article
stringlengths
7.34k
10k
ye gittiğini anlayan İtalya, 2. İnönü Zaferi kazanıldıktan sonra ülkesindeki iç siyasal dalgalanmalarını öne sürerek 5 Temmuz 1921'de Muğla'dan ayrılmıştır. Cumhuriyetin kurulmasından sonraki idari yapılanmada Muğla ilinin yönetim merkezi olan şehir, dağlık yapısı ve dışarıya açılan elverişli bağlantı yollarına sahip olmadığından gelişememiştir. Yıllarca sadece il merkezi olmasının verdiği hareketlilikle gelişmeye çalışan Muğla son yıllarda özellikle üniversitenin açılması, yeni sanayi bölgesinin kurulması ve turizm faaliyetlerinin de artmasıyla dışarıya açılmaya ve gelişmeye başlamıştır. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile Muğla'da sınırları il mülki sınırları olan büyükşehir belediyesi kuruldu ve 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesi çalışmalarına başladı. Muğla, Akdeniz iklimi etkisinde kalmaktadır. Muğla şehrinin içinde bulunduğu Menteşe Yöresi'nde dağlar denize paralel uzanmaktadır. 800 m. yüksekliğe kadar olan alanlarda 'Asıl Akdeniz İklimi' ve daha yüksek alanlarda 'Akdeniz Dağ İklimi' hissedilir. Maksimum-minimum sıcaklık değerleri, nemlilik, yağış miktarı ve hakim rüzgar yönleri yerel coğrafi koşullara göre değişmektedir. Metrekare'ye 1000 mm'den fazla yağış alan Muğla, orman oranı bakımından Türkiye'nin en zengin olan yörelerinden bir tanesidir. Ne var ki yağışların büyük çoğunluğu kış mevsiminde düşer ve yaz kuraklığı belirgindir. Dağların denize paralel uzanmasının ve yükseltinin bu yörede Ege Bölgesi'nin genelinin aksine daha fazla olmasının diğer bir sonucu olarak ulaşım doğu-batı yönünde zorlaşır ve nüfus seyrekleşir. Türkiye'nin güneybatı ucunda yeralan kuzeyinde Aydın, kuzeydoğusunda Denizli ve Burdur, doğusunda Antalya ile komşu, güneyinde Akdeniz ve batısında ise Ege Denizi ile çevrilidir. Toplam uzunluğu 1479 km olan deniz kıyıları ile Muğla, Türkiye'nin uzun sahil şeridine sahip ilidir. En büyük ve il olmaya aday ilçesi Fethiyedir. Muğla ilinde ayrıca iki büyük göl bulunmaktadır. Bunlar Milas ile Aydın ilinin Söke ilçesi sınırları dahiline yayılan Bafa Gölü ile Köyceğiz ilçesindeki Köyceğiz Gölü'dür. Önemli üç akarsuyu ise Çine Çayı (Yatağan'dan geçerken Yatağan Çayı), Esen Çayı (Seki beldesinden geçerken Seki Çayı) ve Ortaca-Dalaman arasında yer alan ve bu iki ilçe arasında sınır olarak kabul edilen Dalaman Çayı'dır. Muğla denizden 670 m yükseklikte, üstü düz bir kaya kütlesi şekliyle ilginç bir görünüme sahip olan Asar Dağı'nın eteklerinde kurulmuştur. Muğla Ovası, Menteşe kalker platosunda Neojen çağında oluşmuş depresyonların sonradan karstlaşmasıyla oluşmuş çanak şeklindeki çukurluklardan biridir. Muğla ovasına benzer jeolojik yapıya sahip komşu ovalar Yeşilyurt, Ula, Gülağzı, Yerkesik, Akkaya, Çamköy, Yenice ovalarıdır. Muğla Ovası Karadağ, Kızıldağ, Asar dağı ve Hamursuz Dağı ile çevrelenmiştir. Düğerek'in kurulduğu yamaçların gerisinde rakım hızla artar ve Menteşe Dağları silsilesi içinde yer alan Yılanlı Dağı 2000 metreye ulaşır. Muğla İl Nüfusu: 923.773'dür (2016). İlin yüzölçümü 12.654 km²'dir. İlde km²'ye 73 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 246 kişi ile Bodrum’dur) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,64 olmuştur. 2016 yılında TÜİK verilerine göre 13 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 565 mahalle bulunmaktadır. Muğla il nüfusu: 938.751 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 12.654 km2'dir. İlde km2'ye 74 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 253 kişi ile Bodrum’dur) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,62 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre 13 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 565 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Dalaman (% 4,62)- Seydikemer (-% 0,52) İlin Yatağan ilçesinde Yatağan Termik Santrali, Yeniköy'de Yeniköy Termik Santrali, Kemerköy'de Kemerköy Termik Santrali vardır. İlin maden yatakları zengindir. Bu sektörde Yatağan linyit rezervleri ve Fethiye krom yatakları ilk kalemde sayılabilir. Muğla ayrıca önemli bir mermercilik merkezidir. Bu enerji ve madencilik üretim tesisleri dışında sanayiye dönük büyük girişimler bulunmamaktadır. Ekonomi özellikle turizm ve tarıma dayalıdır. Ayrıca Dalaman ilçesinde Kağıt Fabrikası (eski adı SEKA, yeni adı MOPAK) bulunmaktadır. Muğla ili tarımsal ürünlerinin çeşitliliği ile dikkati çeker. Türkiye'de arıcılığın en önemli merkezlerinden biridir. Yörede hem arı hem de çam balı bulunmaktadır. Marmaris ilçesi çam balı ile ünlüdür. Ortaca, Fethiye ve Dalaman ilçelerinde yaygın bir şekilde narenciye tarımı (portakal, limon, mandalina, greyfurt) yapılmaktadır. Özellikle Marmaris-Köyceğiz hattına özgü bir diğer ürün günlük ağacından elde edilen ve parfümeride ile eczacılıkta kullanılan sığla yağıdır. Zeytincilikte il genelinde gelişmiştir. Ortaca, Dalaman, Fethiye, Marmaris, Datça ve Bodrum gibi tatil bölgeleri ile dünyaca tanınan Muğla, 2007 yılı Ocak-Eylül döneminde, 2006'nın aynı dönemine göre turist sayısını %9 artarak 2.285.258 kişi ağırlamıştır. Ayrıca Dalaman'da askeri ve sivil havaalanı bulunmaktadır. Bu havaalanın yıllık 10 milyon kapasiteli dış hatlar terminalinin bulunması yurtdışından ulaşım için de önemli bir imkân sağlar. Muğla ilinde kullanılan Türk şivesinin Batı Anadolu ağızları içindeki konumu Prof. Dr. Leyla Karahan'ın "Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması" (Türk Dil Kurumu yayınları: 630, Ankara 1996) adlı çalışmasına göre şöyledir: En tanınmış yemeklerin başında Muğla'nın kendine özgü tarhanası gelir. Tarhana yazın yapılır ve pencere önlerine, dam ve avlulara serilip kurutulur ve kışın afiyetle yenilir. Zeytin ve kurutulmuş biber de Muğla'da artık bir kültür halini almıştır. Özellikle sofralık zeytin Karya döneminden beri Muğla'da önemini hala korumaktadır. Bunların dışında Muğla Merkez'in kendine özgü yemekleri de vardır. Keşkeği de unutmamak gerekir özellikle düğün yemeğidir onsuz yemek olmaz. Muğla evleri; tasarımları, ahşap işçilikleri, tavan işlemeleri ve şehrin sembolü haline gelmiş bacaları ile Türk geleneksel mimarisinde özgün bir model oluşturmaktadır. Genelde iyi korunmuşlardır. Geleneksel mimariden doğrudan esinlenmiş yeni yapıların da Muğla bölgesinde halen diğer bölgelerimize kıyasla daha fazla inşa edildiği söylenebilir. Bunda kentin yüksek eğitim ve yerel şuur düzeyi ile yörenin turistik bir bölge olmasının etkileri bulunmaktadır. Kent merkezinde özellikle Hisar dağı eteklerine doğru yoğunlaşan eski Muğla evleri, Karabağlar Yaylası'ndaki Karabağlar mahallesi ve Yılanlı Dağı yamacındaki Düğerek mahallesi evleri ile bir arada ele alınabilir. 'Hayat' olarak adlandırılan açık ön sofalar, kuzulu kapı olarak adlandırılan avlu girişleri, ocaklar, bacalar, uzun ve geniş saçaklar, tavan süslemeleri, ahşap süslemeli verandalar, duvarlara gömülmüş dolap biçimli banyolar Muğla evlerinin tipik özellikleri arasındadır. Büyük çoğunluğu avlulu ve iki katlıdır. Bazılarında hayat bölümü sonradan kapatılmıştır. Yakın devirde inşa edilen evlerde ise, 'hayat' doğrudan kapalı olarak yapılmaktadır. Genel özellikleri, bütün Türk evlerinde olduğu gibi, aile mahremiyeti anlayışının bir ürünü olarak içe dönük olmalarıdır. Özellikle zemin katlarında sokağa penceresi olan ev yok denecek kadar azdır. Buna karşılık avluya bakan pencerelerin çokluğu dikkat çeker ve açık, yarı açık yaşam mekânlarıyla, geniş saçaklarla zenginleştirilir. Bu nedenle, ön cephe özelliği avlu tarafından ortaya çıktığından, manzara ve güneş hakimiyetini de dengelemek üzere, evler parsellerin yukarı köşelerine ve kuzeye sağır, güneye açık olarak yerleşirler. Plan tipleri, 'hayat' ile bunun etrafında yer alan odaların bulundukları konuma ve üst kata çıkan merdivenin yerine göre değişiklikler gösterir. Üzerlerinde yer aldıkları parsellerin biçimi ve komşu binaların konumu da planların oluşumunda etkili olabilmektedir. Ancak, genel hatlarıyla merdivenlerin, sofa içindeki yerlere göre ortadan ve yandan merdivenli tipler olarak sınıflama yapmak da mümkündür. Ortadan merdivenlerde, üst kata çıkış binayı simetrik olarak ikiye ayırdığı gibi, farklı şekillerde de bölebilir. Ancak her iki durumda da yaygın olan uygulama, merdivenin geriye doğru sokulan bir orta sofadan çıkması ve binanın arka duvarına yaslanmış olmasıdır. Merdiven ahşaptır. Altı depo olarak kullanılır. Her iki yanında simetri hakimse birer veya ikişer oda yer alır. 'Hayat'a odalara girişte 45 dereceli kırılmalar bulunur. 'Hayat' avlu cepheleri boyunca uzandığı gibi, sadece merdivenin açıldığı ve oda girişlerinin bulunduğu orta kısımda da yer alabilir. Bu tiplerde de yaygın olan uygulama orta sofanın bina cephe hattının ilerisine doğru beşgen şekilde çıkma yapmasıdır. Ortadan çıkan merdivenin yapı kütlesine simetrik olarak ayırmadığı durumlarda ise, 'hayat'ın bir tarafında odalar yer almakta, diğer tarafında ise yine bu bölümün devamı olan yarı açık bir mekân bulunmaktadır. Genellikle, avluya bakan cephelerinde boydan boya 'hayat' bulunan evlerde ise, üst kata merdivenle çıkılır. 'Hayat'ın genişliği binanın yanından çıkan merdivenin iki kolunun genişliği ile uyum içindedir. Odalar 'hayat'ın gerisinde ve yapının arka duvarına yapılmış olarak yan yana sıralanırlar. Her biri doğrudan 'hayat'a açılır. Sokaktan evlere kuzulu kapılardan girilir. Bu kapı geniş iki kanadı olan ve bunlardan genellikle girişe göre sağ taraftakinin içinden ikinci bir küçük kapı açılan, 2.30 m. yükseklikteki avlu duvarının yüksekliği ile orantılı, çoğunun üzerinde küçük iki tarafa meyilli. kiremit örtülü, ahşap çatısı bulunan kapılardır. Avlular, yılın yedi sekiz ayı boyunca yaşanılan, evin kapalı mekânları ve 'hayat'larıyla kullanım bütünlüğü içinde olan, genellikle kayrak taşı ile kaplı birçoğu havuzlu iç bahçeler şeklindedir, Duvarlara yakın yerlerde ağaçlar yer almaktadır. Evin bir duvarına bitişik olarak veya yarım bir konumda tek katlı müştemilat bulunur. Müştemilat içinde evin asıl mutfağı, ocağı, kileri ve bazen de banyo yer alır. Ayrıca, temiz su havzaları da bu binanın içinde veya dışındadır. Yapılar genellikle taş veya ikinci derecede ahşaptır. Tüm taşıyıcı duvarlar, avlu duvarları, özellik
le zemin katlar kireç harcı, kırma-moloz taş duvarlarla inşa edilmiştir. Çatı örtüsü olarak alaturka kiremit kullanılır. Çatı dışında duvar üstleri, ocak çıkıntılarının baca halinde daraldığı girintilerin üstleri de yağmurdan korunacak tüm çıkıntılar bu kiremitle örtülüdür. Ayrıca, bugün Muğla'nın sembolü olarak kabul edilen karakteristik bacadan alaturka kiremitlerle yapılan kendine özgü bir şapka ile kapatılmıştır. Muğla evlerini, temel olarak ikiye ayırmak mümkündür : Özellikle Hisar Dağı eteklerine doğru yayılmış olan bu evler, kentsel silüeti kırmızı kiremit çatı beyaz duvar ve üzerlerinden taşan yeşil ağaçlar üçlüsü ile oluşan armonisi içinde, geleneksel dokunun özünü oluşturan yapılardır. Avlu içindeki müştemilatlarıyla bir kullanım ve form biçimini oluştururlar. Bazılarının 'hayat'ları sonradan kapatılmış, yakın devirde inşa edilen bazılarınde ise bu bölüm doğrudan olarak yapılmışlardır. Rum evlerini diğer evlerden ayıran temel özellik içe kapanmış olmaları, avlu yerine sokakla bütünleşen bir cephe ve kütle nizamı göstermeleridir. Diğer ayırt edici özelliği ise kesme taş yapı olmalarıdır. Eski şehrin ticaret ve zanaat merkezi Arasta mevkiinde 1895'de Rum Filivari Usta'nın elinden çıkmış saat kulesi de Rum nüfusun Muğla'ya yadigarlarındandır. Kentte halen yaşları 100 ila 300 arasında değişen 400 yapı koruma altındadır ve kapsamlı bir restorasyon girişimi başlatılmıştır. 2013 TÜİK verilerine göre Muğla ilinde 13 ilçe bulunur. Muğla ilinin ilçeleri şunlardır: 1992’de kurulmuş olan Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, özellikle 1999 sonrasında, iş adamı Sıtkı Davut Koçman’ın Üniversiteyi kelimenin tam anlamıyla kanatlarının altına almasını takiben göz kamaştırıcı bir hızla gelişmiştir. Yakın geçmişte vefat eden Sıtkı Davut Koçman ve "kurucu rektör" Ethem Ruhi Fiğlalı (1992-2002)’ nın yönetiminde, evvelce 30 bin nüfuslu küçük ve hareketsiz bir il merkezinden ibaret olan şehir, 20.000’i aşkın öğrencinin oluşturduğu yeni bir topluluğun yerleşmesiyle büyük bir ivme kazanmıştır. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi her yıl açılan yeni fakülteleri ile daha da büyük bir öğrenci kitlesine hitap edebilir hale gelmiştir ve bu da Muğla'nın Muğla Ovası boyunca yayılmasını ve büyümesini sağlamıştır. Muğla ili çok büyük olmadığından öğrenciler kiralar ve ev bulma konularında sorun yaşayabilmektedirler. İlin önemli limanları Bodrum, Marmaris, Fethiye ve Güllük'tedir. Ayrıca ilde iki havaalanı; Milas-Bodrum Havalimanı ve Dalaman Havalimanı bulunmaktadır. Muğla , Bodrum'dan Seydikemer'e kadar uzanır ve şehiriçi ulaşımında sorun bulunmamaktadır. Eski mahallerden çarşısına araçsız ulaşım mümkündür. Sadece Kötekli, Yeniköy, TOKİ, Gülağzı, OSB, Menteşe ve Akçaova gibi yeni kurulmakta olan semtlerine ve Karabağlar'a ulaşım için şehiriçi araçlara ihtiyaç duyulur. Muğla, dünyaca ünlü turizm merkezlerine yakın olmasından dolayı gelişmiş karayolu bağlantılarına sahiptir. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerden ve ülkenin diğer bölgelerinden gelip Marmaris, Fethiye ve Bodrum gibi önemli turizm merkezlerine ulaşan karayolları Muğla'dan geçer. D 320, D 400 ve D 550 karayolları Muğla'da başlar veya sonlanır. Muğla'dan Türkiye'nin diğer şehirlerine aktarmasız olarak ulaşmak mümkündür. Ayrıca ilçelerine özellikle yaz mevsiminde sürekli olarak otobüs ve minibüslerle seferler yapılır. Bazı önemli şehirlere uzaklığı şöyledir: Muğla ilinde, devlete ait ve özel 24 hastane bulunmaktadır. En çok yatak kapasitesine sahip hastane, 2011 yılında adı Muğla Eğitim ve Araştırma Hastanesi olan Muğla Devlet Hastanesidir. 2017-2018 Sezonu sonunda, Muğla’nın futboldaki takımları: 2.ligde Fethiyespor ve Bodrum Belediyespor, 3.ligde Muğlaspor’dur. BAL’da 2, Kadın futbol 3. liginde de 1 takımı vardır. Basketbol kadınlar basketbol 1.liginde Kırçiçeği Bodrum Basketbol, süper lige yükselmiştir.Erkekler 2.liginde Muğla Orman ve Fethiyespor yer almıştır. Voleybolda erkekler 2.liginde Milasspor, 1.lige yükselmiş, 2 takımı kalmıştır. kadınlar 2.liginde 2 takımı vardır. 5 bölgesel lig takımından Fethiye Bld.spor erkek takımı 2.lige çıkmıştır Hentbol erkek 1. lig takımı Köyceğiz Bld.spor küme düşerken kadın 1.lig takımı Bodrum Yalıkavak süper lige çıkmıştır. Ziraat Türkiye Kupası 2.turunda Muğlaspor, Aydınspor’u elemiş, 3.turda Etimesgut Belediyespor’a elenmiştir. 3.turda Bodrum Belediyespor ise Gazişehir Gaziantep’e elenmiştir. Fethiyespor, 3.turda Nazilli Belediyespor’u elemiş, 4.turda Adanaspor’a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Atatürk Stadyumu (7.750), Menteşe (3.000) ve Eldirek (2.000)Spor Salonları, Sıtkı Koçman K.Yüzme Havuzu (750'dur. Mariya Şarapova Mariya Yuryevna Şarapova (, ; d. 19 Nisan 1987), Rus tenisçi. Nick Bollettieri Tenis Akademisi'nde oynamak için 8 yaşındayken Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. 3 Temmuz 2004'te Serena Williams'ı 6-1 ve 6-4'lük setlerle 2-0 yenerek Wimbledon'ı kazanan en genç ikinci tenisçi oldu. 2006 yılında ise Justine Henin'i 6-4'lük 2 setle geçerek kariyerinin ikinci Grand Slamı olan Amerika Açık'ı kazandı. Maçları sırasında 100 desibeli aşan çığlıkları ile ünlenen sporcu bu yüzden uyarılara maruz kalmıştır. Çift el backhand kullanır. Güçlü backhand ve forehand vuruşlarıyla tanınır. 2008 yılında Avustralya Açık finalinde Ana Ivanovic'i 7-5 ve 6-3 lük setlerle yenerek şampiyon oldu. Turnuva süresince dünya 1 numarası Justine Henin'i 6-4 6-0 ve 4 numarası Jelena Jankovic'i de 6-3 6-1 gibi skorlarla rahatça geçti. 2012 yılında Roland Garros finalinde İtalyan Sara Errani'yi 6-3 ve 6-2 lik setlerle 2-0 yenerek şampiyon oldu. Böylece tüm grand slamlerde şampiyon olan 6. kadın tenisçi olarak da tarihe geçti. Justine Henin'in tenisi bırakması sonucunda 19 Mayıs 2008'de açıklanan WTA sıralamasında 2005'ten sonra bir kez daha bir numara oldu. Son sıralamada, aldığı yenilgiler yüzünden 1 Ocak 2009 itibarıyla yerini Sırp tenisçi Jelena Jankovic'e bıraktı. Şarapova, yaşadığı omuz sakatlığı sonrası dünya klasmanında ilk 20'ye veda etti 13 Nisan 2009 itibarıyla klasmanda 53. sırada bulunuyor. 2009 yılında sadece 1 turnuvaya katılan Şarapova 2. turnuvasında Grand slam turnuvalarından Roland Garros'ta mücadele etti. Şarapova kadınlar turunda oynamaya 2003 yılında başladı. Avustralya Açık ve Fransa Açık turnuvalarında üçer eleme maçı kazanmasına rağmen iki turnuvada da ilk turda elenmekten kurtulamadı. Birmingham'daki DFS Classic turnuvasında ilk defa bir ilk 20 oyuncusunu, o zamanki dünya 15.si Elena Dementieva'yı yenerek yarı finale çıktı. Bu Şarapova'nın WTA'deki ilk yarı finaliydi. Bu turnuvayı takiben Wimbledon'da wildcard elde etti ve turnuvada Svetlana Kuznetsova'ya 4. turda mağlup olmadan önce 11. ve 21. seribaşlarını eledi. Amerika Açık'ta 2. turda kaybettikten sonra, Şarapova ilk şampiyonluğunu bir Tier III turnuvası olan Japonya Açık Tenis Turnuvası'nda kazandı, bunu takiben bir Tier III turnuvası da Quebec City'deki Bell Challenge'da kazandı ve WTA Yılın Çıkış Yapan Sporcusu olarak ödüllendirildi. Şarapova bu yıla Avustralya Açık'ta 3. turda 7 numaralı seribaşı Anastasiya Mıskina'ya 6-4, 1-6, 6-2'lik skorlarla kaybederek başladı. Bu turnuvadan sonra katıldığı altı turnuvada da -Memphis'te yarı finale çıktığı turnuva hariç- çeyrek finalden önce kaybetti. Aldığı sonuçlar sıralamada ilk 20'ye yükseldiğini gösteriyordu. Şarapova o yılki Fransa Açık'ta ilk defa bir Grand Slam'da çeyrek finali gördü, çeyrek finalde Paola Suarez'e 6-1, 6-3'lük skorlarla kaybetti. Ardından, kariyerinin 3. şampiyonluğunu çim kortta Birmingham'da Tatyana Golovin'i yenerek kazandı. Bu final oynayanların yaşlarının en küçük olduğu üçüncü WTA finali olarak tarihe geçmiştir. (toplam 33 yıl, 7 ay) 17 yaşındaki Şarapova, Wimbledon'a 13. seribaşı olarak gitti. Üst üste ikinci Grand Slam çeyrek finaline ulaştığında Ai Sugiyama'yı 5-7, 7-5, 6-1'lik; ardından yarı finalde 5. seribaşı ve eski dünya bir numarası Lindsay Davenport'u 2-6, 7-6, 6-1'lik skorlarla hayal kırıklığına uğrattı. Bu maçta yağmur arası verilmeden önce Davenport bir set öndeydi ve bir servis kırma avantajı bulunuyordu. Finaldeki rakibi, önceki iki senenin şampiyonu Serena Williams'tı. Williams'a maçtan önce tecrübesinden ve sıralamadaki yüksekliğinden dolayı kesin favori gözüyle bakılıyordu. Fakat Şarapova, Williams'ı 6-1, 6-4'le geçerek çok büyük bir sürprize imza atarak üçüncü en genç Wimbledon kadın şampiyonu (Lottie Dod ve Martina Hingis'in ardından), bu turnuvayı kazanan ilk Rus raket ve o zaman turnuvayı kazanan en düşük seribaşı oldu. Bu şampiyonluk Şarapova'ya sıralamada ilk 10'a girmesini sağlıyordu. Amerika Açık'tan önceki üç hazırlık turnuvasında Şarapova, yarı finale çıkmayı başaramadı. Amerika Açık'ta ise üçüncü turda iki Grand Slam'ı bulunan Mary Pierce'a 4-6, 6-2, 6-3'lük skorlarla kaybetti. Fakat Şarapova, yılın geri kalanında üçüncü ve dördüncü şampiyonluklarına iki hafta içinde imza attı. Şarapova yılı WTA Tour Championships finalinde sakatlanan Serena Williams'ı, final setinde 4-0'dan geri gelerek, 4-6, 6-2, 6-4'lük skorlarla yenerek kapattı. Yıl sonunda ise, Şarapova dünya 4.sü ve Rus iki numarasıydı (Anastasiya Mıskina'dan sonra.) Yıl boyunca beş kez şampiyon oldu, Davenport'un yedi şampiyonluğunu takip ederek, ve kazanılan ödül sıralamasında ilk sırada bitirdi. Şarapova yıla Avustralya Açık’ta yarı finale yükselerek başladı. Yarı finalde maç puanı oynamasına rağmen o sene şampiyon olan Serena Williams’a 2-6, 7-5, 8-6'lık skorlarla kaybetti. Şarapova şubat ayında finalde bir numaralı seribaşı Lindsay Davenport’u yenerek, ilk Tier I turnuvası olan Tokyo’daki Toray Pan Pacific Open’ı kazandı. Üç hafta sonra da Doha’da finalde Alicia Molik’i yenerek Qatar Total Open’ı kazandı. Sıralamalarda bir numaradaki Davenport’a iyice yaklaşmaya başladı, ama ona Indian Wells yarı finalinde 6-0, 6-0’la kaybetti. Ardından Miami’deki Sony Ericsson Open finaline yükseldi ve finalde Kim Clijsters’a kaybetti. Şarapova’nın toprak sezonunun en iyi derecesi Roma’daki Internazionali BNL d'Italia turnuvasında Patty Schnyder’e kaybettiği yarı finaldi
. Fransa Açık’ta ise üst üste ikinci kez çeyrek finalde, o senenin şampiyonu Justine Henin’e kaybetti. Çim sezonuna geçtiğinde ise, Şarapova finalde Jelena Jankovic’i yenerek Birmingham’daki şampiyonluğunu tekrarladı ve çimdeki art arda kazandığı maç sayısını 17’ye yükseltti. Wimbledon’da şampiyonluğunu korumaya çalışırken yarı finale kadar set kaybetmeden yükseldi ama yarı finalde o senenin şampiyonu Venus Williams’a 7-6(2), 6-1’le kaybetti. Hala bir numara olan Davenport, Wimbledon finalinde sırtını sakatladı ve bu Amerika’daki sert kort sezonundaki puanlarını kaybetmesine sebep oldu. Bu dönemde Şarapova’nın da sakatlığı bulunmasına rağmen koruması gereken daha az puan olduğu için 22 Ağustos’ta bir numaraya yükseldi ve bunu başaran ilk Rus kadın tenisçi oldu. Fakat Davenport’un New Haven’daki turnuvayı kazanmasıyla birinciliği yalnızca bir hafta sürdü. Amerika Açık’ta bir numaralı seribaşı olan Şarapova, yarı finalde sonradan şampiyonayı kazanacak olan Kim Clijsters’a kaybetti. Böylece 2005’teki bütün Grand Slam'larda şampiyon olanlara kaybetmiş oldu. Fakat burada kazandığı puanlar bir numarayı tekrar ele geçireceği anlamına geliyordu. Yılın sonunda, turnuvada Lindsay Davenport’u mağlup etmesine rağmen, yarı finalde Amelie Mauresmo’ya kaybeden WTA Tour Championships’te şampiyonluğunu koruyamamış oldu. Şarapova 2005'i de dört numara bitirdi, fakat Rusya sıralamasında bir numaraya yükseldi. Sene boyunca üç turnuva kazandı, 15 turnuvada çeyrek final ya da ilerisini gördü, Avustralya Açık’ta Şarapova, yarı finalde Justine Henin’e 4-6, 6-1, 6-4'lük skorlarla kaybetti. Bu maç, 2006 senesinde ilk seti alıp kaybettiği tek maçtı. Şarapova Henin’e Dubai’deki turnuvada bir daha kaybetti. Ondan sonra 2006’daki ilk şampiyonluğunu finalde Elena Dementieva’yı yendiği Indian Wells’de elde etti. Miami’de de finale çıktı, fakat orda Svetlana Kuznetsova’ya kaybetti. Şarapova Fransa Açık öncesi sakatlıklarından dolayı hiç hazırlık turnuvası oynayamadı. İlk turda Mashona Washington’a karşı üç maç sayısı karşılamayı başardı, ancak 4. turda Dinara Safina’ya, üçüncü sette 5-1 öndeyken son 21 sayının 18’ini kaybederek, 7-5, 2-6, 7-5'le kaybetti. Şarapova’nın üçüncü Birmingham şampiyonluğu denemesi yarı finaldeki Jamea Jackson maçıyla son buldu. Wimbledon’da ise geçen seneki gibi tekrar yarı finale çıktı ve yarı finalde o senenin şampiyonu Amelie Mauresmo’ya keybetti. Wimbledon 2006, yarı finalde kaybettiği üst üste 5. Grand Slam’dı. Şarapova, 2006 senesindeki ikinci şampiyonluğunu San Diego’daki Tier I turnuvasında finalde kariyerinde ilk defa yendiği bir numaralı seribaşı Kim Clijsters’ı yenerek elde etti. Amerika Açık’ta 3 numaralı seribaşı olan Şarapova çeyrek finale set kaybetmeden çıktı. Çeyrek finalde, Tatiana Golovin’i 7-6, 7-6'la yendi. Ardından yarı finalde Mauresmo’yu 6-0, 4-6, 6-0'la yendi. Bu maç iki tane 6-0’lık set olan tek Amerika Açık kadınlar yarı finalidir. İkinci Grand Slam finalinde ise iki numaralı seribaşı Justine Henin’i 6-4, 6-4 yenmeyi başardı, böylece ilk iki seribaşını bir set kaybederek art arda yenmiş oldu. Yılın son çeyreğinde, Şarapova Zurich Open turnuvasını (finalde Daniela Hantuchova’yı yenerek) ve Generali Ladies Linz turnuvasını (finalde Nadia Petrova’yı yenerek) art arda iki haftada kazandı. WTA Tour Championships’te üç grup maçını da kazandı, fakat yarı finalde Justine Henin’e kaybetti. Turnuvayı kazansaydı seneyi bir numara olarak kapayacaktı. Şarapova yılı 2 numarada ve üst üste ikinci yıl Rus 1.si olarak kapadı. Yıl boyunca, beş turnuva kazandı (Henin’in altı turnuvasından sonra ikinci). Bu beş turnuvada üç Tier I turnuvası bulunuyordu, ki bunu 2006’da bir tek Şarapova başarabildi. Şarapova 2007 yılına Watsons Water Tennis Championships’de ulaştığı 2. lik ile başladı. Hong Kong’da finalde Kim Clijsters’a 6-3, 7-6 yenilen Maria buradan ikincilikle döndü. Şarapova, yılın ilk Grand Slam’i olan Avustralya Açık'ta ilk turuna 16 Ocak’ta başladı. Burada Camille Pin, Anastasiya Rodionova, Tatyana Garbin, Vera Zvonareva, Anna Çakvetadze, Kim Clijsters’ı yenen Şarapova finalde Serena Williams ile eşleşti. Finalde Williams’a 6-1, 6-2 yenilen Şarapova buradan da ikincilikle döndü. Daha sonra Toray Pan Pacific Turnuvası’na katılan Şarapova burada yarı finaldeki rakibi Sırp Ana Ivanovic’le olan maçında sakatlanarak maçtan ayrıldı. Mart ayına geldiğimizde Şarapova, Pacific Life Open’da 4. turda Vera Zvonareva’ya 4-6, 7-5, 6-1 yenildi. WTA - 2007 Sony Ericsson Open’a katılan Şarapova burada 4. turda Serena Williams’a 6-1, 6-1 yenildi. Şarapova 2007 yılının Mayıs’ında İstanbul’a geldi. Burada İstanbul Cup’a katılan Şarapova yarı finalde Aravane Rezai’ye 6-2 6-4 yenildi. Yılın 2. Grand Slam’i olan Roland Garros’u kazanma hayali yarı finalde Sırp Ana Ivanovic’e takıldı, Ana Ivanovic yarı final maçını 6-2, 6-1 kazandı. Wimbledon’dan önce DFS Classic’e katılıp burdan moralle dönmek isteyen Şarapova burdan da eli boş döndü. Şarapova finalde Sırp Jelena Jankovic’e 4-6 6-3 7-5 yenildi. 2007 Wimbledon’a iyi başlayan Şarapova 4. turda Amerikalı rakibi Venus Williams’a 6-1 6-3 yenilerek veda etti. Wimbledon’ın ardından Acura Classic’e katılan Maria, finaldeki rakibi Patty Schnyder’ı 6-2, 3-6, 6-0 yendi ve burdan kupayla döndü. East West Bank Classic’te Şarapova yerı finalde kaybetti. Yılın son Grand Slam’ine Nike’ın kendisi için özel hazırladığı bir elbiseyle katılan Maria 3. turda 30 numaralı seribaşı Agnieszka Radwanska’ya 4-6, 6-1, 2-6 yenildi. Maria Eylül ayında Moskova’da Fed Cup’ta finale ulaşan takım arkadaşlarını destekledi. Burada Moscow Cup’a katılan Maria, 4. turda Viktoriya Azarenka’ya 6-7(9) 2-6 yenildi. Kasım ayında WTA Tour Championships’de oynayan Maria, burada finaldeki rakibi Justine Henin’e 7-5 5-7 3-6 yenildi. Maria’nın tenis serüveni 2008’de son hızıyla devam etti. Yılın ilk Grand Slam’ine çıkan Maria, bu kez Avustralya Açık'tan eli dolu döndü. Jelena Kostanic Tosic, Lindsay Davenport, Elena Vesnina, Elena Dementieva, o zamanlar dünya klasmanının 1 numarası olan Justine Henin, Jelena Jankovic ve finalde ise Ana Ivanovic’i yenen Maria mutlu sona ulaştı ve sert kortta ettiği bu mücadeleden $1,145,076 ile döndü. Maria, 2008 Avustralya Açık'ta tek bir set bile kaybetmemiştir ve Grand Slam koleksiyonunun 3.parçasını tamamlamıştır. Şubat ayında Fed Cup’ta kendi ülkesi için oynayan Maria, takımının yüzünü kara çıkarmayıp İsrailli Tzipora Obziler’ı 6-0 6-4, Shahar Peer’i ise 6-1 6-1 yenmiştir. Qatar Total Open'a katılan Maria finalde bir başka Rus raket olan Vera Zvonareva'yı 6-1 2-6 6-0 yenerek Katar'dan kupayla dönmüştür. Maria'nın 2008 yılındaki yenilmezlik sıfatını elinden alan isim Svetlana Kuznetsova oldu. Pacific Life Open'ın yarı finalinde karşılaşan 2 Rus raketten kazanan isim 6-3 5-7 6-2 ile Kuznetsova oldu. Nisan ayında Bausch and Lomb Championship'te oynamaya başlayan Maria burada da mutlu sona ulaşıp kupayı kaldıran raket oldu. Maria, finalde Slovak Dominika Cibulkova'yı 7-6(7) 6-3 yendi. Family Circle Cup'ın çeyrek finalinde Serena Williams ile eşleşen Şarapova 5-7 6-4 1-6 yenilip Charleston'dan eli boş döndü. Internazionali D'Italia'nın toprak kortunda iyi bir performans sergileyen Maria yarı finale ulaşmıştı ki bir basın toplantısı yapıp sakatlandığı için yarı finalde oynayamayacağını ve maçtan çekildiğini açıkladı. Maria sakatlanmasaydı yarı finaldeki rakibi Jelena Jankovic olacaktı. Yılın 2. Grand Slam'i Fransa'da düzenlenen Roland Garros'ta Evgeniya Rodina, Bethanie Mattek-Sands, Karin Knapp'i yenen Maria 4. turda yurttaşı Dinara Safina ile karşılaştı. Çok zorlu geçen bu maçı Maria'nın almasına 1 sayı kalmışken maçı kendi lehine çeviren Dinara Safina kazanmıştır. Wimbledon'dan önce Aegon Classic'te görmeye alıştığımız Maria, 2008'de Aegon Classic'e katılmayacağını söyledi. Wimbledon'a ilk kez şortla katılan Maria 2. turda sürpriz bir şekilde Alla Kudryavtseva'ya 2-6 4-6 yenilerek Wimbledon'a erken veda etti. Şarapova'nın 2008 yılında katıldığı son turnuva Rogers Cup oldu. 2. turda Polonyalı Marta Domachowska'yı 7-5, 5-7, 6-2 yenen Maria omzundan sakatlandı ve tenise bir müddet ara vereceğini açıkladı. Maria 2008 Amerika Açık'a sakatlığı nedeniyle katılamamıştır. Yaklaşık 8 aylık bir aradan sonra kortlara geri dönen Şarapova bu süre içinde 2008 Amerika Açık ve 2009 Avustralya Açık'ta oynayamamıştır. Kortlara geri dönen Maria ilk önce çiftlerde oynamıştır. Çiftlerde oynamak için BNP Paribas Open'ı seçen Maria çiftlerdeki eşi Elena Vesnina ile 4. turda Tatiana Poutchek- Yekaterina Makarova çiftine 1-6 6-4 7-10 yenilmiştir. Maria sakatlığının ardından teklerde oynamaya Warsaw Open ile başlamıştır. Burada çeyrek finale ulaşan Maria, çeyrek finaldeki rakibi Alyona Bondarenko'ya 2-6 2-6 yenilmiştir. 2009 Roland Garros'ta çeyrek finale ulaşan Maria, çeyrek finalde Slovak Dominika Cibulkova'ya 0-6 2-6 yenilmiştir. Çeyrek finale kadar Anastasiya Yakimova, Nadiya Petrova, Yaroslava Şvedova, Na Li ile mücadele eden Şarapova her maçta set kaybetmiştir. 2009 yılında Aegon Classic'e katılan Maria, yarı finalde Çinli Na Li'ye 4-6 4-6 yenilmiştir. Yılın 3. Grand Slam'i Wimbledon'da 1. turu Ukraynalı Viktoriya Kutuzova ile oynayan Maria, bu maçı 7-5 6-4 skorla almıştır. 2. turda Arjantinli Gisela Dulko ile eşleşen Şarapova, Dulko'ya 2-6 6-3 4-6 yenilmiştir. Wimbledon'ın ardından Şarapova Amerika Açık serilerine katılmıştır. Bank of The West Classic'te çeyrek finalde Venus Williams ile karşılaşan Şarapova, Williams'a 2-6 2-6 yenilerek Stanford'da havlu atmıştır. LA Women's Tennis Championships'e katılan Maria, yarı finaldeki İtalyan rakibi Flavia Pennetta'ya 2-6 6-4 3-6 yenilmiştir. Amerika Açık'tan önce Rogers Cup'a katılan Şarapova, burada vatandaşı Yelena Dementiyeva'ya finalde yenilmiştir. Dementiyeva maçı 6-4 6-3 kazanmıştır. Yılın son Grand Slam'i Amerika Açık'ta 1 Eylül'de boy gösteren Mariya Şarapova, bu turnuvada 3. tura kadar çıkabilmiştir. 3. turda Amerikalı Melanie Oudin'e 6-3 4-6 5-7 yenilen Maria Amerika Açık'a erken veda etmiştir. Tokyo'da Toray Pan Pa
