kadroların bu konuda henüz detaylı düşünmemiş oldukları yönündedir. TÜRKİYE BİR ŞANSI KAÇIRIYOR Enerji kaynağı petrol, gaz ve kömür fiyatlarının artışı, bu maddelere dayalı enerji üretiminin çevreye etkisi yüzünden, özellikle küresel ısınma sorunu ile karşı karşıya kalan birçok ülkede, nükleer enerjinin tekrar 'alternatif' olarak tartışıldığını görüyoruz. Küresel ısınmanın ana sorumlusu karbondioksit emisyonlarında nükleer enerji çözüm gibi görünse de, yeni bir Rönesans yaşayacağını sanmıyoruz. Nükleer enerjinin yukarıda saydığımız ana sorunları karbondioksit konusundaki avantajından ağır basıyor. Kaldı ki petrol gibi uranyum da dünyada sınırlı miktarda bulunan bir ham maddedir. Bilinen uranyum rezervlerinin bugünkü talebi sadece 60 yıl gibi bir süre karşılayabileceğini göstermektedir. Bu yüzden büyük sayıda nükleer enerji santralının devreye girmesi ile uranyum fiyatlarının da petrol fiyatları gibi yükseleceğini tahmin etmek, yanlış olmaz. Bu yüzden ABD, Almanya ve İspanya gibi ülkeler enerji politikasında, yatırımlarını kaynak sorunu olmayan güneş enerjisine ve bu enerjiye dayalı bilimsel araştırmalara kaydırmış bulunuyor. Birçok bakımdan Türkiye'ye benzer bir yapıya sahip olan İspanya'nın bu sektördeki atılımı yakından incelemeye değerdir. Araştırmalar, güneş enerjisi santrallarının 2015 yıllına kadar fosil ve nükleer enerji ile rekabet edecek seviyeye geleceği, devlet desteği olmadan ekonomide varlığını sürdüreceğini gösteriyor. İlginç olan İspanyollar'ın oldukça pahalı olan fotovoltaik güneş enerjisi paneli üretimi yerine, klasik eneri santrallarını güneş enerjisine dayalı bir teknoloji ile devreye sokmaları ve bu tip santrallarla enerji üretimine girmiş olmasıdır. AB'nin destekleri ve Almanya dönem başkanlığı sırasında karar verilen, 2020 yılında yüzde 20 yenilenebilinir enerji üretimi hedefi, bu gelişmeleri şüphesiz olumlu etkiliyor. Bu sektör giderek en önemli istihdam kaynağı olmaya başlamış durumda. Son 15 yılda bu sektörde Almanya'da 500 bin iş yeri yaratılmış olduğu tahmin ediliyor. Türkiye güneş, su ve rüzgâr kaynakları ile söz konusu ülkelerden çok daha şanslı bir ülke olmasına, genç nüfusu için bu ülkelerden daha fazla istihdam üretmek zorunda bulunurken, dar kaynaklarını bu modern enerji sektörü yerine ABD ve Avrupa'nın terk etmiş olduğu pahalı, tehlikeli, sorunları çözülmemiş bir teknoloji olan nükleer enerjiye yatırmasını anlamak kolay değildir. Hedef nükleer teknolojiye sahip olmaksa, araştırma amaçlı küçük bir santralın yapılması herhalde daha akıllıca olduğu gibi, turizm için henüz keşfedilmemiş baş döndürücü güzellikteki Akdeniz ve Karadeniz kıyılarımızın tabii güzellikleri tehdit altına alınmamış olur. * Avrupu Parlamentosu Yeşiller Grubu Siyasi Danışmanı / [email protected]
https://yesilgazete.org/turkiye-icin-nukleer-enerji-yanlis-secim/
5,490
10,958
Türkiye'de ilk kez doğal ortamda gözlenen kızıl başlı çinte kuşu, Türkiye'nin 468. kuş türü oldu. Kuş gözlem gezileri danışmanı ve yaban hayatı fotoğrafçısı Emin Yoğurtcuoğlu nadir olarak görülen kuş türlerini bulmak için Doğu Karadeniz'e geldiklerini, Türkiye'de daha önce görülmemiş, kaydı olmayan kızıl başlı çinte kuşunu 10-15 kişilik ekiple Rize'de gözlemlediklerini söyledi. Kızıl başlı çinte kuşunun Türkiye'de doğal ortamda ilk defa görüldüğünü ifade eden Yoğurtçuoğlu, ”Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan'da üreyen bu tür, havaların soğumasıyla Hindistan'a göç ediyor. Bize en yakın üreme noktaları Hazar Denizi'nin kuzeyinde kalıyor. Ama bu kuş, yolunu değiştirerek ülkemize gelmiş. Bu tarz kuşlara rastlantısal konuk diyoruz' dedi. Kuşun buraya gelmesinde bir çok faktörün etkili olabileceğini anlatan Yoğurtçu, ”Bu sebeplerden biri hava muhalefeti olabilir. Ancak Türkiye'de bugüne kadar maalesef pek fazla araştırma yapılmamış. Kuş gözlemcisi ve araştırmacısı sayıları ise hala çok az. Buraya Türkiye'de nadir olarak görülen yeni kuş türlerini bulmak için geldik. Ödülü de büyük oldu, yeni bir kuş türünü keşfetmiş oldum” diye konuştu. Kuş fotoğrafçısı Murat Çuhadaroğlu ise ”Kuş fotoğrafçılığı hobimiz var. Anadolu'nun değişik yerlerinden aldığımız istihbaratlar sonucu belirtilen yere gidip nadir türleri fotoğraflamaya çalışıyoruz. Türkiye'de kayıtlı kuşların fotoğraflarını çekiyoruz. Kuş türlerinin bilgilerini 'trakus.org' adlı internet sitemizde topluyoruz. Çok detaylı bir veri bankası oluşturuyoruz” dedi. (Trakus.org, Akşam)
https://yesilgazete.org/turkiyede-gozlenen-468-kus-turu-kizil-basli-cinte/
822
1,576
TMMOB Ankara İl Koordinasyon Kurulu, 2008 yılında iş kazaları sonucu 865 işçinin; 2009 yılında iş kazaları sonucu 1.171 işçinin; 2010 yılında iş kazaları sonucu 1.434 işçinin yaşamını yitirdiğini belirterek, “2011 yılı henüz SGK açıklama yapmadı, ancak 1.600 civarında işçinin hayatını kaybettiğinin açıklanması bekleniyor, 2012 yılı ya böyle giderse…” diye sordu. İş kazalarından ölümlerin her yıl arttığını kaydeden TMMOB, “2008 yılından 2011 yılına iş kazalarından ölüm neredeyse 2 katına çıktı. 2012 yılında işçiler 5`er 5`er, 10`ar, 10`ar ölüyor, ya böyle giderse… Hayır böyle gitmemeli, iş kazalarından, meslek hastalıklarından kimse ölmemeli” dedi. İngiltere`de her 100 bin çalışandan 0.7 si. İsveç'de 1.4`si, İsviçre'de 1.5'sinin iş kazalarından hayatını kaybederken Türkiye`de her 100 bin çalışandan 17'sinin iş kazalarından hayatını kaybettiği vurgulandı. “İş kazalarının en önemli nedeni işyerlerinde alınmayan önlemlerdir” denilen açıklamada, şunlar ifade edildi: “Çünkü alınmayan önlemlerin bir yaptırımı yok, işyerleri denetlenmiyor, alınmayan önlemler için yaptırım yok. Uygun önlemler alındığında, işçi dikkatsiz de çalışsa iş kazaları olmaz. Ölümler bazen kamuoyuna mal oluyor, hükümetler, mevzuatta değişiklik yapıyor, tasarılar konuşuluyor, sonra her şey unutulup gidiyor. 2003 yılında çıkartılan İş kanununda 2008 yılında, 2010 yılında iş sağlığı ve güvenliğine yönelik değişiklikler yapıldı, ama ölümler azalmadı ve sürekli olarak arttı. İşyerleri denetlenmiyor, her 100 işyerinden 3`ünün denetlendiği bir ortamda, iş kazaları azalmayacaktır. İş sağlığı ve güvenliği yönünden mevcut olan eksikliklere ceza uygulanmıyor, iş kazaları azalmayacaktır. İlköğretimden, Üniversiteye hemen hemen eğitimin tüm kademelerinde iş sağlığına güvenliğine ilişkin eğitim verilmemekte, böyle bir ortamda iş kazaları azalmayacaktır.”