cific Open'a katılan Şarapova, Francesca Schiavone, Samantha Stosur, Alisa Kleybanova, İveta Benesova, Agnieszka Radwanska'yı yenip finale çıkmıştır. Şarapova'nın finaldeki rakibi Sırp Jelena Jankovic'di fakat Jankovic sakatlığından dolayı maçtan çekilince galip olan raket Şarapova olmuştur. Bu kupa, Şarapova'nın 2009 yılında kaldırdığı tek ve sakatlığının ardından kaldırdığı ilk kupadır. Çin'in başkenti Pekin'de düzenlenen China Open'a katılan Şarapova, 3. turda Çinli Peng Shuai'ye 2-6 4-6 yenilerek turnuvaya veda etmiştir. 2010 yılı Avustralya Açık Tenis Turnuvası'na katılan "Masha" ilk turda diğer bir Rus raket olan Mariya Kirilenko ile karşılaştı. Henüz ilk turda rakibine 6-7, 6-3 ve 4-6'lık setlerle kaybederek 2010 Avustralya Açık Tennis Turnuvasına veda etti. Şarapova, Memphis'te, birinci turunu 15 Şubat'ta oynadığı Cellular South Cup'ta mutlu sona ulaştı ve yılın ilk Sony Ericsson WTA Tour kupasını aldı, bu Mariya'nın kariyerindeki 21. kupa oldu. 2010 Roland Garros'ta oynamadan önce Şarapova, Fransa'da Internationaux de Strasbourgda oynadı ve burada Alman Kristina Barroisi yenerek kariyerindeki 22. kupayı kaldırdı. 2010 Roland Garrosa 3. turda eşleştiği Belçikalı Justine Henin'e 2-6 6-3 3-6 yenilerek veda etti. Roland Garros Mariya'nın evine kupayı götüremediği tek Grand Slam turnuvasıdır. Mariya, Birleşik Krallık'ın Birmingham kentinde düzenlenen Aegon Classic'in finalinde Çinli Na Li'ye 5-7 1-6 yenilerek 23. kupaya veda etti. Şarapova 2010 Wimbledon'da 4. turda Serena Williams'la karşılarak Serena Williams' a 6-7 (11) 4-6 yenildi. Maç 1 saat 36 dakika sürdü ve bu karşılaşma ikilinin 2004'ten sonra Wimbledon turnuvasında 2. karşılaşmasıydı. 2004 Wimbledon finalinde Şarapova' ya yenilen Serena Williams 2010 Wimbledon' da 2004' ün rövanşını almıştır. Mariya, 2010 yılında da Amerika Açık serilerine katılmıştır. Mariya'nın ilk durağı Bank of The West Classic olmuştur. Bu turnuvada Jie Zheng, Olga Govortsova, Yelena Dementiyeva, Agnieszka Radwanska'yı yenip finale yükselmiştir. Fakat finaldeki rakibi Victoria Azarenka'ya 4-6 1-6 yenilen Mariya, bu turnuvadan kupayı alamadan dönmüştür. Maria'nın bir sonraki durağı Cincinnati'deki Western & Southern Financial Group Women's Open oldu. Bu turnuvada da Svetlana Kuznetsova, Agnieszka Radwanska, Marion Bartoli gibi güçlü isimleri deviren Mariya, finaldeki rakibi Belçikalı Kim Clijsters'a 6-2, 6(4)-7, 2-6 yenilmiştir. Tarihler 31 Ağustos 2010'u gösterdiğinde Şarapova Amerika Açık'ta ilk servisini attı. Jarmila Groth, Iveta Benesova, Beatrice Capra'yı yenen Maria 4. turda dünyanın yeni bir numarası olacak olan Caroline Wozniacki ile eşleşti. Wozniacki'ye 3-6, 4-6 yenilen Maria, maçın ardından Caroline'in kendisini çok geliştirmiş olduğunu söyledi. 2010 Amerika Açık Grand Slam heyecanı 4. turunda Şarapova için sona ermiştir. Şarapova Amerika Açık'ın ardından Asya'ya geçmiştir. Burada geçen yıl şampiyon olduğu Toray Pan Pacific Open'a katılan Maria, ilk turda Japon Kimiko Date Krumm'a 5-7, 6-3, 3-6 yenilerek erken havlu atmıştır. Japonya'nın ardından Çin'deki China Open'a katılan Şarapova burada da erkenden elenerek hayranlarını üzmüştür. Mariya 2. turda vatandaşı Yelena Vesnina'ya yenilmiştir. Maria yılın geri kalanında hiçbir turnuvaya katılmayacağını duyurmuştur. 22 Ekim'de Mariya Şarapova'nın sözcüsü Şarapova ile Sasha Vujacic'in nişanlandığını basına duyurmuştur. Bu seneye daha iddialı başlayan Şarapova Avustralya Açık'ta 4. tura yükseldi ancak Andrea Petkovic'e iki sette yenildi. İndian Wells'te bu sefer yarıfinale çıkan Şarapova Wozniacki'ye 6-1 6-2 ile yenildi. Başarılı performansını Miami'de finale çıkarak gösteren Maria yarı finalde kendisini Avustralya Açık'ta mağlup eden Andrea Petkovic'i yenmiş ancak finalde Victoria Azarenka'ya yenilmiştir. Toprak kort sezonuna Roma'da finale çıkan Şarapova Stosur'u yenerek Fransa Açık tenis turnuvasının favorilerinden biri haline gelmiştir. Fransa Açık'ta ise iyi başlayan Şarapova ikinci turda ev sahibi Caroline Garcia'yı ilk seti kaybedip ikinci sette 4-1 geriye düşmesine rağmen kazanıp tur atladı. Yarı finale kadar iyi gelen Mariya yarı finalde turnuvanın şampiyon olacak ismine Na li'ye iki sette yenildi. Bu seferde en eski ve en prestijli Grand Slam (tenis) turnuvası olan Wimbledon'da Çek tenisçi Petra Kvitová'ya finalde 6-3 ve 6-4 lük setlerle yenilerek 2. olmuştur. Cincinnati Masters da finalde Jelena Jankovic i 4-6, 7-6(3), 6-3 yenerek şampiyon olmuştur. Masha bu yıla sezonun ilk Grand Slam'i olan Avustralya Açık ile başlamıştır. Çeyrek finalde Serena Williams'ı eleyen Ekaterina Makarova'yı 6-2 6-3 setlerle yenerek yarı finale çıkmıştır. Yarı finalde başarılı raket Petra Kvitova'yla karşılaşan Maria, bu maçı da 6-2 3-6 6-4 ile kazanarak finale yükselmiştir. Finalde son yılların parlayan raketi Viktorya Azarenka'ya 6-3 ve 6-0 ile kaybederek turnuvadan boynu bükük ayrıldı. Bu turnuvadan sonra Fed Cup'ta korta çıkan Maria, İspanyol Silvia Soler-Espinosa'yı mağlup ederek ülkesini sevindirdi. Paris'te düzenlenen sert kort turnuvasında boy gösteren güzel raket, çeyrek finalde Angelique Kerber'e yenilerek hayal kırıklığı yarattı. Bu mağlubiyetten sonra moralini bozmayan Maria, Indian Wells turnuvasında çeyrek finaldeMariya Kirilenko'yu 3-6 7-5 6-2'lik setlerle yenerek yarı finale yükseldi. Yarı final maçı sırasında rakibi Ana İvanoviç'in sakatlığından dolayı çekilmesi ile birlikte finale yükselen Maria, Viktorya Azarenka'ya 6-2 ve 6-3 ile mağlup olmaktan kurtulamadı. Buradan sezonun bir diğer önemli turnuvası olan Miami Tenis Turnuvası'na geçiş yaptı. Çeyrek finalde Çinli raket Na Li'yi geçerek adını yarı finale yazdıran Masha, yarı finalde Caroline Wozniacki'yi üç sete uzayan maçta 4-6 6-2 6-4 ile mağlup etti. Finalde Agnieszka Radwanska ile karşılaşan Maria, Radwanska'ya 7-5 ve 6-4 ile kaybederek, bu seneki 3. finalini de kaybetmiş oldu. Toprak kort sezonuna geçiş yapan başarılı tenisçi, Almanya'da düzenlenen Stuttgard Tenis Turnuvası'nın finalinde bu yıl iki kez kaybettiği Dünya 1 numarası Viktoriya Azarenka'yı 6-1 ve 6-4 ile geçerek bu yılki ilk turnuvasını kazandı. Bu turnuvadan sonra o sene mavi toprakta düzenlenen Madrid Tenis Turnuvası'na katılan Maria, çeyrek finalde Serena Williams'a 6-1 6-3 ile kaybederek boynu bükük ayrıldı. Sezonun ikinci Grand Slam'i olan Fransa Açık öncesi son turnuvası olan Roma Tenis Turnuvası'nda korta çıkan Maria, çeyrek finalde Venus Williams'ı 6-4 6-3 ile geçerek yarı finale çıktı. Yarı finalde Angelique Kerber'i 6-3 ve 6-3 ile alt eden tenisçi, rahat bir çekilde finale çıktı. Finalde 2011 Fransa Açık şampiyonu Na Li'yi 4-6 6-4 7-6 (5) ile geçerek bu sezonki ikinci kupasını kaldırdı. Sezonun ikinci Grand Slam'i Fransa Açık'ta favori olarak korta çıkan Masha, yarı finalde Petra Kvitova'yı 6-3'lük iki setle geçti. Ayrıca bu maçtan sonra tekrar Dünya 1 Numarası olan Maria finalde Sara Errani ile karşı karşıya geldi. Errani'yi 6-3 6-2 ile rahat geçen güzel tenisçi, Kariyer Slam'ini tamamladı. Turnuvalara tam gaz devam eden tenisçi, sezonun en prestijli Grand Slam'i olan Wimbledon'a 1 numaralı seribaşı olarak katıldı. Ancak 4.turda Alman tenisçi Sabine Lisicki'ye 6-4 6-3 ile boyun eğerek turnuvaya veda etti. Wimbledon'dan sonra yine aynı kortlarda oynanan 2012 Londra Olimpiyatları'nda ülkesi Rusya'yı temsil eden son Fransa Açık şampiyonu, çeyrek finalde Kim Clijsters'ı 6-2 7-5 ve yarı finalde vatandaşı Mariya Kirilenko'yu 6-2 6-3 ile geçen Maria, finale yükseldi. Finalde Amerikalı son Wimbledon şampiyonu Serena Williams'a 6-0 ve 6-1 ile kaybederek gümüş madalyayı boynuna taktı. Amerika Açık serilerine katılmayan Maria, direkt olarak sezonun son Grand Slam'i olan Amerika Açık Tenis Turnuvası'na geçiş yaptı. Çeyrek finalde Fransız raket Marion Bartoli'yi geçen Maria, yarı finalde bu sezonki belalısı Viktoriya Azarenka'ya 3-6 6-2 6-4 ile kaybederek son Grand Slam'e veda etti. Bu turnuvadan sonra Asya serilerine geçiş yapan Rus tenisçi, önce Tokyo Tenis Turnuvası'na katıldı. Bu turnuvaya çeyrek finalde Samantha Stosur'a yenilerek veda eden Masha, Pekin Tenis Turnuvası'nda finalde yine Viktoriya Azarenka'ya kaybederek, bu sezonki 8. finalinden boynu bükük ayrıldı. İstanbul'da düzenlenen WTA Sezon Sonu Turnuvası'nda ilk sekiz tenisçi arasında boy gösteren Şarapova, ilk turda Sara Errani, Agnieszka Radwanska ve Samantha Stosur gibi isimleri eleyerek yarı finale yükseldi. Yarı finalde Viktoriya Azarenka'ya bu sefer kaybetmeyen Şarapova, 6-4 ve 6-2 ile bu sezonki 9. finaline yükselerek hayranlarını sevindirdi. Finalde bu sezonun en iyisi olan Amerikalı Serena Williams'a 6-4 6-3 ile boyun eğerek sezonun ikinci en iyi tenisçisi oldu. Rus tenisçi Mariya Şarapova yaptığı açıklamayla Avustralya Açık'ta doping testini geçemediğini söyledi. Şarapova doping testinin pozitif çıkmasının nedeni olarak 2006 yılından beri kullandığı Meldonium adlı yasak madde olduğunu itiraf etti. Şarapova kullandığı yasaklı madde için: "Testi geçemedim ve bütün sorumluluğu üstleniyorum, son 10 yıldır yasal bir şekilde bu ilacı alıyordum. Dünya Dopingle Mücadele Kurumu'nun yasaklı listesinde değildi. 1 Ocak'tan itibaren de yasaklı maddeler arasına girdiğini bilmiyordum. 22 Aralık'ta yasaklı maddeler listesinde yapılan değişikliklerle ilgili bir e-posta aldım. Burada yasaklı maddeleri görebiliyorsunuz ben de o linke tıklamadım." dedi. Rus tenisçinin bu itiraflarından sonra kendisinin en büyük sponsoru olan Nike, sponsorluktan çekildiğini duyurdu. İlerleyen dönemlerde ise yasaklı madde kullanmaktan dolayı iki yıl kortlardan men cezası aldı. Üçgen Bir üçgen düzlemde birbirine doğrusal olmayan üç noktayı birleştiren üç doğru parçasının birleşimidir. Düzlem geometrisinin temel şekillerinden biridir. Bir üçgenin üç köşesi ve bu köşeleri birleştiren doğru parçalarından oluşan üç kenarı vardır. Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180°, dış açılarının toplamı 360°'dir. formula_1 Burada; A, B ve C noktaları üçgenin köşeleri ve formula_2 doğru parçaları üçgenin kenarlarıdır. formula_3, formula_4 ve formu
la_5 üçgenin iç açılarıdır. Yukarıda anlatılan biçimiyle (Öklit düzleminde) üçgen, Riemann geometrisinde daha genel bir nesnenin özel bir durumudur. X bir Riemann uzayı ve A, B ve C de bu uzayın birbirine doğrusal olmayan üç noktası olsun. Bu üç noktanın her bir çifti arasında birer kesel (jeodezik) seçilsin. Bu üç keselin birleşimine ABC üçgeni denir. Örneğin bir Riemann yüzeyi olarak Dünya yüzeyinde, kuzey kutbundan 0 meridyeniyle ekvatora, ekvator boyunca 90. doğu meridyenine, bu meridyen boyunca geri kuzey kutbuna çıkan eğri bir üçgen oluşturur. Bu üçgenin iç açılarının toplamı 270°'dir. Daha genel olarak, bir topolojik uzayda verilen herhangi üç noktayı birleştiren herhangi üç eğrinin birleşimine üçgen denir. İki boyutlu bir çokkatlı bu tür üçgenlerin (belli özellikleri sağlayan) birleşimi olarak ifade edildiğinde, bu üçgenler topluluğuna çokkatlının üçgenlenmesi denir. Aşağıdaki özellikler, Öklit düzlemindeki üçgenlere aittir. BAC, ABC ve ACB üçgenin içaçılarıdır. formula_6, formula_7 ve formula_8 formula_9 Bir ABC üçgenine A tepe noktasından teğet geçecek şekilde ve BC'ye paralel olacak şekilde bir doğru çizildiğinde, BC doğru parçasının açıları, iç ters açılar kuralından dolayı tepe açısının yanına gelerek bir doğru parçasının yarısını kaplarlar. Bir ABD üçgenine D tepe noktasından teğet geçecek ve taban olan BC'ye paralel olacak şekilde bir doğru çizilip kenarlar uzatıldığında yöndeş açılar kuralı yardımıyla bu önerme kanıtlanabilir. Üçgenler, kendilerini oluşturan parçaların (köşe, kenar, açılar vb.) aynı düzlemde olup olmadığına göre sınıflandırılabilir. Eğer üçgenin tamamı tek bir düzlemdeyse düzlemsel, diğer durumlarda da örneğin küresel ya da Hiperbolik üçgen terimleri kullanılır. Tüm kenarları eşit olan üçgen olup iç açılarının her biri 60°'dir. Tabanlara indirilen dikmeler hem açıortay, hem de kenarortaydır. İki kenarı eşit olan üçgenlerdir. Ayrıca iki açısı birbirine eşittir. Eşit olmayan kenara indirilen dikme hem açıortay, hem kenarortay özelliği gösterir. Her kenarının uzunluğu ve açısı farklıdır. Çeşitkenar üçgenin simetrisi yoktur. Açıları 90 dereceden küçük olan üçgenlere dar açılı üçgen denir. Bir açısı dik (yani 90°) olan üçgenlerdir. Bu üçgenlerde yükseklik dik kenarlardan biridir. En uzun kenarına hipotenüs denir. Açılarından biri 90°den büyük olan üçgenlerdir. Sadece bir tek açısı geniş açı olabilir. Tabana ait yükseklik tabanın uzantısı ile kesişir. Bir dik üçgenin dik kenarlarına 'a' ve 'b' dersek hipotenüs'ün karesi bu kenarların uzunluklarının karelerinin toplamına eşittir. Buna Pisagor Teoremi denir. Yani: formula_10. Bir üçgenin alanı, taban ve tabana ait yüksekliğin çarpımının yarısıdır: formula_11 Bir üçgenin alanı, herhangi iki kenarı ile aralarında kalan açının sinüsünün çarpımının yarısıdır. formula_12 Çevre uzunluğuna '2u', yarısına 'u' dersek alan: formula_13 Herhangi bir üçgende a, b, c kenarlarını alalım. a ve b arasında kalan açı da formula_14 olsun. c kenarını bulmak için kullanılacak formül: formula_15 Bir dik üçgende hipotenüse "a" diğer iki kenara "b" ve "c", hipotenüs uzunluğunun yüksekliğine "h", bu yüksekliğin ikiye böldüğü "c" kenarıyla ortak köşeye sahip olan parçaya "p", "b" kenarıyla ortak köşeye sahip olan parçaya "k" dersek, formula_16 formula_17 formula_18 formula_19 Bir açıyı iki eş açıya bölen doğru veya doğru parçasına açıortay denir. Açıortayların kesiştiği nokta, üçgenin içteğet çemberinin merkezidir.. formula_20 formula_21 Bir üçgende bir köşeden karşısındaki kenara uzatılan doğru bu kenarı iki eş parçaya bölüyorsa buna kenarortay denir.Bir üçgende kenarortayların kesiştiği noktaya ağırlık merkezi denir. G harfi ile gösterilir. Ağırlık merkezi, bir kenarortayı formula_22 ve formula_23 olarak böler. Yani köşeye A, kenarortayın kenarı kestiği noktaya D dersek; formula_24 olur. formula_25 Ceva teoremi, üçgenin köşelerinden karşıdaki kenarın herhangi bir noktasına çizilen doğrulardan oluşan şekilde uygulanan bir teoremdir. Uygulaması şu şekildedir: formula_26 Üçgenle aynı düzlemde olan ve üçgenin köşelerinden geçmeyen herhangi bir doğrunun, üçgenin bir kenarının uzantısıyla kesişim noktalarının üçgenin köşelerine uzaklıkları arasındaki ilişkiyi anlatan teoremdir. Uygulaması: formula_26 Steward Teoremi, bir üçgende, bir köşeden karşı kenara çizilen herhangi bir doğru ile kenarlar arasındaki bir bağıntıdır. Bağıntı aşağıdaki gibidir: formula_28 Bir üçgenin iç bölgesinden alınan herhangi bir noktadan kenarlara çizilen dikmelerle kenarlar sırasıyla a, b (ilk kenar) x, y (ikinci kenar) m, n (üçüncü kenar) olmak üzere parçalara ayrılsın. Benzerlik bağıntılarını kurduğumuzda: formula_29 Anton Çehov Anton Pavloviç Çehov (, ; 29 Ocak 1860 – 15 Haziran1904), Rus oyun ve kısa öykü yazarıdır. Kısa öykü alanında tarihteki en büyük yazarları arasında sayılmaktadır. Oyun yazarı olarak kariyerinde dört klasik eser üretmiş ve en iyi kısa öyküleri yazarlar ve eleştirmenler tarafından olumlu eleştiriler almıştır. Henrik Ibsen ve August Strindberg ile birlikte Çehov, çoğu zaman tiyatroda erken modernizmin doğuşundaki üç yaratıcı figürden biri olarak anılmaktadır. Çehov, edebî kariyerinin çoğunda tıp doktoru olarak çalışmış ve "İlaç benim yasal karım, edebiyat benim metresim." sözlerini dile getirmiştir. Çehov, 1896'daki "Martı" gösteriminden sonra tiyatroyu bırakmıştır fakat oyun, Konstantin Stanislavski'nin Moskova Sanat Tiyatrosu tarafından 1898'de yeniden canlandırılmıştır. Moskova Sanat Tiyatrosu, daha sonra Çehov'un "Vanya Dayı"'sını sahnelemiş ve  Çehov'un son iki oyunu "Üç Kızkardeş" ile "Vişne Bahçesi"'nin galasını yapmıştır. Çehov geleneksel eylem yerine bir "ruh hali tiyatrosu" ve "metinde batık bir yaşam" sunduğu için bu dört eser, hem seyirciye hem oyuncu topluluğuna meydan okumayı sunmaktadır. Çehov ilk başta sadece maddi kazanç için yazılar yazmış ancak sanatsal hırsları arttıkça modern kısa öykünün evrimini etkileyen biçimsel yenilikler yapmıştır. Okuyuculara verdiği zorluklardan ötürü özür dilememiş ve bir sanatçının rolünün soru sormak olduğunu ve sorulara cevap vermek olmadığını belirtmiştir. Anton Çehov, Rusya'nın güneyindeki Azak Denizi'ne bağlı bir liman şehri olan Taganrog'ta 29 Ocak 1860 ( 17 Ocak) tarihinde Büyük St. Anthony bayramında altı çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Eski bir serf ile Ukraynalı bir kadının oğlu olan babası Pavel Yegorovich Çehov, Kobeliaky (günümüz Ukrayna'sında Poltava Oblastı) yakınlarındaki Vilkhovatka köyündendi ve bir bakkal işletiyordu. Kilise korosu şefi, dindar Ortodoks Hristiyan ve fiziksel istismarda bulunan babası Pavel Çehov, bazı tarihçiler tarafından oğlunun iki yüzlülükle ilgili birçok portresi için bir model olarak görülmüştür. Çehov'un annesi Yevgeniya (Morozova), Rusya'nın her yerinde kumaş tüccarı babasıyla yaptığı yolculukların hikâyeleriyle çocukları eğlendiren mükemmel bir hikâye anlatıcısıydı. Çehov, "Bizim yeteneklerimiz babamızdan aldık ama ruhumuz annemizden." diye belirtmiştir. Yetişkinlik döneminde Çehov, erkek kardeşinin Alexander'ın karısı ve çocuklarına karşı davranışını kendisine Pavel'ın tiranlığını hatırlatarak eleştirdi: "Annenizin gençliğini mahvettiğiniz despotizm ve yalan olduğunu hatırlamanızı rica ediyorum. Despotizm ve yalan söylemek, hakkında düşünmenin tiksindirici ve korkutucu olduğu çocukluğumuzu oldukça bozdu. Çorbanın çok fazla tuzlu olması üzerine sinir krizi geçirdiği ve anneye aptal dediği zaman hissettiğimiz korku ve iğrenmeyi hatırlayın." Çehov, Taganrog'daki Yunan Okulu ile Taganrog Gymnasium'da (daha sonra Çehov Gymnasium olarak değiştirildi) eğitim aldı ve Taganrog Gymnasium'da Eski Yunanca dersinin bir sınavında geçemeyince on beş yaşındayken sınıfta kaldı. Taganrog'taki Yunan Ortodoks manastırında ve babasının korolarında şarkı söyledi. 1892 tarihli bir mektubunda çocukluğunu tanımlamak için "ıstırap" kelimesini kullandı ve şunları belirtmiştir: "Kardeşlerim ve ben kilisenin ortasında dururken "May my prayer be exalted" ya da "The Archangel's Voice" triosunu söylerken herkes bize duygulu bir şekilde bakıyor ve ailelerimizi kıskanıyordu ama biz o sırada kendimizi küçük mahkûmlar gibi hissediyorduk." Çehov daha sonra ateist oldu. 1876'da, Çehov'un babası yeni bir ev inşa etmek için yaptığı harcamalar ve Mironov adında bir müteahhit tarafından aldatılma sonucu iflasını ilan etti. Borcundan ötürü hapishaneye girmemek için üniversitede okuyan en büyük iki oğlu Alexander ve Nikolay'ın yanına, Moskova'ya, kaçtı. Aile, Moskova'da yoksulluk içinde yaşadı ve Çehov'un annesi bu olayla birlikte fiziksel ve duygusal olarak çöktü. Çehov ailesinin mallarını satmak ve eğitimini bitirmek için geride kaldı. Çehov, üç yıl daha Taganrog'ta yaşadı ve "Vişne Bahçesi"'ndeki Lopakhin gibi Selivanov adında bir adamla pansiyoner olarak kaldı ve evlerinin bedelini aileden kurtarmıştı. Çehov, özel öğretmenler tutarak icabına baktığı eğitiminin parasını ödemek için saka kuşu yakalayıp sattı ve diğer işlerin yanı sıra gazetelere kısa skeçler sattı. Moskova'daki ailesine yollayabileceği her rubleyi onları neşelendirebilecek mizahi mektuplar eşliğinde gönderdi. Bu süre boyunca Miguel de Cervantes, İvan Turgenyev, İvan Gonçarov ve Arthur Schopenhauer gibi kişilerin eserlerini iyice ve çözümsel bir şekilde okudu ve "Babasızlık "adında komedi drama yazdı fakat erkek kardeşi Alexander, "masum [bir] uydurma olsa da affedilmez" olduğu için oyunu reddetti. Çehov ayrıca bir dizi aşk işlerinin de tadını çıkarıyordu ki bunlardan biri, bir öğretmenin karısıyla olan ilişkisiydi. 1879'da Çehov okulunu bitirdi, ailesinin yanına, Moskova'ya, gitti ve burada I. S. Sechenov Moskova Devlet Tıp Üniversitesi'nin tıp fakültesine kabul edildi. Chekhov, artık bütün ailenin sorumluluğunu üstlenmişti. Ailesini desteklemek ve harç ücretlerini ödemek için "Antoşa Çehonte" (Антоша Чехонте) and "Dalaksız Adam" (Человек без селезенки) gibi takma isimler altında çağdaş Rus hayatına dair günlük kısa, komik skeçler ve vinyetler yazdı. Olağanüstü çı
kışıyla yavaş yavaş Rus sokak yaşamının hicivli bir tarihçisi olarak ün kazandı ve 1882'de o zamanın önde gelen yayıncılarından Nikolai Leykin'in sahibi olduğu "Oskolki" ("Fagmanlar") için yazıyordu. Çehov'un bu aşamadaki tonu, olgun kurgusuyla bilinenlerden daha ağırdı.. 1884'te Çehov, az para kazandığı ve fakirleri ücretsiz muayene ettiği ana mesleği hekimliğe hak kazandı. 1884 ve 1885'te Çehov kendini kan öksürürken buldu ve 1886'da nöbetler kötüleşmeye başladı fakat tüberküloz olduğunu arkadaşlarıyla ailesine itiraf edemedi. Durumunu Leykin'e "Kendi meslektaşlarım tarafından muayene edilmekten korkuyorum." sözleriyle itiraf etti. Haftalık dergiler için yazmaya devam etti ve ailesinin daha iyi bir yere taşınmasını sağlayacak kadar yeterli para kazanıyordu. 1886'nın başlarında milyoner sermayeder Alexey Suvorin'in hem sahibi olduğu hem editörlüğünü yaptığı ve St. Petersburg'daki en popüler gazetelerden biri olan "Novoye Vremya" ("Yeni Zaman") için yazma teklifi aldı; Çehov, satır başına Leykin'in iki katı ücret alacak ve üç kez yazacaktı. Suvorin, Çehov'la ömür boyu sürecek bir arkadaşlık başlatmıştı ve belki de Çehov'un en yakını olmuştu. Çok geçmeden popüler ilginin yanı sıra Çehov'un edebiyatı da ilgi çekmeye başlamıştı. Dönemin ünlü Rus bir yazarı olan altmış dört yaşındaki Dmitry Grigorovich, Çehov'un "Avcı" adlı kısa öyküsünü okuduktan sonra Çehov'a şunları yazdı: ""Gerçek" bir yeteneğiniz var, bir yetenek ki sizi yeni kuşaktaki yazarlar arasında ön sırada tutmakta." Ayrıca Çehov'a yavaşlaması, az yazması ve edebi kaliteye odaklanması konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. Çehov mektuba cevap vererek mektubun kendisine "şimşek gibi" vurduğunu söylemiş ve "Öykülerimi, muhabirlerin yangınlar hakkında notlarını kaleme alması gibi -mekanik olarak, yarı bilinçle, okuyucuyla ya da kendimle ilgili hiçbir şeyi önemsemeyerek- yazıyordum." diye itirafta bulunmuştur. Erken el yazmalarının sık sık aşırı özenle yazıldığını ve sürekli gözden geçirdiğini ortaya koyması nedeniyle bu itiraf, Çehov'a kötülük yapmış olabilir. Grigorovich'in tavsiyesi yine de yirmi altı yaşındaki yazara daha ciddi, sanatsal bir tutkuya ilham verdi. Çehov, 1888'de Grigorovich'in küçük bir torpiliyle "Alacakaranlıkta "("V Sumerkakh") adlı kısa öykü koleksiyonuyla "yüksek artistik değere sahip en iyi edebi ürün" dalında Puşkin Ödülü kazandı. Aşırı çalışma ve kötü sağlığından ötürü yorgun olan Çehov, 1887'de Ukrayna'ya seyahat etti ve bu seyahat onda bozkırın güzelliğini depreştirdi. Dönüşünde "oldukça garip ve çok özgün bir şey" olarak nitelendirdiği ve "Severny Vestnik"'te yayımlanan "Step" adlı novella uzunluğundaki kısa öyküsünü yazmaya başladı. Karakterlerin düşünce süreçlerine sürüklenen bir anlatıda, Çehov, evden uzakta yaşamak için gönderilen genç bir çocuk ile arkadaşlarının, bir rahibin ve bir tüccarın gözünden bozkır boyunca hafif gezinti arabasıyla bir yolculuk başlatır. "Step", "Çehov şiirinin sözlüğü" olarak adlandırılmış ve olgun kurgusunun kalitesinin çoğunu sergileyerek ve bir gazeteden ziyade edebi bir dergide yayımlanarak Çehov'a önemli bir yükselişi sağlamıştır. 1887 sonbaharında, Korsh adlı bir tiyatro yöneticisi Çehov'u bir oyun yazması için görevlendirdi ve bunun sonucunda "İvanov" adlı oyun iki haftada yazılarak kasımda sahnelendi. Her ne kadar Çehov bu deneyimi "berbat" bulsa ve kardeşi Alexander'a yazdığı mektupta kaotik ürünün komik bir portresi olduğundan bahsetse de oyun hit olmuş ve özgünlüğe sahip bir çalışma olarak övülmüştür. Ayrıca Çehov o dönemde tam anlamıyla farkında olmasa da "Martı "(yazım yılı 1895), "Vanya Dayı" (yazım yılı 1897), "Üç Kızkardeş" (yazım yılı 1900) ile "Vişne Bahçesi" (yazım yılı 1903) gibi oyunları bugün bile oyunculuk aracına sağduyulu olan devrimci bir omurga olarak hizmet etmektedir: insanların gerçekte birbirlerine nasıl davrandıklarını ve (birbirleri ile) nasıl konuştukları üzerine "gerçekçiliği" yeniden yaratma ve ifade etme çabası ve izleyicinin insan olmanın ne anlama geldiğine dair bütün ayrıntılarıyla (olduğu gibi) kendi tanımını yansıtması umuduyla insani durumu mümkün olduğu kadar doğru bir şekilde ifade etmek için sahneye dönüştürmek. Bu oyunculuk sanatına yaklaşma felsefesi sadece değişmeyen bir özellik değil ayrıca  20. yüzyılın büyük bir bölümünden bu güne kadar oyunculuğun temel taşıdır. Mikhail Çehov, "Ivanov"'u kardeşinin entelektüel gelişimi ve edebi kariyerinde önemli bir an olarak değerlendirmiştir. Bu dönemden itibaren Çehov'un bir gözlemi ortaya çıkmıştır ve bu, Çehov'un tüfeği olarak bilinmektedir. Bu gözleme göre, bir anlatıdaki her ögenin gerekli ve yeri doldurulamazdır ve her şeyin ortadan kaldırılır. "Hikâye ile alakalı olmayan her şeyi kaldırın. Eğer ilk bölümde 'duvarda bir tüfek asılı' diyorsanız ikinci veya üçüncü bölümde o silah patlamalıdır. Eğer ateşlenmeyecekse, o silah orada asılı olmamalıdır." Çehov'un kardeşi Nikolay'ın 1889'da tüberkülozdan ölmesi "Sıkıcı Bir Öykü"'ye ilham kaynağı olmuştur ve hayatının sonunda hayatının amaçsız geçtiğini fark eden bir adam hakkında olan eser, aynı yılın eylülünde bitirilmiştir. Nikolay'ın ölümünden sonra kardeşi Çehov'un depresyonda ve huzursuz olduğunu yazan Mikhail Çehov, hukuk çalışmalarının bir parçası olarak o dönem cezaevlerini araştırıyordu ve Anton Çehov, kendi hayatında bir amaç için, bir süre sonra cezaevi reformu meselesini takıntı haline getirmiştir. 1890'da Çehov, Japonya'nın kuzeyindeki "katorga" yani ceza kolonisi olan Sahalin Adası ile Uzak Doğu Rusyası'na tren, at arabası ve nehir vapuru ile zorlu bir yolculuğa çıkmış ve burada üç ay boyunca binlerce mahkûm ve yerleşimci ile bir nüfus sayımı için görüşme yapmıştır. Çehov'un Sahalin'e yaptığı iki buçuk aylık yolculuk sırasında yazdığı mektuplar en iyileri arasında sayılmaktadır. Kız kardeşine Tomsk hakkında yazdıklarıyla şehir kötü bir üne sahip olmuştur. "Tomsk çok sıkıcı bir kasaba. Tanıştığım sarhoşlardan ve bana saygılarını göstermek için otele gelen entelektüel insanlardan yola çıkarak karar verirsem sakinleri de çok sıkıcı. Çehov, Sahalin'de kırbaçlama, malzemelerin zimmete geçirilmesi ve kadınların fuhuşa zorlanması dahil birçok şeye şahit olmuştur ve bunlar da onu dehşete düşürmüş ve öfkelendirmiştir. "Öyle anlar vardı ki insanın alçalmasının en uç sınırlarını gördüğümü hissettim." diye yazmıştır. Özellikle, ceza kolonisinde yaşayan çocukların aileleriyle yaşadığı kötü durumdan etkilenmiştir. Örneğin: "Amur üzerinde vapurda Sahalin'e giderken karısını öldüren ve ayaklarına pranga takılan bir mahkûm vardı. Altı yaşındaki küçük kızı da onunlaydı. Mahkûmun küçük kızı peşinden sürüklediğini fark ettim ve [küçük kız] onun prangalarını tutuyordu. Gece olduğunda çocuk, asker ve mahkûmların birlikte yığın halde uyuduğu yerde uyuyordu. Çehov daha sonra yardımın bir cevap olmadığı ancak devletin mahkûmlara insanî muameleyi finanse etme görevi olduğu sonucuna varmıştır. Elde ettiği bulgular, 1893 ile 1894'te "Ostrov Sakhalin" ("Sahalin Adası") adıyla edebi değil de toplumsal bilim olarak yayımlanmıştır. Çehov, uzunca kısa öyküsü "The Murder"da "Sahalin Cehennemi" için edebi bir ifade bulmuştur. Çehov'un Sahalin üzerine yazdığı yazı, Haruki Murakami'nin "1Q84" adlı romanında kısa bir yorum ve analiz konusudur. Aynı zamanda Nobel Ödülü sahibi Seamus Heaney'in, "Çehov, Sahalin'de" adlı bir şiirin konusu olmuştur. 1892'de Çehov, 1899 yılına kadar ailesiyle yaşayacağı ve Moskova'nın yaklaşık 40 km güneyinde yer alan Melikhovo'dan küçük bir arazi mülkünü satın almıştır. "Lord olmak güzeldir." diyerek (Shcheglov takma adı altında esprili parçalar yazan) arkadaşı Ivan Leontyev'e takılmış ancak ev sahibi olarak sorumluluklarını ciddiye almış ve kısa sürede yerli köylülere faydası dokunmuştur. 1892'deki kıtlık ve kolera salgınlarının kurbanları için yardım ayarlamanın yanı sıra üç okul, bir yangın istasyonu ve bir klinik inşa etmeye ve tüberkülozu sık sık  yeniden ortaya çıkmasına rağmen kendi sağlık aletlerini civardaki köylülere bağışlamaya devam etmiştir. Melikhovo'daki evlerin bir ferdi olan Mihail Çehov, kardeşinin tıbbi bağlantısının kapsamını şöyle anlatmıştır: "Çehov'un Melikhovo'ya taşındığı ilk günden itibaren yirmi mil ötedeki hasta[lar] ona akın etmeye başladı. Yürüyerek ya da arabalara getirildiler ve çoğu zaman uzaktaki hastalar için alınıp götürüldü. Bazen sabahın erken saatlerinde köylü kadınlar ve çocuklar onun kapısının önünde ayakta bekliyordu." Çehov'un ilaç harcamaları kayda değerdi ancak en büyük maliyet, hastayı ziyaret etmek için birkaç saat süren yolculuklar yapmaktı ki bu da yazma için zamanını azaltmıştır. Ancak Çehov'un bir doktor olarak çalışması, Rus toplumunun bütün kesimleriyle yakın temasa geçmesini sağlayarak yazılarını zenginleştirmiştir. Örneğin, köylülerin sağlıksız ve sıkışık yaşam koşullarını ilk elden görmüş ve bunları, kısa öyküsü "Köylüler"de ele almıştır. Çehov, üst sınıfı da ziyaret etmiş ve bunu not defterine geçirmiştir: "Aristokratlar? Piyasa kadınlarında olduğu gibi aynı çirkin vücutlar ve fiziksel kirlilik, aynı dişsiz yaşlılık ve iğrenç ölüm." 1894'te Çehov, "Martı" oyununu Melikhovo'daki meyve bahçesinde inşa ettiği bir kulübede yazmaya başlamıştır. Mülkiyete taşındığı günden itibaren iki yıl içinde evi yenilemiş, tarım ve bahçecilik yapmaya başlamış, meyve bahçesi ile göletle ilgilenmiş ve öyle çok ağaç dikmişti ki Mikhail'e göre Çehov, "onlara çocuklarıymış gibi baktı. "Üç Kızkardeş"'teki Yarbay Verşinin gibi onlara baktığında üç veya dört yüz yıl sonra nasıl olacağını hayal ediyordu." 17 Ekim 1896'da St. Petersburg'daki Alexandrinsky Tiyatrosu'nda gösterilen "Martı"'nın ilk gecesi tam bir fiyaskoydu. Oyun, seyirci tarafından yuhalanmış ve Çehov, tiyatrodan vazgeçme eşiğine gelmiştir. Ancak oyun, tiyatro yönetmeni Vladimir Nemirovich-Danchenko'yu etkilemiş ve meslektaşı Konstantin Stanislavski'yi 1898'de yenilikçi Moskova Sanat Tiyatrosu için yeni bir prodüksiyonu yönetmeye ikna etmiştir.. Stanislavski'nin psikolojik gerçekçiliğe ve topluluk oyunlarına gösterdiği dikkat, gizli incelikleri met
inden aldırdı ve Çehov'un oyun yazımına olan ilgisini geri getirdi. Sanat Tiyatrosu Çehov'dan daha fazla oyun ısmarladı ve ertesi yıl Çehov'un 1896'da tamamladığı "Van Dayı"yı sergiledi. 1897 yılının mart ayında Çehov, Moskova'yı ziyaret ederken akciğerlerden büyük bir kanama geçirmiştir. Büyük zorluklarla bir kliniğe girmek için ikna edildi ve burada doktorlar akciğerlerinin üst kısmında tüberküloz teşhisi koymuş ve yaşam tarzlarında bir değişiklik tavsiye etmiştir. 1898'de babasının ölümünden sonra, Çehov Yalta'nın eteklerinde bir arsa almış ve burada bir sonraki yıl annesi ve kızkardeşiyle birlikte taşındığı bir villa yapmıştır. Ağaç ve çiçek dikmiş, köpek ve turna beslemiştir. Ayrıca Lev Tolstoy ve Maksim Gorki gibi kişileri ağırlamıştır. Her zaman Moskova için "sıcak Sibirya" yı terk etmek ya da yurt dışı gezileri yapmak Çehov'a iyi gelmiştir. Yalta'da Sanat Tiyatrosu için iki oyun daha tamamlamıştır ve "daha önce krep yediğim şekilde" yazdığı günlerden daha büyük zorluklarla besleniyordu. "Üç Kızkardeş" ve "Vişne Bahçesi", her biri bir yılını aldı. 25 Mayıs 1901'de Çehov, Olga Knipper'la sessizce evlendi.  Knipperr, Çehov'un "Martı"'nın provalarında taıştığı Nemirovich-Danchenko'nun bir zamanlar sevgilisiydi ve vesayeti altındaydı. Bu ana kadar "Rusya'nın en zorlu edebi bekârı" olarak bilinen Çehov. ilişki kurmayı es geçmiş ve ilişki yerine genelevlere gitmeyi tercih etmiştir. Suvorin'e yazdığı bir mektupta şunları dile getirmiştir: "Eğer istiyorsan muhakkak evleneceğim. Ama bu şartlarda her şey şimdiye kadar olduğu gibi olmalı. Ben taşrada yaşarken o, Moskova'da yaşamalı ve onu görmeye gideceğim... Mükemmel bir koca olmaya söz veriyorum ama bana, ay gibi her gün gökyüzümde görünmeyecek bir kadın ver. Mektup, Çehov'un Olga'yla olan evliliğiyle ilgili isabetli bir tahmin oluşturmuştur: Çehov, Yalta'da yaşarken Olga, oyunculuk kariyerine devam etmek için Moskova'da yaşamıştır. 1902'de Olga düşük yaptı ve Donald Rayfield, çiftin mektuplarına dayanarak Çehov ve Olga'nın birbirinden ayrı kaldı dönemde gebeliğin ortaya çıkmış olabileceğine dair kanıt sunmuştur fakat  Rus bilim insanları bu iddiayı reddetmişlerdir. Bu uzun mesafeli evliliğin edebi mirası, tiyatro tarihinin mücevherlerini koruyan bir yazışmadır ve buna Stanislavski'nin yönetmenlik yöntemleri hakkında paylaşılan şikayetlerle Çehov'un yazdığı oyunlarında Olga'ya performansı hakkında tavsiyelerde bulunması dahildir. Çehov, Yalta'da oldu dönemde en ünlü öyküleriden birini yazmıştır: "Küçük Köpekli Kadın" ve bu öyküde ilk bakışta, alaycı evli bir erkekle Yalta'da tatil yaparken bir araya gelen mutsuz bir evli kadın arasında geçici bir ilişki ele alınmaktadır. İkisi de bu tanışmadan kalıcı bir şey beklemez.  Beklenmedik şekilde ikili arasında yavaş yavaş derin bir aşk filizlenir. Öykü derinden aşık olmanın bir sonucu olarak hayal kırıklığına uğramış erkek kahramanın yaşadığı iç dönüşüm ile ya ailelerinden ya da birbirlerinden ayrılmak suretiyle meseleyi çözememelerini ustaca işlemiştir. Mayıs 1904'te Çehov'un tüberkülozu ölümcül derecede ilerlemiştir. Mihail Çehov, "Çehov'u gören herkes sonun çok uzak olmadığını gizlice düşündüğünü ve sona yaklaştığında [Çehov'un] bunu fark ettiğini" dile getirmiştir. 3 Haziran'da Kara Orman'daki Alman kaplıca şehri Badenweiler'e gitmek Olga ile yola çıkmış ve buradan kız kardeşi Masha'ya görünürde neşeli mektuplar yazmıştır ve mektuplarında çevreyle yiyecekler hakkında bilgiler vermiş ayrıca sağlığının daha iyiye gittiğine annesiyle kız kardeşini inandırmıştır. Son mektubunda ise Alman kadınlarının giyiniş şeklinden yakınmıştır. Çehov'un ölümü "edebi tarihin en önemli sanatsal yapıt"larından biri haline gelmiş ve özellikle de Raymond Carver'ın "Errand" kısa öyküsü olmak üzere birçok kez kurgulanmış, süslenmiş ve tekrar anlatılmıştır. 1908'de, Olga kocasının son anlarını şöyle dile getirmiştir: "Anton olağandışı bir şekilde oturdu ve yüksek sesle ve açıkça söyledi (neredeyse hiç Almanca bilmese de): "Ich sterbe" ("Ölüyorum"). Doktor onu sakinleştirdi, bir şırınga aldı, ona bir kâfur iğnesi yaptı ve şampanya sipariş etti. Anton dolu bir bardak aldı, inceledi, bana gülümsedi ve şöyle dedi: "Şampanya içmem üzerinden çok zaman geçti." Şampanyayı bitirdi ve sol tarafına sessizce uzandı ve ona doğru koşarak yatağa eğilip ona seslenecek vaktim oldu ama nefes almayı bırakmıştı ve çocuklar gibi huzur içinde uyuyordu." Çehov'un naaşı, istiridye için kullanılan bir soğutulmuş demiryolu aracıyla Moskova'ya taşındı ve bu detay Gorki'yi rahatsız etmiştir. Binlerce yas tutanlardan bazıları yanlışlıkla bir askeri grup eşliğinde General Keller'ın cenaze törenini takip etmiştir. Çehov, Novodeviçi Mezarlığı'ndaki babasının yanında gömülmüştür. 22 Ağustos 24 Ocak Sokrates Sokrates (Yunanca: Σωκράτης, Sokratis; MÖ 469; Atina - MÖ 399, Atina), Antik Yunan filozofudur. Heykeltıraş Sophroniskos'un ve ebe Fenarete'nin oğludur. Yunan Felsefesinin kurucularındandır. Özel yaşamına ilişkin fazla bir şey bilinmemekle beraber Sokrates, Platon ve Ksenophon’a kadar uzanan bir geleneğe göre kendisine üç çocuk veren Ksanthippi ile evlidir. Platon ve Ksenophon’un çizdiği portreye göre basık burunlu, patlak gözlü, sarkık dudaklı ve göbeklidir. Alçakgönüllü, alışkanlıkları ve felsefeden başka bir uğraşı olmadığı bilinen Sokrates, başta öğrencisi Platon olmak üzere Yunan gençleri üzerinde giderek kendisini taklit etmeye varan derecede yükselen bir etki yaratır. Onun gibi yalın ayak yürürler. Hatta bu grup özentisini alaya almak için Aristophanes "Kuşlar" adlı komedyasında bir terim icat eder. Bu terim "Esokraton"’dur. Uzun saçlı olurlar, açlık çekerler, Sokrateslik taslayanlardır. Ahlak felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates’in yaşamının en belirgin olaylarından biri MÖ 399 yılında hakkında açılan davadır. Platon'un Sokrates'in Savunması adlı eserinde anlattığı kadarıyla Sokrates, şehrin tanrılarına inanmamak onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle suçlanır. Sokrates bu suçlamalar sonucunda ölüme mahkûm edilir. Sokrates, yazılı bir kaynak bırakmamıştır. Yaşamı ve düşünceleri ile ilgili bilgiler Aristophanes gibi çağdaş yazarlar, Platon ve Ksenophon gibi ardıllarının yazdıkları ve Sokrates’in ölümünden on beş yıl sonra dünyaya gelen Aristoteles’in dolaylı anlatımlarıyla günümüze ulaşmıştır. Sokrates'in felsefi yaşamına başlangıçlık eden olay Delphoi Tapınağı ziyaretidir. Sokrates felsefesinin ana temalarını ele alan başlıca kaynak Sokrates'in Savunması adlı diyalogdur. Bu diyalog Sokrates hakkında açılan dava sonrasında Platon tarafından kaleme alınan bir felsefi başkaldırıdır. Bu eser, Sokrates'in felsefi yaklaşımı uyarınca sürdürdüğü yaşamını sergiler. Sokrates yaşam tarzını ve yaşam tarzı nedeniyle sahip olduğu güçlü düşmanlıkları sergilemek amacıyla dostu Khairephon’un Delphoi Tapınağı kahini Pythies’e kendisi ile ilgili ziyaretini aktarmayı gerek görür. Khairephon, kahine Sokrates’ten daha bilge birisinin bulunup bulunmadığını sorduğunda kahin, ondan daha bilge birisinin bulunmadığını söyler. Bu bilgiyi alan Sokrates önce şüpheye düşer, çünkü hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. Ama tanrı yalan söylemeyeceği için kahinin sözlerinin doğruluğundan şüphe etmemek durumundadır. Böylece söz konusu kehanetin, çözülmesi gereken bir bilmece olduğunu düşünerek araştırmaya koyulur. Önce adı bilgeye çıkan politikacıya, sonra ozanlara, daha sonra da sahip oldukları "Sophia" ile ünlü olan ustaların ve zanaatkarların yanına gider. Onlara sorduğu sorularla, onların bilge olmadıklarını kavrar. Sokrates bunların cehaletin pençesinde kıvrandıklarını fark eder. Bu kişiler, hem bilmedikleri şeyleri bildiklerini sanmaktadırlar hem de neleri bilmediklerinin farkında değillerdir. Oysa cehaletten daha büyük bir kötülük yoktur. Sokrates bu kişilerden farklı olarak, bilmediğini bilir; tam da bu noktada o kişilerden daha bilge olmaktadır. Yani Sokrates kendi cehaletinin farkında olmak gibi insani bilgeliğe sahiptir. Yani Sokrates kendini bilmekte ve kendini tanımaktadır. Sokrates, kahinin söylediği sözlerin gerçek anlamını bulmak için uyguladığı sorgulama sonunda Pythies'in ne demek istediğini anlamıştır. Onların arasında en bilge olduğu doğru bir yargıdır. Çünkü kendisi hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. Sokrates böylece –bilmediğini bildiğini sanan- insanlarla, gerçek bilginin tek sahibi olan tanrılar arasında aracı durumundadır. Bu konum aslında Platon'un "Lysis" ve "Şölen" adlı eserlerinde belirttiği gibi, filozofun konumudur; zaten filozof kelimesi de Yunanca "philei" ve "sophia" kelimelerinin yan yana gelmesi ile oluşturmuştur. Bu kelime başta "bilgi ve bilgelik dostu" sonra ise "bilgiye can veren, onu sorgulayan" anlamına gelmektedir. Bunun ön koşulu da bilgisizliğin bilincinde olmaktır. Sokrates’in "kendini tanı" ilkesinin başlıca sebebi; her kişinin yaratılıştan iyi olduğu görüşünden gelir.Sokrates'in ahlakçı akılcılığı buna denk gelmektedir. Kehanet anlatısı, genellikle Sokrates’in, bilgelikleriyle ünlenenlere yöneltip onları bunalttığı soruları akla getirir. Bu tür yaklaşımlar "çürütme" ("elenchos") denen belli bir kalıp içerisinde sergilenirler. Bu yöntem felsefe tarihinin ilk yöntemi olması bakımından son derece önemlidir. Eski Yunanca’da "sınamadan geçirmek" ya da "çürütme" anlamına gelen "elenchos" yöntemi, doğruluğundan şüphe duyulmayan bir sava karşı yöneltilen çeşitli sorularla, yapılan açıklamalarla, savın kapsamının olabildiğince genişletilmesiyle, en sonunda savın kendi içine taşıdığı çelişki ve tutarsızlıkların kanıtlanmasıyla doğruluk savlarının çürütülmesinin amaçlandığı düşünsel diyalektik bir süreçten oluşmaktadır. Sokrates tarzı bu çürütme şu aşamalardan oluşur; Sokrates’e göre çürütme uygulaması o denli önemlidir ki "Savunma" da bunun felsefeyle aynı şey olduğunu savunur. Filozofça yaşamanın insanın kendisini ve başkasını sürekli sınamak olduğunu açıklar (28e, 29c-d). Bu anlamda Sokrates’in diyalektik uslamlama yönteminin amacı insanların iyiye, güzele, erdeme yönelik sür
ekli bir felsefe arayışı içinde olmalarının sağlanmasıdır. Diyalektik yöntemde yanıt arayan hemen bütün sorular, "Güzel nedir?", "Bilgi nedir?", "Zaman nedir?" gibi ne?-lik bildiren bir şeyin özünü ya da doğasını bilmeye yönelik ana soru yapısından türerler. Sokrates karşılıklı konuşmalardan yola çıkarak yüzeysel bilginin, bir kavramı tanımlatmayı, tanıtlatmayı amaçlayan sorularla diyalogu istenen doğrultuda yönlendirir. Bu karşılıklı konuşmalarda konuşmacıların söylediklerinde bulunan tutarsızlıklar ve çelişkiler ortaya çıkarılarak yüzeysel bilginin, en önemlisi de doğru diye bilinen sanıların bırakılmasını sağlamış olacaktır. Diyalektik yönteminin en belirgin örnekleri "Kriton" ile "Lysis" diyaloglarıdır. Sokrates’in uyguladığı biçimiyle bu yöntem bilginin bulunmaktan çok hep aranması gereken bir şey olarak görüldüğünün başlıca kanıtıdır. Sokrates öldükten sonra "Sokratik Diyaloglar" edebiyatı ortaya çıkmıştır. Diyaloglar arasında ilk sırayı Platon’un yazdığı diyaloglar alır. Sokrates'in Savunması, "Kriton", "Phaidon", "Şölen" ("Symposion"), "Theaitetos", "Timaeos", "Lakhes", "Euthyphron" adlı diyaloglarında Sokrates’in portresini sergilermiş. İkinci sırada ise Ksenophon "Apomnemoneumata" adlı yapıtı yer alır. Sokrates’ in kişiliği üzerine birbirine karşıt görüşler ortaya atılmıştır. Platon’a göre dengeli bir kişi olan Sokrates çağdaşı Spintharos’a göre sert mizaçlı nefsine hakim birisidir. Fakat Sokrates’e karşı bir saldırı da vardır: Aristophanes'in MÖ 423 yılında sergilediği "Bulutlar" adlı komedyasında Sokrates, sözcüklerle oynayan, öğretileri ile ahlakı ve devleti baltalayan gençleri babalarıyla, devletin otoritesini sorgulamaya yönelten bir sofist olarak canlandırılarak eleştirilmiştir. Ayrıca Sokrates ile ilgili diyaloglarda Sokrates’in içindeki tanrısal sesten ("daimon") bahsedilir. Bu güç ona ne gibi davranışlardan kaçınması gerektiği konusunda ilham vermektedir. Sokrates’i Kant, "aklın ideali", Hegel, "bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozof" olarak tanımlar. Nietzsche ise tersine, onu, ölüm korkusu nedir bilmeyen, yaşayan biri olarak değil de salt akıl olarak ölen ve hayatın içgüdüsünden tamamıyla kopmuş bir "canavar" olarak tasvir eder. Sokrates'e ait yazılı bir eser günümüze ulaşmamıştır. Bu nedenle tüm öğretimini sözel olarak yaptığı yargısına varılmaktadır. Sokrates hakkındaki bilgiler başkalarının aracılığı ile günümüze kadar gelmiştir. Bugün fiilen sahip olduğumuz eserleri yazmış olan başlıca filozof Platon’dur. Platon, Sokrates’in öğrencisidir. Sokrates’e ilişkin bilgilerin büyük çoğunluğu Platon’un yazılarından elde edilmektedir. Platon Sokrates’in anısını canlı tutmak için onu ve onun öğretilerini anlatan yazılar yazmıştır. Sokrates’in ruhunu yaşatmak, Platon için, Sokrates’in yaptığı tarzda felsefe yapmak anlamına gelmektedir. Platon, Sokrates öldüğünde otuz bir yaşındadır. Sokrates öldükten sonra MÖ 4. yüzyılın ilk yarısında Atina’nın ünlü okulu olan ve bugünkü modern üniversitenin ilk örneği sayılabilecek Akademia Okulu’nu kurmuştur ve eserlerini orada yazmıştır. Yunan felsefesinin en büyük filozofu Sokrates’in ölümünün ardından onun anısını canlı tutmak için eserler kaleme alındığı gibi bazı okullar da kurulmuştur. Bu kuruluşların hepsi Sokrates’in düşünsel anlamda gerçek izleyicileri olma savıyla kurulmuştur. Bu okullar arasında "Megara okulu", "Kinikler okulu", "Kirene okulu", "Elis-Eteria okulu" sayılabilir. Bu okullar, Sokrates’in, gerek kişilik özelliklerinden, gerekse düşüncelerinden çok derin biçimde etkilenmişlerdir. MÖ 4. yüzyılın başlarında Sokrates’in ilk öğrencilerinden Megaralı Eukleides, Megara Okulu’nu kurmuştur. Bu okul felsefedeki yerini daha çok Aristoteles eleştirileri ve mantık alanında yaptığı katkılarla belirlemiştir. Atina'lı Antisthenes ve Sinop'lu Diogenes’in öncülüğünü ettiği bir diğer Sokratesçi kuruluş ise Kinik Okulu’dur. Bu okul bireyin erdem ile mutluluğa ulaşabilmesi için kendi kendiyle yetinip, tüm yapay gereksinimlerinden sıyrılması gerektiğini savunur. Aristippos tarafından kurulan Kirene Okulu ise Kinik Okulu ile taban tabana zıt düşünceleri savunur. Sokrates’in sürekli sözünü ettiği erdem üstüne kurulu mutluluğun, tat almada, bütün haz yaşantısında olduğu düşünülmektedir. Kirene Okulu’nun savunduğu bu temel görüş "haz" anlamına gelen Yunanca’daki "hedone" sözcüğünden türeyerek "hazcılık" (hedonizm) diye anılan felsefe öğretisinin de ilk örneğidir. Elis-Eretria Okulu ise Sokrates’in ölümünün hemen ardından öğrencisi Elisli Phaidon tarafından kurulmuştur. Sokrates’in izinden giden tüm okullar gibi bu okul da ahlak felsefesini baş köşeye yerleştirmiştir. Bu felsefe okulu aynı zamanda Sokrates’in soylu yaşamını, bu yaşamdan alınacak dersleri ve insan yaşamında felsefenin yerini vurgulamak üzere kurulmuştur. BASIC BASIC (İngilizce: Beginner's All-Purpose Symbolic Instruction Code Türkçe: "Yeni başlayanların her işe yarayan simgesel öğretim kodu") 1964'te John George Kemeny ve Thomas Eugene Kurtz tarafından New Hampshire, ABD'de icat edilmiş, günümüzde de çeşitli türevleri kullanılmakta olan yüksek düzey bir programlama dili. Farklı türevleri birçok işletim sisteminin parçası olarak sunulmuştur. BASIC öğrenmesi ve yazılımları kolay olan bir dildir. Genelde amatörce ve hobi uğraşıları için kullanılmıştır. Microsoft daha sonra Kişisel bilgisayarlar için "Quick Basic" derleyicisi piyasaya sürmüştür. Bununla yazılan BASIC metinlerini makine koduna çevirilebilmiş böylece sürat kazanmıştır. Bugün halen geniş bir kullanım alanına sahip olan Visual Basic dili var olup bununla hatta Windows'un belirli bölümleri yazılmıştır. Her Microsoft Office paketinde bir BASIC türevi var olup makro programlamada büyük kolaylıklar getirmektedir. Basic programlama dili algoritma'ya çok yakın bir yapıya sahiptir. Bu yüzden öğrenilmesi ve uygulanması kolaydır. Değişken isimleri aşağıdaki kurallara uyan her şey olabilirler: Bir değişken "Dim "degisken_ismi" as "tür"" seklinde tanımlanır. Görüldüğü gibi VB'de de değişkenler arası virgül ile ayrılıp birden çok aynı türde değişken aynı anda tanımlanabilir. Merhaba Dünya çıktısı Blog Blog () veya Weblog () teknik bilgi gerektirmeden, kendi istedikleri şeyleri, kendi istedikleri şekilde yazan insanların oluşturabildikleri, günlüğe benzeyen web siteleridir. İngilizcedeki "web" ve "log" kelimelerinin birleşmesinden oluşan weblog kavramının zamanla yaygınlaşmış adıdır. Blog, genellikle güncelden eskiye doğru sıralanmış yazı ve yorumların yayınlandığı, web tabanlı bir yayını belirtir. Çoğunlukla her gönderinin sonunda yazarın adı ve gönderi zamanı belirtilir. Yayıncının seçimine göre okuyucular yazılara yorum yapılabilir. Yorumlar, blog kültürünün çok önemli bir dinamiğidir; bu sayede yazar ve okuyucular arasında iletişim sağlanır. Bunun dışında, geri izleme ("trackback") mekanizmasıyla, belirli bir yazı hakkında yazılan diğer yazıların belirlenebilmesi de mümkündür. İlk bloglar elle yazılıp güncellenirken, bugün bu iş için özel yazılmış yazılımlar kullanılmaktadır. Bu yazılımlardan bazıları bir blog servisi sağlayıcı sitenin alt alan adları olarak yaratılabilen, bazıları ise kullanıcının kendi sunucusuna kurup çalıştırması gereken wordpress, joomla, Drupal gibi yazılımlardır. Blogların içeriği geleneksel internet içeriğinden farklılık gösterdiği için sadece bloglar için kurulmuş özel indeksleme mekanizmaları ve arama motorları bulunmaktadır. Technorati en başarılı blog teknolojilerinden biridir. Ayrıca Google Blog Search adında bir blog arama motoru işletmektedir. 2005 yılında Verisign tarafından satın alınan Weblogs.com, dünyanın en büyük blog ping servisi olarak tüm internet indeksleme mekanizmalarına veri sağlamaktadır. İnternet ile ilgili ciddi bir araştırma kurumu olan Jupiter Research'ün 2005 yılında yaptığı bir araştırmasına göre, blog sitesi sahiplerinin yarısının yıllık geliri 60.000 doların üstünde; blog okuyanların %60'ı erkek ve blog okuma alışkanlığı olanların %73'ü 5 yıldan uzun süredir internet bağlantısına sahip. Blog okuyanların %28'i blog okumak için RSS kullanıyor. 2005 sonunda yapılan başka bir araştırmaya göre de internet kullanıcılarının %38'i blog kelimesinin anlamını bildiklerini, %27'si ise blog okuduklarını belirtmiştir. Blogosferin nabzını tutma misyonundaki Technorati'nin istatistiklerine göre, günde 50.000'den fazla yeni blog sitesi yaratılıyor. Blogların kullanımı 1999 yılında Blogger'ın bu hizmeti vermeye başlaması ve kısa süre sonra bunu ücretsiz hale getirmesi ile yaygınlaşmıştır. 2003 yılı Şubat ayında Google, Blogger'ı satın aldı ve Google araç çubuğuna, ziyaret edilen sayfanın adresini doğrudan bloğa girmeyi sağlayan 'Blog This!' tuşu yerleştirdi. İngilizce bilen çoğu kişi ilk defa bu düğme sayesinde bloglar ile tanışmıştır. Blogger ile aynı zamanlarda kurulan LiveJournal, sadece belirli kişilerin okumasına izin verilebilen blog sayfaları sağlayarak popüler olmuş bir blog sitesidir. Halen en çok blog yaratılan sistemlerden biri olan LiveJournal, yazdıklarını herkesle paylaşmak istemeyen ve grup bağlarına önem veren kişiler tarafından tercih ediliyor. Microsoft'un Windows Live Spaces adlı blog sistemi de, MSN üyelerine sunulan Windows Live Messenger hizmetine ilişkilendirilince ciddi bir yayılma göstermiştir. Üyelerin fotoğraf albümü oluşturmasına izin veren sistem, blogların güncellendiği anda paylaşılmasını sağlayan dahili bir yapıya da sahiptir. Daha çok amatör kullanıcılar yönelik bir hizmet olan Windows Live Spaces, görünüş ve yapı olarak değişikliğe pek açık değildir. Ayrıca, Windows Live Messenger daha çok sohbet amacıyla kullanılan bir servis olduğundan, Space'lerde yer alan bloglar da daha çok resim yükleme alanı olarak kullanılmaktadır. Microsoft, 27 Eylül 2010'da, Windows Live Spaces servisini durduracağını açıklamış ve kullanıcılarına blog'larını ücretsiz olarak WordPress.com'a taşıma olanağı sunmuştur. Hızla büyüyen ve ciddi bir akım haline gelen blog dünyasında, İnternetin devlerinden Yahoo! da 2005 yılının Mart ayında
kendi blog sistemi Yahoo! 360'ı açtığını ilan etmiş, ancak 2012 yılında ise Yahoo!'nun verdiği bu hizmet Yahoo! tarafından sonlandırılmıştır. Son olarak 2007 yılında da, Tim O'Reilly Blogger's Code of Conduct fikrini ortaya atmıştır. İnternet üzerinde bireysel olarak oluşturulan, genel veya belli bir odak noktası olan blog çeşididir. Büyük oranda blog yazarının ismini veya takma adını alırlar. Yazarın bireysel günlüğü olmak dışında gündemi kendi kalemi ile yansıttığı ortamdır. Bu tür bloglar çok fazla deneyimi olmayan kişilerin bile kullanabileceği ve sayfalarını düzenleyebileceği yapıdadır ve daha çok günlük olarak kullanılırlar. Kişilerin günlük yaşamda yaşadıkları olayları, karşılaştıkları durumları okurlarıyla paylaşmasını sağlar. Bloglarda en fazla rastlanan türdür. Kişisel bloglar özellikle de son dönemde oldukça büyük yaygınlaşma göstermiştir. Sadece belirli bir alanda yazılan gönderilerin yer aldığı, belirli bir konuda uzman kişilerin yazdığı ve düzenlediği bloglardır. Politika, pazarlama, yemek, internet, ekonomi, tasarım, fotoğraf, programlama dillerive benzeri konularda odaklanmış bloglar bulunmaktadır. Türkçe olarak yayınlanan bloglarda en fazla ilgiyi yemek ve moda konulu bloglar çekmekte, sayı olarak ise bilgisayar blogları göze çarpmaktadır. Üyelik sistemine sahip olan ve bu üyelerin yazdıkları gönderilerden meydana gelen bloglardır. Komünite olarak da adlandırılan bu türdeki blogların çoğu kendi sunucularındaki blog yazılımını kullanmaktadır. Tarihsel olarak ise, LiveJournal'da oluşan bir kültür mirasını devam ettirmektedirler. Şirketlerin kendileri ile ilgili haber ve duyurularını daha samimi bir şekilde halka açtıkları bloglardır. Dünyada ve iş hayatında giderek önem kazanmaktadır. Türkiye'de az sayıda olsa da bazı şirketler şirket bloglarını hizmete sunmaya başlamıştır. Aslında yeryüzündeki akım, şirketin doğrudan değil, samimi karakterdeki bazı çalışanların desteklenmesi yoluyla bloglamaktır. Hatta en ünlü şirket bloglarını tutan Microsoft çalışanları, samimiyetlerine inandırmak için ara sıra rakip firmaların ürünlerini de övmekte, reklamını yapmaktadır. Wordpress ise kendi içerisinde ikiye ayırılır. Wordpress.com aynı blogger gibi genel anlamda ücretsiz bir şekilde kullanıcının blog açmasına olanak sağlayan bir platform iken, Wordpress.org ise kullanıcının kendi sunucusuna kurarak çalıştırdığı açık kaynaklı blog altyapı yazılımıdır. 2016 yılı itibarı ile dünya üzerinde yer alan tüm blogların %48'i wordpress alt yapısı kullanırken, %2'lik kısmı blogger kullanmaktadır.%48'lik wordpress kullanımının%9'unu wordpress.com oluştururkan, %39'luk kısmı wordpress.org'un açık kaynaklı blog altyapısı ile oluşturulmuş bloglar oluşturmaktadır.Günümüzde WordPress kullanıcı tarafından en çok tercih edilen blog alyapısıdır. Wordpress.org'un ücretsiz bir şekilde kullanıcıya sunduğu açık kaynaklı yazılım ile blog açmak için ise, kullanıcının bir barındırma hizmeti, yani hosting ve bir alan adına, yani domain'e sahip olması Blogger ise Dünya çapında oldukça düşük bir kullanım yüzdesine sahip olmasına rağmen, ülkemizde kullanımı oldukça yaygın ve dünya ortalamasının çok üzerinde bir kullanım ile 2016 yılında hala popüleritesini korumaktadır. Drupal, Gawker, BlogSmith, TypePad, Scoop, Tumblr gibi platfromlar ise diğer yabancı blog platformları arasında gösterilmektedir. Blog, dünyada çok önemsenen ve ciddiye alınan bir kavram olmasına rağmen Türkiye'de 2005 yılına kadar çok fazla fark edilmiş değildi. Mayıs 2005 tarihinde Google'da Türkçe sayfalarda "blog" kelimesi 65.400 kez yer alırken Mayıs 2006'da bu sayı 5 milyona yaklaşmış, Mayıs 2008'de ise 10 milyonun üzerine çıkmıştır. 2005 yılında hizmet vermeye başlayan Türkçe blog servisi Blogcu.com, 2 sene içinde 370 bin üyesi ile Türkiye'de en çok okunan 10. internet yayını olmayı başarmıştır. Blogcu dışında başka birçok yerli blog servisi hizmete açılmıştır. Bunların arasında Mynet Blog, Milliyet, Habertürk, Vatan gibi yayın organlarının blog servisleri ve Doğan grubu ortaklığıyla 2006 ortasında yayın hayatına başlayan ve 725 bin bloğu, 1 milyon 300 bin üyesi bulunan Azbuz.com da bulunmakta idi. Perl Perl, bir dil bilimci olup NASA'da sistem yöneticisi olarak çalışan Larry Wall tarafından geliştirilmiş bir programlama dilidir. Yoğun şekilde metin işleme ve görüntü tanıma söz konusu olduğunda kullanılabilecek en güçlü ve pratik programlama dilidir. 22 yıldır geliştirilen ve özgür yazılım çerçevesinde kaynak kodu açık olarak sunulan Perl programlama dili hemen hemen tüm işletim sistemlerinde çalışmaktadır. Larry Wall Perl'i yazarken C, sed, AWK ve sh gibi pek çok dilden önemli ve güçlü özellikler ödünç almıştır. Larry Wall tarafından Perl 6 sürümünin hazırlık çalışmaları devam etmektedir. Perl ismi bir kısaltma olmayıp açılımı yoktur. Bu yüzden PERL olarak yazılmaz. Ancak Perl kelimesine karşılık olarak daha sonradan çeşitli açılımlar teklif edilmiştir. Bunların en çok bilinenleri arasında "Practical Extraction and Report Language" (Pratik Çıkarım ve Raporlama Dili) ve Wall tarafından mizahi bir şekilde ortaya atılan "Pathologically Eclectic Rubbish Lister" (Hastalıklı Derecede Eklektik ve Saçma Listeleyici) yer alır. Kısaltma şeklinde yorumlarının kendisinden sonra geldiği bu tip kelimeler için İngilizce'de ""backronym"" ("back" geri + "acronym" kısaltma) terimi kullanılmaktadır. Perl ile ilgili sloganlardan bir tanesi, "Perl programlarının %90'ı zaten yazılmıştır!" sözüdür. Bunun sebebi CPAN yani Comprehensive Perl Archive Network olarak isimlendirilen ve Perl ile ilgili binlerce hazır modülü barındıran sistemdir. Bu madde yazıldığı esnada CPAN bünyesinde 3739 Perl geliştiricisi, 6646 Perl modülü bulunmaktadır. 2421 MB yer kaplayan sistemin 247 yansısı bulunmaktadır. Bunun anlamı şudur: Bir işle ilgili modül, fonksiyon, sistem, vs. büyük bir olasılıkla zaten yazılmıştır, hazır olarak alıp kullanılabilir. 1 Ocak 2 Ocak 3 Ocak 4 Ocak 5 Ocak 6 Ocak 7 Ocak 8 Ocak 9 Ocak 10 Ocak 11 Ocak 12 Ocak 13 Ocak 14 Ocak 15 Ocak 16 Ocak 17 Ocak 18 Ocak 19 Ocak 20 Ocak 21 Ocak 22 Ocak 23 Ocak 25 Ocak 26 Ocak 27 Ocak 28 Ocak 29 Ocak 30 Ocak Fırtına : Zemherinin Sonu 31 Ocak 1893 1894 1892 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1891 1890 "Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler" 1889 1888 1887 "Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler" 1886 1885 Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler 1884 1883 1882 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1895 "Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler" Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler 1896 1897 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1898 1899 1900 1901 1901 (MCMI), 20. yüzyılın ilk yılıdır. 1902 1903 1904 1905 1906 "Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler" Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler 1907 1908 1909 1910 1910 cumartesi günü başlayan bir yıldır. "Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler" 1911 1912 1912 pazartesi günü başlayan bir artık yıldır. "Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler" 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 16 Ağustos - Kwon Ri-se, Güney Koreli grup Ladies Code'un vokalisti ve manken Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler; 1992 1993 15 Kasım - Paulo Dybala, Arjantinli futbolcu Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler 1994 1995 Ayı ve günü bilinmeyenler, 1996 1997 1998 1999 2000 2000 (MM) cumartesi günü başlayan yıl. 2002 2002 (MMII) salı günü başlayan yıl. Ayı ve günü tam bilinmeyenler 2003 2003 (MMIII) çarşamba günü başlayan yıl. Ayı ve günü bilinmeyenler, 2004 2004 (MMIV) perşembe günü başlayan yıl. 2005 2005 (MMV) cumartesi günü başlayan yıl. 21. yüzyıl 21. yüzyıl, Gregoryen takvime göre 1 Ocak 2001 – 31 Aralık 2100 tarihleri arasına karşılık gelen zaman dilimidir. 20. yüzyıl 20. yüzyıl, Gregoryen takvimine göre 1 Ocak 1901'de başlayıp 31 Aralık 2000'de sona eren yüzyıldır. Bazı tarihçiler ise 1914 - 1989 arası dönemi "Kısa Yirminci Yüzyıl" olarak nitelendirirler... Adıyaman (il) Adıyaman, Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bulunan bir ilidir. İdari merkezi Adıyaman şehridir. İl Nüfusu: 610.484'dür. Bu nüfusun %71,6'sı şehirlerde yaşamaktadır. (2016). İlin yüzölçümü 7337 m²'dir. İlde km²'ye 83 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 163'dür.) İl merkezinin denizden yüksekliği: 701 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 23 belediye, bu belediyelerde 172 mahalle ve ayrıca 449 köyü vardır. Adıyaman ili topraklarında en eski yerleşim dönemlerine ait izler bulunmaktadır. Adıyaman ili Palanlı köyü sınırları içerisindeki Palanlı Mağarasında yapılan incelemelerde burasının tarihinin M.Ö. 40.000 yıllarına kadar uzandığı belirlenmiştir. Samsat-Şehremuz Tepede yapılan arkeolojik incelemelerde M.Ö. 7.000 yılından M.Ö. 3.000-1.200 yılları arasındaki Tunç Çağı'na kadar yerleşime ait izlere rastlanılmıştır. Hitit-Mitanni mücadelesi esnasında el değiştiren bölgenin M.Ö. 1.200 den sonraki dönemde karışık bir dönem yaşandı. 708 yılına kadar Geç Hitit Devletlerinden Kummuh'ların egemenliğinde kalan Adıyaman ili toprakları Asur hakimiyetine geçti. M.Ö. 6. yüzyılda bölgede başlayan Pers egemenliği Büyük İskender'in bu dev