https://yesilgazete.org/turkiyede-her-100-bin-isciden-17%E2%80%99si-oluyor/
985
1,836
15 yaşındaki çocukların yüzde 47'si memnuniyetsiz Hollanda'da 15 yaşındaki gençlerin yüzde 90'ı hayatından memnun. Çocuk ölüm oranları tablosunda da Türkiye alt sıralarda 5 ile 14 yaş arasındaki çocuklar arasında ölüm oranları açısından yapılan incelemede de Türkiye, listenin alt sıralarında yer aldı. Meksika yüzde 2,47 ile çocuklar arasında ölüm oranının en yüksek olduğu ülke oldu. Bu konuda sondan ikinci olan Türkiye'de ise bu oran yüzde 1,96 olarak belirlendi. Ölüm oranının düşük olduğu ülkeler ise yüzde 0,36 ile Lüksemburg, yüzde 0,50 ile Danimarka ve yüzde 0,60 ile Finlandiya. Her üç çocuktan biri aşırı kilolu 5 ile 19 yaş arasındaki çocuk ve gençler arasındaki aşırı kilo sorunu da araştırma kapsamına alındı. Sonuçlarda, genel olarak çocuk ve gençler arasında aşırı kilo sorununun arttığı ve 41 ülkede her üç çocuktan birinde aşırı kilo veya obezite sorunu bulunduğu belirtildi. ABD'de aşırı kilolu çocukların oranı yüzde 42 olarak belirlenirken, bu sorunun dünyada en az görüldüğü ülke yüzde 14 ile Japonya oldu. Türkiye'de ise çocukların yüzde 30'unda aşırı kilo ve obezite sorunu görülüyor. Litvanya, çocuk intiharlarında ön sırada 15 ile 19 yaş arasındaki kız ve erkekler arasında intihar oranının en yüksek olduğu ülke yüzde 18,2 ile Litvanya oldu. Bunu yüzde 14,9 ile Yeni Zelanda ve yüzde 13,9 ile Estonya izledi. Araştırmaya göre, Türkiye çocuk ve gençler arasında intihar oranının düşük olduğu ülkeler arasında yer aldı. Buna göre, çocuk ve gençler arasında intihar oranının yüzde 2,4 olduğu Türkiye ise listede sondan beşinci sırada bulunuyor. Okuma ve hesap yapma becerisi Araştırmaya göre, AB ve OECD ülkelerinde 15 yaşındaki çocukların yüzde yaklaşık yüzde 40'ı temel okuma ve hesap yapma becerilerine sahip değil. Buna göre, Bulgaristan, Romanya ve Şili sıralamanın en altında yer alırken, okuma ve hesap yapma yeteneği açısından çocukların en iyi durumda bulunduğu ülkeler Estonya, İrlanda ve Finlandiya oldu. Araştırmayı yürüten UNICEF Innocenti Direktörü Gunilla Olsson, “Esasen yeterli kaynaklara sahip, dünyanın birçok zengin ülkesi çocuklara iyi bir çocukluk imkanı sunmakta başarısız kalıyor” değerlendirmesinde bulundu. Küresel koronavirüs salgını nedeniyle okulların kapatılması ve sosyal kısıtlamalar gibi önlemler yüzünden çocuk ve gençler üzerindeki yükün arttığına işaret eden Ollsson, “COVID-19 salgını sırasında çocuklara ve ailelere verilen destek kaygı verici düzeyde yetersiz oldu” dedi. UNICEF ayrıca, salgın yüzünden birçok ülkede yaşanan ekonomik krizin çocuklar arasında yoksulluğu artırmaması konusunda uyarıda bulundu.
https://yesilgazete.org/turkiyeli-cocuklar-hayat-memnuniyetinde-son-sirada/
1,310
2,571
“Türk gibi kuvvetli”, “Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri” gibi çok anlamlı laflar ortalığı kaplamışken, ağırlıklı olarak MHP'li ve CHP'li bir kitle, bazı insanların kendilerini bu kimlikle ifade etmek istememesini bir türlü anlayamıyor. Neden acaba? Kendi kimliğinin bir gerçekliği olduğunu, diğerleri ise kendisine tabi değilse, hayali olduğu inancının kendisi değil midir zaten milliyetçiliğin esası? Sencer Divitcioğlu, tarih çalışmalarında Türk sözcüğünün, Orta Asya'daki 12 boydan oluşan federasyonun adı olduğunu yazar. Türk “budunu”nu tarihten azade sabit bir gerçeklik olarak millet diye tanımlayan, bilimin evrensel ilkelerinden habersiz, bazı YÖK standartlı üniversite hocaları bu saçma sapan tezlerinin ne kadar “ilmi” olduğunu anlatıp duruyorlar. Dış Türklere ya da Irak'taki soydaşlara etnik vurgu yapıldığında sorun görmeyenler, ülke özelinde Türk sözcüğüne etnisite ötesi bir anlam yükleyerek, başkalarının kendi tariflerine uymalarını adeta emrediyorlar. 12 Eylül rejimin tarifleriyle sorunu olmayan bu zevat, tarif edilmekten artık gına gelen kesimlerin sesine soluğuna kulak tıkayabiliyorlar, tabii ki “ilmi” bir şekilde. Bu tarifleri ortak kılmayı, herkesin kendini özgürce ifade edeceği bir zeminde anlaşmayı akıllarının köşesine getirmiyor bu ırkçı faşist çevre. Bir an için onların tariflerinin doğru olduğunu varsaysak bile, “bu tarifi kabul etmeyenlere 12 Eylül teknikleri dışında ne yanıt üretiyorsunuz?” diye sorduğum her TV kanalında, bugüne kadar tek bir yanıt alabilmiş değilim. İki kişi arasında iletişimin bile olabilmesi için seçilen kelimelerle, onlara verilen anlam konusunda bir oydaşma gerekir. Semiyolojinin (göstergebilim) esası bu keyfiyete dayanır. Kendi tariflerinizi biteviye tekrar edeceğinize, farklı tariflerle müzakere ve uzlaşma yoluna gidebilmeyi kabul etmek için, herhalde siyasetin oksijeni olan demokrasiden biraz nasibinizi almanız gerekiyor. Herkes kendileri gibi olmadan, kendi tariflerine biat ettirmeden rahata ermiyor bu faşist kafa yapısı. Sütçü süt satar da, Türkçü ne satar, alıcısı var mı? Prokrustes yatağı gibi hayat kendilerine uymayınca, hayatı kafalarındaki şablona uydurmaya çalışmak ne büyük işkence. Bulgaristan'da Todor Jivkov, “Bulgar devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Bulgar'dır,” deyince niye hemen zıplamıştınız; sizin kimliğiniz kimlik, canınız can da, başkalarınınki patlıcan mı? Miloseviç'in, “Sırp ulusuyla Boşnak milliyetini eşit göremezsiniz,” anlayışına insanlık niye itiraz etmişti. Yugoslavya'da Tito politikalarına değil de, Miloseviç politikalarının yaşattığı tektipleşmeye itiraz edenler, kendi ülkelerinde Miloseviç politikalarını sıkılmadan savunabiliyorlar. İsteyen istediğini savunabilir tabii ki, ama lütfen bu rezillikleri solculuk diye takdim etmeyin; İttihat Terakki'nin 1911 Kongresi'nde aldığı Anadolu'yu Türkleştirme politikalarını solculuk deyip, solun ahlaki, vicdani, evrensel değerlerinin ırzına geçmeyin. Herkes her ne kadar kafatası milliyetçiliğine karşı olduğunu söylese de, taskafa milliyetçilikle arasındaki farkı açıklayamıyor. Milliyetçilik insanın ülkesini sevmesi değil, heterojen bir coğrafyayı homojenleştirme girişiminin adıdır. Irkçılığa, şovenizme ve milliyetçiliğe karşı tutum almadan soldan bahsetmek söz konusu olamaz. Gelin artık başkaları adına konuşma, tahayyüller, diller ve kültürler üzerinde hapishaneler inşa etme ısrarından vazgeçelim; anayasadaki yasakçı ve negatif düzenlemeleri kaldırıp, pozitifini yasalarla çözüme kavuşturalım. Devlet toplumu şekillendirmesin, devleti toplumun rengârenk yapısı belirlesin. Göreceksiniz ki barış ve demokrasi toplumu bölmez, tam tersine bütünleşmenin sigortasıdır. Ahmet Kaya'ya, bir TV'de, “Ne mutlu Türküm diyene, diyebilir misiniz?” diye sorduklarında, “Ben, mutlu bir Türk değilim ki,” demişti. Bırakınız mutluluğun tarifini başkaları adına yapmak yerine, insanın kendi tarifini kendisinin yapmasının zaten en büyük mutluluk olduğunu artık idrak edelim.