leti yıkmasıyla son buldu. Makedonya Krallığı hakimiyeti kısa sürmüş, Büyük İskender'in ölümüyle bölge generallerinden I. Seleukos Nikator tarafından M.Ö. 321' de kurulan Seleukos İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. Seleukos İmparatorluğu' nun zayıfladığı dönemde yerel valilerden Ptolemaeus tarafından M.Ö. 163'te kurulan Kommagene Krallığı, Adıyaman'ın da içinde olduğu bölgeye egemen oldu. Günümüz Samsat ilçesi bu krallığın başkenti oldu. Adıyaman toprakları M.S. 72'de Roma hakimiyetine geçti. 395 yılında Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılmasıyla Bizans hakimiyeti başladı. 7. yüzyıldan itibaren İslâm akınları bölgede görülmeye başlamış ve 670 yılında yerleşiminde içerisinde olduğu bölge Emevî hakimiyetine geçmiştir. Emevî kumandanlarından Mansûr bin Ca'vene tarafından bugünkü Adıyaman il merkezindeki kale inşa ettirildi. Adıyaman merkez ilçesi Hısnımansûr (Mansur'un kalesi) olarak anılmaya başlandı. 758'de Abbâsî egemenliğine geçen bölge, 926-958 yılları arasındaki Hamdaniler döneminden sonra yeniden Bizans hakimiyetine geçti. 11. yüzyılda Türk akınlarına uğrayan yerleşim, ilk defa 1066’da Selçuklu kumandanı Gümüştekin tarafından alındı. Artuklu, Eyyûbî ve Selçuklu, İlhanlı, Akkoyunlu, Dulkadiroğulları ve Memlüklü hakimiyetinden sonra 1515 yılında Osmanlı egemenliğine geçti. Adıyaman 22 Haziran 1954’te merkez, Besni, Gerger ve Kâhta ilçeleriyle on altı nahiyeden oluşan bir il oldu. Sonrasında Çelikhan, 1958’de Gölbaşı, 1960’ta Samsat, 1990'da Tut ve Sincik ilçe yapılarak Adıyaman’a dahil edildi. Adıyaman ilinin büyük bölümü Güneydoğu Anadolu Bölgesi içerisinde yer almaktadır. Kuzeyde bulunan Çelikhan ile Gerger ilçelerinin bir kısmı Doğu Anadolu Bölgesinde, batıda bulunan Gölbaşı ile Besni ilçesinin bir kısmı da Akdeniz Bölgesi içerisinde yer almaktadır. İlin büyüklüğü 7.644 km² dir. Adıyaman şehrinin merkez olduğu Adıyaman ili; kuzeyde Malatya, kuzeydoğuda Diyarbakır, doğu ve güneyde Şanlıurfa, güneybatıda Gaziantep ve batıda Kahramanmaraş illeri ile komşudur. İldeki belli başlı dağlar; Akdağ (2551 m), Dibek (2549 m), Tucak-Ulubaba (2530 m), Gördük (2206 m), Nemrut (2150 m), Bozdağ (1200 m) ve Karadağ (1115 m)'dır. İlin kuzeyinde, Toroslar'ın uzantısı olan Malatya dağları yer almaktadır. Güneye idoğru yükseklikler azalmakta ve ovalık alanlar görülür. Çelikhan, Tut ve Gerger ilçelerinin tamamına yakını dağlıktır. Merkez, Besni ve Kahta ilçelerinin kuzey kesimleri dağlık, güney kesimleri ova şeklindedir. Samsat ilçesi ise ilin en düşük arazilerine sahiptir. İlin önemli ovaları; Kahta, Çakırhöyük (Keysun), İnekli ve Pınarbaşı ovalarıdır. İlin en önemli akarsuyu Fırat Nehri'dir. Şanlıurfa ve Diyarbakır ile sınır oluşturan nehirin il içerisindeki uzunluğu 180 km' dir. Diğer başlıca akarsular; Göksu Çayı, Besni Akdere Çayı, Sofraz Çayı, Kahta Çayı, Ziyaret Çayı, Keysun Çayı, Çakal Çayı, Birimşe Çayı, Eğriçay ve Halya Deresidir. Adıyaman İli Nüfusu: 615.076'dır. Bu nüfusun %72,5'si şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 7.337 km²'dir. İlde km²'ye 84 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 166’dır.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 0,75 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 23 belediye, bu belediyelerde 172 mahalle ve ayrıca 451 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Adıyaman merkez (% 1,82), Samsat (-% 5,64) 1991 yılında kuruluş çalışmalarına başlanan Adıyaman Organize Sanayi Bölgesinde, 1996 yılında kamulaştırma ve etüd-proje işlemleri tamamlanmıştır. 1997 yılında altyapı çalışmalarına ve arsa tahsis işlemlerine başlanmıştır. İl Merkezine 6 km uzaklıkta, ilimiz kuzeybatı istikametinde, Belediye sınırları içerisinde, TPAO tesisleri ile açılacak olan Adıyaman Kuzey Çevre Yolunun bitişiğinde 150 hektarlık alan üzerinde kurulan Bölge, 86 adet sanayi parseli ile 1. Derecede Kalkınmada Öncelikli Yöre, teşvik, imkân ve kolaylıklarıyla sanayicilerimizin hizmetine sunulmuştur. Adıyaman Küçük Sanayi sitesi 1969 yılında kurulmuş 1987 yılında ihale edildikten sonra yapımına fiilen 30.4 1988 yılında başlanmış ve 2000 yılı içerisinde tamamlanarak hizmete açılmıştır. Toplam 350.000 m² alana sahip olan sitede 350 adet iş yeri bulunmaktadır. Ancak Küçük Sanayi sitesinin ihtiyacı karşılayamaması nedeniyle 200 ek iş yeri 2001 yatırım programına alınarak inşaatına başlanmıştır. Besni'nin kayaardı mevkiinde 06.12.1993 tarihinde ihale edilen sitenin inşaatına Nisan 1994 yılında başlanılmıştır. Besni Küçük Sanayi Sitesi % 85 sanayi ve Ticaret Bakanlığı kredi desteği ile yürütülmektedir. Tamamlandığında 278 iş yerinin bulunacağı sitenin inşaatı % 30 oranında tamamlanmış olup, faaliyete geçtiğinde 1500 kişi istihdam edilecektir. 22 Kasım 1989 yılında kurulan küçük sanayi sitesinin inşaatı Gaziantep yolu üzerinde belediye imar planı içerisinde 30 dönüm üzerinde devam etmektedir. K.S.S 100 iş yeri kapasiteli %70 sanayi ve Ticaret Bakanlığı Kredi desteğine sahiptir. Site tamamlandığında küçük esnaf ve zanaatkar daha sağlıklı ortamlarda daha iyi hizmet verme imkânına kavuşacaktır. Kahta Küçük Sanayi Sitesi 27.09.1996 yılında kurulmuş olup, proje çalışmaları tamamlanmıştır. 2001 yılı revize yatırım programına alınması için girişimler devam etmektedir. Futbol takımı Adıyaman 1954 Spor, 2017-18 sezonu sonunda 3.lige çıkmıştır. Adıyaman Sporder kadın voleybol takımı da 2.lige çıkmıştır. Adıyaman Belediyespor takımı, hentbol erkekler süper liginde yer almaktadır. Adıyaman'da, 8.598 kişi kapasiteli Atatürk Stadyumu en önemli spor tesisidir. Ayrıca, 1.000 kişilik Adıyaman Belediyesi Spor Salonu ve 1.000 kişilik Adıyaman Üniversitesi Kapalı Yüzme Havuzu vardır. Afyonkarahisar (il) Afyonkarahisar, Türkiye'nin Ege Bölgesi'nde İç Batı Anadolu Bölümü'nde yer alan bir ildir. 2014 yılı verilerine göre ilde; merkez ilçe ile beraber 18 ilçe, 41 belde ve 412 köy vardır. Bilindiği kadarıyla ilk olarak Hitit egemenliğinde olan Afyonkarahisar toprakları, sonra sırası ile Frigya ve Lidya egemenliğine geçti. Daha sonra MÖ 6. yüzyılda Pers egemenliğine giren Afyonkarahisar'ı Büyük İskender fethetti. Onun ölümünden sonra Selevkos ve Bergama Krallıkları'nın egemenliğine giren topraklar, daha sonra Roma İmparatorluğu topraklarına katıldı. Alparslan'ın Malazgirt Savaşı'ndan sonra Türklerin Anadolu'yu fethiyle Sultan I. Mesut'un emri ile Akronium Kalesi'nin eteklerine Karaşar Türkleri yerleşmiş ve daha sonra kaleye "Karahisar" adı verilmiştir. Karahisar ve yöresi, Selçuklu Veziri Sahip Ata Fahrettin Ali'nin "Sahip" unvanı nedeniyle ""Karahisar-ı Sahip"" olarak anılmıştır. Karahisar-ı Sahip "Vezirin Karahisarı" anlamına gelmektedir. Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ın fethiyle ilk kez Türk egemenliğine giren topraklar, I. Haçlı Seferi sırasındaki Hristiyan egemenliğinden sonra Alaaddin Keykubat tarafından yeniden Türk yönetimine alındı. 12. yüzyılda Germiyanoğullları'nın egemenliğinde olan bölge, sonra Osmanlı İmparatorluğu yönetimine girdi. Afyon'da Batı Anadolu ağzı kullanılmaktadır. Türkiye'nin 81 ilinden biri olan Afyonkarahisar ili, Anadolu yarımadasının batıya yakın ortasında ve Ege Bölgesi'nin iç kesiminde yer alır. İç Anadolu yaylasının Ege kıyılarına açılan bir eşiği, bir geçidi durumundadır. Çevresinde Eskişehir, Konya, Isparta, Denizli, Uşak ve Kütahya illeri bulunur. Kuzey doğudan güney batıya uzandıkça alçalan ovaları ile hem Orta Anadolu'dan ve hem de Ege Bölgesi'nden sayılır. En kuzeyde Eskişehir sınırından, en güneyde Denizli sınırına kadar kuzey doğudan güney batıya uzunluğu 210 kilometredir. Eni ise Kütahya sınırından Isparta sınırına kadar kuzey batıdan güney doğuya 112 kilometredir. Denizli'ye doğru incelerek eni 20 kilometreye kadar düşer, bir parça halindedir. İlin diğer komşu illerle sınırlarının toplam uzunluğu 616 kilometredir. Afyonkarahisar ilinin 2014 yılı TÜİK verilerine göre toplam nüfusu 706.371'dir. Bu nüfusun 350.370'i erkek, 356.001' i kadındır. Aynı tarih verilerine göre Afyonkarahisar'ın genç bir şehir olduğu anlaşılmaktadır. Nüfusun % 39,6'sını (279.947) 25 yaş altı nüfus oluşturmaktadır. Afyonkarahisar, Türkiye'nin Batı anadoluda Tüm yolların birleştiği Kavşak noktasıdır. İlin bazı illere olan karayolu uzaklıkları şöyledir: İlde; Selevir, Seyyidler, Örenler, Akdeğirmen barajları ile Dinar-Yeşilçat, Bayat, Merkez-Erkmen, Şuhut-Kayabelen, Sincanlı-Tınaztepe, Sincanlı-Serban, Dinar-Pınarlı, Sincanlı-Taşoluk, Sincanlı-Kırka, Sandıklı-Karacaören, İhsaniye-Üçlerkayası, Şuhut-Ağzıkara, İhsaniye-Ayazini, İscehisar-Seydiler, Bolvadin-Özburun, Şuhut-Ortapınar, Sinanpaşa-Kuruçay, Sinanpaşa-Nuh, Şuhut-Akyuva, Sandıklı-Kestel, Sincanlı-Gezler, Kurucuova, Bozhüyük, Kızılören, Bayramaliler, Döğer Emre, Yedikapı, Derbent, Çepni, Bostanlı Çiftlik, Kızıldağ, Çıkrık, Karaağaç, Şehit Uzm. Çvş. Nurullah Oymak, Kırca, Yıprak, Haydarlı Şht. Yavuz Öztürk, Dutağaç, Kargın, Koçgazi, Örenkaya, Çayhisar 27 Ağustos, Nuh-Taşoluk Ortak, Yaka ve Göynük göletleri bulunmaktadır.. Afyon Ovası, Çamur ova, Gül Ovası, Sandıklı Ovası, Şuhut Ovası gibi birikinti ovaları bulunur. Afyon'da iklim oldukça sert ve or­ta derecede yağışlıdır (466 mm). En çok yağış kışın ve ilkbaharda olur. Ortalama sıcaklık en soğuk ayda 3 derece, en sıcak ayda 22 derecedir Ama sıcaklığın yazın 38 dereceye çıktığı, kışın sıfırın altında 27 dereceye düştüğü de görülmüştür. Afyonkarahisar ili içerisinde bulunan hava bilgisi istasyonlarının uzun yıllık verilerine göre yıllık ortalama sıcaklık 11.1 °C dir. En soğuk ay olan Ocak ayında ortalama sıcaklık 0.2 °C dir. En sıcak ay olan Temmuz ayında ise ortalama sıcaklık değeri 22.1 °C dir. Afyonkarahisar ili İç Anadolu Karasal İklim bölgesinde yer alması nedeniyle bu yağış düzeninin etkileri altında bulunmaktadır ve ilde yıllık yağış ortalaması 407 mm dir. Yazları sıcak ve kurak kışları ise soğuk ve kar yağışlı geçer. Afyonkarahisar ili nüfusu: 715.693'dür. Bu nüfusun %76,1'i şehirlerde yaşamaktadır (2017). İlin yüzölçümü 14.016 km'dir. İlde km'ye 51 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 234’dür.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 0,16 olmuştur.
2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 18 İlçe, 59 belediye, bu belediyelerde 436 mahalle ve ayrıca 423 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Afyon merkez (% 1,71), Sultandağı (-% 3,20) Afyonun temel sanayi ürünleri mermer ve gıda üzerinedir. Afyon sanayisi Mermer ve Traverten taşında dünyanın önde gelen üreticilerindendir. Et, tavuk ve yumurtacılıkta son derece gelişmiştir. Türkiye et ve yumurta borsasına yön vermektedir. Türkiye içinde ise Afyon deyince akıla bunlar gelir: Millî mücadele: Cumhuriyetin kazanıldığı topraklar; Anadolu'nun kilidi Afyonkarahisar. Kurtuluş savaşında çok önemli savaşlara sahiplik yapmıştır (Kocatepe, Dumlupınar), Yunanlar burada hüsrana uğratılıp İzmir'e kadar püskürtülüp denize dökülmüştür. Günümüzde utku anıtı ve anıt park'ta bunu simgelemektedir. Termal: Türkiye'nin termal başkentidir; en fazla termal yatak kapasitesine sahip ildir. Türkiye'de kişi başına düşen beş yıldızlı otel sayısında en fazla tesise sahip ildir.Yurt dışından ve çevre illerden turlarla bu termallerden böbrek taşı,cilt hastalıkları,romatizma,safra kesesi,solunum yolları gibi hastalıklardan yararlanmak için gelen kişi sayısı çok fazladır.İzmir yolu üzerinde 20`nin üzerinde 5 yıldızlı oteller ile termal turizm gelişmiştir.En önemli merkezleri: Gazlıgöl, Ömer, Gecek, Hüdai, Heybeli, Anemon, İkbal, Korel, Oruçoğlu,Güral Mermer: İscehisar ilçesinden dünyanın en kaliteli beyaz mermeri çıkmaktadır. Antik çağlarda birçok yerde kullanılmıştır; örneğin Efes antik tiyatro. Günümüzde birçok yerli ve yabancı ünlünün evini süslemektedir. Amerikadaki Beyaz Saraya'da döşenmiştir. Türkiye`nin bütün illerine ve bazı ülkelere ihraç edilir. Haşhaş:İsminden belli olduğu gibi haşhaş'ın ana vatanıdır. Türkiye'nin tek alkaloid (morfin)fabrikası Bolvadin ilçesindedir. Kaymak: En iyi Kaymak, Manda sütünden elde edilir ve fiyat olarak pahalıdır.Ancak günümüzde pek bulunmamaktadır ve inek sütünden imal edilmektedir. Sucuk: Afyon sucuğu Kayseri sucuğundan lezzet bakımından daha farklıdır. Türkiye çapında 5-6 ulusal markası vardır. Sucuk döneri: Afyonkarahisar mutfağına özgü lezzetli sucuktan yapılan döner türüdür. Lokum: Afyon'un lokumu her damak zevkine hitap eden tiplerde üretilir. Özellikle Kaymaklı lokumu son derece popülerdir ve sultan lokumu`da denilmektedir. Afyon ev ekmeği: Patates ezmesi ilave edilen meşhur ev ekmeği, 1 haftalık dayanma süresi ile çok sevilen ve besleme değeri normal ekmeklerden daha yüksek olan bir ekmek türüdür. Yumurta: Türkiye'nin yumurta borsasıdır, ayda 40.000.000 üretimi vardır Et: Türkiye'nin et borsası. İstanbul etinin 60 % temin ediyordur. Ekmek kadayıfı: Afyon orijinli bir tatlı türü olup, tüm Türkiyede sevilerek yenen bir tatlı türüdür. Özellikle Süt kaymağı ile beraber yenilmesi tercih edilmektedir. Ekmek kadayıfı çeşitleri ise vişneli, cevizli, olmak üzere birçok çeşit içermektedir. Yün: Dünyanın yün borsası Bolvadin ilçesindedir. Sandıklı ve Şuhut Patatesi: Sandıklı ve Şuhut bölgesinde sınırlı miktarda yetişen bir tür tatlı patetesi(agrie) ile, Türkiye`nin her yerinde aranan ve tercih edilen değerli bir patates türüdür. Napolyon kirazı: Sultandağı ilçesi ve Erkmen beldesinde yetiştirilmektedir. İhracata gitmektedir. Türkiye`nin besin değeri en yüksek kirazıdır, tescillidir.Her yıl kiraz festivalleri yapılır. Kızılay Maden Suyu: İhsaniye ilçesi Gazlıgöl beldesinde çıkmaktadır.1924`den beri üretime devam etmektedir.Dünyanın en iyi maden suyudur; defalarca uluslararası ödüller kazanmıştır (1934 Paris fuarı), tesis dünyanın en modern dolum tesisidir, dakikada 100.000 şişe dolum yapılmaktadır. Sade ve meyveli olarak dünyanın dört bir yanına ihraç edilmektedir. Osmanlı döneminde padişahlar Afyonkarahisar'dan İstanbul'a getirtirlermiş.1926 yılında Atatürk gelirini Kızılay`a devrettirmiştir. Arpa: Türkiye'nin en kaliteli arpası burada üretilmektedir. Bu yüzdendir ki Efes Pilsen yıllar önce buraya bira fabrikasını kurmuştur. Buğday:Türkiye'deki en önemli buğday üretim merkezlerinden olup, Konya ve Ankara'dan sonra başı çekmektedir. Bayat Kök boya kilimi: Dünyaca ünlüdür ve Bayat ilçesinde dokunmaktadır. Ulaşım: Türkiye'nin İstanbul'dan sonraki en işlek kavşağıdır. Yaz günlerinde günde 100-150.000 araç geçmektedir.Bayram gidiş ve dönüşlerinde otoyollarda kilometrelerce trafik sıkışıklığı meydana gelmektedir.Türkiye`nin 4 istikametine demiryolu olan tek ilidir. Türkiye demiryollarının 7 bölgesinden biridir. Karahisar Kalesi: Afyonkarahisar'a adını vermiştir. Afyonkarahisar ilinde, Afyonkarahisar, Türkiye'de kaplıca ve ılıca yönünden sayılı iller arasındadır. Bu sebeple son yıllarda fertler ve şirketler ve kooperatifler termal turizme yönelik yatırımlara yönelmişlerdir. Yapılan ve yapılacak olan bu yatırımların sonunda Afyonkarahisar turizmde hak ettiği yerini alacaktır. Kaplıcaları, zengin Tabiat yapısı, tarihî eserleri, alternatif turizm çeşitliliği, kültür ve inanç turizmi festival ve şenlikler gibi çeşitli turizm değerlerine sahip olan Afyonkarahisar, Anadolu'nun batı yakasında bir kavşak noktası olup, doğuyu batıya, kuzeyi güneye bağlayan tabiî bir kapı konumundadır. Bu yüzden turizm potansiyeli yönüyle Türkiye'nin sayılı illeri arasındadır. 2017-2018 Sezonu sonunda, Futbol takımı Afjet Afyonspor, 1.lige çıkmıştır. Afyon Belediyesi YÜNTAŞ, Voleybol erkekler süper liginde yer almaktadır. Afyon Belediyespor erkek basketbol takımı 1.ligden süper lige yükseldi. Ziraat Türkiye Kupası' nda, Afjet Afyonspor 3.turda MKE Ankaragücü'nü elemiş, 4.turda İstanbulspor A.Ş.'ye elenmiştir. İlin en büyük spor tesisleri: 15.450 kişilik Kocatepe Stadyumu ve 2.000 kişilik Atatürk Spor Salonudur. Artık yıl Artık yıl, Miladî takvimde (Gregoryen takvim) 365 yerine 366 günü olan yıl. Bu fazladan gün (artık gün), normalde 28 gün olan şubat ayına 29 Şubat'ın eklenmesi ile elde edilir. Dört yılda bir yapılan bu uygulamanın nedeni Dünya'nın Güneş çevresinde dönme süresinin (astronomik yıl), Güneş'in aynı meridyenden iki kez geçişi arasındaki ortalama zamanın (gün) tam katı olmamasıdır. Bir astronomik yıl yaklaşık olarak 365,242 gün olmasına rağmen normal bir takvim yılı 365 gündür. Artık yıl uygulaması ilk olarak MS 46 yılında, Jülyen Takvimi'nde uygulanmıştır. Genel bir kural olarak, artık yıllar 4 rakamının katı olan yıllardır: Ancak bu kuralın iki istisnası vardır: 1. 100'ün katı olan yıllardan sadece 400'e kalansız olarak bölünebilenler artık yıldır: Sadece 400'e tam olarak bölünebilenlerin artık yıl kabul edilmesinin nedeni, bir astronomik yılın 365,25 gün değil, yaklaşık olarak 365,242 gün olmasından kaynaklanan hatayı gidermektir. 2. Hesabı daha da hassas hâle getirmek için -400'e kalansız bölünebildiği halde- 4000'e kalansız olarak bölünebilen yıllar artık yıl kabul edilmez: Jülyen, geliştirilmiş Jülyen ve İran takvimlerinde de benzer kurallarla belirlenen artık yıllar vardır. 1983 1982 1981 1980 1979 1978 19. yüzyıl 19. yüzyıl, miladi takvime göre 1 Ocak 1801 ile 31 Aralık 1900 günleri arasındaki zaman dilimi olarak kabul edilir. Portekiz, Osmanlı ve Çin İmparatorluğu çökmeye başlamış, Babür ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu da son bulmuştur. Napolyon Savaşları’ndan sonra, Britanya İmparatorluğu, dünya nüfusunun dörtte biri, yüz ölçümünün üçte birine hakim olarak dünyanın önder gücü haline gelmiştir. "Pax Britannica" (Britanya barışı) döneminde, korsanlara karşı ciddi tedbirleri ile dünyada ticaretin teşvikini sağlamıştır. 19. yüzyıl aynı zamanda yeni icat ve keşiflerle beraber pozitif bilimlerde ciddi atılımlara sahne olmuştur. Tıp, matematik, fizik, kimya, biyoloji, elektrik ve metalurji gibi alanlarda gelecek yüzyılın hızlı gelişen teknolojik yeniliklerinin temelleri atılmıştır. Demiryolları taşımacılığının başlamasıyla gelen sanayi devrimiyle beraber birçok ülkede kentleşme hareketleri başlamıştır ve dünyadaki birçok büyük şehrin nüfusu, bu dönemde bir milyonun üstüne çıkmıştır. Bunda tıp alanındaki gelişmeler de etkili olmuştur. Dünyanın kalan keşfedilmemiş bölgeleri (Antarktika ve Arktika’nın ulaşılması zor yerleri hariç) keşfedilmiştir ve 1890larda dünyanın hassas ve detaylı bir haritasının ortaya konmasına vesile olmuştur. Bu yüzyıl köleliğin hızlı bir düşüş yaşamasına neden olmuştur. Haiti köle ayaklanmasını takiben Britanya İmparatorluğu, denizlerdeki egemenliğini kullanarak dünya çapındaki köle ticaretini durdurmaya çalışmıştır. Britanya 1834’te, Amerika Birleşik Devletleri, iç savaşı takiben 1865’te, Brezilya ise 1888’de köleliği kaldırmıştır. Aynı şekilde Rusya da topraklarında köleliğe son vermiştir. 1913 Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler 1915 1916 1917 1914 1918 1919 1920 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler 1921 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler "Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler" 1922 "Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler" 1923 1924 Doğduğu gün ve ay bilinemeyen 1925 1926 1927 1928 1929 1930 1931 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1932 1933 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1934 Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler 1935 1936 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1937 1938 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1939 1940 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler Aşık Hüdai, (asıl adı Sabri Orak). Halk şairi. (ö. 23 Kasım 2001, Ankara) 1941 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1942 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1943 1944 Doğum günü ve ayı bilinmeyenler 1945 Doğum günü ve ayı bilinmeyenler Öldüğü günü ve ayı bilinme
yenler 1946 "Ölüm günü ve ayı bilinmeyenler" 1947 Tarihi bilinmeyenler: Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1948 Doğum günü ve ayı bilinmeyenler 1949 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1950 1951 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler: Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler: 1952 1953 1954 Doğduğu ay ve gün bilinmeyenler, 1955 1956 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler, 1957 Doğduğu ay ve gün bilinmeyenler, 1958 1959 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler, 1960 görevinden azledildi. 1961 1962 1963 1964 1965 1966 1967 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler 1968 TRT Türkiye'nin ilk devlet televizyonu olup TRT-1 yayınıyla yayın hayatına başlamıştır. 1969 1970 1971 1972 1973 1974 1975 Doğum günü ve ayı belli olmayanlar, Doğum günü ve ayı belli olmayanlar, 1976 1977 Doğum günü ve ayı bilinmeyenler, 18. yüzyıl 18. yüzyıl, miladi takvime göre 1 Ocak 1701 ile 31 Aralık 1800 günleri arasındaki zaman dilimi olarak kabul edilir. Bazı tarihçiler tarafından 18. yüzyıl tarihi 1715-1789 (Fransız Devrimi) aralığı olarak tanımlanırken, uzun 18. yüzyıl tarihi ise İngiltere’deki 1688 Devrimi "(Glorious Revolution)" ile 1815 Waterloo Savaşı arasında tanımlanır. Google Google (), İnternet araması, çevrim içi bilgi dağıtımı, reklam teknolojileri ve arama motorları için yatırımlar yapan çok uluslu Amerikan anonim şirketidir. İnternet tabanlı hizmet ve ürünler geliştirir, ek olarak bunlara ev sahipliği yapar. Kârının büyük kısmını AdWords programı aracılığıyla reklamlardan elde etmektedir. Şirket, Larry Page ve Sergey Brin tarafından, Stanford Üniversitesi'nde doktora öğrencisi oldukları sırada kurulmuştur. İkili, sık sık "Google Guys" olarak anılmaktadır. Google, ilk olarak, 4 Eylül 1998 tarihinde özel bir şirket olarak kuruldu ve 19 Ağustos 2004 tarihinde halka arz edildi. Halka arzın gerçekleştiği dönemde, Larry Page, Sergey Brin ve Eric Schmidt, takip eden yirmi yıl boyunca, yani 2024 yılına kadar Google'da birlikte çalışmak üzere anlaştılar. Kuruluşundan bu yana misyonu "dünyadaki bilgiyi organize etmek ve bunu evrensel olarak erişilebilir ve kullanılabilir hale getirmektir. Gayri resmi sloganı ise, Google mühendisi Amit Patel tarafından bulunan ve Paul Buchheit tarafından desteklenen "Don't be evil" (Kötü olma) dır. 2006 yılında, halen şirket merkezi konumunda olan Mountain View, Kaliforniya'ya taşınmıştır. Google'ın dünya çapında veri merkezlerinde bir milyondan fazla sunucuda çalıştığı, bir milyardan fazla arama isteğini işlediği ve kullanıcıları tarafından oluşturulan verinin gün başına yirmi dört petabayt olduğu tahmin edilmektedir. Kuruluşundan bugüne dek gerçekleşen büyüme hızı, şirketin temel web arama motorunun ötesinde ürünler, satın almalar ve ortaklıklar zincirinin meydana gelmesini sağladı. Şirket, Orkut, Google Buzz ve Google+ gibi sosyal ağ araçları ile elektronik posta hizmeti Gmail servisi gibi çevirmiçi verimlilik yazılımları sunmakta, ek olarak, web tarayıcısı Google Chrome, fotoğraf görüntüleme ve düzenleme yazılımı Picasa ve anlık mesajlaşma Google Talk gibi uygulamalarla masaüstüne kadar uzanmaktadır. Bunlar dışında, Android mobil işletim sistemi gelişimine öncülük yapmıştır. Cr-48 ana işletim sistemi olarak da bilinen yeni Google Chrome OS, 15 Haziran 2011 tarihinden beri, Samsung Series 5 ve Acer AC700 gibi ticari Chromebook'larda kullanılmaktadır. Alexa, internette en çok ziyaret edilen web sitesi olarak ABD odaklı ""google.com""'u listelemektedir, YouTube, Blogger, Orkut gibi Google'a ait diğer siteler ve çok sayıda uluslararası Google sitesi (google.co.in, google.co.uk vb.) ise en çok ziyaret edilen siteler arasında ilk yüz içinde yer almaktadır. Ek olarak şirket, "BrandZ" marka değeri veritabanı listesinde ikinci sırada yer almaktadır. Buna karşın Google, gizlilik, telif hakkı ve sansür gibi konularda eleştiriler almaktadır. Google'ın kuruluş süreci 1996 Ocak ayında Kaliforniya'daki Stanford Üniversitesi'nde doktora öğrencileri olan Larry Page ve Sergey Brin'in araştırma projesiyle başladı. Geleneksel arama motorlarıyla yapılan aramalarda, sonuçlar; aranan terimlerin sayfada kaç kez görüldüğü mantığıyla sıralanıyordu, ancak Google siteler arası ilişkilerin analizi konusunda çok daha elverişli iki sistem kuramı ortaya koydu. Bu yeni teknolojiye PageRank adı veriliyordu, bu sisteme göre sayfa dizinlerinin orijinal site ile olan bağlantı dönüşümleri belirlenerek; siteler, gösterilen ilgiye göre sıralanıyordu. Küçük bir arama motoru olan ve Robin Li tarafından IDD Bilişim Hizmetleri adına geliştirilen "RankDex", zaten 1996'dan beri site puanlaması ve sayfa sıralaması için benzer bir strateji kullanmaktaydı. RankDex, patentliydi ve Li'nin Çin'de kurulmuş olduğu Baidu adını taşıyan arama motoru bu sistemle çalışıyordu. Page ve Brin yeni oluşturdukları arama motoruna ilk olarak "BackRub" ismini koymuştu, çünkü siteler için geri bağlantıların kontrol edilmesinin önemini tahmin edebiliyorlardı. Ancak daha sonra, "googol" sözcüğü üzerinde orijinal bir imlâ değişikliği yapılarak, bu arama motoru Google olarak adlandırıldı, Google arama motoruyla insanlara büyük bir bilgi kaynağının sunulduğunu belirtmek için bu isim konulmuştu, çünkü googol on üzeri yüz rakamını ifade ediyordu. Başlangıçta Google; Stanford Üniversitesi'nin alt-alan adı olarak "google.stanford.edu" alan adını kullandı. Bugün kullandığı alan adını 15 Eylül 1997'de etkinleştirdi ve 4 Eylül 1998'de Google şirketi resmen kuruldu. Şirket merkezi arkadaşları Susan Wojcicki'nin Menlo Park, Kaliforniya'da bulunan garajı olarak belirlendi. Stanford Üniversitesi'nde doktora yapan bir öğrenci olan Craig Silverstein, ilk çalışan olarak işe alındı. Bir yıl önceki rakam olan 931 milyon tekil ziyaretçi sayısındaki yüzde 8.4'lük bir artışla, 2001 Mayıs ayında; Google'nin tekil ziyaretçi sayısı ilk kez 1 milyarı buldu. Google'a 100,000 $'lık ilk finansman desteğini daha önce Google'ın da dahil olduğu bir şirket olan Sun Microsystems'in kurulum ortaklarından Andy Bechtolsheim vermiştir. 1999'un başlarında, hâlâ doktora öğrencileri olan Brin ve Page, akademik araştırmalar için bir arama motoru geliştirmenin ilgi çekici bir düşünce olduğuna karar vererek, Excite'yi satın almak için CEO George Bell'e 1 milyon $ önerdiler. Ancak Bell bu teklifi kabul etmese de, Excite yatırımcılarından Vinod Khosla bu kararı eleştirerek, Brin ve Page ile 750,000 $ civarında bir tutarda müzakerelere başladı. Google; 7 Haziran 1999'da Kleiner Perkins Caufield & Byers ve Sequoia Capital gibi büyük yatırım şirketlerinin açtığı krediler de dahil olmak üzere, 25 milyon $'lık bir fon kullanacağını açıkladı. Google'nin ilk halka arzı ana finansal sisteme geçişinden yaklaşık beş yıl sonra, 19 Ağustos, 2004'te gerçekleşti. Şirket bu arz sonucunda yatırımcılarla, hisse başına 85 $'dan 19,605,052 hissesini paylaştı. Hisseler Morgan Stanley ve Credit Suisse tarafından oluşturulan benzersiz çevrim içi açık arttırma sistemi sayesinde, hissedârlara ulaştırıldı. Piyasa değeri 23 milyar $'ı aşkın bir şirket olan Google bu halka arz sonrasında, 1.67 milyon $'lık hisse senedi satışı yaptı. Paylaşılan 271 milyonluk hissenin büyük bölümünün Google'nin denetim alanında kalması sonrasında, birçok Google çalışanı hisseler sayesinde milyoner oldu. Yahoo!'nun sahip olduğu 8.4 milyonluk Google hissesi, Google'ın rakibi Yahoo!'nun bu halka arzdan kârlı çıkmasını sağladı. Bazı insanlar Google'nin halka arzının şirket kültüründe kaçınılmaz değişiklikler oluşturacağını tahmin ediyordu. Dayanak olarak, hissedârların şirket üzerindeki baskısı sonucunda, şirket çalışanlarının olumsuz etkileneceği; bunun yanında şirket yönetiminde olan kişilerin hisse senetleri sayesinde milyoner olabileceği gerçeği gösteriliyordu. Şirket kurucu ortakları Sergey Brin ve Larry Page yatırımcıların taşıdığı bu endişelere yanıt vererek; halka arzdan sonra şirket kültürünün değişmeyeceğini savundu ve bu yönde bir rapor hazırlattı. Ancak 2005'te; "The New York Times" gazetesindeki makaleler de dahil olmak üzere birçok kaynakta Google'nin yeni yapısı sorgulandı ve kurum felsefesindeki masumiyetin ve kurumsallaşma karşıtı tavrın kaybedildiği savunuldu. Bunun üzerine Google, benzersiz kurum kültürünü devam ettirebilmek için bir kurumsal kültür şefi ve bir insan kaynakları yöneticisini göreve getirdi. Şeffaf bir örgütlenme (organizasyon) için işbirliği ortamının kaçınılmaz olduğundan hareketle, kurumsal kültür şefinin görevlendirilmesinin altında yatan amaç, kurumun kuruluşundan itibaren kazanılan temel değerlerinin ve kurumsal kültürün gerektirdiği çalışma ahlakının korunmasını içeriyordu. Google bu dönemde, eski çalışanlarının cinsiyetçilik ve yaş ayrımcılığı yaptığı ithamlarıyla karşı karşıya kaldı. Öncelikle güçlü bir satış potansiyeli ve çevrim içi pazarlamayla birlikte tanıtım konularındaki kazanç sayesinde, Google; halka arz sonrasında hisse senedi performansında başarılı bir ivme yakalayarak; 31 Ocak 2007'de ilk kez borsa işlemlerinde (hisse değeri) 700 $ düzeyine ulaştı. Google'nin hisse senetlerinin değer kazanmasındaki temel unsur, büyük yatırım şirketlerinin ve finansman şirketlerinin aksine; genel itibarıyla bireysel yatırımcılar oldu. Şirket bugün itibarıyla GOOG menkul değer sembolü altında NASDAQ borsasında, GGQ1 imiyle de Frankfurt Menkul Kıymetler Borsası'nda işlem görmektedir. Şirket merkez ofisini Mart 1999'da önde gelen Silikon Vadisi teknoloji şirketlerinin de yer ald