https://yesilgazete.org/turklestiremediklerimizden-misiniz-ufuk-uras/
1,957
3,948
TÜSİAD Başkanı Boyner, kamuoyunda son birkaç gündür öğrencilerin protesto amacı ile yumurta atma tartışmalarına değinerek, gençliğin muhalefet demek olduğunun unutulmaması gerektiğini söyledi. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısının açılışında konuşan Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Başkanı Ümit Boyner, son öğrenci olayları ve (yumurta atmak şiddet midir, değil midir?)” sorusuna indirgenen tartışma ile ilgili bir kaç şey söylemek istediğini kaydetti. Kendisinin bu konuya biraz farklı yönden bakacağını belirten Boyner, ”Sayın Kuzu ve Sayın Batum'un maruz kaldığı durumu, onaylamak mümkün değil.” diyen Boyner, ancak gençlere iğne batırırken, kendilerine çuvaldız batırmaları gerektiğini söyledi. ”Yarınlar gençlerin” dediklerini işaret eden Boyner, sözlerini şöyle sürdürdü: ”Hepimizin, ama hepimizin bir kez düşünmesi lazım. Gençlerimiz niçin öfkeli? Gençlere nasıl bir gelecek devrediyoruz? Genç işsizliği ortada. Gençlerin eğitimle ilgili kaygıları yeterince cevaplanamıyor. (Bu olayların arkasında örgütler var. Bunlar öğrenci bile değil) gibi argümanlar veya daha fazla polis gücünü okullara sokarak yasaklar getirmek çözüm mü? Gençleri yeterince dinliyor muyuz? Onlara özgür düşünmeyi, özgür ifade etmeyi öğreten, bağımsız üniversiteler verebiliyor muyuz? Unutmayalım ki, gençlik muhalefet demektir. Bizim tartışan, konuşan, sorgulayan gençlere ihtiyacımız var. Ben genç arkadaşlarımıza taleplerini ifade biçimleri tercihlerinde yanlış tarafa düşmemeleri için eylemlerinde şiddete başvurmamalarını önerebilirim. Ama bizlere, iş dünyasına, kanaat önderlerine, siyasetçilere, yöneticilere düşenin de anlayış, empati ve diyalog kurma çabası olduğuna, tüm kalbimle inanıyorum. Susturma, azarlama, biber gazı, dayak, etiketleme ve yasaklama değil.” Ayrıca bazı öğrencilerin cürümleri ile kıyaslanamayacak ağırlıkta cezalara çarptırılmalarının, artık çoktan geride bıraktığını umdukları ceza fetişizmden muzdarip, pederşahi bir otorite anlayışını çağrıştırdığını belirten Boyner, bunun da demokrasiye yakışmadığını ve sığmadığını söyledi. (aa)
https://yesilgazete.org/tusiad-genclik-muhalefet-demektir/
1,070
2,076
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin Boğaziçi Üniversitesindeki protestoları hakkında yaptığı paylaşımlara Twitter tarafından kısıtlama getirildi. Bahçeli paylaşımında Boğaziçi Üniversitesi'ndeki öğrencileri hedef göstererek “Sırtlarını ajanlara, zalimlere ve karanlık çevrelere dayamış olanlar evlat değil başı ezilmesi gereken zehirli yılanlardır. Yasa dışı eylemleri diğer üniversitelere teşmil etmek için kuyruğa girenler bunun bedelini acıklı şekilde ödemelidir” ifadelerini kullanmıştı. Twitter tarafından yapılan müdahalenin ardından bu paylaşıma gidenler “Bu tweet artık mevcut değil” mesajıyla karşılaşıyor. 'Teröre Twitter ve arkasındaki güçler destek verdi' MHP Genel Merkezinden yapılan açıklamada, “Boğaziçi Üniversitesinin önündeki menfur eyleme karşı gösterdiği tepkiden dolayı MHP lideri Sayın Bahçeli'nin bazı paylaşımlarına Twitter kısıtlama getirmiştir” ifadeleri kullanıldı. Açıklamada “Sayın Bahçeli terörist ve öğrenci ayrımını ortaya koyduğu halde -ki bu emniyet tarafından da teyit edilmiştir- okyanus ötesinden Twitter buna tepki göstermiştir. Boğaziçi Üniversitesi önünde eylem yapan terör örgütleriyle irtibatlı ve iltisaklı olanlara Twitter ve Twitter'ın arkasındaki güçler destek vermiştir. Genel Başkanımızın bazı paylaşımlarına kısıtlama getirilmiştir” denildi. Soylu: Sapkın LGBT'ye kalkan oluşturuyor İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ise engelleme kararına ilişkin bir mesaj paylaşarak “Terör örgütlerine ve sapkın LGBT'ye koruma kalkanı oluşturan Twitter; Şahit oluyoruz ki, eline geçirdiği iletişim tekeliyle ülkelerin kimyasını, demokrasinin kimyasını, huzurun kimyasını bozmaya çalışmaktadır. Emperyalizmin bu oyuncağı, insanlığı teslim alamaz…” dedi. Sn Devlet Bahçeli'nin ifadelerine tahammül edemeyen Twitter'ın tutumunu kınıyoruz… pic.twitter.com/oNvOR9B79A — Süleyman Soylu | Maske? Mesafe↔️ Temizlik? (@suleymansoylu) February 4, 2021 Soylu'nun Tweet'i kısıtlanmıştı Twitter, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun “4 LGBT sapkını gözaltına alındı” diyerek Boğaziçi Üniversite öğrencilerine yönelik nefret söylemi kullandığı tweet'ini 31 Ocak Pazar günü Fransa'da engellemişti. Söz konusu Tweet Türkiye'de de kısıtlanmış paylaşım Twitter tarafından yayınlanan “Bu Tweet, nefret söylemi hakkındaki Twitter Kuralları'nı ihlal etti. Ancak Twitter, Tweetin erişime açık kalmasının kamu yararına olabileceğini belirledi” uyarı notuyla paylaşılmıştı.