ığı Palo Alto, Kaliforniya'ya taşımıştır. Ertesi yıl, Page ve Brin'in reklam destekli arama motoru oluşturma düşüncesine karşı çıkmasına karşın, anahtar sözcüklere dayalı reklam satışına başlamıştır. Sayfa tasarımını yalın tutmak ve hızlı erişimi sağlamak amacıyla reklamların düz metin biçiminde olmasına özen gösterilmiştir. Anahtar sözcükler (tıklama başına 5 centten başlayan) tutar teklifleri ve tıklama sayısı dikkate alınarak hesaplanıyordu. Bu satış modeli ilk kez, Idealab'den ayrıldıktan sonra Bill Gross tarafından kurulan "Goto.com" şirketinde uygulanmıştı. Bu şirket, adını Overture Services olarak değiştirdikten sonra Google'a kendi tıklama başına ödeme patentlerini ihlal ettiği gerekçesiyle bir dizi dava açmıştır. Daha sonra Yahoo! tarafından satın alınan ve Yahoo! Search Marketing adını alan Overture Services'ın açtığı bu davalar Google'ın şirket hisselerinin bir bölümünü Yahoo!'ya devretmesiyle çözüme kavuşturulmuştur. Google bu sırada kendi geliştirdiği PageRank sisteminin patentini almıştır. Resmi olarak Stanford Üniversitesi'ne kayıtlı görünen patentte Lawrence Page'in adı mucit olarak geçmektedir. 2003 yılında şirket 1600 Amphitheatre Parkway, Mountain View, Kaliforniya'daki bugünkü ofisini Silicon Graphics'ten kiralamıştır. Bu ofis, 1'in sonuna googol tane sıfır eklenmesiyle oluşan googolplex sözcüğünden esinlenerek oluşturulmuş olan Googleplex adıyla anılmaktadır. Google üç yıl sonra SGI'a ait bu yeri 319 milyon dolar karşılığında satın almıştır. Bu sırada, "Google" terimi günlük yaşamda kendine yer bulmuş, "google" eylemi Merriam Webster Collegiate Dictionary ve Oxford English Dictionary'ye girmiştir. Sözcüğün anlamı "Google arama motorunu kullanarak İnternet üzerinde bilgi aramaktır." Google, 2001 yılından bu yana ağırlıklı olarak küçük girişim sermayeli şirketlere odaklanarak, birçok şirket satın aldı. 2004'te aldığı bu tip bir firma Keyhole, Inc'dır. Bu firma Earth Viewer adında bir ürün geliştirmişti ve bu ürünle kullanıcıya dünyanın 3 boyutlu görüntüsünü sunuluyordu. Google hizmeti 2005 yılında Google Earth olarak adlandırdı. 2 yıl sonra çevrim içi video sitesi YouTube'u 1,65 milyar $ (hisse senedi) karşılığı satın aldı. 13 Nisan 2007'de ise DoubleClick'i 3,1 milyar $'a satınalarak web yayımcıları ve reklam ajansları ile DoubleClick arasındaki ilişkiye sahip oldu. Aynı yıl GrandCentral'i 50 milyon $'a satınaldı ve bu site daha sonra Google Voice adını aldı. 5 Ağustos 2009'da ilk halka açık şirketini, video yazılımı üreten On2 Technologies'i 106,5 milyon $'a satınaldı. Google ayrıca bir sosyal ağ arama motoru olan Aardvark'ı da 50 milyon $'a alıp kendi dahili bloglarında "Nereye kadar götürebileceğimizi görebilmek için işbirliğine sabırsızlanıyoruz"(we're looking forward to collaborating to see where we can take it.) yazmıştı. Nisan 2010'da ise donanım firması, Agnilux'u satınaldığını duyurdu. Satınaldığı firmalara ek olarak, araştırmadan reklama kadar her konuda diğer organizasyonlarla işbirliğine de girdi. 2005'te NASA Ames Research Center ile 93.000 m² ofis inşası için ortaklık yaptı. Ofisler, yüksek boyutlu bilgi yönetimi, nanoteknoloji, dağıtık hesaplama ve uzay sanayi girişimcileri için kullanılacaktı. Ekim 2005'te Sun Microsystems ile birbirlerinin teknolojilerini paylaşmak ve dağıtımda yardımcı olmak amacıyla işbirliğine gittiler. Şirket, Time Warner'ın AOL'u ile birbirlerinin video arama hizmetlerini geliştirmek için işbirliği yaptı. Yine 2005'te içlerinde Microsoft, Nokia ve Ericsson'un da bulunduğu pek çok firma ile mobil araçlarda kullanılmak üzere yeni .mobi üst seviye alan adı finansmanı için işbirliğine gitti. Google böylece "Adsense for Mobile"ı kullanıma alacak ve gelişmekte olan mobil reklam pazarında avantaj elde edecekti. Reklamda daha geniş kitlelere erişebilmek için, News Corporation'a ait Fox Interactive Media ile MySpace sosyal ağında arama ve reklam sağlama üzerine 900 milyon $'lık anlaşma yaptılar. Google, 2006 Ekiminde duyurduğu YouTube alımının işlemlerini 13 Kasım 2006'da tamamladı. YouTube’un işletim masrafları hakkında detay yayınlamadı ve 2007'de Youtube’un maddi gelirini bilançosuna eklemedi. 2008 Haziran'ında "Forbes"'ta yayınlanan bir makalede, Quentin Hardy ve Evan Hessel YouTube’un 2008 yılında getireceği kârı, reklam satışlarında bir gelişme olmayacağı tahmini ile birlikte 200 milyon $ olarak öngördü. 2007'de Google NORAD Tracks Santa'yla yılbaşında Noel babanın gelişini takip eden hizmete sponsorluğa başladı. Google Earth'de 3 boyutlu "track Santa" ilk kez uygulanmaya başlandı ve eski sponsor AOL kalktı. Google'ın YouTube'u NORAD Tracks Santa'ya kendi kanalını verdi. 2008'de Google, GeoEye ile Google Earth'e yüksek çözünürlüklü (0.41 m monochrome, 1.65 m renkli) görüntü aktaracak uydu yollamak üzere işbirliğine girdi. Uydu Vandenberg Hava Kuvvetleri Üssü'nden 6 Eylül 2008'de fırlatıldı. Google son işbirliğini de aynı yıl duyurdu ve Life dergisinin fotoğraf arşivine ev sahipliği yapmaya başladı. Bu arşivdeki bazı fotoğraflar dergide daha evvel yayınlanmış değildi. Fotoğraflar filigranlandı ve kamu malı statüsüne bakılmadan telif hakları bildirimi üzerlerine işlendi. 2010 yılında, Google Enerji yenilenebilir enerji alanındaki ilk yatırımını, Kuzey Dakota'da 38 milyon $'a aldığı iki adet rüzgar çiftliği ile yaptı. Şirket iki çiftlikten toplam 169,5 megawatt güç yani 55.000 eve yetecek enerjiyi üreteceğini açıkladı. NextEra Enerji Kaynakları tarafından geliştirilen çiftlikler bölgede fosil yakıt kullanımını azaltacak ve kar sağlayacaktı. NextEra Enerji Kaynakları projedeki %20 hisseyi Google Enerjiye satarak, projenin geliştirilmesi için fon sağlamış oldu. Yine 2010 yılında Google, web tabanlı telekonferans ve diğer ilişkili hizmetleri sağlayan Norveç menşeli firma olan Global IP Solutions'ı satın aldı. Bu edinim ile Google ürünlerine telefon tipi hizmetleri de ekleyebildi. Ardından, 27 Mayıs 2010'da mobil reklam ağı AdMob'un satınalımını tamamladığını açıkladı. Federal Ticaret Komisyonu bu satınalmaya ilişkin açtığı soruşturmayı kapmasının üzerinden birkaç gün geçtikten sonra Google bu firmayı belirsiz bir fiyata satınalmıştır. Temmuz 2010'da Google Iowa rüzgar çiftliği ile 114 megawatt enerji alımı için 20 yıl süreli anlaşma imzaladı. 4 Nisan 2011'de, "The Globe and Mail" 6.000 adet Nortel Networks patenti için Google'ın 900 milyon $ teklif ettiğini duyurdu. 15 Ağustos 2011'de ise Google Motorola Mobility'i ABD ve Avrupa'da mevcut yasa uygulayıcı ve kurulların karşı görüş bildirmelerine rağmen 12,5 milyar $'a satın alacağını açıkladı. Google blog'daki bir yazıda İcra başkanı ve kurucu ortak Larry Page bu satınalımın Google'ın patent portföyünü güçlendirmek amaçlı stratejik bir satınalım olduğunu dile getirdi. Şirketin Android işletim sistemi, özellikle Apple ve Microsoft Android'e uygun telefon üreticileri HTC, Samsung ve Motorola ile davalık olmuşken bu satınalma ile elde ettiği, Motorola'ya ait mobil aletlere ve kablosuz teknolojilere ilişkin yüklüce patent portföyü Google'a, diğer firmalarla (özellikle Apple ve Microsoft ) devam eden patent anlaşmazlıklarında yardımcı olacaktı, Android işletim sistemini de serbestçe sunmaya devam edecekti. 2014'te Google, yeni kurulan video ve özel efekt şirketi Zync Inc.’yi satın aldığını açıkladı. Zync, “Star Trek Into Darkness” ve “Looper” adlı filmlerde de kullanılan video ve özel efekt özellikleri hizmetini sunan bir şirket. Google, Zync’i kendi bulut platformuna alacağını bildirdi. Ağustos 2015'te Larry Page'in yaptığı açıklamaya göre artık Google ve satın aldığı kuruluşlar Alphabet adlı holdinge bağlanmış ve holdingin CEO'su Larry Page Yönetim kurulu başkanı ise Sergey Brin olmuştur.Ayrıca Larry Page'den boşalan Google'nin CEO makamına Sundar Pichai getirilmiştir. Google gelirlerinin yüzde doksan dokuzuna yakınını kurumsal reklam programlarından elde etmektedir. Şirket, 2006 mali yılı için toplam reklam gelirini 10.492 milyar dolar olarak açıklarken, lisanslama ve diğer girdilerden sağladığı gelirin yalnızca 112 milyon dolar olduğunu belirtmiştir. Bu doğrultuda, çevrim içi reklam pazarında büyük komisyon ücretleri elde edebilmek için çeşitli yenilikleri yaşama geçirmiştir. Teknolojik olarak DoubleClick'ten yararlanan şirket, kullanıcıların ilgi alanlarına göre hedef reklamları belirleyerek; kullanıcıların amacına uygun içerikleri, onlarla buluşturmuştur. Google’ın diğer ürünlerinden,Google Analytics site içi bağlantılardaki tıklanma sayısının incelenmesi gibi yöntemlerle; internet sitesi sahiplerinin sitelerine giriş yapan insanların nereden ve nasıl giriş yaptığını takip edebilmesini sağlamaktadır. İki yönlü bir program olan Google reklamlarda üç yönlü websiteleri yer alabilmektedir. Bir diğer ürün olan Google AdWords ile; Google içerik ağlarında, tıklama başına ödeme veya görüntüleme başına ödeme gibi seçeneklerle; reklamcıların kendi reklamlarını yayınlayabilmesine imkan tanınmaktadır. Kardeş hizmet Google AdSense ise, site sahiplerinin kendi sitelerinde bu reklamları yayınlayabilmesini ve yayınlanan reklamlardan tıklama başına para kazanmalarını sağlamaktadır. Programın eksikliklerinden ve eleştirilen yönlerinden biri, Google'ın tıklama sahtekarlığı konusunda yetersiz kalışıdır, insanlar veya otomatik kodlar aracılığıyla ürünle ilgilenmeden yapılan "tıklamalar", reklam veren kişilerin hizmet karşılığı olmadan Google'a para ödemesine neden olmaktadır. Reklam endüstrisinin 2006 raporlarına göre; çevrim içi reklamlara yapılan tıklamaların %14 ila %20'lik kısmının sahte ya da geçersiz tıklama olduğu açıklanmıştır. Ayrıca, diğer bir tartışma kullanıcıların belirli bir web sitesi içerisinde aradıklarını bulmalarını sağlayan, ikincil bir arama kutusu sistemi olan "arama içinde arama" uygulaması üzerinde yaşanmıştır. Yakın bağlantıları olan bir özel şirket için arama içinde arama özelliği kullanılırken, bu şirket kullanıcıları çekebilecek özgün bir arama sistemi beklentisinde olmasına rağmen; yapılan aramanın sonuçlarında çoğunlukla rekabet içinde olunan şirketler de yer almaktadır. Google reklam sis
teminin karşılaştığı diğer bir eleştiri de; reklamın Sanal Binyıl Telif Hakkı Sözleşmesi'ne uygunluğu konusunda bir şüphe dahi olsa reklamcının sansürlenmesidir. Örneğin 2003 Şubat'ında, Google; kâr amacı gütmeyen ve büyük bir kruz gemisinin atık su arıtma uygulamalarını protesto eden bir örgütlenme olan Oceana'nın reklamlarının gösterimini durdurmuştur. Google buna gerekçe olarak kendi yayın politikası olan: ‘’"Google bir görüşün, kişinin ya da organizasyonun karşı savunuculuğunu yapan hiçbir reklamı yayınlamayı kabul etmez."’’ prensibini göstermiştir. Ancak daha sonra bu politika değiştirilmiştir. 2008 Haziran ayında Google ve Yahoo! bir reklam anlaşması yapmış, bu anlaşma uyarınca Yahoo! kendi ağ sayfalarında Google reklamlarının gösterilmesine izin vermiştir. Ancak iki şirket arasındaki bu anlaşma Birleşik Devletler Adalet Bakanlığı tarafından güven vermeyen bir eylem olarak görülmüş ve bu nedenle hiçbir zaman hayata geçirilememiştir. Sonuç olarak Google, Kasım 2008'de anlaşmayı feshettiğini açıklamıştır. Google kendi ürün tanıtımlarında kullanılmak üzere Demo Slam adlı bir site açarak; geliştirdiği ürünlerin teknoloji sunumunu yapmayı amaçlamıştır. Sitede her hafta iki takım; Google teknolojisinin yeni bağlamlarını ortaya koyabilmek için yarışmaktadır. Arama Motorları Dergisi'nde Demo Slam'den şöyle bahsedilmiştir: "Yaratıcı ve teknoloji meraklısı insanların, orada kendi videolarını oluşturup, dünya insanlarının en yeni ve muhteşem teknolojileri anlamlandırabilmesine yardımcı olabilecekleri bir yer." Google Arama, bir arama motoru uygulaması olup, şirketin en popüler uygulamasıdır. Kasım 2009'da comScore’un yayımladığı bir pazar araştırmasına göre, Google ABD'deki arama motoru sektörünün en çok kullanılan uygulaması olup, pazar payının %65.6'sını elinde tutmaktadır. Google milyarlarca ağ sayfası (web) dizinine sahiptir, böylece kullanıcılar anahtar kelimeler ve uygulamaların kullanımı yoluyla arzu ettikleri bilgilere ulaşmak için arama yapabilmektedir. Google popülerliğine karşın, birçok kurumun eleştirisine de maruz kalmıştır. 2003'te "The New York Times" Google'nin dizinleme hizmeti hakkında şikayette bulunmuş, Google'ın önbellek uygulamalarının korunan içeriklerin telif haklarını ihlal ettiğini iddia etmiştir. Ancak, bu durum üzerine Birleşik Devletler Nevada Bölge Mahkemesi'nde görülen "Field v. Google" ve "Parker v. Google" davaları Google'nin lehine sonuçlanmıştır. Ayrıca , yeni hızlı arama özelliklerinin aranmasına izin vermeyeceği sözcüklerin devasa bir listesini yayımlamıştır. Google İzleme Örgütü, Google'nin sayfa derecelendirme algoritmasını eleştirerek; Google'nin yerleşik siteleri yeni sitelere karşı kayırdığını iddia etmiş, şirketin CIA ve NSA ile ilişkili olduğunu savunmuştur. Tüm bu eleştirilere rağmen; ana arama motorunun yanında; Google'nin görsel arama motoru, Google Haberler, Google Haritalar da dahil olmak üzere birçok hizmeti geniş bir yaygınlık kazanmıştır. 2006'nın ilk yarısında, şirket; Google Video uygulamasıyla kullanıcıların internet üzerinden yükleme, arama ve video izleme gibi işlemleri gerçekleştirebilmesini sağlayan sistemi başlatmıştır. Ancak 2009'da, bu sistemi video aramaları konusunda geliştirmek amacıyla, sisteme video yüklenebilme özelliğini kaldırmıştır. Masaüstüne hitap eden ve bilgisayar içi yerel konumlarda arama yapabilmeyi sağlayan Google Masaüstü ve son olarak Birleşik Devletler Patent ve Ticari Marka Bürosu'yla yapılan işbirliği neticesinde oluşturulmuş ve kullanıcılara; Birleşik Devletlerdeki marka ve patent bilgilerine ücretsiz erişim imkanı sağlayan Google Patents’i geliştirmiştir. Google sunucularında barındırılan tartışmalı arama hizmetlerinden biri de Google Kitaplar'dır. Şirket kitapları tarayarak, bu yazılı ürünlere sınırlı ve tam ön izleme olmak üzere iki biçiminde erişim sağlamıştır. Bu yeni hizmet nedeniyle, 8.000 civarında Amerikalı yazarı temsil eden bir grup olan Yazarlar Birliği 2005'te Google aleyhine New York Şehri Federal Mahkemesi'nde bir dizi dava açmıştır. Google bu iddiaları; bu hizmet çerçevesinde mevcut ve tarihsel tüm telif hakkı uygulamalarına riayet edildiği yönündeki savunmasıyla yanıtlamıştır. Google; Birleşik Krallık, ABD, Kanada ve Avustralya kaynaklarından elde ettiği eserleri sınırlı tarama çerçevesinde hizmete sunma vaadiyle 2009'da bu sorunun çözümüne ulaşmıştır. Bununla birlikte, 2009 sonlarına doğru Fransız yayınevi Éditions du Seuil tarafından basılan La Martinière'nin eserleri Paris Aslî Hukuk Mahkemesinde açılan dava sonucunda; Google veri tabanından çıkarılmıştır. Google, Amazon.com'a rakip olarak, yeni kitapların sanal sürümlerini satışa sunmayı planlamaktadır. 21 Temmuz 2010'da çıkan Bing'e karşılık olarak; Google görsel aramalardaki küçük görsellerin gruplandırma sistemini daha gelişkin ayrıntılarla güncellemiştir. Ağ sayfası aramalarında, 23 Temmuz 2010 itibarıyla hâlâ sayfa formatı başına grup görüntü sistemi kullanılsa da, belirli İngilizce sözlük terimleri için bağlantılı sonuçlar web aramalarının üzerinde görülmektedir. Google'nin algoritması Mart 2011'de yenilenmiş; bu yeni sistemde yüksek kaliteli içeriklere ağırlık verilmiş, ve imkan dahilinde n-gram değeriyle, değersizleşmiş içeriğin silinmesi hedeflenmiştir. Google kuruluşundan itibaren, standart ağ arama sistemlerinin yanında bir dizi verimlilik araçları da yayınlamıştır. Google'nin sağladığı ücretsiz bir çevrim içi posta uygulaması olan Gmail’in yalnız davet ile üye kabul eden beta sürümü 1 Nisan 2004'te başlatılmış, uygulama 7 Şubat 2007'de genel kullanıma açılmıştır. Servis, 7 Temmuz 2009'da beta sürümünden yükseltilmiş ve aylık 146 milyon kullanıcıya ulaşmıştır. Gmail, bir gigabaytlık saklama alanına ve internet forumlarına benzer bir biçimde aynı konuşmaya ait postaları tek bir mesaj sekmesinde koruma özelliğine sahip olan ilk e-posta hizmeti olmuştur. Bu servis güncel olarak 7400 MB ücretsiz saklama alanı sunmaktadır; buna ek olarak 20 GB ila 16 TB arasında bir saklama alanına Gigabayt başına 0.25 dolar ödenerek sahip olunabilmektedir. Gmail uygulaması program geliştiricileri tarafından; tarayıcıyı yinelemeksizin etkileşimli olarak sayfanın yenilenmesine izin veren AJAX uygulamasının öncüsü olarak kabul edilmektedir. Uygulamaya yapılan en büyük eleştiri, bu uygulamanın diğer çevrim içi uygulamalarla bağlantısından dolayı mevcut verilerin deşifre edilebilme potansiyelidir. Steve Ballmer (Microsoft'un CEO'su), Liz Figueroa, Mark Rasch, ve Google İzleme Örgütü editörü mevcut e-posta iletisi içeriklerinin adil kullanım gereklerinin ötesinde işlev gördüğüne inandıklarını söylemişlerdir, ancak Google gönderilen e-postanın gönderen ve alan haricinde hiç kimse tarafından okunmadığını, reklamların yalnızca ilgiyi arttırmak için kullanıldığını iddia etmiştir. Diğer bir verimlilik paketi olan Google Docs, belgelerin çevrim içi alanda oluşturulması, düzenlenmesi ve paylaşılmasını içermektedir ve Microsoft Word'a benzemektedir. Servisin özgün adı Writely'dir, 9 Mart 2006'da piyasaya sürüldüğünde yalnız davet yoluyla hesap edinilmesine izin verilmiştir. 6 Haziran'dan sonra Google deneysel bir tablo düzenleme programı oluşturmuştur, bu programın 10 Ekim'de Google Docs ile entegre olarak kullanılması planlanmıştır. Google'nin sunum hazırlamak için geliştirdiği program 17 Eylül 2007'de, Gmail tam sürüme yükselmeden ve diğer üç hizmet başlamadan önce hayata geçirilmiştir. Google Takvim ve diğer Google Takım uygulamaları 7 Temmuz 2009'da kullanıma açılmıştır. Google şirket pazarına 2002 Şubat'ında Google Arama Araçları (Google Search Appliance ) ile girdi, böylece daha büyük organizasyon yapılarına arama teknolojilerini sunmayı hedefliyordu. Daha küçük organizasyon yapıları için üretilen Mini'yi bundan üç yıl sonra kullanıma sundu. Ardından 2006'da "Özelleştirilmiş Arama iş sürümünü" (Custom Search Business Edition ) hizmete aldı. Bu versiyonda kullanıcılar reklamdan arındırılmış Google.com index'inden faydalanabiliyorlardı. Bu hizmet daha sonra 2008 yılında Google Site Araması olarak isimlendirilmiştir. Şirket pazarına yönelik bir diğer Google ürünü de Google Apps Premier Edition'dır. Bu hizmet ve hizmete eşlik eden iki sürüm (eğitim ve standart sürümler), firmalara, okullara ve diğer organizasyonlara Google'ın Gmail ve Google Documents gibi çevirimiçi uygulamalarını, kendi domain'lerinde kullanma imkanı sağlamaktadır. Premier sürüm Standart sürüme göre ek özellikler sağlar. Daha fazla disk alanı, API erişimi ve premium destek bu özellikler arasında bulunmakta ve kullanıcı başına yıllık 50 $'a mal olmaktadır. Google App'lerin geniş bir kullanıcı hizmetine sunumu Thunder Bay, Ontario, Kanada'da Lakehead Üniversitesi için 38,000 kullanıcı ile 2007 yılında gerçekleştirilmiştir. Google App'lerin kullanıma açılması ile Google, güvenlik hizmetleri sunan Postini'yi satınalmış ve Google Postini hizmetleri adıyla Google App'lerin içine entegre etmiştir. Google Çeviri, otuz beş farklı dil arasında çeviri yapabilen bilgisayar sistemli bir çeviri servisidir. İnternet tarayıcıları için hazırlanan bazı eklentiler, Google Çeviri'ye kolay erişim imkanı sağlamaktadır. Yazılımın kullandığı sistem dil bilimsel dizin teknolojisidir, özellikle Avrupa Parlamentosu ve BM tutanakları olmak üzere, profesyonel çeviri metinlerindeki çeviri sistemleri; program algoritması tarafından "öğrenilmektedir". Ayrıca, "daha iyi bir çeviri öner" özelliğiyle, güncel çevirilerdeki yanlış veya kalitesiz tercümelerin geliştirme ekibine ulaştırılması sağlanmaktadır. Google, 2002'de Google Haberler hizmetini başlatmıştır. Şirket insansız bir sistemle, yalnızca bilgisayar algoritmasıyla haber derleme işlemi yapan bir sistem geliştirdiğini açıklamıştır ve bu hizmet için editör, yayın yönetmeni veya yayımcı başyazar istihdam etmemektedir. Site, Yahoo! Haber Servisi'nde yer alan düşük lisanslı haberleri barındırmış ve haberlerle başlıklarının site içinde verilmesi yerine, haberin içeriği ve fotoğrafları konu sınıflandırılması yapılmış bağlantılar halinde sunmuştur. Fotoğrafların kullanım hakkı sorunlarını
en aza indirmek için görsellerin düşük çözünürlüklü sürümleri kullanılıp, konuyla ilgili diğer kaynaklardaki haberler de başlıklar halinde sıralanmıştır. Bununla birlikte, Fransız Basın Ajansı telif hakkı ihlalini gerekçe göstererek Kolombiya Bölgesi'de bulunan federal bir mahkemede Google aleyhinde dava açmıştır. Davanın nedeni; Google'ın AFP makalelerinin bir kısmını, açıklanmayan bir anlaşma ile tam metin şeklinde ve siteye yerleşik olarak Google Haberler'de kullanmasıdır. 2006'da Google, San Francisco kentinde EarthLink üzerinden ücretsiz geniş bant ve kablosuz internet erişimi hizmeti sağlamak için bir teklif yapmıştır. Ancak Comcast ve Verizon gibi büyük telekomünikasyon şirketleri bu hizmetin "haksız rekabet" doğuracağı ve kent içi hizmet taaddütlerine aykırı olduğu gerekçesiyle bu teklife karşı çıkmıştır. 2006'da yapılan ağ tarafsızlığı kongresinden önce, Google İnternet Sorumlusu Evanjelist Vinton Cerf geniş ağ internet sağlayıcılarını; ‘’gerçek üstü taktiklerle ve eksik bilgilendirmeyle tüketicilerin yaklaşık yarısının tercihi olmakla’’ suçlamıştır. Google günümüzde, merkezinin bulunduğu Mountain View'de ücretsiz wi-fi hizmetini kullanıcılara sunmaktadır. Bir yıl sonra, Google'nin muhtemelen Apple'nin iPhone ürününe rakip olarak, kendi cep telefonunu piyasaya sürmek için hazırladığı plan ortaya çıkmıştır. Ancak Android adı verilen bu proje, mobil (taşınabilir) bir aygıt değil, mobil cihazlar için geliştirilmiş açık kaynaklı bir lisans olan Apache 2.0 lisansının üzerine kurulmuş bir işletim sistemi olarak kullanıma sunulmuştur. Google, Android tabanlı cep telefonlarında bulunan entegre uygulamaları çalıştırmak için bu yazılımı geliştirmiş, 2008 Eylül’ünde, T-Mobile'nin ürettiği G1 modeli ilk Android tabanlı telefon olmuştur. Bir yıldan uzun bir süre sonra; 5 Ocak 2010'da Google tarafından şirkete ait Android tabanlı ilk cep telefonu olan Nexus One piyasaya sürülmüştür. Şirketin üzerinde çalıştığı diğer projeler; ağ sayfası (web) tarayıcısı, işbirlikçi iletişim hizmeti ve mobil ödeme sistemidir. İlk olarak, 1 Eylül 2008'de açık kaynak kodlu bir web tarayıcı olan Google Chrome'nin geliştirildiği duyrulmuştur, tarayıcı 2 Eylül 2008 tarihinde kullanıma sunulmuştur. Bir sonraki yıl, 7 Temmuz 2009'da; Google, açık kaynak kodlu işletim sistemi Linux tabanında kullanıcıların kendi Google hesaplarını yönetmelerini sağlayan ve yalnız bir web tarayıcı içeren Google Chrome OS'u duyurmuştur. İkinci olarak, 27 Mayıs 2009'da duyrulan Google Wave, kullanıcıların web üzerinden işbirliği ve iletişimini kolaylaştıran bir sistem olarak tarif edilmiştir. Bu hizmet Google'nin "yapılandırılmış e-posta" sisteminin yanında; gömülü ses, görüntü ve diğer görsel içeriği gerçek zamanlı düzenleyebilme ve yeni uzantılarla birlikte iletişim deneyimini geliştirebilme yeteneklerini vadetmektedir. Hizmet ilk olarak geliştirici ön izlemesine açılmış ve ilgili kullanıcılar deneme sürecine davet edilmiştir, 19 Mayıs 2010'da ise Google'ın I/O ilkesi çerçevesinde sistemin genel kullanımına başlanmıştır. 2011'de ise şirket; Google Wallet ile cep telefonu üzerinden ödeme yapabilmeyi sağlayan bir sistem geliştirdiğini açıklamıştır. Haziran 2011'den sonra, bir sosyal ağ hizmeti olan ve Google+ olarak adlandırılan çevrim içi yazılım geliştirilmiştir. 14 Temmuz 2011'de Google tarafından sınırlı deneme aşamasında başlatılan bu uygulamanın yalnızca iki haftada 10 milyon kullanıcıya ulaştığı açıklanmıştır. İlerleyen dört haftada bu uygulamanın, 25 milyon kullanıcı sayısını aştığı belirtilmiştir. Google resmî olmayan bir kurum kültürüne sahiptir. Şirket, 2007 ve 2008 yıllarında Fortune dergisinin yayımladığı çalışan açısından en ideal şirketler sıralamasında ilk sırada yer almış, ayrıca 2009 ve 2010 yıllarında aynı sıralamada dördüncü olmuştur. Buna ek olarak, 2010 yılında Universum İletişim tarafından okul mezunlarına yönelik işgücü çekiciliği açısından en cazip şirket dalında aday gösterilmiştir. Google, kurumsal felsefesini: “kötülük yapmadan da para kazanılabilir”, “takım elbise giymeden de ciddi olunabilir” ve “iş kamçılayıcı; rekabet eğlenceli olmalıdır” gibi özgür prensipler üzerine kurmuştur. Halka arz sonrasında Google'ın hisse senedi performansı, çalışanlarına çok erkenden ve rekabetçi bir şekilde tazmin edilmelerini sağladı. Google’ın halka arzından sonra, kurucuları Sergey Brin, Larry Page ve CEO'su Eric Schmidt, maaşlarının 1 $'a düşürülmesini kabul ettiler ve şirketin maaşlarını arttırma tekliflerini sürekli reddettiler, zira sahip oldukları Google hisse senetlerinden gelirleri gelmeye devam edip ana gelir kaynaklarını oluşturuyordu. 2004 yılından önce, Schmidt, yılda 250.000 $; Page ve Brin'in her biri yıllık 150.000 $ gelir sahibi oldular. 2007’de ve 2008’in başlarında, üst düzey yöneticilerin birçoğu Google'ı bıraktı. Ekim 2007'de, YouTube'un CFO'su Gideon Yu beraberinde yüksek kademeden mühendis olan Benjamin Ling ile Facebook'a katıldı . Mart 2008'de Sheryl Sandberg, küresel çevrim içi satış ve operasyon başkan yardımcısı, Facebook'ta COO (chief operating officer, operasyonlardan sorumlu en tepe yönetici) olarak işe başladı, bunun yanı sıra, Ash ElDifrawi, Google’ın marka reklam yöneticisi, 2009'da Hayneedle adını alacak Netshops çevrim içi perakende şirketinde pazarlamadan sorumlu müdür olmak üzere işinden ayrıldı.. 4 Nisan 2011'de Larry Page CEO ve Eric Schmidt Google İcra Kurulu Başkanı oldu. Bir motivasyon tekniği olarak, Google genellikle "icat boş zamanı" (Innovation Time Off) adı verilen politikaya sahiptir. Buna göre Google mühendisleri çalışma saatlerinin %20'sini ilgilerini çeken projeler üzerinde geçirmek için teşvik edilirler. Google hizmetleri arasından Gmail, Google Haberler, Orkut ve AdSense gibi hizmetler bu bağımsız çabalardan ortaya çıkmıştır. Stanford Üniversitesi'ndeki bir mülakatında, Marissa Mayer, Google'ın Arama Ürünleri ve Kullanıcı Deneyimi Başkan Yardımcısı, o zaman lanse edilen yeni ürünlerin yarısının bu icat boş zamanlarında yaratıldığını söylemiştir. Mart 2011’de, danışmanlık firması Universum, 10.000'den fazla genç profesyonelin katılımı ile gerçekleştirdiği araştırmanın sonucunda; Google’ın, katılımcıların yaklaşık yüzde 25'i tarafından ideal işveren listesinde ilk sırada sıralandığını yayımladı. Mountain View'de bulunan Google'ın merkez binası Googleplex olarak anılmaktadır. İsmi, Google ve kompleks ile googolplex kelimesinden türetilmiştir. Binanın lobisi piyano şeklinde dekore edilmiştir, içerde lav lambaları, eski server clusterlar ve duvarlarda arama sorgu projeksiyonları bulunmaktadır. Koridorlarda egzersiz topları ve bisikletler mevcuttur. Her çalışanın ortak eğlence ve dinlenme merkezlerine giriş hakkı vardır. Eğlence alanları yerleşkenin her yerinde bulunmaktadır. Antrenman salonlarında ağırlıklar, ergometreler, soyunma odaları, duş ve kurulanma imkanları, masaj salonları, çeşitli video oyunları, langırt, piyano, bilardo masaları ve masa tenisi mevcuttur. Bunlara ek olarak da beslenme ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli yiyecek ve içeceklerin bulunduğu odalar mevcuttur. Çalışanlar odalarda bulunan gıdaları ücretsiz, satış makinelerinde bulunanları ise ücreti karşılığında alabilmektedir. Google, 2006 yılında 28,900 m²'lik çalışma alanına sahip New York City, Manhattan 111 Eighth Caddesi'ndeki binasına taşındı. Bina Google tarafından özel olarak inşa edildi ve büyük ortaklıkları başaran en büyük satış grubu olarak lanse edildi. 100'den fazla projeden (Google maps, Google Spreadsheets ve diğerleri...) sorumlu olan mühendis personel grubu New York City'de bulunan ekibe dahil edildi. Bina yılda 10 milyon $’a kiralanmıştır ve Mountain View'deki merkez binasına benzer dizayn ve fonksiyonlara sahiptir. Kasım 2006'da Pittsburgh'daki Carnegie Mellon yerleşkesinde bir ofis açtı. Bu ofiste akıllı telefon uygulama ve programlarının satışıyla ilgili reklam yapılması üzerine odaklanıldı. 2006'nın sonlarına doğru, Google AdWords bölümü için Ann Arbor, Michigan'da yeni bir merkez bina kurdu. Ayrıca, dünyanın birçok yerinde yerel ofisleri bulunmaktadır. Google, çevreye duyarlı olma noktasında adımlar atmaktadır. Ekim 2006'da şirket binlerce güneş paneli kurma planını açıklamış, sistemin; 1.6 megawatt elektrik gücü üreteceğini tahmin ederek ihtiyacı olan elektrik enerjisinin 30%'nu bu yolla karşılamayı planlamıştır. Bu sistemin, dünyadaki en büyük güneş enerjisi kaynaklı güç üretimi sistemi olarak planlanmıştır. Buna ek olarak 2009 yılında Google, Googleplex etrafındaki otlak alanlarının kısa kalmasını sağlamak maksadıyla bu alanda keçi sürüleri konuşlandıracağını ve ayak izlerinin karbon salınım oranını azaltması yoluyla çalıların mevsimlere bağlı olarak yanmasının önüne geçilmesini de amaçladığını açıkladı. Çimlerin kısa tutulması ile ilgili fikir, yarı iletken alanında çalışan mühendis R. J. Widlar'a aittir. Buna rağmen Harper Magazine tarafından Google, kendi iç yapısında kullandığı bir slogan olan "Kötü olmayın" prensibine ve kamu enerjisi tasarrufu kampanyalarına uymayıp, kendi sunucuları için gereken büyük miktarda enerjiyi sağlama çabasına girdiği gerekçesiyle "enerji israfı" suçlamalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Google geleneksel olarak 1 Nisan şakaları yapar. 2000 yılında MentalPlex şakasında zihin gücü ile internette arama yapılabileceği öne sürmüştü. 2007'de Google TiSP adında bedava bir internet hizmeti sunmaya başladığını duyurmuştu. TiSP veya Toilet Internet Service Provider, (Tuvalet Internet Servis Sağlayıcı ) ile hizmet alana fiberoptik kablo ile tuvalet sifonundan drenaj kanalı sayesinde erişim sağlamayı vadetti. Yine 2007'de Google Gmail ana sayfasından Gmail Paper duyurusu yaptı. Buna göre kullanıcı epostaları basılacak ve kendilerine yollanacaktı. 2008'de Google Gmail Custom Time'ın duyurusu yaptı, buna göre kullanıcılar e-postanın yollandığı zamanı değiştirebileceklerdi. 2013'te "Arama motoru teknolojisinde koku devrimi" adıyla duyurduğu "Google Burun " isimli uygulamayla internet kullanıcılarına 1 Nisan şakası yaptı. "Google Burun", bir günlük beta sürümüyle "1 Nisa