https://yesilgazete.org/twitter-devlet-bahcelinin-bogazici-paylasimlarini-engelledi/
1,183
2,411
Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla twitter 13 günlük engellemenin ardından açıldı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 'karara saygı duymuyorum' diye yorumladığı twitter yasağının kaldırılmasının ardından bugün de Youtube hakkında bir mahkeme kararı çıktı. Gölbaşı Sulh Ceza Mahkemesi YouTube yasağının kaldırılması kararını verdi. Sosyal paylaşım sitesi twitter'a erişim, açılan sahte hesaplarla bazı vatandaşların kişilik haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle verilen mahkeme kararları doğrultusunda 20 Mart gecesi TİB tarafından tedbir amaçlı engellenmişti. Twitter'la ilgili hem İdare Mahkemesi'nde dava açılmış, hem de Anayasa Mahkemesi'ne iki ayrı başvuruda bulunulmuştu. 'Twitter kararı ifade özgürlüğüne engel' İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaman Akdeniz ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak'ın 24 Mart, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu'nun ise 25 Mart'ta yaptığı başvuruları birleştiren Yüksek Mahkeme, “Anayasa'nın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine” karar verdi. Anayasa Mahkemesi, kararın “ihlalin ortadan kaldırılması” için Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, TİB ve BTK'ya gönderilmesini kararlaştırmıştı. Karar Resmi Gazete'de yayınlanınca Twitter'a erişim engeli son buldu. Erdoğan'a göre 'karar hukuki değil' Kararın ardından soruları yanıtlayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan karara farklı yorumlar getirdi. Gül, Yüksek Mahkeme'de oybirliğiyle yasağı kaldıran twitter kararı için 'Bazı önemli kararların oybirliği ile çıkıyor olması üyelerin evrensel hukuku esas alarak karar verdiğini gösterir ve güveni arttırır. Benim çok gurur duyduğum olaydır” derken Erdoğan kararın hukuki olmadığını iddia etti: “Biz bu karara uyarız olay bu. Ama saygı duymuyorum. Bu sadece bir yasaya uymaktır. Bu hukuk değildir onu söyleyeyim. Hukuk başka bir şey” dedi. Youtube yasağı da iptal edildi Twitter'a artık DNS ayarlarıyla oynamadan girmek mümkün, fakat Youtube yasağı, karar mahkemede iptal edilmesine rağmen fiilen devam ediyor. Suriye sınırına müdahaleyle ilgili Dış İşleri Bakanlığı'nda yapılan gizli bir toplantının kayıtlarının yayınlandığı gün TİB tarafından kapatılan Youtube'un kapatılam gerekçesi sonradan bu kayıtlara olarak gösterilmemiş ; engellemenin Atatürk aleyhine işlenen suçlar kapsamına sokulmuş olduğu ortaya çıkmıştı. Barolar Birliği'nin başvurusu üzerine yasağı değerlendiren Ankara Gölbaşı Sulh Ceza Mahkemesi, Youtube yasağını kaldırdı. Şimdi gözler kararın tebliğ edilmesinden sonra siteyi açması gereken TİB'de. (T24/Milliyet/Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/twitterdan-sonra-youtube-yasagi-da-kalkti/
1,300
2,652
UEFA, Fenerbahçe'ye seyircisiz olarak oynanan BATE Borisov maçında sahaya saha dışından paraşütle atılan yanıcı maddeler nedeniyle bir maç seyircisiz oynama cezası, BATE Borisov ile oynanan ilk maçta rakibine kasıtlı olarak peşpeşe iki defa tekme atan Raul Meireles'e de gördüğü kırmızı kart sebebiyle üç maç ceza verdi. Ayrıca kurul, iki yıl içinde saha olayı yaşandığı takdirde Fenerbahçe'yi Avrupa'dan men edeceğini açıkladı. Fenerbahçe Kulübü de konuyla ilgili şu açıklamalarda bulundu: “UEFA Kontrol ve Disiplin Kurulu, cezamız nedeniyle seyircisiz oynadığımız Bate Borisov maçında, stadyum dışından atılan yabancı maddeler nedeniyle, Son 16 Turu'nda oynayacağımız Viktoria Plzen maçının seyircisiz oynanmasına karar vermiştir.” (Eurosport)
https://yesilgazete.org/uefadan-seyircisiz-macta-seyirci-sahaya-yanici-madde-atti-cezasi/
371
745
Türkiye'nin ateşten gömlek güncel politiğini tartışmanın kısırdöngüsü dur durak bulacak gibi değil, görünen o ki kısa sürede de bundan çıkış yok. Üçlü seçim etabının ilk ayağını da tamamladığımıza göre, artık bu köşenin ana gündem konularından biri olan ekoloji meselesine geri dönmenin ve gezegeni bekleyen felaketler silsilesi gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmenin tam zamanı. Hatırlanacağı üzere, BM himayesindeki IPCC'nin (Intergovernmental Panel on Climate Change – Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) 5. Değerlendirme Raporu'nun ilk bölümü geçen sonbaharda açıklanmıştı. İlk bölüm, gayet açık şekilde hükümetlere, “İklim değişikliği vardır, her geçen gün etkilerini daha fazla gösteren iklim değişikliği insan kaynaklıdır, sera gazlarını sorumsuzca atmosfere salmaya devam ettiğimiz sürece iklim, dünyayı insanların yaşamasını zorlaştıracak biçimde değişecektir” mesajı veriyordu. Raporun, geçen hafta Japonya'da açıklanan ikinci bölümü ise bize iklim değişikliğinin ağır, geniş çaplı ve geri dönüşü imkânsız bir noktaya ulaşmak üzere olduğunu gösteriyor. Yani anlayacağınız raporda çok fazla kötü haber var. Bu bölümde, Afrika, Asya, Avrupa, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Küçük Adalar, Avustralya ve Yeni Zelanda olmak yedi bölgede iklim değişikliğinin etkileri farklı kategorilerde incelenmiş, riskler ve adaptasyon süreçlerinde neler yapılması gerektiği ortaya konmuş. Bu noktada, IPCC'nin 2600 sayfalık raporunu 800'den fazla bilim insanının 12 bin bilimsel çalışmayı inceleyerek hazırladığını da söylemek de fayda var, çünkü bu aynı zamanda bilimin farklı alanlarının geniş bir mutabakatıyla iklim değişikliğinin kanıtlandığına işaret ediyor. Her şeyden önce küresel ısınmanın iki derece yerine dört derece olması hâlinde yaşanacak felaketlerin yaratacağı zarar çok ağır olacak. Ancak, alınacak her tedbirin de gelecekteki ekonomik zararları daha aza indireceğine vurgu yapılıyor. Küresel ısınmanın dünya ekonomisine maliyeti ise alınan önlemlere bağlı olarak dünya gayrisafi hâsılasının yüzde 0,2 ile yüzde 2'si arasında olacak. Bu durumda Batı ülkeleri artık büyüyemeyecek, gelişmekte olan ülkelerin büyüme oranı çok düşecek. Yine önlem alınmadığı takdirde, tarımda verimlilik 2050'ye kadar her 10 yılda yüzde 2 düşerken, buna mukabil dünyanın gıda talebi aynı periyotta yüzde 14 artacak. Türkiye'nin de içinde yer aldığı Avrupa'ya yönelik en büyük risk uyarıları su taşkınları, aşırı sıcaklıklarla, su kıtlığı ve bunları yaratacağı ekonomik kayıplar şeklinde özetlenmiş. Herhangi bir adaptasyon sağlanmazsa, 2080'e kadar her yıl AB ülkelerindeki en az 775 bin en fazla 5,5 milyon insan denizlerin yükselmesiyle kıyılarda oluşacak su baskınları nedeniyle etkilenecek. En fazla Atlantik, Kuzey ve Güney Avrupa bölgeleri bu durumdan zarar görecek. Denizlerdeki yükselme konusunda herhangi bir adaptasyon çalışması yapılmazsa AB, bunun sonucu olarak her yıl 17 milyar euroluk maliyetle karşı karşıya kalacak, en yüksek zararı Hollanda, Almanya, Fransa, Belçika, Danimarka, İspanya ve İtalya görecek. Türkiye'de denizlerin bir metre yükselmesi hâlinde üç milyondan fazla insan bundan etkilenecek, bu su taşkınlarının maliyeti 12 milyar doları bulacak. Bu açıdan Türkiye'nin denize dolgu yapma fikrini bir kez daha gözden geçirmesinde fayda var. Öte yandan, Avrupa'da 2100'e kadar kaybedilecek orman arazisinin Avrupa'ya maliyeti yüzlerce milyar euro olacak. Özellikle Güney Avrupa'da iklim değişikliğinin sebep olduğu aşırı hava olaylarıyla ve ani rüzgârlarla kırsal alan yangınları artacak, bunun en büyük etkileri Fransa, İtalya, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve Türkiye'de görülecek. Özetle dünyayı giderek daha kirli, daha yoksul, gıda ve su kıtlığının arttığı, sağlık sorunlarının çoğaldığı, ülkelerarası yeni çatışmaların ortaya çıktığı bir dönem bekliyor. İklim değişikliğinden kimse muaf değil, üstelik insanlık bu kötüye gidişe el birliğiyle dur demedikçe iklim değişikliğinden kaçış yok. Dolayısıyla kabul etmesi güç gelebilir ancak, dünyanın aslında bir çevre sorunu yok, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir insan sorunu var. Pelin Cengiz – Taraf
https://yesilgazete.org/ulkeyi-birak-dunya-elden-gidiyor-pelin-cengiz/
2,061
4,069
Avrupalıların yüzde 86'sı yenilenebilir enerji talep ediyor – Oral Kaya* Avrupa İklim Vakfı'nın yeni anketinde, Avrupalıların yalnızca daha fazla yenilenebilir enerji değil, aynı zamanda yerel düzeyde yapılacak olan yatırımlarda daha fazla söz sahibi olmak istediklerini gösteriyor. Avrupa İklim Vakfı tarafından on Avrupa ülkesinde yapılan anketlerde, yurttaşların yaşadıkları yerlerde yenilenebilir enerji kaynakları ile çalışan enerji santrallerini tercih ettiği ortaya çıktı. Sonuçlar, daha fazla yenilenebilir enerji ile beraber, yerel düzeyde daha fazla kontrol de talep ettiklerini gösteriyor. Aynı şekilde çalışma, Avrupa halkının yenilenebilir enerji kaynakları ile üretimin yapılmasını da daha fazla desteklediklerini ve daha verimli enerji kullandıklarını ortaya çıkarıyor. Anket çalışması, rüzgar ve güneş enerjisine verilen kamu desteğini daha iyi anlamak için 10 Avrupa ülkesinde gerçekleştirildi. Avrupa İklim Vakfı (ECF) tarafından yapılan anketlerde sürekli olarak yurttaşların yüksek oranda yenilenebilir enerji kaynaklarına destek verdiği sonucu çıkıyordu. Fakat yeni yayınlanan bu raporda, Avrupalıların yalnızca daha fazla yenilenebilir enerji değil, aynı zamanda yerel düzeyde yapılacak olan yenilenebilir enerji yatırımlarında daha fazla söz sahibi olmak istediklerinin altı çiziliyor. Ayrıca yerelde kurulacak yenilenebilir enerji kooperatiflerine katılmaya daha fazla gönüllüler ve hükümetlerin güneş ve rüzgar enerjisinin yaygınlaştırılmasını hızlandırmak için de önlemler almasını savunuyorlar. Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, İspanya, Almanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan'da 24 Eylül – 6 Ekim 2021 tarihlerinde 18 yaş üstü 10.547 yetişkin üzerinde yapılan anketin önemli sonuçları kısaca şöyle: Ankete katılanların %86'sı, yaşadıkları yerin yakınında inşa edilecek yeni rüzgar ve güneş projelerini destekleyeceklerini belirtiyor. Ankete cevap verenlerin %70'i bölgelerinde yeni rüzgar santrallerini istiyor. Yeni rüzgar ve güneş santrallerinin inşasına olan destek, her ülkede zaten bir tanesinin yakınında yaşayan insanlar arasında daha yüksek. Buna karşılık, Avrupalıların %65'i yeni bir nükleer santralin inşasınakarşı. Aynı zamanda %67'si yaşadıkları yerin yakınında fosil yakıtlı kömür, petrol veya doğalgaz ile çalışan yeni bir elektrik santralinin kurulmasını istemiyor. İnsanların çoğunluğu (%68), tüm yeni binaların güneş panellerine sahip olmasının zorunlu hale getirilmesini talep ediyor. Bu karar için en yüksek destek İtalya (%84), İspanya (%83), Yunanistan (%77), Bulgaristan (%74), Birleşik Krallık (%70) ve Romanya'da (%70). Avrupa genelinde ankete katılanların %61'i kendi bölgelerinde bir enerji kooperatifi kurulması halinde büyük olasılıkla bu enerji kooperatifine katılacaklarını söylüyor. En yüksek destek oranları ise şöyle: Romanya (%85), İtalya (%75), Bulgaristan (%75), Polonya (%74), Yunanistan (%71) ve İspanya (%69). Avrupalıların sadece %18'i hükümetlerinin “iklim değişikliği ile mücadele etmek için gerçekçi olarak ellerinden gelen her şeyi” yaptığını düşünüyor. Avrupa Yenilenebilir Enerji Kooperatifleri Birliği (REScoop.eu) başkanı Dirk Vansintjan, anket sonuçlarıyla ilgili şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu rakamlar, hükümetlerin gerçekleştireceği enerji yatırımlarına karar verirken dikkate alması gereken, yerel halkın yenilenebilir enerji lehine büyük bir talepleri olduğunu gösteriyor. Aynı şekilde yurttaşların kendi bölgelerinde gerçekleşecek enerji yatırımlarına sahipliği, sosyal kabul açısından da önemli bir gerçektir.” Ekonomi Gazetecileri Derneği ve SHURA Enerji Dönüşümü Merkezi ortaklığında düzenlenen “İklim Ekonomisi” başlıklı yuvarlak masa toplantısı, Türkiye ekonomi basınının önde gelen isimleri ve yenilenebilir enerji, iklim ekonomisi konularında uzman temsilcilerin katılımıyla yapıldı. EGD'nin bu yıl onuncusunu düzenleyeceği Küresel Isınma Kurultayı öncesinde Avrupa İklim Vakfı'nın İklim Ekonomisi projesi kapsamında karşılıklı görüş alışverişinde bulunmak için bir