n şakasıyla" internet kullanıcılarına merhaba dedi. "Google Aroma veritabanı - 15 milyondan fazla koku verisi" gibi çarpıcı ifadelerle tanıtımı yapılan uygulama tamamen 1 Nisan şakasından ibaret."Kokla", "Koklamayı başlat" butonlarına bastıktan sonra "Koku gönderiliyor" uyarısıyla "Burnunuzu ekrana mümkün olduğunca yaklaştırın ve Enter'a basın" gibi bir ifade ekrana çıkıyor. Hemen Yanında "Yardıma mı ihtiyacınız var?" butonuna bastıktan sonra, uygulamanın 1 Nisan şakası olduğu anlaşılıyordu. Topeka, Kansas şehrinin valisi, Google'ın Google Fiber Projesi hakkındaki kararını etkileyebilmek için şehrin ismini bir süreliğine Google olarak değiştirmişti. Google, buna karşılık olarak, 2010 yılındaki şakasında, adını geçici olarak Topeka şeklinde değiştirdi. 2011'de Gmail Motion duyurusunu yaptı. Bu hizmetle Google, kamera ile kullanıcıların Gmail hesabını ve bilgisayarı vücut hareketleri yoluyla denetlemesine olanak sağlayacaktı. Tüm bu 1 Nisan şakaları ile birlikte, Google hizmetlerinde çeşitli paskalya yumurtaları bulunmaktadır. Örneğin, Google arama motoru dil seçenekleri arasında Swedish Chef'in "Bork bork bork," Pig Latin, "Hacker" veya leetspeak, Elmer Fudd ve Klingon bulunmaktaydı. Ek olarak arama motoru Douglas Adams'ın "Otostopçunun Galaksi Rehberi" isimli kitabında da geçen Hayat, Evren ve her şey hakkındaki nihai yanıtı da sağlar. Ayrıca, arama sayfasında dil oyunları da yapmaktadır; örneğin "recursion" (yineleme) sözcüğü arandığında, imla kontrolü yineleme yaparak yine recursion sözcüğünü aramayı tavsiye eder. Benzer şekilde "Anagram" (bir kelimedeki harflerin yerini değiştirerek yeni bir kelime üretmek) sözcüğü arandığında, imla kontrolü tavsiyesi "Did you mean: nag a ram?" şeklinde olur. Google Maps'de de geniş su kütleleri ile ayrılmış iki nokta arasında, örneğin Tokyo ve Los Angeles arasında, yol tarifi sorulduğunda, "Pasifik Okyanusu'nu kayak yaparak geçin." şeklinde bir tarif görülebilir. 2010 FIFA Dünya Kupası süresince, "Dünya Kupası", "FIFA" vb. aramalarda alttaki sayfa listesi "Goooo...gle" şeklinde değil "Goooo...al!" şeklinde belirmiştir. 2004 yılında Google, 1 milyar $'lık bir başlangıç sermayesi ile kâr amacı gütmeyen bir hayır organizasyonu olan Google.org'u kurdu. Organizasyonun misyonu, iklim değişikliği, küresel halk sağlığı ve küresel yoksulluk ile ilgili farkındalık yaratmaktır. İlk projelerinden biri, hibrid elektrikli otomobillere her galonla 100 mil gidebilmelerini sağlayacak bir eklenti yapmaktı. Google, 2004 yılında bu programa yönetici müdür olarak Dr. Larry Brilliant'ı aldı. Programın şu andaki yöneticisi ise Megan Smith'dir. 2008 yılında Google, "10 Projesi" ile projeye başvuran ve şirket tarafından seçilen 16 fikri kullanıcılarının oylamasına açmıştır. İki yıllık sessizlik sonrasında, 10 Projesi'nin kazananlarına toplam 10 milyon $ vermeye karar vermiştir. Takip eden, 2011 yılında ise, Uluslararası Matematik Olimpiyatları'nı desteklemek amacıyla, gelecek beş yıl için (2011-2015) Uluslararası Matematik Olimpiyatları'na 1 milyon € bağışlamıştır. Google ağ tarafsızlığının ünlü bir destekleyicisidir. Google'ın "İnternet Tarafsızlık Rehberine göre; Ağ tarafsızlığı; İnternet kullanıcılarının, gördükleri içerikleri ve İnternet'te kullanılan uygulamaları kontrol edebilmeleri prensibidir. İnternet ilk günlerinden beri bu tarafsızlık ilkesine göre faaliyet göstermektedir. Temelde bu tarafsızlık ilkesi İnternet'e eşit erişim hakkındadır. Bizim görüşümüze göre geniş bant taşıyıcıları, rekabet uygulamaları ve içeriklerine karşı ayrımcılığa neden olmaması için pazar gücünden izin almadır. Yalnızca telefon şirketleri, müşterilerini kimi, niçin arayacaksa izin almadan yapmalıdır. Geniş bant taşıyıcılar, pazar güçlerinin kontrolünde bu faaliyetlerini icra etmelidirler. 7 Şubat 2006 yılında İnternet Protokolü'nün yaratıcısı, Google'ın başkan yardımcısı ve "Baş İnternet Misyoneri" olan Vint Cerf, kongre önünde, "Geniş bant taşıyıcılarının insanların ne gördüklerini ve çevrim içi olarak ne yapmak istediklerini kontrol etmelerine izin vermenin, İnternet'in başarı sağlaması prensiplerini temelden çökerteceğini" ifade etmiştir. Google'nin yönetim şefi Eric Schmidt, 2007'de Financial Times'a verdiği bir demeçte: "Google'ın hedefi "Yarınım nasıl olacak?" ve "Ne iş yapacağım?" gibi geleceğe dönük sorular sorulmasına olanak tanımak ve bu soruları yanıtlayabilmektir." demiştir. Schmidt 2010'da Wall Street Journal'a verdiği başka bir röportajda ise bunu teyit etmiş ve şöyle demiştir: "Aslında birçok kişi Google'ın onların sorularını yanıtlamak istemediğini düşünüyor, onlar (kullanıcılar) bundan sonra Google'ın neler yapacağını anlamak istiyor." 2009 Aralık ayında, Google CEO'su, Eric Schmidt, gizlilik konusundaki endişelerini açıklamıştır: "Eğer herkesin bilmesini istemediğin bir şey varsa, belki de ilk raddede bunu yapmayacaksın. Eğer gerçekten bir gizliliğe ihtiyacınız varsa, gerçek şu ki Google dahil arama motorları bu bilgileri bir süreliğine koruyor; örneğin, "Amerikan Yurtseverlik Yasası uyarınca bizim elimizdeki mevcut bilgileri yetkili makamlara sunmamız imkan dahilindedir." Google Uluslararası Gizlilik Örgütü'nün "Gizlilik Muhalifi" olarak nitelendirdiği şirketler arasındadır, bu listede Google gizlilik güvenilirliği en düşük kurumlar arasında yer alıp, mevcut konumuyla bu derecedeki tek şirkettir. 2010 Tekonomi konferansında Eric Schmidt internetin geleceğinin "gerçek şeffaflık ve bilinirlik" üzerine kurulacağını tahmin etmiş: "Dünyadaki eş zamanlı olmayan tehditlere karşı, belirli bir tanımlama yapamamak son derece tehlikeli. Bundan dolayı bazı insanlar için doğrulama hizmetini kullanmaya mecburuz. Bu hükûmetlerin isteklerindendir." şeklinde konuşmuş ve devam etmiştir: "Yeterli sayıda iletinize, bulunduğunuz yere ve kullandığınız yapay zekâya bakılınca; bizler sizin nerede olabileceğinizi tahmin edebiliriz. Bize 14 fotoğrafınızı gösterin; bizler sizin kim olduğunuzu tanımlayabiliriz. Şimdi düşüneceksiniz ki, internet ortamında 14 fotoğrafım nerede var? Facebook'taki fotoğraflar size ait!" Kâr amacı gütmeyen bir kurum olan Kamusal Bilgi Araştırmaları; Google İzleme Örgütünü başlatmış, "Google'ın tekelini, algoritmasını ve gizlilik sorunlarını görün" içerikli bir web reklamı hazırlamıştır. Bu site Google'ın internet çerezlerini saklaması konusundaki soruları gündeme taşımıştır. 2007 yılında; bu çerezlerin ömrünün 32 yıl olduğu ve bu verilerle kullanıcı kimliklerine istinaden, benzersiz kullanım günlüklerinin oluşturulmasının mümkün olduğu açıklanmıştır. Google kurduğu sosyal ağ hizmeti olan Google Buzz ürünü nedeniyle de eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır, Gmail kullanıcıları bu hizmetten yararlanmayı kapatmadığı takdirde otomatik olarak iletişim listesinde yer almıştır. Ayrıca Google belirli ülke ve bölgelerde bazı siteleri kendi inisiyatifiyle engellediği için eleştirilmiştir. Mart 2010'a kadar Google, halk dilinde "Çin'in Büyük Güvenlik Duvarı" olarak bilinen Çin'in İnternet sansürleme politikalarına bağlı kalmıştır. 2010'da Çin Komünist Partisi Bürosu'ndan sızdırılan diplomatik ilişki raporlarında, Google'ın dünya çapındaki sunucularından bir kısmının koordineli sabotaj düzenleyen bir grup tarafından ele geçirildiği ve bunun "hükûmet operatörleri, özel güvenlik çalışanları ve Çin hükûmetine bağlı internet casusları" tarafından yapıldığı belirtilmiştir. Google'nin yerel ve ulusal gizlilik politikası son derece etkili olmasına rağmen, şirket kendi çevrim içi politikasını kamuoyu ile paylaşmamıştır. Ağustos 2010'da, New York Halk Sözcüsü Bill de Blasio tüm ulusal şirketleri politik harcamalarını açıklamaya çağırmıştır. Google 2006-2010 arasında, otuzdan daha fazla ülkede özel Wi-Fi ağı kurmuş, Google Streetview ile kullanıma sunulan 600 gigabaytlık veri sayesinde de ücretsiz kamera-yol izleme sistemi geliştirilmiştir. Ancak Google, ne bu konudaki gizlilik politikası ne de Wi-Fi istasyonlarını barındıran kişiler hakkında bir açıklama yapmıştır. Bir Google temsilcisi, şirketin Almanya'da açılan soruşturmaya dek veri toplama faaliyetlerinden haberdâr olmadığını iddia etmiş ve Google'ın arama motorları veya diğer servislerinde topladığı bu verilerin kullanılmadığını söylemiştir. Consumer Watchdog temsilcisi ise verdiği cevapta, "Bir kez daha Google'ın gizlilik politikasındaki eksiklikler görüldü. Şirketin bilgisayar mühendisleri cinnet halinde çalışıyor; her ne kadar örtülmeye çalışılsa da, onların internet çerezlerini biriktirdiği ortaya çıktı." şeklinde konuşmuştur. Bunun yasal cezalara neden olabileceğini, Google'ın izin verilen kadar internet çerezini yok etmediğini savunmuştur. Google programlama ve diğer bilgisayar bilimleri konularında birçok yarışma düzenmiş ve var olan yarışmalara sponsor olmuştur. 2003'ten beri düzenlediği Code Jam ile Google'da çalışması muhtemel yüksek kalite mühendis adaylarını keşfetmeyi amaçlamıştır. Yarışmada amaç, kısıtlı bir sürede, verilen algoritma problemlerini çözebilecek bilgisayar programları yazmaktır. Yapay zekâ konusunda 2009-2011 yılları arasında 4 defa düzenlenen AI Challenge yarışmasına 2010 yılından itibaren sponsor olmuştur. Bu yarışmada katılımcılar verilen oyun kuralları içinde birbirine üstünlük kurmaya çalışan yapay zeka programları yazmaya çalışır. Optimizasyon problemleri üzerine yoğunlaşılan Google HashCode yarışması 2014 yılında Fransa çapında düzenlenmiştir. 2015 yılından itibaren yarışma uluslararası çapta düzenlenmeye başlanmıştır. Google, doğrudan bilgisayar bilimleriyle ilgili olmayan bazı yarışmaları da destekler. Google Bilim Fuarı, 2005 yılından beri senede bir kez düzenlenen bir bilim ve mühendislik yarışmasıdır. Yarışmaya 13-18 yaşındaki bireylerden oluşan ekipler katılabilir. Güç elektriği alanındaki Little Box Challenge yarışmasının amacı en küçük güç çeviriciyi yapmaktır. Yapılan güç çevirici kW ölçütünde olmalıdır. 2008 yılından beri düzenlenen Online Marketing Challenge'ın amacı ise Google'ın pazarlama araçlarını kullanarak bir işletme ya da organizasyonun tanıtımını yapmaktır. 17. yüzyıl 17. yüzyıl, m
ilâdî takvime göre 1 Ocak 1601 ile 31 Aralık 1700 günleri arasındaki zaman dilimi olarak kabul edilir. 1676-1681 Osmanlı-Rus Savaşı başladı. 1801 1802 1803 1804 1805 1806 1807 1808 1809 1810 1811 1812 1813 1814 1815 1816 1817 1818 1819 Şubat: Mart: Mayıs: Haziran: Ağustos: Eylül: Ekim: Aralık: 1820 1821 1822 1823 1824 1825 1826 1827 1828 1829 1830 1831 1832 1833 1834 Kara Harp Okulu Kuruldu(1834) 1835 1836 1837 1838 1839 1840 1841 1842 1843 1844 1845 1846 1847 1848 1849 1850 1851 1852 1853 1854 1855 1856 1857 1858 1859 1860 1861 1862 1863 1864 1865 1866 1867 1868 1869 Doğduğu ay ve gün bilinmeyenler Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1870 1871 Doğduğu ay ve gün bilinmeyenler 1872 1873 1874 1875 1876 1877 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1878 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler. 1879 1880 Doğduğu gün ve ay bilinmeyenler 1800 1800 (MDCCC) yılı Gregoryen takvimine göre çarşamba fakat Jülyen takvimine göre Pazar günü ile başlayan bir yıldır. 1799 Doğduğu ay ve gün bilinmeyenler 1798 Öldüğü gün ve ay bilinmeyenler 1797 Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1796 1795 1794 1793 1792 1791 Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1790 Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1789 1788 Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1787 1786 1785 1784 1783 1782 1781 1780 1779 1778 1777 1776 1775 1774 1773 = 1772 1771 1770 1769 1768 1767 1766 1765 1764 1763 1762 1761 1760 1759 1758 1757 1756 1755 1754 1753 1752 1751 1750 1749 1748 1747 1746 1745 1744 1743 1742 1741 1740 1739 1738 1737 1736 1735 1734 1733 1732 1731 1730 1729 1728 1727 1726 1725 1724 1723 1722 Pelonezya Adaları keşfedildi. 1721 1720 1719 1718 1717 1716 1715 1714 1713 İspanya kralı II.Carlos öldükten sonra tahtını bırakacağı bir veliahtının olmaması taht kavgalarına yol açarak İspanya veraset savaşlarının tetikleyicisi olmuştur. Bu savaşta İngiltere'nin yanında normal şartlarda bir araya gelmeyecek Avrupa devletleri ittifak kurmuştur. Amaç Fransa'nın Avrupa'daki yükselişini engellemekti. İspanya Veraset Savaşları bir dünya savaşı olarak da nitelendirilebilir. Savaş sonunda Utrecht anlaşmasıyla Fransa'nın yükselişine son verildi ve hatta Fransa dizginlenmeye başlandı. 1712 1711 1710 Prut savaşı Kuzeyde yeni bir güç olarak ortaya çıkan Rusya, Osmanlı devleti karşısında mağlup oldu. 1709 1708 1707 Doğduğu ay ve gün bilinmeyenler 1706 Doğduğu ay ve gün bilinmeyenler 1705 Doğduğu ay ve gün bilinmeyen 1704 Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1703 Doğduğu ay ve gün bilinmeyenler Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1702 1701 1700 Doğduğu ay ve gün bilinmeyenler Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler Hayao Miyazaki Animasyonun en büyük ustalarından biri olarak kabul edilen Hayao Miyazaki'nin animasyon filmlerinin başarısı dünya çapında ilgi görmüş ve ismi Amerikalı Walt Disney, Steven Spielberg ve Orson Welles ile karşılaştırılır hale gelmiştir. Miyazaki Time dergisinin yapmış olduğu dünyanın en etkileyici insanları listesinde yer almaktadır. Hayao Miyazaki, 5 Ocak 1941 yılında Tokyo'da doğdu. Dört erkek kardeşin ikincisiydi ve ağabeyinin savaş uçakları için parça üreten şirketi "Miyazaki Airplanes"'de yöneticiydi. Annesi ise omurilik veremi hastalığı nedeniyle 1947-1955 yılları arasındaki 8 yıllık süreçte hasta yattı. Toyotama Lisesi'ndeki üçüncü senesinde, dünyanın ilk renkli uzun metrajlı animasyon filmi olan "Hakujaden"i izlediğinde filmden çok etkilendi ve animasyona ilgi duymakla kalmayıp; o anda çizgi roman çizeri olmaya karar verdi. 1962 yılında gittiği Gakushuin Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler ve ekonomi okumaya başladığında; üniversitenin Japon imparatorluk ailesiyle yakın olması sebebiyle Marksist düşünceden etkilendi. Mezun olduktan sonra Toei Animasyon Şirketi'nde animatör olarak çalışmaya başlayan Hayao Miyazaki; bu yıllarda yönetmen olan Isao Takahata ile tanıştı ve beraber şirket sendikasında çalışmaya başladılar. 1965'te anime yönetmeni Otsuka Yasuo ve Isao Takahata'nın çalışmaya başladıkları "Güneşin Prensi Horus (Taiyō no Ōji Horusu no Daibōken)"; Hayao Miyazaki'nin uzun metrajlı bir animasyon filminde çalışmak adına yakaladığı büyük bir fırsattı. Kariyeri boyunca hem pek çok uzun metrajlı animeye, hem de Japonya'da manga olarak adlandırılan çok sayıda çizgi romana imza attı. Eserleri Japonya'da olağanüstü ilgi ve saygı gören Miyazaki, Oscar Ödülü'nü kazandığı 2002 yılına kadar çizgi film çevreleri dışında batıda pek tanınmıyordu. Kendisine sadece bu ödülü getirmekle kalmayıp bir ilke de imza atmasını sağlayan "Ruhların Kaçışı" filmi Berlin Film Festivali'nde ödül alan ilk animasyon filmidir. Ayrıca bu filmle Japonya'da gişe rekorları kırarak; 1997'de yönetmenliğini yaptığı "Prenses Mononoke" filmi ile kendisine ait olan gişe rekorunu yine kendisi kırmıştı. Miyazaki'nin Isao Takahata ile beraber yaptığı "Heidi" dizisi Türkiye'de tanınır. Miyazaki özellikle son zamanlardaki eserlerinin büyük bir kısmının yönetmenliğinin yanı sıra metin yazarlığını da yapmıştır. Bu türden ilk eserlerinden biri kendi yarattığı bir mangadan uyarlama olan "Rüzgarlı Vadi"dir. Bu eserinden sonra Stüdyo Ghibli'yi kuran Miyazaki eserlerini burada hazırlamaya başlamış ve bu stüdyo aracılığıyla hayranlarına ulaştırmıştır. 1699 1698 1697 1696 Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1695 1694 1693 1692 1691 Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1690 1689 1688 1687 1686 1685 1684 1683 1682 Öldüğü ay ve gün bilinmeyenler 1681 1680 1679 1678 1677 1676 1675 1674 1673 1672 1671 1670 1669 1668 1667 1666 1665 1664 1663 Osmanlıların Slovakya'da Uyvar Kalesi'ni alarak, Uyvar Eyaleti'ni kurmaları. 1662 1661 Osmanlı İmparatorluğu'nda Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın sadrazamlığa atanması. 1660 1659 1658 1657 1656 1655 1654 1653 25 Ekim - Theophraste Renaudot, Fransız gazeteci 1652 1651 1650 1649 1648 1647 1646 1645 1644 1643 1642 1641 1640 1639 1638 1637 1636 1635 1634 1633 1632 1631 1630 1629 1628 1627 1626 1625 1624 1623 1622 1621 1620 1619 1618 1617 1616 1615 1614 1613 1612 1611 1610 1609 1608 1607 1606 1605 1604 1603 1602 1601 1600 16. yüzyıl 1520-Yavuz Sultan Selim vefat etti. (d.1470) 1520-Kanuni Sultan Süleyman tahta geçti. (d.1494) 1522-Kanuni Sultan Süleyman Rodos Adası'nı aldı 1526-Osmanlı Devleti Macar Krallığı'nı Mohaç Meydan Muharebesi'nde büyük bir bozguna uğrattı. 1529-I. Viyana Kuşatması 1536-Pargalı İbrahim Paşa'nın İdamı 1538-Kanuni,Irak'ı fethetti. 1538-Kanuni,Bender'i fethetti. 1538-Kanuni Sultan Süleyman,bir kısım Arap toprakları ile Yemen"i fethetti. 1541-Kanuni Sultan Süleyman Macaristan seferine çıktı. Kanuni Sultan Süleyman,Trablusgarp'ı fethetti. 15. yüzyıl 1431 - Jeanne d'Arc'ın mahkemede yargılanışı ve diri diri yakılışı 1432 - Fatih Sultan Mehmed'in doğumu (Konstantinapolis'i fetheden padişah) 14. yüzyıl 13. yüzyıl 12. yüzyıl 11. yüzyıl 10. yüzyıl 10. yüzyıl, 901'den 1000'e kadar sürmüş yüzyıldır. 9. yüzyıl 9. yüzyıl, 801'den 900'e kadar sürmüş yüzyıldır. 1 Şubat Fırtına : Hamsi Fırtınası 2 Şubat 3 Şubat 4 Şubat 5 Şubat 6 Şubat 7 Şubat 8 Şubat 9 Şubat 10 Şubat 11 Şubat 12 Şubat 13 Şubat 14 Şubat 15 Şubat 16 Şubat 17 Şubat 18 Şubat 19 Şubat 20 Şubat 21 Şubat 22 Şubat 23 Şubat 24 Şubat 25 Şubat 27 Şubat 28 Şubat 29 Şubat Şubat Şubat ya da küçük ay (halk arasında gücük ay), Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 2. ayı. Artık yıllarda 29, diğer yıllarda 28 çeker. Artık yıllar, 4 ile kalansız bölünebilen yıllardır (400 ile bölünemeyen yüzyıl başları hariç). Örneğin 2008 yılı artık yıl iken 2100 yılı artık yıl değildir. Süryanice Şabat sözcüğünden Türkçeye geçmiştir. Şubat ayının batılı dillerdeki adları, Roma arınma Tanrıçası Februus'un adından gelir. Kış mevsimi aysız olarak kabul edildiği için Ocak ve Şubat, Roma takvimine sonradan eklenmiştir. Bu değişiklik, Numa Pompilius tarafından, takvimi, standart kameri yıl ile bir hizaya getirebilmek için yaklaşık M.Ö. 700 lerde yapılmıştır. Bugün kullandığımız Gregoryen takviminin kökeni, Roma İmparatoru Julius Caesar’ın
, Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes’e yaptırdığı “Julyen” takvimidir. Bu takvime göre bir yıl 365 gün sürer ve her yıldan 6 saat artar. Artan bu saatler her 4 yılda, bir gün eder ve yıla eklenir. Böylece bir yıl, 4 yılda bir 366 güne çıkar. Ne var ki 366 sayısı 12’ye tam olarak bölünmediğinden bazı ayların 30 bazı ayların da 31 çekmesi uygun görülür. Julyen takviminde yılbaşı, mart ayındadır ve buna göre şubat, yılın en son ayıdır. “July” olarak bilinen temmuz ayı, Julius Caesar’ın adını taşır ve 31 gün sürer. Caesar’dan sonra yaşayan bir başka Roma İmparatoru Augustus da kendi adını bir aya verir. Ne var ki Ağustos (Augustus’un adından) ayının 30, Caesar’ın adını taşıyan Temmuz ayının 31 çekmesini haşmetine yakıştıramayan İmparator Augustus, kendi adıyla anılan ayın da 31 gün sürmesini emreder. Bunun üzerine astronomlar, yılın son ayı olan şubattan bir günü alıp, ağustos ayına ekler. Böylece 30-29 gün döngüsü yaşayan şubat ayı 29-28 gün olarak belirlenir. Şubat, yıl Mart ile başladığı için Roma takviminin son ayı idi. Belirli zaman aralıklarında Romalı rahipler, yılı mevsimlerle hizalayabilmek için, Şubat'tan sonra araya bir eklenti ay (Mercedonius) yerleştiriyorlardı. Ocak Ocak ayı Gregoryen ve Jülyen takvimlerinde yılın ilk ayıdır. Sözcüğün, odcak »> "ocak" olduğu savlanırken, öte yandan Eski Türkçedeki "oc-mak, uc-mak" "ateş tutuşturmak" kökünden de olabilir. Ocak, ateş yakılan yer, ev, yuva sözcükleriyle bağlantılı olup ocakların yakıldığı, günlerin dışarıda çalışarak, avlanarak değil de, ocaklarda (evlerde) geçirildiği soğuk ay, anlamını taşımaktadır. Ocak adı ayrıca üç uzun çubukla ateş üstünde duran pişirme kabının tutulmasına yarayan düzeneğin, üçok'un adının evrilmesi sonucunda da bugünkü formuna kavuşmuş olabilir. Ocak ayı batı dillerinde (Latince: "Ianuarius") adını, Roma kapı tanrısı Janus'tan alır. Orijinal Roma takviminde 10 ay (304 gün) vardı. Romalılar kış mevsimini aysız bir süreç olarak tanımlıyorlardı. M.Ö. yaklaşık 700'lerde Romulus’tan sonra gelen kral Numa Pompilius, takvimin standart kameri yıl (364 gün) ile hizalanması için Ocak ve Şubat aylarını ekledi. Çift sayılara karşı batıl itikatı olan Romalılar yıla bir gün daha ekleyip gün sayısını 365’e çıkardılar. Mart Mart, Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 3. ayı olup 31 gün çeker. Antik Roma’da Mart ayının adı, Roma Savaş Tanrısı ""Martius"" idi ve bu ayın savaşa başlamak için şanslı bir zaman olduğu kabul edilirdi. Ocak ve şubat ayları, savaşmak için uygun olmadıklarından Roma takviminin ilk ayı Mart idi. Julius Caesar'ın MÖ 45 yılındaki takvim reformundan sonra yıl, 1 ocak’ta başlatıldı. Buna rağmen pek çok ülkede, yılın mart ayı ile başlaması geleneğine devam edildi. 1 ocak, yeni yılın ilk günü olarak Fransa'da 1564'de resmileşti. Büyük Britanya ve kolonilerinde ise 25 Mart geleneği, 1752'de Gregoryen takvimine geçene kadar sürdü. Mart ayının adı pek çok dilde benzerdir: März (Maerz) (Almanca), Mars (Fransızca), Maris (Arapça), Marzo (İspanyolca), Marzo (İtalyanca), March (İngilzce) ve Maart (Hollandaca). 1599 1598 1597 1596 1595 1594 1593 1592 1591 1590 1589 1588 1587 1586 1585 1584 1583 1582 1581 1580 ? - Gábor Iktári Bethlen, Erdel (Transilvanya) prensi (ö. 1629). 1579 1578 1577 Sokullu Mehmet Paşa'nın desteği ve padişah III. Murat'ın fermanıyla 1577 yılında Tophane sırtlarında Takîyüddîn’in yönetimi altında bir gözlemevi kurulmuştur[1]. 1576 1575 1574 1573 1572 1571 1570 1569 1568 1567 1566 1565 1564 1563 1562 1561 1560 1559 1558 1557 1556 1555 1554 1553 1552 1552, Rusların Kazan şehrini ele geçirmeleri. 1551 1550 1549 1548 1547 1546 Kesin bilinmeyenler 1545 1544 1543 24 Mayıs - Nicolaus Copernicus 1542 1541 1540 1539 1538 1537 1536 1535 Osmanlı İmparatorluğu, I. Süleyman döneminde ilk kapitülasyonu Fransızlara verdi. 1534 1533 1532 Kanuni Almanya Seferi'ne çıktı. 1531 1530 1529 1528 Piri Reis Amerika'yı gösteren 2. bir dünya haritasını yapmıştır. 1527 Niccolò Machiavelli 1526 1525 1524 Mısır'da Ahmed Paşa Mısırı bağımsız yapmak için kendini sultan ilan etti.Fakat kendi adamları tarafında öldürüldü. 1523 1522 1521 1520 1519 1518 1517 1516 1515 1514 1513 1513 Yılında Piri Reis dünyaca ünlü haritasını çizmiştir. Bu harita önce bir koyun derisine çizilmiş, daha sonra kağıda aktarılmıştır. Piri Reis çizdiği haritayı 1519 yılında Mısır'da Yavuz Sultan Selime vermiştir. 1512 1511 1510 1509 1508 1507 1506 1505 1504 1503 Leonardo da Vinci "Mona Lisa" tablosuna başladığı yıl. 1502 1501 1500 1499 1498 1497 1496 1495 1494 1493 1492 İspanya'da yok edilmek istenen binlerce Yahudi II. Bayezid'in gönderdiği gemilerle Osmanli topraklarina sığınır. 1491 1490 1489 1488 1487 1486 1485 1484 1483 1482 1481 1480 1479 1478 1477 1476 1475 1474 1473 1472 1471 1470 1469 1468 1467 1466 Topkapı Sarayı'nın temeli atıldı 1465 [[Kategori:1465| ]] 1464 1463 1462 1461 26 Ekim - Fatih Sultan Mehmed, Trabzon'u fethetti (Trabzon İmparatorluğunun Sonu). 1460 1459 1458 1457 1456 1455 1454 1453 1452 1451 1451, 15. yüzyılda Jülyen takvimine göre cuma günü başlayan yıllardan birisidir. 1450 1449 1448 1447 1446 1445 Senegal ve Yeşil Burun Adaları'nin Dinas Diaz tarafından keşfi. 1444 1443 1442 18–25 Mart – Hermannstadt Muharebesi: Hunyadi Yanoş, Mezid Bey komutasındaki Osmanlı ordusunu Sibiu yakınlarında mağlup etti. 1441 9 Temmuz - Jan van Eyck, Hollandalı ressam 1440 1439 1438 Barsbay - Memlük sultanı 1437 1436 1435 1434 1433 1432 1431 1430 1429 1428 1427 1426 1425 1424 1423 1422 1421 1420 1419 1418 1418 (MCDXVIII) Jülyen takviminde cumartesi günü başlayan bir yıldır. 1417 1416 1415 1414 1413 1412 1411 1410 1409 1408 1407 1406 1405 1404 1403 1402 1401 1400 1399 Osmanlı'da Rumi takvim dönemi başladı 1398 1397 1397 Karamanoğulları Beyliği, Osmanlı Hükümdarı Yıldırım Bayezid tarafından Akçay Muharebesi'nde yenildi. 1396 1395 1394 1393 1392 1391 1390 1389 1388 1387 Osmanlıların Selanik'i fethi. 1386 1385 Altın Orda hanı Toktamış'ın Celayirliler üzerine sefer yapması, Timur Devleti ile arasını açtı. 1384 Timur, Celayirliler'e İran topraklarını ele geçirdi. 1383 1382 1381 1380 1379 1378 1377 1376 1376 (MCCCLXXVI) Jülyen takviminde salı günü başlayan bir artık yıldır. 1375 1374 1374 yılı Jülyen takviminin Pazar günü başlayan ortak yılıdır. 1373 1372 22 Haziran - La Rochelle Muharebesi: Fransızlar, İngilizleri bozguna uğrattı. 1371 1370 1369 1368 1367 1366 1366 (MCCCLXVI) perşembe günü başlayan bir yıldır. 1365 1364 1363 1362 1361 Osmanlıların Edirne'yi fethi. 1360 1359 I. Murat'ın tahta çıkışı 1358 1357 Süleyman Paşa'nin ölümü (d.1316) 1356 1355 Sırp İmparatorluğu'nun parçalanması 1354 1353 1352 1351 Büyük Veba Salgını sona erdi. 1350 1349 Büyük Veba Salgını Norveç'de ilk defa görüldü. 1348 1347 Büyük Veba Salgını başladı. 1346 1345 1344 1343 1342 1341 1340 1339 1339 yılı Jülyen takviminin Cuma günü başlayan ortak yılıdır. 1338 1337 1336 1335 1335 (MCCCXXXV) pazar günü başlayan bir yıldır. 1334 1334 (MCCCXXXIV) cumartesi günü başlayan bir yıldır. 1333 1332 1331 1330 1329 1328 1327 1327 (MCCCXXVII) perşembe günü başlayan bir yıldır. 1326 1325 1324 1323 1322 16 Mart - Boroughbridge Savaşı: İngiltere Kralı II. Edward bazı baronların isyanını bastırmıştır. 28 Eylül - Mühldorf Savaşı: Bavyera, Avusturya'yı yenmiştir. 1321 1320 Alaeddin Paşa sadrazam oldu. Kaya kolundaki bilekliğin üzerinde yazan rakamlar. 1320 MCCCXX 1319 23 Temmuz – Hospitalier Şövalyeleri, Aydınoğulları filosunu Sakız yakınlarında mağlup etti. 1318 1317 1316 1315 1314 1314 (MCCCXIV) salı günü başlayan bir yıldır. 1313 1312 1312 (MCCCXII) cumartesi günü başlayan bir yıldır. 1311 1311 (MCCCXI) cuma günü başlayan bir yıldır. 1310 1309 1308 1307 12 Ekim 1307 tarihinde Templie (Tapınak) Şovalyeleri Fransa kralı tarafından tutuklandılar. 1306 Pendik, İstanbul Osmanlı beyliği hakimiyetine girdi. Kınık, İzmir Karesi beyliği hakimiyetine girdi. Osman Bey, Dinboz'da Bizans tekfurlarının kuvvetlerini mağlup etti. Kestel, Kete ve Ulubad kaleleri Osmanlı'nın eline geçti. Ulubad tekfuruyla ilk askeri antlaşma imzalandı, antlaşmaya göre: mülteci Kite tekfuru Osmanlılara iade edilecekti, Türkler Ulubad Nehri'ni geçmeyecekti. 1305 1304 1303 1302 1301 1300 Tatarca Tatarca veya Kazan Tatarcası (Tatarca: "Tatar tele" veya "Tatarça"), Türk dillerinin Kıpçak Grubuna bağlı bir dildir.