araya gelen katılımcıların ana gündem konusu, enerjide küresel gelişmelerin Türkiye'ye etkileri oldu. “Bir santral kurmaktansa o santralin üreteceği enerjiyi tasarruf etmek daha ucuz” Toplantının açılış konuşmasını yapan SHURA Enerji Dönüşüm Merkezi Yönlendirme Komitesi Başkanı Selahattin Hakman, elektriğin keşfedilip pratik olarak kullanılmaya başlanılmasından beri, yani yaklaşık 120 yıllık bir süreçte insanoğlunun enerji kullanımının içindeki elektriğin payı sürekli arttığını belirterek bugün dünyada tüketilen enerjinin yüzde 22-23 kadarının elektrik enerjisi olduğunu ifade etti. Konuşmasında elektrik tüketimiyle ilgili kaygılara değinen Hakman, mevcut sistem içerisinde elektrik tüketiminde arz güvenliğini sağlamak, elektriğin fiyatını ulaşılabilir kılmak ve çevreye zarar vermemesini sağlamak için enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjiyi çözüm olarak görmek gerektiğini söyledi. Enerji verimliliğinin artmasının elektriği temin etmenin en ucuz yolu olduğuna dikkat çeken Hakman, “Bir santral kurmaktansa o santralin üreteceği enerjiyi tasarruf etmek daha ucuzdur” şeklinde konuştu. Enerji verimliliğinde 5D modeli Hakman, enerji açığına dair 4D isimli bir modeli çözüm önerisi olarak paylaştı. Dağıtım, dijital, demokratik ve düşük karbon modeliyle enerjide bir dönüşüm sağlanabileceğini ifade eden Selahattin Hakman, Türkiye'deenerji verimliliği ile ile ilgili çok önemli adımlar atıldığını, buna rağmen halen yapılanların yeterli olmadığını hatırlattı. İklim Ekonomisi Projesi kapsamında yapılan buluşmada ABD ve AB ülkelerinde enerji piyasaları ve düzenlemeleri konusundaki uzmanlığı ve Türkiye'deki tecrübesiyle konusunun önde gelen uzmanlarından Regulatory Assistant Project'in Kıdemli Danışmanı Michael Hogan ise, küresel ölçekte enerji piyasaları öngörülerini sundu. Hogan, Selahattin Hakman'ın önerdiği 4D modeline yer değiştirme (displacement) maddesini de ekleyerek eski ve az verimli olan kaynakların yerinin yeni kaynaklarla değiştirilmesi gerektiğini ifade etti. Toplantının devamında, Türkiye'nin enerji sektöründeki dönüşüm olanaklarına değinen SHURA Enerji Dönüşümü Merkezi Direktörü Dr. Değer Saygın, düşük karbonlu enerji sistemine geçişte fiyatlandırma stratejileri ve düşük maliyetli finansman seçenekleri konularını gündeme getirdi. SHURA Enerji Dönüşümü Merkezi, Türkiye'deki mevcut enerji teşviklerinin yapısı ve ölçeği hakkında analitik bilgi üretmek ve teşviklerin düşük karbon ekonomisine geçiş sürecinde değerlendirilmesi üzere bir çalışma hazırladığını belirten Saygın, “Araştırmanın ön bulguları, Türkiye'de elektrik üretim zincirindeki farklı alanlarda teşvikler olduğunu gösteriyor. Bunların içinde yenilenebilir kaynaklar için garantili satış fiyatları, lisanssız üretim teşvikleri gibi ödemeler mevcut. Bunlara ek olarak perakende pazarında da teşvikler de bulunmaktadır.” dedi. Basın toplantısından - Prof. P. R. Shukla ve Dr. Bert Metz Basın toplantısından - Prof. P. R. Shukla ve Dr. Bert Metz Varşova – Avrupa İklim Vakfı, ECF'in bu sabah Varşova'da, iklim zirvesine paralel olarak düzenlenen kömür zirvesinin yapıldığı Polonya Ekonomi Bakanlığı binasının karşısındaki Sheraton otelinde düzenlediği basın toplantısında konuşan eski IPCC 2. Çalışma Grubu başkanı Dr. Bert Metz, önde gelen 27 bilim insanının imzaladığı bir bildiriyi açıklayarak, kömür endüstrisinin yüksek verimli kömür iddialarının gerçekleri yansıtmadığını söyledi. Profesör P. R. Shukla ve Dr. Metz'in açıkladığı bildiri, ECF'in girişimiyle hazırlanmış ve aralarında Postdam İklim Enstitüsü'nden Prof. John Schllnhuber, Uygulamalı Ekoloji Enstitüsü'nden Dr. Felix Christian Matthes, Ecofys'ten Dr. Niklas Höhne, MIT'den Prof. Jeffrey Stenfield ve Union of Concerned Scientist'den Prof. Peter C. Frumhoff'unda bulunduğu, iklim ve enerji konularında önde gelen 27 bilim insanının imzasını taşıyor. Grubun sözcüsü olan Hollandalı iklim bilimci Dr. Bert Metz, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) 3. (2001) ve 4. (2007) Değerlendirme Raporları'nda iklim değişikliğinin nasıl durdurulması ve sera gazı azaltımının (mitigasyon) nasıl sağlanması gerektiği üzerine çalışan 2. Çalışma Grubu'nun başkanlığını yapmıştı. Halen Avrupa İklim Vakfı'nın Danışma Kurulu üyesi olan Dr. Metz ayrıca Kyoto Protokolü görüşmelerinde Hollanda delegasyonunun da başındaydı. Böylesine önemli bilim insanlarının ortak imzasıyla açıklanan bildiri kömür endüstrisinin iddialarını ayrıntılı bir biçimde hazırlanmış rakam ve grafiklerle çürütüyor. İşte bildiriden satır başları: Yeni kömür santralleri 2 derece hedefiyle çelişir – Bildiride “unabated“, yani karbonu tutulmamış kömürlü termik santrallerin hiçbir şekilde düşük karbonlu sayılamayacağı söyleniyor. Toplantıda, burada belirtilen “karbon tutma” teknolojisinin henüz ticari olarak kullanılabilir hale gelmediğini hatırlatan Dr. Metz, pratikte tüm kömür santrallerinden bahsettiklerini, ancak teknik olarak, henüz teorik düzeyde de olsa, karbon tutma teknolojileri olduğu için bu ayrımı yapmaları gerektiğini söyledi. – En verimli kömür santrallerinin bile karbon emisyonunun yenilenebilir enerji sistemlerine göre en az 15 kat, doğal gaza göre 2 kat fazla karbon saldığı kaydedilen bildiride, “yüksek verimli düşük emisyonlu kömür yakma teknolojileri” diye bir terim kullanılmasının yanıltıcı olduğunu belirtiliyor. En verimli kömür satralleri kilovat saat başına 750 gram karbondioksit salarken, verimli gaz santralleri 350 gram salıyor. Yenilenebilir enerji santralleri işletimleri esnasında hiç CO2 salmamakla birlikte, üretimleri sırasında salınanlar dahil tüm ömürleri boyunca sorumlu oldukları CO2 salımları şöyle: Kilovat saat başına, rüzgar 10-20 gram, güneş (fotovoltaik) 35-50 gram, güneş (termal) 15-30 gram. Kömür kısıtlı karbon bütçemizi hızla tüketir – Bildiride petrol ulaşımda kullanıldığı için yerine yenilenebilir enerjinin konmasının daha zor olduğu, oysa elektrik üretiminde kullanılan kömürün, yerini kolaylıkla yenilenebilir enerjiye bırakabileceği söyleniyor. 2010'da Cancun'da yapılan 16. iklim zirvesinde bütün ülkelerin küresel sıcaklık artışını 2 derecede tutmakta anlaştıkları, hatta 1,5 derecede tutmayı hedefledikleri hatırlatılan bildiride, IPCC raporuna göre ısınmayı %66 olasılıkla 2 derecede sınırlamak için bundan böyle dünya ülkelerinin en fazla 1050 gigaton CO2 salabileceği söyleniyor. Bu da bilinen küresel fosil yakıt rezervlerinin 3863 gigaton olan karbon içeriğinin yaklaşık dörtte birine denk geliyor. Bu toplam rezervin yarısından fazlasını (2191 gigaton) kömür oluşturuyor. Grafikte mevcut fosil yakıt rezervlerri üstte (soldan sağa petrol, doğal gaz, kömür), 2 dere için gerekli karbon bütçesi altta görülüyor Bu son derece kısıtlı karbon bütçesinin hazırda kolay alternatifleri olmayan deniz ve hava yollarıyla karayolu yük taşımacılığı için ayrılması gerektiği açıklanan bildiride, bu nedenle de kömür kullanılan enerji sistemlerinin yerlerini mümkün olan en kısa sürede karbonsuz alternatiflere bırakması gerektiği kaydediliyor. Bir kömürlü santralin 40-50 yıl çalıştığı belirtilen bildiride, karbon dioksitin atmosferde yüzlerce yıl kaldığı da hatırlatılarak, verimli de olsa yeni kömür santralleri kurmanın karbon emisyonlarının düşmesine değil, artmasına ve kalıcı hale gelmesine hizmet edeceği belirtiliyor. Kömürdeki artış hızı 6 dereceden fazla ısınmayı garantiler – Mevcut gidişat ise endişe verici. Kömürden enerji üretimindeki artış hızı, dünyanın yüzyıl sonuna kadar 6 dereceden fazla ısınmasına neden olacak kadar fazla. Uluslararası Enerji Ajansı'nın (IEA) 2012 raporundaki projeksiyona göre, kömürün birincil enerjideki payının artış hızı 6 derece ısınmayı ganatileyecek hızın üzerinde seyrediyor. Alttaki grafikte kırmızı kesikli çizgi 6 dereceyi garantileyecek kömür kullanımı artış hızıyken, son yıllardaki gerçek artış hızı bunun üzerindeki siyah kesikli çizgide gözleniyor. Kömürün enerjideki kullanım hızı üstteki siyah çizgde görülebilir. Kırmızı çizgi bile 6 derecelik ısınmayı garanti ediyor. – Bildiride önümüzdeki karbon bütçesinde kömüre kesinlikle yer olmadığı açıklanıyor. Yeni ve daha verimli teknolojilerle yenilenen ve ömrü 40-50 yıl daha uzatılan kömür santrallerinin de gidişata zarar vereceği belirtiliyor. Bildiride yüzlerce bilim insanının katılımıyla 2012'de yapılan bir hesaba göre ısınmayı 2 derecede sınırlamak için kömürün toplam enerji üretimindeki payının 2050'ye kadar %80-96 azaltılması gerekiyor. Aşağıdaki grafikte siyah alan kömürü gösteriyor. Isınmayı 2 derecede sınırlamak için kömürün enerjideki payı 2050'ye dek %80-96 azaltılmalı – Bildiride enerji kaynaklarının maliyetleri de karşılaştırmalı olarak veriliyor. OECD ülkelerinde fosil yakıtlardan enerji üretmenin maliyet spektrumuyla (aşağıdaki grafikteki gri alan) diğer enerji kaynaklarını karşılaştıran bir çalışmaya göre sağlık ve iklim üzerinde yarattığı maliyet de hesaba katıldığında halen karasal rüzgar santralleri, hidroelektrik ve jeotermal enerji kömürden ucuz veya aynı fiyata geliyor. Enerji kaynaklarının karşılaştırmalı maliyetleri Bunun piyasaya da yansıdığı söylenen bildiriye göre 2012'de açılan yeni enerji üretim kapasitesinin %42'sini büyük barajlar dahil olmamak üzere yenilenebilir enerji oluşturuyor. – Bildiride ele alınan bir nokta da artık kalkınma bankalarının kömür endüstrisini finanse etmekten vazgeçmiş oldukları. Dünya Bankası, ABD Exim Bank, Avrupa Yatırım Bankası gibi yatırım kuruluşları artık istisnai durumlar dışında yeni kömür santrallerine finansman vermiyorlar. ABD'de Çevre Koruma Ajansı kömür santrallerine ilişkin düzenleyici mekanizmalar açıklarken, Çin de özellikle hava kirliliğiyle ilgili kaygılar nedeniyle üç kıyı bölgesinde yeni kömür yatırımlarını durdurdu. Bilim insanlarının bildirisi “temiz kömür” söyleminin ne kadar yanıltıcı olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.
https://yesilgazete.org/blog/etiket/avrupa-iklim-vakfi/
6,726
13,731
Katalonya güncesi (Barselona/Girona/Figueres/Cadaques, Kasım 2015) Geçtiğimiz hafta boyunca Katalanlar İspanya'yı bir kere daha çalkalamayı başardı. Basında tartışılan neredeyse tek konu Katalan Parlementosunun İspanya'dan ayrılma sürecini başlatmak üzerine aldığı karardı. Uzun zamandır planladığım Katalonya seyahati bölgenin bağımsızlık süreciyle ilgili harekete geçmeye karar vermesine denk düşünce, bir kaç yazıyla karmaşık İspanyol siyasetinde bunun ne anlama geldiğini, tarafları, tepkileri, tartışmaları ve muhtemel sonuçları aktarmak istedim. Katalan Meclisi Süreci Başlattı Özetlemek gerekirse, Katalanlar özyönetim taleplerini İspanya'dan ayrılık talebine çevirmenin yollarını arıyor. 9 Kasım'da Katalan Meclisinde alınan karar bu süreci başlatacak olan süreci başlatmak amaçlıydı. Hayır yanlış okumadınız; başlangıcın başlangıcı derken şunu kastediyorum: Parlementerler “katılımcı, açık, birleştirici, ve vatandaşların aktif olarak söz haklarını kullandıkları bir bağımsızlık sürecini” başlatmak ve bir Katalan Anayasası yazılması için çalışmalara başlamak konusunda karar aldı. Ancak karar büyük ölçüde sembolik ve Katalonyanın İspanya'dan ayrılıp yeni bir cumhuriyet haline gelme ihtimali oldukça az. Nitekim karar ne Katalonya içinde ne de İspanya' nin genelinde coşkuyla karşılandı. Dahası Avrupa Birliğinden de beklenen desteği görmedi. Ne olursa olsun Katalanların 2008'den beri sürekli olarak tartıştıkları bağımsızlık süreci artık sonuçlanmak zorunda. Bağımsızlığın en önemli ismi olan Katalonya Başkanı Artur Mas süreci başlatmadığı takdirde bağımsızlık taraftarı koalisyonu birarada tutacak güçte değil. Anayasaya aykırı olacağı uyarılarına aldırmadan tasarıyı oylamaya sunması da buna bağlanıyor. Kemer Sıkmaya karşı Öfkeliler Biraz geri gidecek olursak, 2008'de sağ/popülist PP (Partido Popular) hükümetinin başlattığı kemer sıkma politikalarına karşı halkta büyük bir tepki oluşmuştu. Türkçe'de 'Öfkeliler' olarak anılan Indignados (15-M Hareketi ya da Meydanı Geri Alın Hareketi olarak da duymuş olabilirsiniz) bu tepkilerin birarada ifade edildiği bir söylem koalisyonu olarak ortaya