Aynı aileden bir lehçe olan Kırım Tatarcası'dan ayırmak için “Kazan Tatarcası” olarak da adlandırılır. Çoğunluğu Rusya Federasyonu içindeki Tataristan'da yaşayan Tatarlar tarafından konuşulur. Tataristan Cumhuriyeti'nin Rusça ile birlikte iki resmî dilinden biridir. Sesli harfler kullanılan alfabeye göre değişir. George W. Bush George Walker Bush (d. 6 Temmuz 1946), Amerika Birleşik Devletleri'nin 43. başkanıydı. 20 Ocak 2001-20 Ocak 2009 tarihleri arasında bu görevde kalmıştır. 1946'da doğan George W. Bush, Amerika Birleşik Devletleri'nin 41. başkanı George H. W. Bush'un oğludur. Başkan olmadan önce 1995-2000 yılları arasında Teksas eyaletinin valiliğini yapmıştır. 2000 yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığına adaylığını koymuş, Cumhuriyetçi Parti'nin adaylığını alabilmek için Arizona Senatörü John McCain ile kıyasıya bir çekişme yaşamış ve galip gelmiştir. 7 Kasım 2000 tarihinde yapılan genel seçimlerde rakibi Al Gore'dan daha az oy almasına rağmen hayli tartışmalı bir belirsizlik döneminden sonra Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesinin 5-4 olarak George W. Bush lehine karar vermesi sonucu başkan ilan edilmiştir. George W. Bush'un başkanlık döneminde yaşanan en önemli olay 11 Eylül saldırılarıdır. Bu olayın sorumlusu olarak görülen Usame bin Ladin'i yakalayarak cezalandırmak ve Taliban yönetimini görevden indirmek amacıyla 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan'a asker gönderdi. 20 Mart 2003 tarihinde de Irak Savaşı'nı başlattı. 2004 Kasım'ındaki Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerinde George W. Bush bu sefer rakibi Massachusetts senatörü John Kerry'i az farkla geçerek ikinci kez başkan olmaya hak kazandı. George W. Bush'un görev süresi 20 Ocak 2009 tarihinde bitti ve görevi 2008 ABD başkanlık seçimlerinde başkan seçilen Barack Obama'ya devretti. 23 Mart 24 Mart 25 Mart 26 Mart 27 Mart 29 Mart 30 Mart Fırtına : Üçdokuzların 2. si 31 Mart 22 Mart 21 Mart 20 Mart 19 Mart 18 Mart 16 Mart 15 Mart 14 Mart 13 Mart 12 Mart 11 Mart 10 Mart 9 Mart 8 Mart 7 Mart 6 Mart 5 Mart 4 Mart 3 Mart 2 Mart 1 Mart Dama Dama, iki kişinin karşı karşıya oynadığı bir masa oyunudur. Genellikle 8×8, 10×10 ya da 12×12'lik dama tahtaları üzerinde oynanır. Satrancın aksine bütün taşlar aynı biçimde hareket eder. Taşlar, ancak üzerlerinde bulundukları koyu karelerde, yani çapraz olarak ve her hamlede birer kare gidecek şekilde hareket ederler. Yol üzerinde kendi renklerinden bir taş varsa bu yol, o taş çekilene kadar kapalıdır. Karşı tarafın bir taşı bulunursa ve arkasındaki kare de boşsa bu taşın üzerinden atlayıp karşı tarafın taşını tahtadan uzaklaştırabilir. Eğer taşlardan biri tahtanın karşı tarafına ulaşırsa üzerine bir tane taş daha konarak bir dama elde edilir. Dama, normal taşların aksine çaprazlar üzerinde her hamlede birden fazla kare kat ederek hareket edebilir, normal taş gibi tahtadan uzaklaştırılabilir. İki taraftan kimin bütün taşları tahtadan önce uzaklaştırılırsa oyunu kaybetmiş olur. Oyuna beyazlar başlar, saate siyahlar basar. Taşlar 1 kare ileri, sağa ve sola doğru hareket edebilir. 1. ve 8. yataya ulaşan taşlar üzerine bir taş daha koyarak dama niteliği kazanır. Dama taşı istenilen yönde istenilen kadar kare ilerler (çapraz hariç). Radyo Radyo, elektromanyetik radyo dalgalarındaki ses modülasyonunu önce elektronik ortama sonra da sese çeviren elektronik alet. Türk Dili dergisinde Kırgız Türkçesinde radyo anlamında kullanılan үналгы /"ünalgı"/ sözünün Türkiye Türkçesinde kullanılması da gündeme getirilmiştir. Radyoyu Marconi icat etmiştir. Radyolar (radyo alıcıları) elektromanyetik tayfın belli bir aralığını dinlemek üzere tasarlanır. Radyonun seçicilik ve hassaslık faktörlerine göre kalitesini değerlendirmek mümkündür - Q faktörü. Popüler radyolar iki tür modülasyonu almak üzere dizayn edilmişlerdir: AM (Genlik Modülasyonu) ve FM (Frekans modülasyonu) Genlik modülasyonunun; taşıyıcılı yayın, SSB (Single side bant- Tek bantlı yayın) ve CW (Continuous Wave- Daimi dalga) olmak üzere alt bölümleri vardır. Normal bir radyo alıcısında Orta Dalga (MW- Mid Wave) ve FM, bazen de uzun dalga (LW- Long wave) bulunmaktadır. Kısa dalga (SW- Short Wave) radyoları kalitesine ve çeşidine göre alış tayfi değişmektedir. Aşağıdaki bantlar uluslararası yayın yapan kurumlara ayrılmıştır. Bu istasyonlar genelde AM (genlik modülasyonu) "(Amplitude Modulation)" ile yayın yapmaktadır. Bu tür yayınları dinleyenlere SWL (Short Wave Listener - Kısa Dalga dinleyicisi) denmektedir. Radyo dalgalarının bir başka belirleyici özelliği de genliğidir. Genlik, radyo dalgasının salınım sırasında ulaştığı en yüksek salınım şiddetidir. Radyo kanallarının şifrelenmesinde genelde frekans ve genlik değerleri kullanılır. AM radyolarda genlik değeri değiştirilerek, FM "(Frequency Modulation - Frekans Modülasyonu)" radyolarda da kendilerine verilen frekans aralığında dalganın frekansı değiştirilerek şifreleme yapılır. Radyo antenleri yalnızca belirli frekanstaki yayınları almak üzere ayarlandığı için geri kalan radyo dalgalarını algılamaz. Radyo dalgaları içine gizlenmiş şifreler, alıcı tarafından çözülüp, hoparlörler üzerinden dinlenilen ses dalgalarına dönüşür. Bu bantların arasında amatör radyoya, ticari gemilere ve askeriyeye ayrılmış bantlar bulunmaktadır. Genelde bu yayınlar SSB, CW, RTTY modülasyonlarını içermektedir. Bu tür yayınları almak için radyonun BFO (Beat Frequency Oscillator -Vuru Frekans Osilatörü) denilen ek bir devreye ihtiyacı vardır. Taşıyıcıyı suni olarak oluşturan bu devre ile gönderme sırasında bastırılan taşıyıcı tekrar ilâve edilerek, sinyallerin normal bir radyo alıcısı ile dinlenilebilmesi sağlanır. Bu tür radyolarda ses bandının genişliğini de değiştirmek mümkündür. Yeni çıkan XM radyo türü de uydudan yüksek frekanslı sayısal yayınları almak üzere dizayn edilmiştir. Halen ABD'de ticarî olarak piyasaya sunulan bu radyo türünde ses kalitesi oldukça yüksektir. Halen aboneliğe dayalı ve belli bir ücret karşılığı tüm kıtaya kesintisiz ve reklamsız şifrelenmiş radyo yayını yapılmaktadır. Teknolojinin son yıllarda hızla gelişmesine paralel olarak ve internet kullanımının yaygınlaşmasıyla beraber, internet üzerinden yayın yapan radyoların sayıları hızla artmaktadır. Nisan Nisan, Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 4. ayı olup 30 gün çeker. Nisan sözcüğünün, Farsça (Nisan), Süryanice (Nisanna), Sümerce (Nisag = ilk meyveler), Akadca (Nisānu) ve İbranice (nîsān) sözcüklerinden alındığı söylenebilir. Nisan adının İngilizcesi olan April sözcüğünün Latince aprilis'den geldiği rivayet olunur. Klasik etimolojiye göre, Latince aperire (açmak); ağaçların çiçek açmaya başladığı mevsimi ima eder. Aynı tez, modern Yunancada ilkbahar anlamına gelen ἁνοιξις (açmak) ile de destek bulmaktadır. 1 Nisan 2 Nisan 3 Nisan 4 Nisan 5 Nisan 6 Nisan 7 Nisan 9 Nisan Fırtına : Üçdokuzların 3. sü 10 Nisan 11 Nisan 12 Nisan 14 Nisan 15 Nisan 17 Nisan 18 Nisan 22 Nisan 23 Nisan 24 Nisan 25 Nisan 26 Nisan 27 Nisan 28 Nisan 29 Nisan 30 Nisan Mayıs Mayıs, Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 5. ayı olup 31 gün çeker. Mayıs adı, Roma bereket Tanrıçası Bona Dea ile birlikte tanımlanan, Yunan Tanrıçası "Maia'nın ayı" anlamında Latince maius mensis'ten gelmektedir. Ağustos Ağustos, Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 8. ayı olup 31 gün çeker. Türkçede bu aya "Harman ayı", "Lobut ayı" da denir. Kimi yerlerde bu ay için "Temmuz" ayı gibi "Orak ayı" dendiği de olur. Ağustos adının İngilizce karşılığı olan "August", bir rivayete göre, Roma İmparatoru Caesar Augustus’a ithafendir. Bir rivayete göre, Augustus da, tıpkı Julius Caesar’ın ayı Temmuz gibi "(Julius’dan kaynaklanan July: Temmuz)" kendi ayının da 31 gün çekmesini istediği için Ağustos ayında 31 gün vardır. Augustus, Cleopatra’nın öldüğü zamana denk geldiği için, bu ayın, takvimde bulunduğu yere yerleştirilmesini istemiştir. Augustus bu aya adını vermeden önce ağustos ayı, Mart ayı ile başlayan Roma takviminde altıncı ay olduğu için, Latince "Sextilis" olarak adlandırılmaktaydı. Kız Kulesi Kız Kulesi, hakkında çeşitli rivayetler anlatılan, efsanelere konu olan, İstanbul Boğazı'nın Marmara Denizi'ne yakın kısmında, Salacak açıklarında yer alan küçük adacık üzerinde inşa edilmiş yapıdır. Üsküdar'ın sembolü haline gelen kule, Üsküdar’da Bizans devrinden kalan tek eserdir. MÖ 24 yıllarına kadar uzanan tarihi bir geçmişe sahip olan kule, Karadeniz’in Marmara ile birleştiği yerde küçük bir ada üzerinde kurulmuştur. Bazı Avrupalı tarihçiler buraya "Leander Kulesi" derler. Kule hakkında pek çok rivayetler bulunmaktadır. Evliya Çelebi kuleyi şöyle tarif eder: Bugün görülen kulenin temelleri ve alt katın önemli kısımları II. Mehmed devri yapısıdır. Kulenin etrafındaki sahanlık geniş kaplanmıştır. Üstündeki madalyon halindeki bir mermer levhada, kuleye şimdiki şeklini veren Sultan II. Mahmud'un, Hattat Rasim’in kaleminden çıkmış 1832 tarihli bir tuğrası vardır. Kulenin Eminönü tarafı daha genişçe olup burada bir de sarnıç vardır. İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu ada Bizans döneminde inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak kullanılmıştır. Osmanlı döneminde ise gösteri platformundan, savunma kalesine, sürgün istasyonundan, karantina odasına kadar birçok işlev yüklenmiştir. Asli görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiştir.Geçmişten geleceğe en çok da düşlere yol göstermektedir Kız Kulesi. Kız Kulesi 2000 yılında restore edilerek, artık çatal-bıçak seslerinin duyulduğu bir mekân haline dönüştürülmüştür. Kız
kulesine ulaşım Salacak ve Ortaköy'den sandallarla yapılmaktadır. Çok eski tarihi geçmişi olan Kız Kulesi, bir zamanlar, Boğazdan geçen gemilerden vergi alınmak maksadı ile kullanılmıştır. Kule ile Avrupa Yakası boyunca büyük bir zincir çekilmiş ve gemilerin Anadolu Yakası ile Kız Kulesi arasından geçişine (o zamanlar gemi boyutları küçük olduğu için geçebilmekteydi) izin verilmiştir. Bir süre sonra Kule, zinciri taşıyamamış ve Avrupa Yakasına doğru yıkılmıştır. Kuleden suyun içine bakıldığında yıkıntıları görülmektedir. Antik Çağ'da Arkla (küçük kale) ve Damialis (dana yavrusu) adları ile anılan kule, bir ara da "Tour de Leandros" (Leandros'un kulesi) ismi ile ün yapmıştır. Şimdi ise Kız Kulesi ismi ile bütünleşmiş ve bu ismi ile anılmaktadır. Eylül Kasım Kasım, Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 11. ayı olup 30 gün çeker. Bir de erkek adıdır. Türkiye'de, Atatürk devrimine değin Sümer-Babil-İbrani-Süryani-Arami Tişri den gelme ad ile Teşrin-i Sani olan ayın adı Cumhuriyet'ten sonra İkinci Teşrin, İkinciteşrin olarak kullanıldı, 10 Ocak 1945'te kabul edilen 15 Ocak 1945'te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı kasım yapıldı. 1946 yılında, Refet Ülgen eylül ayı için ilk güz, kasım ayı içinse songüz adını önermiş; ancak bu önerisi benimsenmemiştir. Ayın adı bir iddiaya göre Arapça "kâsim قاسم", (bölen)'den gelmektedir, ama neyi bölmektedir? Oysa Anadolu'da, bu yasa çıkmadan yüzyıllar öncesinden beri halk yılı, kasım, kasım günleri ve hızır, hızır günleri diye ikiye ayırır, hızır günleri 6 Mayıs günü ile başlar ve kasım'a dek sürer. Bir başka iddiaya göre ise, adın "koç katımı" ya da "katım ayı" olarak bilinen dönemin bu aya denk gelmesidir. T - S ses değişimi Türkçede başka kelimelerde de gözlenir. Bu ay için kasım adının sebebi budur. Hızır, hıdır, haydar حيدر ,خضر, tarihte türlü adlarla (Saint Valentine / Ermiş-Aziz Valentine, Aya Nikola / Santa Klaus/Noel Baba, Dede Korkut ...) anılan bir biçimde Bilinen vaktin günü'ne dek yaşayacak olan bir insandır, kimi inanışlar onu bir nebi/peygamber olarak sayarlar. Arapça söyleyişle Kasım قاسم, Kazım كاظم, İlyas الياس ya da İbranice Kazaam כזאם ile Ellas אללס, Alias אליאס ise Yahya Peygamber'in takma adı olarak bilinir. 6 Mayıs günü Hızır ile İlyas (Ellez)'ın buluştuğuna inanılır. Kasım adının İngilizce karşılığı olan "November", Latince 9 anlamına gelen “novem” den gelir. Aylara bölünmemiş kış süreci, ocak ve şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde kasım ayı 9. ay idi. Aralık Aralık, Gregoryen takvime göre yılın 12. ve son ayı olup 31 gün çeker. Türkiye'de, Atatürk devrimine değin Arapça'da "ocak" anlamına gelen "kânûn كانون" sözcüğünden Kânûn-i Evvel, Kanunuevvel, Kanunievvel, Kânunuevvel olan ayın adı Cumhuriyet'ten sonra İlk Kânun, İlkkânun olarak kullanıldı, 10 Ocak 1945'te kabul edilen 15 Ocak 1945'te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı aralık yapıldı. Aralık adının İngilizce karşılığı olan 'December', Latince 10 anlamına gelen "decem" den gelir. Aylara bölünmemiş kış mevsimi, ocak ve şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde Aralık ayı 10. ay idi. Ekim Ekim, Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 10. ayı olup 31 gün çeker. Türkiye'de, Atatürk devrimine değin Sümer-Babil-İbrani-Süryani-Arami ad Tişri den gelme Teşrin-i Evvel olan ayın adı Cumhuriyet'ten sonra da İlk Teşrin, İlkteşrin ya da Birinci Teşrin, Birinciteşrin olarak kullanıldı, 10 Ocak 1945'te kabul edilen 15 Ocak 1945'te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı ekim yapıldı. Türkçe "ekme" eyleminden türemiş olup tarlaların sürülüp ekildiği ay anlamındadır. Anadolu'da bu ay için "Gazel ayı" dendiği de olur, "gazel" "kuru yaprak" anlamına gelir. Bu ay için "Avara" diyenler de vardır. Gagauzca gibi Türkçenin kimi lehçelerinde bu aya "kasım" denir. Bu fark; Julien yöntemi Güneş takvimi ile Gregorien yöntemi Güneş takviminin bu yüzyıl (20. yüzyıl) için 13 gün farkı olması yüzündendir. "Kasım" adı "Yahya" peygamberin takma adı olduğundan, Gagauzlar bu iki Güneş takviminin gün farkından dolayı, "kasım" adını bu aya daha yakın görmüşlerdir. Ekim adının İngilizce karşılığı olan "October", Latince 8 anlamına gelen "octo" dan gelir. Aylara bölünmemiş kış süreci, Ocak ve Şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde Ekim ayı 8. ay idi. 1 Mayıs 2 Mayıs 3 Mayıs 4 Mayıs 5 Mayıs 6 Mayıs 8 Mayıs 9 Mayıs 10 Mayıs 11 Mayıs 12 Mayıs 13 Mayıs 14 Mayıs 15 Mayıs 16 Mayıs 17 Mayıs 18 Mayıs 19 Mayıs 20 Mayıs 21 Mayıs 22 Mayıs 23 Mayıs Dünya Kaplumbağa Günü 24 Mayıs 25 Mayıs Havlu Günü Dünya Etik Günü 26 Mayıs 27 Mayıs 28 Mayıs 30 Mayıs 31 Mayıs 1 Haziran 2 Haziran 4 Haziran 6 Haziran 7 Haziran 8 Haziran 9 Haziran 10 Haziran 11 Haziran 12 Haziran 13 Haziran Ulusal Dağıtım projesi Uludağ (Ulusal Dağıtım), TÜBİTAK bünyesinde başlatılmış bir projedir. Hedefleri arasında bilişim okur-yazarlarına yönelik Linux dağıtımı geliştirmek, proje etrafında otonom bir sistem oluşturmak vardır. Şu anda 2009 sürümü sunulan Pardus dağıtımı, kullanıcı dostu olması ile ulusal işletim sistemi olma yolunda ilerlemektedir. Pisi, Çomar ve YALI gibi bileşenlerle Linux dünyasında kullanıcıların sıkıntı çektiği birçok soruna çözüm getirilmesi planlanmakta. Ayrıca KDE4 masaüstü ortamını kullanarak kullanıcılarına eşsiz bir masaüstü deneyimi sunuyor. Tokyo Tokyo (; "Tōkyō", "Doğunun Başkenti") veya resmî adıyla Tokyo Metropolü (東京都; "Tōkyō-to"), Japonya'nın başkenti ve prefektörlüklerinden biridir. Yüzölçümü 600 km² olup, 35 milyon nüfuslu megapol bir bölge olan Tokyo dünyanın en büyük kentidir. Aynı zamanda son yapılan araştırmalara göre yaşamın en pahalı olduğu kenttir.Honşu'nun orta kesiminde, Büyük Okyanus'un bir girintisi olan Tokyo Körfezi'nin kıyısında, Sumida Nehri'nin ağzında yer alır. Tokyo Körfezi kıyısında liman şehri Tokyo, Edo ("haliç kapısı") adı ile tanınmıştı. Edo Kalesi 12. yüzyılda güçlü samuray klanı Edo ailesinin yurdu olarak Japon tarihinde meydana çıktı. 1603'te Tokugawa Şogunluğu kurucusu Tokugawa Ieyasu, Edo'yu şogun yönetiminin başkenti yaptı. Şogunluk rejimi altında Edo, Japonya'nın kültürel ve ekonomik, politik alanında merkezine gelişti. 1868'de Şogun yönetimine son veren İmparator Meiji, 3 Eylül 1868 tarihli Edo'yu adlandırarak "Tokyo" yapmasına dair imparator fermanı ile Kyoto'dan Edo kalesindeki eski şogun sarayına göç edip, eski başkent Kyoto'dan doğuda başkent olduğundan dolayı şehrin adı Tokyo'ya değişti. Tokyo, 12 Eylül 1923'teki depremden büyük zarar gördü. Depremden sonra şehir yeniden inşa edildi ve bu dönemde çevresinde banliyöler teşekkül etmeye başladı. 20 yıl sonra II. Dünya Savaşı'nda ABD uçakları tarafından ciddi bombardıman edilerek tekrar yıkıldı. Tokyo 1950'lerden sonra ülke ekonomisine paralel bir gelişme göstererek hızla büyüdü ve bugünkü seviyesine ulaştı. Tokyo anakarası, Tokyo Körfezi'nin kuzeybatısında yer almakta olup yaklaşık olarak doğudan batıya 90 km ve kuzeyden güneye 25 km yayılmaktadır. Tokyo'nun ortalama rakımı 40 metredir. Tokyo Metropolü'nün doğusunda Chiba, batısında Yamanashi, güneyinde Kanagawa ve kuzeyinde Saitama prefektörlükleri ile sınırı bulunmaktadır. Tokyo, ılıman dönencealtı iklimine (Köppen iklim sınıflandırması "Cfa") sahiptir. Yazlar sıcak ve nemli olup kışlar ise serin geçmektedir. Şehrin merkezinde hendekler ve geniş bahçelerle çevrili İmparatorluk Sarayı yer alır. Sarayın doğusunda, Japon iş dünyasının merkezi olarak nitelendirilen Maranouçi semti bulunur; kuzeydoğusunda ise pek çok üniversitenin ve basımevinin bulunduğu Kanda semti uzanır. Resmi binalar sarayın güneyindeki Kasumigaseki semtinde toplanmıştır. Milli parlamento binası ise Kasumigaseki'nin batısındadır. Dünyaca meşhur bir alışveriş merkezi olan Ginza semti şehrin doğu kesimindedir. Tokyo'nun mimarisi iki veya üç katlı ahşap evlerden, Meiji döneminden kalma taş yapılara ve beton veya çelikten yapılmış gökdelenlere kadar değişen bir çeşitlilik gösterir. Japonya'nın başlıca ibadet merkezi olan Meiji Tapınağı bir milli abide olarak kabul edilir. Başlangıçta depreme karşı mukavim olsun diye binalar 30 metreyle sınırlandırılmış, fakat 1960'lardan sonra bu yüksekliği aşan depreme dayanıklı pek çok yeni bina inşa edilmiştir. Bunların başlıcaları Mainiçi Yayınevi, Tokyo Katedrali, Milli Tiyatro ve Uluslararası Ticaret Merkezi'dir. Japon yasalarına göre Tokyo bir metropol (都 "to") statüsüne sahip bir prefektörlük olarak tanımlanmakta olup idari yapısı Japonya'nın diğer prefektörlükleri ile aynıdır. Metropol 1943 yılında kurulmuş olup bu tarihe kadar Tokyo, Tokyo prefektörlüğüne (東京府, "Tōkyō-fu") bağlı bir şehirdi. Eski Tokyo şehrinin bulunduğu bölge 23 adet özel semte (特別 区 -ku) ayrılmakta olup her birinin kendi belediye başkanı ile meclisi bulunmaktadır ve bağımsız bir şehir gibi yönetilmektedirler. Şehrin doğu kesiminde 23 adet özel semt bulunmaktadır: Batı kesiminde ise 26 adet kentsel yönetim bulunmaktadır: Ek olarak Tokyo'nun en batısında Nishitama ilçesi bulunmakta olup ilçe üç kasaba olan Hinode, Mizuho ve Okutama ve bir köy olan Hinohara'yı içermektedir. Ayrıca Izu ve Ogasawara Adaları adaları idari yönden Tokyo'ya bağlıdır. Tokyo, büyük bir uluslararası finans merkezi olup, dünyanın en büyük yatırım bankaları ve sigorta şirketlerinin birkaçının merkezini barındırmaktadır ve Japonya'nın ulaşım, yayımcılık, elektronik ve yayıncılık endüstrilerinin merkezidir. Tokyo, Büyük Tokyo Metropolü'nün merkezi olarak demiryolu, toprak ve hava taşımacılığında Japonya'nın en büyük ülke içi ve uluslararası merkezidir. Tokyo'da toplu taşıma temiz ve verimli tren ağı ile ikincil bir rol oynayan çeşitli metro operatörleri tarafından işletilen metro, otobüs, hava
ray ve tramvaylar ile sağlanmaktadır. Tokyo'da biri iç seferler, diğeri dış seferlere tahsis edilen iki havalimanı vardır. Japonya'daki üniversite ve yüksekokulların büyük bölümü Tokyo'dadır. Tokyo Üniversitesi dışındaki başlıca milli yükseköğretim kurumları Tokyo Teknoloji Enstitüsü, Hitotsubashi Üniversitesi ve Tokyo Güzel Sanatlar Üniversitesi'dir. Özel üniversitelerin en önemlileri Vaseda ve Keio üniversiteleridir. Japonya'nın kültür merkezi olan Tokyo'da pek çok müze, kütüphane ve üniversite bulunur. Ueno Parkı'nda Tokyo Milli Müzesi, Tokyo Milli Bilim Müzesi, Hayvanat Bahçesi ve Batı Sanatı Milli Müzesi yer alır. Tokyo'nun birçok şehir ve eyalet ile kardeş şehir anlaşması bulunmaktadır. Ek olarak Tokyo'nun 2006 yılından bu yana Londra ile ortaklık anlaşması bulunmaktadır. Öykünme Kelime olarak; birine veya bir şeye benzemeye çalışmak, taklit etmek anlamına kelen öykünme, aşağıdaki anlamlara gelebilir: Asteroit Asteroit ya da küçük gezegen, yörüngeleri çoğunlukla Mars ile Jüpiter gezegenleri arasında kalan gökcisimleridir. Haziran 2014 itibarıyla Küçük Gezegen Merkezi (Minor Planet Center) tarafından iç ve dış Güneş Sistemi'nde 1 milyonun üzerinde cisim tanımlanmıştır. Uydusu olan asteroitler de mevcuttur (örneğin, İda). Asteroitlerin keşfi, gezegenlerin matematiksel bir diziye göre sıralandığını öngören (fakat Neptün'ün keşfiyle geçerliliğini yitiren) Titius-Bode yasası sayesinde başlamıştır. Bu formül J. D. Titius tarafından 1766 yılında, J. E. Bode tarafından ise 1778 yılında belirtilmiştir. Formüle göre, Mars ile Jüpiter arasında keşfedilmemiş bir gezegen olmalıdır. 1801'de, formülün öngördüğü uzaklıkta Giuseppe Piazzi tarafından Ceres keşfedilir, ve başlangıçta yeni bir gezegen olarak kabul edilir. Fakat zamanla benzer yörüngelerde başka gökcisimleri de keşfedilir. 1802'de İngiliz bilim adamı Sir William Herschel tarafından 1 Ceres ve 2 Pallas'ı tanımlamak için ortaya atılan kavram, sonradan Mars ve Jüpiter yörüngeleri arasında keşfedilen çok sayıda küçük gökcismini içine almış, ardından Mars'ta daha içte ve hatta Jüpiter yörüngesinden daha dışta yer alan cisimleri de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Asteroit kelimesi Yunanca "asteroeidēs (yıldız gibi, yıldız şekilli)" kelimesinden gelir. 20. yüzyıl ortalarından itibaren Güneş Sistemi'nin dış sınırlarında henüz saptanamamış çok sayıda gökcisminin bulunabileceği öne sürülmüş ve olası yörünge özelliklerine göre bu cisimleri içine alacak kuramsal Kuiper kuşağı ve Oort bulutu terimleri tanımlanmıştır. 1992 yılında Kuiper kuşağı tanımına uyan ilk cisim (1992 QB1) keşfedilmiş, 2012'ye kadar keşfedilen Kuiper kuşağı cisimleri sayısı 1000'i aşmıştır. Pratik nedenlerle Kuiper ve Oort bulutu cisimlerinin Neptün ötesi cisimler tanımı altında toplanmaktadır. Böylece Güneş çevresinde dönen cisimler genel olarak "gezegenler", "cüce gezegenler", "kuyrukluyıldızlar", "asteroitler" ve "Neptün ötesi cisimler" olarak gruplandırılmaktadır. İngilizce gökbilim terminolojisinde yakın tarihlerde yaşanan yeni bir gelişme, uzun süredir yaygın kullanımdan kalkmış olan "minor planets" kavramının yine pratik nedenlerle yeniden canlandırılmaya çalışılmasıdır. Güneş sistemi üyelerinin daha tutarlı bir sınıflamasını yapmak amacıyla atılan bu adım, gezegenler ve meteorlar dışında kalan tüm cisimleri tek bir çatı altında toplamaya dayanmaktadır. Fakat asteroitler ve Neptün ötesi cisimleri kapsayacak şekilde genişletilen bu kavram, Türkçeleştirme açısından sorun yaratmaktadır. "Küçük gezegenler" şeklinde Türkçeye çevrilebilecek olan "minor planets" tanımı, "asteroit" sözcüğünün eş anlamlısı olan "küçük gezegen" kavramı ile çakışmaktadır. Güneş Sistemi haritasına bir göz atmak, gezegenlerin iki gruba ayrıldığını görmek için yeterlidir. Mars ve Jüpiter'in yörüngeleri arasında 480 milyon kilometreyi aşan bir boşluk vardır. 18. yüzyılda Titius'un bulduğu ve Bode'un tanıttığı bir matematiksel bağıntı, güneş sisteminin bu bölümünde bir gezegen bulunabileceği düşüncesinin doğmasına neden oldu. Amatör Macar gökbilimci Baron von Zach'ın girişimiyle bir gözlemciler grubu, "gezegen avcıları" birliğini kurdu. Birlik üyeleri düzenli bir araştırma yöntemi bulmaya çalıştılar; ama başarıya ulaşamadılar. 1 Ocak 1801'de Palermo'da Piazzi, yeni bir yıldız kataloğu için olağan gözlemlerini yaparken, yeni bir gökcismine rastladı ve bu gökcisminin aranan gezegen olduğu ortaya çıktı. Bode yasasına uygun olarak ortalama 411,2 milyon kilometre uzaklıkta Güneş çevresinde dolanan bu gezegene, Ceres adı verildi. Ne var ki, "gezegen avcıları" bu gökcismini aranan gezegen için yeterli bulmadılar; Ceres tam anlamıyla bir gezegen büyüklüğünde olmadığından (günümüzde çapının 952 km olduğu bilinmektedir), başka gezegenler bulunabileceğini ileri sürdüler. 1802-1808 yılları arasında üç gezegen daha (Pallas, Juno ve Vesta) bulundu; sonra başka gezegen olmadığı kanısına varan "gezegen avcıları" birliği dağıldı. Ne var ki 1845'de Alman amatör gökbilimci Hencke, beşinci küçük gezegen Astraea'yı buldu ve 1848 yılından sonra her yıl birkaç küçük gezegen bulundu. Çağımızda asteroitler otomatik bilgisayarlı sistemlerle saptanmaktadır. Asteroit kuşağının en büyük gökcismi, ilk bulunan asteroit olan, aynı zamanda bir cüce gezegen olarak da sınıflandırılan Ceres'tir. 952 kilometrelik çapıyla Ceres, tek başına tüm asteroit kuşağının kütlece üçte birini oluşturur. İkinci ve üçüncü büyük asteroitler olan Pallas ve Vesta'nın da çapları 500 kilometreyi geçer. Asteroit kuşağının dördüncü en büyük gökcismi olan 10 Hygiea ise ilk asteroidin keşfinden 48 yıl sonra, 1849'da keşfedilmiştir. Bu gökcisimlerinin hiçbirinin kütlesi bir atmosferi tutabilecek boyutlara ulaşamaz; birçoğu birkaç kilometrelik, hatta birkaç yüz metrelik kütlelerdir ve en büyük birkaçı hariç küre şeklini alacak kadar kütleçekimleri yoktur. Asteroit kuşağındeki gökcisimleri kümelenme eğilimi gösterir ve bazı bölgelerde bulunmazlar. Jüpiter'in dolanım süresinin bir kesiri kadar sürelerde dolanımını tamamlayacak uzaklıkta yer alan (özellikle 1:2, 1:3, 1:5 oranlarında) bir asteroitin yörüngesi, Jüpiter'in genel çekimi nedeniyle kararsızlaşır. Bu kuşaktaki boşluklara Kirkwood Boşlukları adı verilir. Bazı asteroitlerin yörüngesi çok eğik (Pallas'ın eğikliği 34ºtür), bazılarınınkiyse eşmerkezlidir; ama şimdiye kadar, geri dönme hareketi yapan bir asteroite rastlanmamıştır. En ilgi çekici asteroitler, ana kümeden ayrılanlardır. Bazı asteroitler Dünya'ya çok yaklaşırlar: Biçimi düzensiz, en uzun çapı yaklaşık 24,8 km olan Eros, 1931 ve 1975 yıllarında Dünya'ya 24 milyon kilometre uzaklıktan geçmiştir; çapı 1,6 km olan Hermes, 1937'de Dünya'ya 776.000 km'ye kadar yaklaşmıştır. Dünya'ya 6,4 milyon kilometreye kadar yaklaşabilen Icarus, Güneş'e Merkür'den daha çok yaklaşır. Yörüngesi çok basık olan Hidalgo, günöte noktasında Satürn'ün yörüngesinin yakınlarından geçer. Trojan asteroitleri Jüpiter'le aynı yörüngeyi izler; ama Jüpiter'le aynı hızda ve ondan 60º açısal uzaklıkta dolanması nedeniyle bir çarpışma söz konusu değildir. Para Para, mal ve hizmetlerin değiş-tokuşu için kullanılan araçlardan en yaygın olanı. "Para" sözcüğü ile genellikle madenî para ve banknotlar kastedilmekle birlikte; ekonomide, vadesiz mevduatlar ve kredi kartları da parayı meydana getiren unsurlardan sayılır. Vadeli mevduat, devlet tahvili gibi değişim araçları ise "para benzeri" olarak değerlendirilir. Para değer denkliğinin bir göstergesi olarak değer ölçütü, değişim ve saklama aracı olarak kullanılır. Bu gösterge maddi ya da nominal değerde karşılıklar bulabilir. Maddî nitelikte paraya örnek olarak madeni para, banka teminat belgeleri ya da banknot, çek ya da senetler örnek verilebilir. Nominal nitelikte paraya ise banka hesabındaki para ya da kredi onayı örnek verilebilir. Para gündelik yaşamda takas aracı olarak kullanılır. Doğrudan doğruya takas yapan kişilerin ihtiyaçlarını karşılamasının yanında diğer takaslar için geçerli olması, parayı diğer takas araçlarından ayıran önemli bir özelliktir. Günümüzde kullanılan borca dayalı para sistemi ile işleyen ekonomilerde sanıldığının aksine parayı devletler üretmez. Bu sistemde para, borç demektir. Para bankalar tarafından müşterilerin borçlanmasıyla üretilir. Mevcut paraların tamamına yakını itibari para olduğu için nakit paranın altın ya da döviz rezervleriyle değişimi olanaksızdır. Günümüzde kullanılan nakit para miktarı, her devlette para basmaya yetkili özel bir banka olan merkez bankası tarafından kontrol edilmekte ve ticari bankalar aracılığı ile piyasaya sürülmektedir. Ticari bankalar Merkez bankalarından alınan paraların karşılığından fazla elektronik ortamda para yaratarak müşterilerine verebilirler. Para sözcüğü Türkçeye, Farsça "pâre" (küçük parça) sözcüğünden geçmiştir. Para bir ülkenin para sahasına dâhil olan madeni ve banknot sistemini içeren tüm para varlığıdır. Para sahası da bir paranın yürürlük alanı anlamına gelir ve mal, hizmet takasını sağlar. Para birimi ise genellikle ülkelerin para türleriyle eş anlamda kullanılır. Bu nedenle para birimi, paranın bir alt biçimi olarak görülür. Çoğu para birimi, uluslararası döviz piyasalarında da işlem görür. Bu piyasalardaki değerler de kambiyo ya da döviz kuru adını alır. Piyasada bulunan neredeyse tüm nominal para değerleri, ana birim ve bunun yüzde biri değerinde olan alt birimlerden oluşan ondalık sayı sistemine dayanır. Günümüzde para stokunun kontrolünü yani para politikasını, hazine müsteşarlığı ya da merkez bankaları yürütmektedir. Neredeyse tüm batılı ülkelerin merkez bankaları bağımsızdır, yani hükümet merkez bankalarına ya neredeyse hiç müdahale edememekte ya da hükümetin nadiren, dolaylı ve küçük müdahalesi olabilmektedir. Bir paranın konvertibilitesi dünya piyasalarında serbestçe alınıp-satılabilir ve değiştirilebilir olması demektir. Ayrıca bir para birimi, altın ve/ veya gümüşle tanımlanıyor ve banknot bu para birimiyle her zaman değiştirilebiliyorsa yine konvertibiliteden söz edilebilir. Şu an dünyada yürürlükte olan resmi para birimi 160’d