çıktı. Öğrenciler, özgürlükçü sol, geleceğe dair güvensizlik hisseden genç nüfus, bankalar tarafından soyulduğunu düşünen ve İspanyol hükümetinin kendilerini değil bankaları korumayı seçtiğini gören halk yanyana gelince günlerce meydanlar işgal edildi, tahminen 7-8 milyon vatandaşın katıldığı bu protestolarda yalnizca ekonomik değil her türlü siyasi talep ifade edildi. Bu taleplerin büyük bir kısmını programında bir araya getirmeyi başaran da Mart 2014'de kurulan ve sık sık Syriza ve HDP ile karşılaştırılan Podemos ('Yapabiliriz') adlı parti oldu. Podemos katıldığı ilk seçimlerden itibaren büyük bir halk desteği görürken, Katalonya'da bu ideallerin ve taleplerin yanı sıra İspanya'dan ayrılma süreci de konuşulmaya başladı. Franco'nun uzun, sancılı, ve yüzleşilmemiş diktatörlüğü boyunca akılalmaz acılar çeken Katalan halkı, hala kendi çıkarlarına ters düşen siyasi seçimler yapmaya zorlanıyor. Ekonomik alanda özellikle vergi ve şeffaflık, sosyal alandaysa özellikle daha fazla otonomi ve iki-dilde eğitim gibi konulardaki talepleri federal hükümet tarafından sık sık geri çevriliyor ya da zora sokuluyor. Bu da İspanyol hükümetinin popülerliğini büyük ölçüde azaltıyor ve hatta federal sistemin meşruiyetinin sorgulanmasına sebep oluyor. 2008'den beri bu hoşnutsuzluk barışçıl protestolar, caddelerin ve meydanların işgali ve kültürel kimliklerinin tüm sembolleriyle donatılması yoluyla sürekli bir şekilde ifade edilmeye başlandı. Bu şenlikli eylemlilik sürecinde “İspanyanın federal yapısı içinde otonom bir bölge olan Katalonya acaba kendisi ayrı bir devlete mi dönüşmeli?” sorusu ortaya çıktı. Artur Mas da bunun gerçekleşmesini, üstelik hemen şimdi gerçekleşmesini savunan merkez/sağ CDC'nin (Convergència Democràtica de Catalunya) lideri olarak 2010'da Başkanlığa seçildi. Ancak uzun süredir en önemli siyasi projesi haline getirmiş olduğu Katalonyaya bağımsızlık hayalini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini ise zaman gösterecek. Manuel Jabois'in 11 Kasım'da El Pais'te yayınlanan makalesi Mas'ın fazla bir şansı olmadığını iddia ediyor: Jabois'ya göre hayali cemiyetle gerçek insanların kimlik kurgusu aynı hızda ilerlemiyor. Mas'ın Katalan kültürel kimliğinden doğan bir hareketi siyasallaştırma çabası hem gerçekçi olmayan hem de aceleci bir tavır. Ancak bir haftadır konuştuğum Katalanların hemen hepsi bağımsızlıktan bahsetmekten artık yorulduğunu, hem ülkenin hem de bölgenin sorunlarına dair önemli kararların alınması gerektiğini ve bunu ertelemekten sıkıldıklarını ifade etti. Gerçekçilik konusu ise ayrı bir tartışma konusu. Vatandaşlarının yarısı yabancılardan oluşan bir bölgeyi yeni bir devlete çevirmenin zorluklarını görmezden gelmemek gerek. Üstelik Katalanların çoğunluğu Madrid biraz olsun akılcı bir siyaset izlese İspanya'nın içinde biraz daha fazla otonomiyle bulunmayı tercih edeceğini ifade ediyor. Krizin ilk alametleri: 2014 Halkoylaması Geçen sene Katalan Hükümeti tam da bu konudaki bir takım soruları açıklığa kavuşturmak için Katalan halkına danışmak, yani bir halk oylaması düzenlemek isteyince bugünkü krizin ilk emareleri görünmeye başladı. Kanuni bir bağlayıcılığı olmayan bu halk oylaması iki sorunun cevabını arayacaktı: Katalonya'nın bir devlet haline gelmesini istiyor musunuz? Eğer istiyorsanız, bu devletin bağımsız olmasını istiyor musunuz? Madrid sert bir tepki vererek halkoylamasını yasadışı ilan etti. İspanyol Hükümetinin bu kararı Katalanların tek başına veremeyeceği, konunun tüm İspanyolları ilgilendirdiği yönündeki açıklamaları Katalanları oldukça kızdırdı. Mas da bu kızgınlığı siyasi güce dönüştürmek istedi ve halkoylamasını yine de yapmaya karar verdi. Oyların yüzde 81'i her iki soruya da 'Evet' diyordu –ancak Katalanların büyük bir kısmı oy vermeye bile gitmemişti. Acaba konu kimsenin umrunda değil miydi, yoksa oylamanın meşruiyeti ile ilgili sorular mı katılımın düşmesine sebep olmuştu? Geçen ay Katalan Milli Gününde meydanlarda toplanan bir milyon dörtyüz bin kişi bu soruya kısmen de olsa cevap verdi. Dolayısıyla Artur Mas ve bağımsızlık sürecini destekleyen diğer partiler Eylül sonundaki seçimlerden büyük bir zafer bekliyorlardı. Junts pel Sí ('Evet İçin Birlikte') koalisyonu, bir sene boyunca seçimlerin sonucunun bağımsızlık konusundaki milli iradeyi ortaya koyacağına dair kampanya yapmıştı. Koalisyonun dışından bağımsızlığı destekleyen radikal/sol CUP (Candidatura d'Unitat Popular) de seçimlere ayrı bir parti olarak girecekti. Eğer oyların ve Katalan Meclisindeki sandalyelerin yarısını alırlarsa bağımsızlık sürecini bağlatmak için halk tarafından görevlendirildiklerini kabul edecekler ve hükümeti buna göre kuracaklardı. Bağımsızlık taraftarları oyların yarısını alamasalar dahi Meclisin yarısına tekabül eden 72 milletvekilliğini kazandı. Geçen Pazartesi günü yapılan oylamada da 68 oya karşı 72 oyla, daha hükümet bile kurulmadan süreci başlatma kararı verildi. Dolayısıyla hafta boyunca medyada sorulan soru da koalisyonun hükümet kuramayacak kadar dağılmaya yaklaşıp yaklaşamadığı oldu. Bir yandan CUP, Mas'a destek vermek yerine siyasi spektrumun her yanından saygı gören bir başka siyasetçiyi, Katalan Yeşillerinden Eski Avrupa Parlementosu üyesi Raül Romeva'yı Başkan adayı olarak öne sürerek Mas'ın durumunu iyice zorlaştırdı. Diğer yandan, Avrupa Birliği de sürece mesafeli yaklaştı: Katalanlar AB'yi son derece önemsediklerini her fırsatta ifade etse dahi, İspanya'nın da uzun zamandır dış politikasının odağında AB var. Dolayısıyla Avrupa siyasetçileri İngilizlerden 'daha AB'ci' İskoçlara referandum öncesinde verdiği açık desteği Katalanlara vermedi. Merkel hukukun üstünlüğüne herkesin saygı göstermesi gerektiğine dair bir açıklama yapmakla yetindi. Önümüzdeki günlerde Madrid'in tepkisi, Anayasa Mahkemesinin kararı ve Avrupa'daki federal anayasa hukuku üzerine yazmaya devam edeceğim. Sonraki yazı: Madrid: “Bağımsızlık talebi Anayasaya aykırı, kararı Anayasa Mahkemesi verecek” Ayşem Mert
https://yesilgazete.org/blog/etiket/ayrilikci-siyaset/
3,866
8,017