an fazladır(ISO 4217). Uluslararası alanda geçerliliği olan başat döviz birimi Amerikan Doları ve Euro’dur. Resmi para birimine nispeten bölgesel olan tümleyen para birimi ise takas aracı olarak kabul görür. Halk arasında eski önemini yitirmiş bir para birimi genellikle yedek değer olur. Örneğin II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da ödeme ve takas aracı olarak sigaranın para birimi olarak kullanılması. Bu geçici para, kriz zamanlarında resmi para biriminin yerini tutmuştur. Para birimleri diğer devletlerin yedek para birimi olarak da kullanılmıştır. En iyi bilinen örnek; Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin Doğu Alman Markı yerine Alman Markı’nı kullanmasıdır. Paranın değişim aracı işlevi: Para bir hak ölçüsüdür. Altın karşılığı para kullanan bir devlet ne kadar para basarsa Merkez bankasına o değerde Altın stoklaması veya koyması lazımdır. Günümüzde Türkiye herhangi bir karşılığı olmayan "fiat" sistemine dahildir. Paranın ticari işlemlerdeki fonksiyonu tam burada ortaya çıkar. İki malın değişiminde para, bir üçüncü mal olarak araya girer ve değişim iki bölüme ayırır. A malı verilip karşılığında para alınır, başka bir yer ve zamanda ise para verilip B malı alınır. Paranın bu şekilde mal değişimini iki bölüme ayırması, paranın bir değişim (mübadele) aracı olma işlevidir. Paranın hesap ve değer birimi işlevi: Paranın hesap ve değer birimi olarak işlevi, onun bir değişim aracı olma işlevinden kaynaklanır. Farklı malların değişiminde değişim oranları para ile belirlenir. Öte yandan para sayesinde iktisadi değerlerin tek bir ölçü birimiyle ifadesi de sağlanır. Özellikle işlemlerin kaydının tutulmasında paranın bu işlevi zorunludur. Paranın değer biriktirme ve spekülasyon işlevi: Para, arz ve talebin rahatlıkla karşılanmasını sağlar.Sermaye birikimi ve yatırım aracı olarak da kullanılır. Paranın bir iktisat politikası aracı olması işlevi: Gelişmiş bir para ekonomisine sahip ülkelerin para otoriteleri 20. yüzyılda sıklıkla, faiz oranları ve para arzını kontrol etmek yoluyla, paranın bir iktisat politikası aracı olarak kullanmışlardır. Mal para ve itibari(temsili) para olmak üzere ikiye ayrılır: Hem mal olarak kullanıldığında bir değere sahip olan hem de değişim aracı olarak kullanılabilen nesnelerdir. Buna en iyi örnek altın paradır. İkiye ayrılır: Tek maden (normalde altın) burada madeni para birimi olarak görülür. Çift maden (altın ve gümüş) burada madeni para birimi olarak kullanılır. İtibari para, hükümet kararına dayalı çıkartılan, altın, gümüş vs. karşılığı olmayan, altında imzası olan yere ve düzenlediği kağıdın taklit edilemeyeceğine güven üzerine kurulmuş, mal ve hizmet alışverişi için kullanılan banka kağıdı veya kâğıt para demektir. Günümüzde dolaşımda olan paralar bu şekildedir. Manipülasyona uğramış kâğıt para değerleri: Altınla konvertibilitesi olmayan bu kâğıt paraların ödeme gücü artırılabilir. Günümüzde para miktarını, her devletin kendi bağımsız merkez bankası kontrol etmektedir. Nakit paranın altın ya da döviz rezervleriyle değişimi olanaksızdır. 1971’de ABD Başkanı Richard Nixon’un Amerikan Dolarının altın karşılığını kaldırmasıyla birlikte modern siyasi iktisatta paraların tamamına yakını kâğıt paraya dönüşmüştür. Bu bağlamda Avusturya Okulunun (İktisadi düşünce okulu) terimlerinden olan itibari para (Fiat Money) yerini almıştır. Bankaların Kısmi Rezerv Sistemi'nde (KRS) kredi vermek suretiyle yarattıkları sanal paradır. Borca Dayalı Para Sistemi (BDPS) denen mevcut küresel finans sisteminde piyasadaki paralar içinde fiziksel para %10'luk kısmı oluştururken Kaydi Para %90'lık kısımdır. Yani piyasadaki paranın %90'ı bankalarca yaratılmaktadır. MÖ 3. yüzyıl başından itibaren bakır, gümüş, kalay ve altın gibi madenler paranın yerini tutmuş; paranın değişim aracı, ödeme aracı, hesap birimi ölçüsü, değer saklama aracı olma gibi işlevlerini yerine getirmiştir. Bu madenlerin yanı sıra tahıl ürünleri de değer ve takas ölçüsü olarak kullanılmıştır. Ancak destekleyici üretime bağlı olan Oikos ticareti ile bağlantılı olarak saray ekonomisi, kendi üretimine dayalı malların değiş tokuş yoluyla veya hizmet yükümlüğü karşılığında sağlanmasından ötürü para odaklı ekonominin gelişimini engellemiştir. Bu nedenle madeni para, sadece birkaç ekonomi dalında kendini kabul ettirebilmiştir. Afrika’da her dönem farklı para değerleri tedavülde olmuştur. Bu değerlerin hepsi değer biriktirme işlevi görmüştür. Ödeme aracı olarak inci, fildişi, sığır ya da Manilla kullanılmıştır. 15. yüzyılda ise köle ticaretinden elde edilen gelirler (özellikle köle alım- satımında kullanılan Manilla halkası) söz konusu olmuştur. Antik Yunan’da mallar, yerine getirdikleri para fonksiyonlarına göre sınıflandırılmıştır. Bu bağlamda, paranın standartlaşmış kamusal ödemeler için şehir devletlerinde(Polis) belirgin bir öneme sahip olduğunu varsaymak gerekir. İlk madeni paralar MÖ 600' lü yıllarda Batı Anadolu’da darp edilmiştir. Bu paralar gümüş- altın alaşımı/ elektrum/beyaz altından elde edilmiş ve büyük olasılıkla da sadece bölgesel çapta kullanılmıştır. Sikkelerin gümüşten yapılması zorunluluğunun (olağanüstü durumlarda altın ve bronzdan) hâkim olduğu Yunanistan’da madeni para kullanımı hızla artmıştır. Sikkelerin ağırlığı Polis şehri damgasıyla garanti altına alınmıştır. En önemli para değeri Yunan Drahmisi olup 1831’den 2001 yılına kadar Yunanistan’da kullanılmıştır. MÖ 5. yüzyıl başlarından itibaren de paralı ekonomiden söz edilebilir. Antik monetarizmin merkezi Atina olup, para değeri de tüm Akdeniz sahasında dolaşmaktaydı. Bunun temelinde de Atina’daki demokratik yapı ve ticari piyasa yatmaktadır. Ancak Büyük İskender’in Atina' yı hâkimiyetine almasıyla yeni bir para tedavüle girmiştir. Antik Yunan’da olduğu gibi Roma İmparatorluğu’nda da farklı para türleri vardır. Genel olarak geçerliliği olan bir para biriminin standartlaştırılması MÖ 500’de mümkün olmuştur. Para burada cezanın tespiti görevi de görmüştür. Roma İmparatorluğu’nun genişlemesiyle birlikte savaş ganimeti olarak daha büyük altın- gümüş ve bronz yatakları bulunmuştur. Bu da para basımının çoğalmasını sağlamıştır. İlk olarak bronz ve gümüş madeni paralar basılmıştır. Yunanlara göre Romalıların madeni paraya geçişi daha geç olmuştur. Pön Savaşları’ndan ötürü askeri finansman için gereken büyük miktardaki para da madeni paranın değerinin düşürülmesiyle elde edilmiştir. Diğer yandan da Roma’nın parası İtalya’da o kadar yaygınlaşmıştır ki tüm İtalyan şehirlerinde para basımı durmuştur. Yeni fethedilen bölgelerde Roma’nın esas parasıyla konvertibilitesi olan sayısız farklı para birimi hâkimdi. Sınırların daha da genişlemesiyle birlikte Roma’daki gümüş miktarında artış olmuş, böylece de ülke harcamalarının büyük bir kısmı yeni gümüş paraların basımıyla finanse edilmiş; bu da ilerideki yüzyıllarda para değerinin düşmesine ve MS 3. yüzyılda Romalı gümüş paranın tedavülden kalkmasına yol açmıştır. Bu nedenle artık Romalıların da gümüş madeni gibi kıtlaşan yeni madeni para türlerine güveni kalmamış, böylelikle özellikle eski madeni paralar istiflenmiş ve eritilmiştir. Para bu nedenle eski önemini kaybetmiştir. Bunun sonucunda da Roma askerlerinin tayın bedeli tahılla ödenmiştir. Buna tepki olarak İmparator I. Konstantin ise gümüş parayı istikrarlı altın para ile karşılamıştır. Antik dönemin sonlarında ise yeniden düzenlenen para sisteminde bu sefer yüksek değerli gümüş ve bronz paralar darp edilmiştir, altın paralar ise daha sonra çıkarılmıştır. Tüm bunlara rağmen gümüş para, Roma’nın gümüş ve bronz madeni paralara dayanan para sisteminin altın ve bronz para değeri sistemiyle değiştirilmesi neticesinde yine önemini kaybetmiştir. Bizans’ın para değer sisteminin temelini, I. Konstantin zamanında uygulanan Solidus (sikke) (Türkçe: temel/sağlam) adı verilen altın para oluşturmaktadır. Bu para yaklaşık 1000 yıl önce- MÖ 5. yüzyıldan MS 700 yılında Dinar’ın piyasaya girişine kadar- tedavülde kalmıştır. Bunun nedenleri de yüksek altın değeri ve bu değerin istikrarıdır. Bu gelişim karşısında gümüş gittikçe önem kaybetmiştir. Ancak, tıpkı bronz para gibi, gümüş para da altının yanı sıra ödeme aracı olarak geçerliliğini sürdürmüştür. Para Bizans toplumunda çok yüksek bir öneme sahip olmuştur. Ekonominin tüm alanlarında ve genel harcamalarda kullanılıp uluslararası ticarete de imkân sağlamıştır. Fakat bu özellikler de Bizans bölgesinde artan güvensizliğe neden olmuştur. Şarlman döneminde Solidus ile benzer özellikler taşıyan fenik ya da gümüş dinar adı verilen madeni paralar çıkarılmıştır. Kamusal alanda altının tedavülü de devam etmiştir. Altın aynı zamanda gittikçe takas aracına dönüşmüş ve ticaret için piyasada kullanılmaya başlanmıştır. İlk altın para, ödeme aracı özelliğini kaybederek sadece değer biriktirme amaçlı kullanılmıştır. 7. yüzyıldan 8. yüzyıla kadar ise sadece altındaki hesap parası özelliği taşıyan saf gümüş para değerine geçilmiştir. Banknot biçimindeki kâğıt para ilk defa Çin’de kullanılmaya başlanmıştır. 618’den 1279 yılına kadar uzun bir geçerlilik süresi olmuştur. Bu sayede kâğıt para 10. yüzyılda kısıtlı bir bölgede de olsa tacirlerin tuz alım- satımını kolaylaştırmıştır. Banknot basımı kamulaştırılsa da zamanla pek çok bölgesel para ortaya çıkmıştır. Toplu kâğıt basımı 11. yüzyıl‘da matbaanın icadıyla gerçekleşmiştir. 13. yüzyıl ortalarında pek çok farklı para standart bir konuma kavuşmuştur. 7. yüzyıl ile 12. yüzyıl arasında İslam ülkelerinde artan ticaret ve değer istikrarını sürdüren Dinar’dan beslenen güçlü bir paralı ekonomi oluşmuştur. İlk kez kredi, çek, borç senedi ve tasarruf hesabı kavramları ortaya çıkmıştır. Böylece de bankacılığın temeli oluşmaya başlamıştır. 1661 yılında Avrupa’da ilk kez İsveç’te resmi kâğıt para tedavüle girmiştir. Gerçi İsveç zengin bakır rezervlerine sahipti, ancak bakır demir paralarının nominal değeri düşüktü, bu nedenden dolayı da aşırı derecede büyük ve epey ağır demir paralar dökülmesi gerekiyordu. Banknot kullanımının kredi verme, altın ve gümüşün transferindeki risklerin ortadan kalkması gibi pek çok ol
umlu etkisi olmuştur. Buna ek olarak da şirketlerden hisse senedi alabilme olanağı da doğmuştur. Diğer tarafta, bazı olumsuz yanlar da söz konusu oluyordu; örneğin hükümetler artık mali gereksinimlerini (kolaylaştırılmış savaş maliyeti gibi) karşılamak üzere sınırsız boyutta para basabiliyordu; çünkü değerli taşlarla kesin belirlenmiş değere sahip madeni paranın aksine, banknotların belirli bir değeri bulunmuyordu. Bu gelişmeyle birlikte de yüksek enflasyon tehlikesi olasılığı baş göstermiştir. İlk çağda sikke basma hakkı her asilzadenin elde etmeye çalıştığı bir ayrıcalıktı. Bunun nedeni de sikke düzenlemesinin ayrıcalıklı bir egemenlik hakkı oluşuydu. Bu da, her sikke türünün şiddetli fiyat dalgalanması olduğu için, karşılaştırılması olanaksız pek çok değerin tedavülde olmasına neden oluyordu. Ortaçağda alışılmış sikkeler tedavülde olduğu için yabancı bir sikkenin para değeri, değerli maden oranıyla belirleniyordu. Bu da bölgeler üstü ticareti engel oluşturuyordu. Ticareti kolaylaştırma ve güç odaklanması ise ulusal tek paraya olan eğilimi artırdı. Paranın tedavülde olduğu eski dönemlerde, sikkenin maden oranı nominal değeriyle uyum içindeydi. Sikke bastıran kişi, para ihtiyacı karşılama amacıyla sık sık sikkenin değerinin düşürülmesini sağladığı için yeniçağın ilk dönemlerinde daha büyük bir enflasyon söz konusu olmuştur. Örneğin; 30 Yıl Savaşlarının başlangıcındaki Kipper ve Wipper zamanı, sikkelerin değerinin düşürülmesinden ileri gelmektedir. Avrupa’da ilk olarak Fransa, madeni para hakkını merkezi yönetimi ve kraliyet gücüyle garanti altına almıştır. İlk esaslı para reformu XIII. Ludwig zamanında yapılan büyük madeni para reformudur. 1640 ve 1641’de “Louis D’or” adlı para birimi ithal edilmiştir. 1795 yılında Fransız Frankının tedavüle girmesiyle birlikte ilk kez ondalık sisteme geçilmiştir. Napolyon’un seferleriyle de bu para ve onluk parçaları Avrupa’ya yayılmıştır. Bununla birlikte Fransa ve çevresinde, birkaç madeni para sistemi oluşmuştur. Bu sistemlerde benzer şekilde yapılanmış ve yüksek saflık dereceli tedavüldeki paralardan dolayı sabit bir döviz kuru oluşturulmuştur. Böylece de 23 Aralık 1865 yılında Latin Madeni Para Birliği’nin kurulması sağlanmıştır. Fransa, Belçika, İtalya, İsviçre ve Yunanistan’ın katılımıyla oluşan Latin Madeni Para Birliği, madeni para üretiminde oldukça avantaj sağlamıştır. Tüm bu ülkeler aslında kendi madeni paralarını basmışlardır. Basılan paraların hepsi 35 mm çapında; 32, 26 gr. altından olan 100’ lük madeni paralardır (100 Frank, 100 Lira, 100 Drahmi). Latin Madeni Para Birliği’nin dezavantajı ise, çift metalliliktir, yani altın madeni paralarla gümüş madeni paraların sabit takas oranıdır. 19. yüzyıl sonlarına doğru gümüş paraların büyük değer kaybı, çift metal paralardaki sorunları gündeme getirmiştir. Öyle ki çoğu ülke altın tek metal sistemine geçmiştir. Para birimlerinin altına bağlı desteklenmesi ile kâğıt paranın dolaşıma girmesine bağlı olumsuzlukları (özellikle de yüksek enflasyon risklerini) yumuşatma amacı güdülüyordu. İngiltere bu gelişmeye öncülük etmiş ve 1817’de altın standardını yürürlüğe sokmuştur. 1871 yılında Alman - Fransız Savaşıyla (1870), Almanya ve 1900’de de Amerika bu sisteme geçmiştir. 1880’den sonra ise altın para tamamen farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Altın standardıyla birlikte konvertibilite(Serbestçe başka para birimlerine çevrilebilirlik) görevi de doğmuştur. Bu da teorik olarak nakit paranın Merkez Bankasındaki altın değeriyle takası anlamına gelmektedir. Altın paritesi ya da altın denkliği burada takas durumunu ifade eder. Bu saf altın standardı aslında teoride kalmıştır. Altın paranın depolanması ise pratikte artan nakit enflasyonuna karşı bir önlem görevi (fiyat istikrarı sağlama)görmüştür. I. Dünya Savaşıyla birlikte hükümetlerin para ihtiyacı artmış, dünya ekonomi krizi ve II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle de bu ihtiyaç somutlaşmıştır. Öyle ki çoğu ülke altın standardını kaldırmış ve altın külçe standardına geçmiştir (banknotların direkt olarak altınla takası da böylece son bulmuştur). Sahte para, para değeri varmış gibi görünen, ama herhangi bir değeri olmayan, yapımına hile karıştırılmış ya da taklit edilmiş para anlamına gelmektedir. Bu parayı kullananların amacıysa alacaklıları paranın gerçek değeri konusunda aldatmaktır. Sahte para kullanılması, bu paranın piyasaya sürülmüş olduğu anlamına gelmektedir. Sahte para imalatı, piyasaya çıkarılması ya da çıkarılma amacıyla hazırlanması dünya genelinde suçtur. Paranın piyasaya ilk olarak çıkarılmasından beri az ya da çok sayıda marifetli dolandırıcılar paranın taklidini üretmek ve piyasaya çıkarmak çabasındadırlar. MS 220 yıllarında o zamanlar Roma İmparatorluğu sınırları içinde olan Retien bölgesindeki Rißtissen’de, kilden kalıplar yardımıyla büyük miktarda sahte Roma Denarius’u basılmıştır. Sahte sikkeler ve kalıplar Rißtisser’deki Roma müzesinde görülebilir. Ayrıca bugünkü adı Rottweil olan Arae Flaviae’den de MS 100’lü yıllara ait benzer bir buluntu vardır. Altın talerin sahtesiyle (genellikle sert maddeden olur) gerçeğinin ayırt edilmesi için ısırma yöntemi kullanılırdı. Ortaçağ’da bir kalpazan kaynar yağa sokularak ağır cezaya çarptırılırdı. İkinci dünya savaşında Alman İmparatorluğu gizli servisinin, Aktion Bernhard takma adlı bir sahte para eylemi gerçekleşti. Bunun yanı sıra düşman ülkelerin ekonomisinin dengesini bozmak amacıyla büyük miktarlarda sahte yabancı para üretilmiştir. 1970’li yıllarda Günter Hopfinger elle boyanmış Bin ve Yüz Marklar sayesinde ün kazanmıştır. Bunun için 4 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmıştır. 1994 yılından beri Kuzey Kore’nin Süper dolar olarak tanımlanan mükemmele yakın şekilde Dolar ürettiğine ilişkin şüpheler vardır. Sahte para hazırlanması ve imalatı için her dönemde ağır cezalandırmalar bulunmaktadır. Günümüzde orijinal sikkeler ve banknotlar sahtelerinin hazırlanmasını mümkün oldukça zorlaştıran bazı özel güvenlik işaretlerine sahiptir. Güvenlik İşaretleri Sahtecilikler genelde devlet bankası şubelerinde (Federal Alman Bankası, İsviçre Ulusal Bankası) fark edilir ve belirli resmi makamlara bildirilir. Sahtecilikler kalitelerine göre sınıflara ayrılmaktadır. Avrupa Bölgesinde en sık sahte basımı yapılan birimler 2 ve 1 Avroluklar ve 50 Sent demir paralardır. 2006 yılında Almanya’da Euro para birliğinden [2] bu yana en yüksek oran olan 77.000 adet sahte demir para ele geçirilmiştir. İsviçre’de de bu durum 5 frank demir para için geçerlidir. Sahte paranın 2 Avro demir paralarda basımı oldukça çoktu ve kâğıt paraya oranla demir para olarak basımı sayıca çok daha fazlaydı. 75.000 adet 2 Avro üzerinde çalışmalar neticesinde yaklaşık 15 ila 25’inin sahte olduğu ortaya çıkmıştır. 2006 yılında 141.000 sahte 2 Avro demir para ve 14.000 sahte 1 Avro demir para piyasadaydı. Sahtecilik yapılan paraların miktarları bölgelere göre değişiklik göstermekteydi (kırsal bölgelerde kentlere oranla daha az sahte para basımı görülüyordu). Gündelik yaşamda tecrübesiz birinin sahte bir parayı tanıyabilmesi neredeyse imkânsızdır. En basitinden sahte Avro demir paralar bir mıknatısla anlaşılabilir: sahte Avro demir paralar genellikle çok serttir ve manyetik (mıknatıslı) değildir. Gerçek 1 ve 2 Avro demir paralar ise çok kolay şekilde mıknatıslara yapışırlar. İsviçre’de üretimi İtalya’da yapılan 5 frank demir paralarının gerçek gibi görünen sahteleri çıktığında, sahte para basım yerlerinin feshedilmesiyle durum biraz daha iyileşti. Önlem olarak şimdilerde derin bir kenar yasına sahip olduğu için 1985 yılından 1993 yılına kadarki 5 Frank demir paralar toplatılıyor ve yok ediliyor. Bu paralar 2007 yılından itibaren geçersizdir, fakat merkez bankası tarafından önceden olduğu gibi itibari değeriyle geri alınıyor. Diğer basım yıllarında paraların daha belirgin kenar yazıları bulunduğu için sahtelerinin üretilmesi zordur. 1998 yılında 21.000 sahte demir para saptanmışken bu sayı 2004 yılında 339’dur. Bunun yanında çok sayıda sahte 2 Franklıklar ve 20 Frank Altın parçaları da saptanmıştır. Kâğıt paralarda sahteciliğin tanımlanmasına ilişkin işaretler: Millî ekonomi krizi adıyla da anılan para krizi bir para değerinin ani ve beklenmedik bir şekilde devalüasyona uğramasıdır. Bu da bir ya da daha fazla para değeri veya altın karşısında sabit döviz kurunun istenmeyen düşüşüyle meydana gelir. Para krizleri sık sık mali ve ekonomik krizlere neden olur. Para krizleri her zaman farklı yapıda olsa da, çok sıkça açığa çıkan bazı erken sinyal ve belirtiler gözlemlenebilmektedir. Bunlar arasında; (kalıcı) üretim bilanço açıkları, sermaye bilançosunda güçlü döviz akışı, kısa vadeli dış ticaret yükümlülüklerinin artışı, yüksek kredi büyümesi ve varlık değerlerinde (özellikle gayrimenkuller ve hisselerde) yoğun fiyat artışları sayılabilir. Bir para krizinin patlak vermesinin ardından tipik kriz semptomları ortaya konur. Burada yurt dışı borçlanmalarındaki artan kısa vadeler, yurt dışı borçlarının yabancı paralarla güçlükle ödenmesi, borçlu ülkelerdeki kredi alacaklılarına yüksek faiz kıyası, hisse senedi ve taşınmazların yüksek değer kaybına uğraması, sermaye göçünün dönüşü ve de para rezervlerinde ciddi kayıplar söz konusudur. Bretton Woods Sisteminin sona erişinin ardından meydana gelen para krizlerine örnek olarak; 1971 Dolar krizi, 1982/83 Amerika borç krizi, 1994/95 Meksika krizi (Tequila krizi), 1997 Güney Doğu Asya finans ve para krizi (Asya krizi) ve 1999 Brezilya krizi verilebilir. Aralık 2007’den beri Avrupa Merkez Bankası (EZB) Amerikan Federal Rezerve ile yaptığı anlaşma gereği bankalara Amerikan Doları sunmaktadır ve buna karşılık para piyasasındaki durumu rahatlatmak için güvence olarak Avro değerini karşılayan kıymetli kâğıtlar almaktadır. Avrupa Merkez Bankası aynı şekilde özel bankaların değişken kur risklerini üstlenmektedir. 18 Eylül 2008 tarihinde dünya genelindeki merkez bankaları para piyasasındaki gerilimi yumuşatmak için 180 Milyar Amerikan Doları sunmuşlardır. Bankalar 18 Eylül 2008 Perşembe günü Avrupa Merkez Bankası’nd
an bir gün için 40 milyar ABD Dolarına kadar para alabilmişlerdir, dahası açık bir hacimle Avroya hızlı bir teklif ortaya çıkmıştır. Bank of Japan ilk defa ABD Doları sunmuştur. Aralık 2008’den itibaren aralarında Federal Rezerve (Fed), Avrupa Merkez Bankası (EZB), Bank of England (BoE) ve İsviçre Ulusal Bankası (SNB) gibi bankaların da bulunduğu öncü bankalar ortak bir hareketle dünya genelinde güdümlü faiz oranını düşürmüşlerdir. O zamandan beri güdümlü faiz oranlarını on yıldan beri eriştiği en düşük seviyeye kısmen tarihindeki en düşük duruma getiren faiz gerilemeleri yaşanmıştır. 6 Nisan 2009 tarihinde Avrupa Merkez Bankası Federal Rezerv’e 80 Milyar ABD Doları swap-lines kaynağı sunmuştur. Britanya Ulusal Bankası 60 Milyar Sterlin, İsviçre Ulusal Bankası 40 Milyar Frank ve Japonya Merkez Bankası ise 10 Trilyon Yen sunmuştur. Amerikan kredi kurumları Fed üzerine geleceğe yönelik kredi bağlamında dış para birimlerine başvurabilmektedir. Ulusal bankaların önlemleri 18 Eylül 2008 önlemlerini aksi yönde tamamlamaktadır. O zamanlar Fed dış ulusal bankalara toplamda 300 Milyar ABD Doları swap-lines vermiştir. Finans krizi çerçevesinde birçok ülkede geniş kapsamlı kurtarma paketleri ve finans piyasasını sabitleme yasaları çıkarılmıştır. Bunlar ABD'de şöyleydi: Economic Stimulus Act of 2008 (ESA kapsamında: 150 Milyar ABD Doları), Emergency Economic Stabilization Act of 2008 (EESA kapsamında: 700 Milyar ABD Doları) ve American Recovery and Reinvestment Act of 2009 (ARRA kapsamında: 787 Milyar ABD Doları). Almanya’dakiler: Finans piyasasını sabitleme yasası (FMStG kapsamında: 400 Milyar Avro), Önlem paketi “Büyümenin güçlenmesi yoluyla istihdam güvencesi” (Kurtarma paketi 1 kapsamında: 50 Milyar Avro) ve Kurtarma programı "Krize direnme, bir sonraki canlanma için güçlü durma" (Kurtarma paketi 2 kapsamında: 14 Milyar Avro); Avusturya'dakiler: Kurtarma paketi 1 ve 2 ve Vergi Reformu (toplamda yaklaşık 12 Milyar Avro). Deutsche Bank Research’ün bir araştırmasına göre kurtarma programının birçok yıla dağılımı yapılan hacmi yaklaşık 2 Trilyon ABD Dolarından oluşmaktadır. DB Research’e göre programlar olmasaydı kişi başına düşen yıllık gelirdeki düşüş göz ardı edilemeyecek kadar çok olurdu. Araştırma kişi başına düşen yıllık gelirin kriz şartlarında gerilemesini şu rakamla ifade etmektedir: “4 Trilyon” ABD Doları. Bankacılık sektörü sonunda yavaş yavaş iyileşme gösterebilmektedir. Kriz çerçevesinde ABD’de ve Almanya’da Bad-Bank Konsepti (Tasfiye edilen bankalar) sunulmuştur. Almanya’da 2009 yılında finans piyasasının istikrarının geliştirilmesi yasasıyla merkeze bağlı olmadan tek tek kredi kurumları için bir Bad Bank kurma olanağı sağlanmıştır. Bu Bad Bank kusurlu olarak yapısı belirlenen kıymetli kâğıtları kabul edebilir ya da iyileştirme gereksinimi duyan bankaların tüm zarar eden iş alanlarını tasfiye edebilirdi. Kasım 2008’den beri banka borcu harcamaları devlet tarafından garanti altına alınmaktadır. Aralık 2009’a kadar devlet tarafından garanti altına alınan banka borcu harcamalarının hacmi yaklaşık 800 Milyar ABD Dolarına ulaşmıştır. 450 Milyar ABD Dolarından daha fazlası Batı Avrupa’nın, geri kalanın büyük bir kısmı ise ABD'nin payına düşmektedir. Uluslararası para ticareti, paranın (dövizin) farklı ticaret yerlerinde satın alınması ve satılmasıdır. Artan uluslararası kartelleşmeler nedeniyle, döviz piyasasındaki parayla yapılan uluslararası ticaret son yıllarda oldukça önem kazanmıştır. Paralar hem spekülatif hedeflere hem de reel ekonomik temelli değişim hedeflerine ulaşmıştır. Bir paranın değişiminde, ekonomik entegrasyonu güçleştiren - çoğu ekonomistin görüşüne göre - ayrı bir işlem maliyeti de ortaya çıktığı için, son yıllarda parasal birliklere talep artmaktadır (örneğin; Avrupa Birliği Ekonomik ve Parasal Birliği). Para, tıpkı ülke bayrağı gibi, bir ülkenin kimliğini oluşturan niteliklerden biridir. Fakat ülkeler çoğunlukla başka ülkelerin para isimlerini benimsemişlerdir. Örneğin; Joachimstaler/Taler denince (Amerika, Asya ve Afrika’da) Dolar anlaşılmaktadır (Joachimstaler adı, Çek Cumhuriyetindeki Jáchymov şehrinden gelir; bu şehir ağır maden yatakları ile tanınır). Çoğu para değerinin kendine has yazı işareti ya da kısaltması vardır. Bunlarda para birimi sembolü kullanılır. Örneğin; İki tip kısaltma vardır: Biri işaret ya da herhangi bir kurala dayanmayan ülke içinde kullanılann harf kısaltması (örneğin; İsviçre Frankı için „Fr“ ya da „sfr“), diğeri de üç harf kuralı kısaltmasıdır, ki bu da uluslararası para ticaretinde kullanılan ISO- 4217 Standardına göre oluşturulmuştur (örneğin; CHF) Çoğu para biriminin karakteristik kısaltması ya da sembolü bulunmaktadır. Sigara Sigara, günümüzde yaygın olarak tütünün kâğıda sarılmasıyla yapılarak kullanılan bu içeceğin MS ve 18. yüzyılda Avrupa'ya İspanya yoluyla Amerika Kıtası'ndan geldiği sanılmaktadır. Sigara yüzünden her sene 6 milyon kişi ölmekte yani her 10 ölümden birinin nedeni sigara. İlk yıllarda tütün yaprağına daha sonra da ince kâğıda sarılarak içilmeye başlanmıştır. Bizet'nin operası Carmen 1830'ların İspanya'sını anlatır ve oyunun kahramanı Carmen başlarda bir sigara fabrikası işçisidir. Fransa'da ilk sigara fabrikası Fransız devlet tekel şirketi tarafından 1845'te kurulmuştur. İngilizler sigarayla ilk defa Kırım Savaşı'nda (1853 - 1856) Osmanlı askerlerinde görerek tanışmıştır. Osmanlı Devleti, devlet gelirlerini artırmak için sigarayı devlet tekeline alınca, sigara üretimiyle uğraşan Rum tüccarlar, o zamanlar İngiliz himayesinde olan Mısır'a göç etmiş ve Mısır'da 1880-1915 yılları arasında dev bir sigara endüstrisi oluşmuştur. Avrupa ve Amerika'da I. ve II. Dünya Savaşı yıllarında sigara askerlere genel ihtiyaç olarak dağıtılmış, 1965 yılına kadar sigara tüketimi yükseliş eğilimi göstermiş ama zararları hakkında bilinçlenme yayıldıkça tüketim azalmıştır. Gelişmekte olan ülkelerde ise hâlen sigara tüketimi yükseliş eğilimindedir. Sigara bağımlılığı psikolojik ve fiziksel bağımlılık olmak üzere 2 ayrı alt başlıkta incelenmelidir. Aslında sigara içme eylemi bulaşıcı bir psikiyatrik hastalıktır, kuşaktan kuşağa görerek-duyarak bulaşır. Doğduğumuz andan itibaren çevremizdeki milyarlarca sigara içicisine ait 10.000’lerce bilinçaltı kayıt ve sigara firmalarının bunları güçlendirmek için kurduğu tuzaklar sayesinde daha çocukken zihnimize bulaşır. Bu aslında kitlesel bir beyin yıkama programıdır. Önce çevremizdeki sigara içen büyüklerimiz, daha sonra çizgi filmler ve son olarak da filmler aracılığıyla sigaranın bir keyif-destek aracı olduğuna inandırılırız. Marlboro-Formula 1 yarışları, Camel Trophy, Parliament Sinema Kulübü gibi sosyo-kültürel projelerle inançlarımız ve beklentilerimiz iyice güçlendirilir. Tüm sahneler ve gizli reklam çalışmaları sigarayı hayatın her aşamasında olması gereken normal bir şey gibi algılamamız için ayarlanmış ve hepsine bugüne kadar trilyonlarca $ para harcanmıştır. Beyin yıkama gerçek olmayan bir şeye gerçek gibi inandırılmak demektir. İnançların beyinden salgılanan nörotransmitterleri direk etkilediği plasebo çalışmalarında gösterilmiştir. MR spektroskopi çalışmalarında plasebonun aktif maddeyle aynı oranda nörotransmitter salınımına ve beyinde aynı anatomik bölgelerde sinyal alınmasına yol açtığı kanıtlanmıştır. Sonuç olarak, sigaranın psikolojik bağımlılığı beyin yıkamalar tarafından oluşturulur. Günlük hayatımızda sigara bağımlılığının büyük oranda psikolojik olduğunu gösteren en çarpıcı kanıtlar hamilelik, oruç ve uzun yolculuklardır. Birçok tiryaki hiçbir fiziksel sıkıntı yaşamadan 10-12 saat süren okyanusaşırı uçak yolculukları yapabilir çünkü uçak inene kadar içmemeye şartlanmıştır. Uçaktan iner inmez sigarasını yakmak ister ve eğer yasak vb. bir engelle karşılaşırsa canı sıkılır ve nikotin çekilme belirtisi zannettiği sinirlilik, gerginlik, çarpıntı, terleme, el titremesi, kafasını toplayamama gibi 12 saat boyunca yaşamadığı tüm belirtileri ilginç bir şekilde saniyeler içinde yaşamaya başlar. Hâlbuki asıl sorun içmemeye şartlanma süresinin sona ermiş olmasıdır. Yani fiziksel bağımlılıktan kaynaklandığı sanılan çekilme belirtileri gerçekten hissedilir, ancak tetiği çeken yine psikolojik bağımlılıktır. İçme beklentisi ve şartlanmayla ilgili çok fazla sayıda bilimsel araştırma ve kanıt vardır. Sigara içenler özgürce sigara içebildikleri, çekilme belirtisi olma ihtimalinin açıkça imkânsız olduğu durumlarda bile, çok yüksek seviyede sigara içme arzusu duyabilirler. 4-5 saat zorlanarak abstinans sağlananlar ile sabah uykudan uyananların sigara içme arzularının karşılaştırıldığı bir çalışmada, 1. gruptakilerin çok daha yüksek olduğu bulunmuş. “Sigara içme arzusu esasen alışılmış davranışa olan arzuyu yansıtır” sonucuna varılmıştır. El alışkanlığı, sigara ile ilişkili nesneler, sigarayı hatırlatan durumlar gibi sigara içmeyi tetikleyen faktörler çok güçlü sigara içme arzusuna neden olur. Sigara içmeyi tetikleyen faktörler daha çok sigara içme beklentisini hatırlatır, içme arzusunu arttıran beklentidir. Dols ve arkadaşlarının 2000 ve 2002 yıllarında yaptıkları 2 çalışmada da sigara içilebilen ve içilemeyen ortamlarda sigara içen gönüllülere sigarayı hatırlatıcı uyaranlar verilmiş. Ve içilemeyen ortamlarda uyaranların yarattığı sigara içme arzusunun çok daha düşük olduğu gözlenmiş. Sonuç: Sigara içmeyi tetikleyen faktörler esas olarak öncelikle sigara içme beklentisini başlatır. İçme arzusunu arttıran beklentidir. Benzer sonuçlar daha sonra 2005'te Thewissen ve arkadaşları tarafından da yayınlanmıştır. Sigara içme arzusunu yaratan psikolojik faktörlerin incelenmesinde dindar Museviler araştırmacılar için âdeta doğal bir laboratuvar ortamı sağlar. Çünkü dindar Museviler cumartesi günleri ateş yakmazlar, sigara içmezler. Bu bulguların ışığında Schacter ve arkadaşları ile Warburton sigara sorununu sadece nikotine eşdeğer görmenin imkânsız olduğu sonucuna varmışlar. Bir guruba nikotin, diğerine plasebo verilerek yapılan bir NRT (Nikotin replasman tedavisi) çalışmasının devamında tahmin grupları olu
şturulmuş; verilen üründen bağımsız olarak, kendisine nikotin verildiğine inananların sigara tüketimindeki azalma, plasebo verildiğine inananlara göre belirgin olarak daha iyi bulunmuştur. Dindar Musevi gönüllülerin Şabat günündeki sigara arzularının karşılaştırıldığı bir çalışmada, Şabat günü süresince sigara içme arzusu, iş günü zorlu abstinansı süresince, hatta serbest içtikleri gündekinden bile anlamlı derecede düşük bulunmuş ve son saatlerde beklentinin yaklaşmasıyla düzeyler hızla artmıştır. Uçak çalışanları ile yapılan bir araştırmada kısa ve uzun uçuşlarda sigara içme arzusunun, uçağın inişi yaklaştıkça tepe noktaya ulaştığı görülmüştür. İlk kısa uçuşun sonu ile uzun uçuşun sonu arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Paralel zamanlamada ilk kısa uçuşun sonundaki içme arzusu, uzun uçuşun orta zamanından belirgin olarak daha yüksektir. Dr. Dar’ın bu 2 çalışmasındaki bulgular sigara içme beklentisinin arzuyu arttırdığı teorisini kanıtlamaktadır. Maddenin yapacağı zannedilen asılsız beklenti ve inançlar ise, içme beklentisinden farklı bir kavramdır. Beklenti ve inanç teorilerini destekleyen en geniş derleme 1999 yılında Brandon ve arkadaşları tarafından yayınlanmıştır. 1950’li yıllardan 1999’a kadar bu konuda yapılan tüm çalışmalara yer verilmiştir. Bu beklentiler sigaranın sağlayacağı keyif, rahatlama, konsantrasyon artışı gibi sahte faydaları ve bırakınca yaşanacak belirtileri ortaya çıkarır; bırakma isteği ve bırakabilme beklentisi başarı oranını olumlu yönde etkiler. Fiziksel bağımlılıktan sorumlu olan nikotin, renksiz, kokusuz ve oldukça zehirli bir maddedir. Böcek ilacı yapımında bile kullanılmaktadır. Yarılanma ömrü 60 dakika gibi kısadır. Sigara içiminde dolaylı ve çok yavaş olarak kana geçmektedir; metabolizma hızı ile alım hızı dengelidir, dolayısıyla vücutta birikim yapmaz ve güçlü bir uyuşturucu madde olduğu için bir süre sonra tolerans gelişir. Bu yüzden de çok toksik olmasına ve sigara tiryakileri tarafından sürekli alınmasına rağmen hızlı bir ölüme yol açmaz. Ancak sigara ile birlikte nikotin replasman tedavilerinin kullanılması aşırı doza bağlı komplikasyonlara ve ölüme yol açabilir. 21. yüzyılda tütün endüstrisinin sağlığa gerçekten ve ciddi zararı olmadığı iddiasıyla piyasaya çıkaracağı ürünlerle de aynı sorunların yaşanma olasılığı kuvvetle muhtemeldir. Aslında her tiryaki ilk sigarayı denemeden çok önce psikolojik olarak bağımlı hâle gelmiştir, yani zihnen sigaraya başlamıştır. Birkaç sigara içildikten sonra hızla nikotine bağımlı olunur. Fiziksel bağımlılık tam olarak yerleştikten sonra kişi her sigarayı yakışta göreceli bir iyilik hâli yaşar, beyin yıkamaların zihinde yarattığı yanlış kodlar dolayısıyla yaşadığı bu yükselmenin göreceli bir iyilik hâli, bir yanılsama olduğunu fark edemez ve gerçek bir keyif-destek olduğunu zanneder. Tiryaki bu yanılsamayı hayatındaki keyif-stres-sıkıntı gibi çeşitli anlarla şartlı refleks hâline getirdikçe, günde 20-30 kez yaşadıkça psikolojik bağımlılığı her geçen gün biraz daha güçlenir, sigaraya verdiği değer artar. Sigarasız yaşayamayacağını zannetmesinin, bırakınca mutsuz olmasının tek sebebi, bu geçici göreceli iyilik hâlini gerçek sanması ve bundan mahrum kalmanın yarattığı yalancı fedâkarlık hissidir. Viyana Üniversitesi Halk Sağlığı departmanından Prof. Neuberger Allen Carr Sigara bırakma metoduyla ilgili yaptığı 1 yıllık izlem çalışmasında, sigara içenlerin girdiği bu kısır döngüden de bahsetmiştir. Sigara kullanan kişilerin bulunduğu ortamlarda bulunan kişiler edilgen pasif içici olarak adlandırılır ve sigaranın zararlarından bazen içen kişiden daha çok etkilenirler. Bu durumu biraz olsun engellemek için toplu olarak bulunulan yerlerde içen ve içmeyen kişileri ayrı ortamlarda tutmaya yönelik çalışmalar vardır. Örneğin birçok restoranda sigara içilen ve içilmeyen bölümler ayrılır. Toplu taşıma araçları ve bazı kapalı mekânlarda hiç içilmez. Ancak bu önlemlere rağmen sigara açık havada bile içmeyenlere zarar vermekte ve rahatsız etmektedir. Dünya Sağlık Örgütüne göre her yıl 600.000 kişi pasif içicilikten ölüyor. 65 ülke sigara içimine çeşitli sınırlamalar getirmiştir. Dünya üzerinde bilinen ilk uygulama 1993 yılında ABD'nin Kaliforniya eyaletinde başlamıştır. Hollanda ve İrlanda'da 1 Ocak 2004, Fransa'da 1 Şubat 2007, İngiltere'de 1 Mayıs 2007, Almanya'da 1 Ocak 2008, İspanya'da 1 Ocak 2006, Norveç'te 1 Haziran 2004, İsveç'te 1 Mayıs 2005 ve Kosova'da 1 Mart 2011 tarihinde kapalı yerlerde sigara içilmesi yasaklanmıştır. Türkmenistan'da ise Ocak 2016'da tütün ürünlerinin satışı tamamen yasaklanmıştır. Dünya Sağlık Örgütüne göre Türkiye'deki erkeklerin %30'u ve kadınların %12'si sigaradan ölüyor. Türkiye'de sigara tüketimine ilişkin ilk yasal kısıtlama, 26 Kasım 1996 tarih ve 22829 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 4207 sayılı Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanun ile öngörülmüştür. Bu Kanun ile sigara başta olmak üzere tütün ürünlerinin zararlarının anlatılması ve tüketiminin önlenmesine ilişkin tanıtım vb. uygulamalar gündelik hayatta yer bulmaya başlamıştır. 4207 sayılı Kanun'da 19 Ocak 2008 tarih ve 26761 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 5727 sayılı Kanun'la esaslı değişikliklere gidilmiş, sigara başta olmak üzere tütün ürünlerinin, evler hariç, her türlü kapalı ortamda tüketimi yasaklanmıştır. 5727 sayılı Kanun'un bu hükümleri, yayımından 1,5 yıl sonra tam olarak yürürlüğe girmiştir. Bu bağlamda Türkiye'de 19 Temmuz 2009 tarihinden beri evler hariç her türlü kapalı ortamda sigara tüketimi yasaktır. Bunun yanında 2013 yılında çıkarılan bir kanunla taşıtlı araçlar içinde de sigara yasağı başlamıştır. Sonuç olarak Türkiye, sigara tüketimi ile en sert mücadele eden ülkeler arasında sayılmaktadır. Sigara bağımlılığının artmasıyla beraber, bu bağımlılıktan kurtulmak isteyenler farklı yöntemler denemişlerdir. Sigaranın içindeki nikotin maddesinin yarattığı bağımlılıktan kurtulmak, birçok kişi için tek başına becerilmesi zor bir durum olduğundan, farklı yöntemler bağımlılara yardımcı olmaya çalışmaktadır. Hiçbir yöntem, %100 başarı oranı yakalamasa da, bazı yöntemlerdeki yüksek başarı oranı %80'lere kadar çıkmaktadır. Haaretz gazetesinin 2002 yılında yaptığı bir araştırmada, 7 farklı yöntem denekler gönderilerek denenmiş, 1 sene sonunda Abrahamson arınma tedavisinde başarı oranı %80 iken, bazı yöntemlerde başarı oranı 0 olmuştur. İngiltere Ulusal Sağlık Sistemi ileride sigarayı bırakmak isteyenlere elektronik sigara reçete edilmesi tavsiye ediliyor yani British American Tobacconın "e-Voke". Gelecekte daha fazla e-sigaraya izin verilecek. Zekâ geriliği Zekâ geriliği veya mental retardasyon, AAIDD (American Association on Intellectual and Developmental Disabilities)'nin 2002 Haziran tarihli son yönergesinde "Bireyin zihinsel işlevlerinde ve kavramsal, sosyal, pratik uyumsal becerilerinde kendini gösteren uyumsal davranışlardan en az ikisinde, 18 yaşından önce ortaya çıkan anlamlı derecedeki yetersizlik/sınırlılık" olarak tanımlanmıştır. 20. yüzyılın ilk yarısında yetersizliğin derecesine göre idiot, embesil ve moron şeklinde sınıflandırılmış olsa da, bu kelimelerin halk arasında kötü biçimde kullanılması ve bu durumun devam etmesine olanak vermemek için günümüzde tıbbi, psikolojik ya da eğitsel bakış açılarının her birinin kendine göre işlevsel olacak biçimde sınıflandırma yaklaşımları söz konusudur. Saat (anlam ayrımı) Saat süreyi ölçmek için kullanılan alettir. Ayrıca 60 dakikalık zaman dilimine de saat adı verilir. Saat şu anlamlara da gelebilir: Saat kuleleri Müzikte Bilimde Edebiyatta Sinemada Kişiler Diğer Paul Erdős Paul Erdös, (d. 26 Mart 1913 - ö. 20 Eylül 1996), Macar matematikçi. Çok verimli ve nevi şahsına münhasır kişilikli biri olan Erdős, yüzlerce matematikçiyle kombinatorik, çizge kuramı, sayılar teorisi, klasik analiz, yaklaşıklık teorisi, kümeler teorisi ve olasılık teorisi alanlarında ortak çalışmalar yapmıştır. Budapeşte, Macaristan'da "Pál Erdős" (""Er-döş"" diye okunur) adıyla, Musevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Dönemin Budapeşte musevileri Erdős dışında en az beş önemli düşünüre daha hayat vermiştir: Eugene Wigner, fizikçi ve mühendis; Edward Teller, fizikçi ve politikacı; Leó Szilárd, kimyacı, fizikçi ve politikacı; John von Neumann, matematikçi ve rönesans adamı ve Georg Lukács, filozof. Erdős, erken yaşlarda dahi çocuk olarak göze çarpmış ve kısa sürede akranları tarafından matematik dahisi olarak bilinmiştir. Ünlü ve birçok ödülün sahibi olmasına karşın yaşamının büyük bir bölümünü "gezgin" olarak, dünyanın her tarafındaki bilimsel toplantılar arasında koşuşturup, arkadaş evlerinde kalarak geçirdi. Genelde bir meslektaşının evine "Beynim açık" diyerek çat kapı gelir, birkaç gün sonra yoluna devam etmeden önce iki üç matematik makalesine ortak imza atardı. "Dünya malı" kendisi için pek bir şey ifade etmez ve ödüllerden ve başka kaynaklardan aldığı paranın çoğunu ihtiyacı olanlara ya da başka hayır işlerine adardı. Kendisine atfedilen en ünlü deyişlerinden biri "Matematikçi, kahveyi teoremlere dönüştüren bir makinedir" olmuştur; kendisi de kahveyi çok tüketen biriydi (Bu deyişin asıl sahibi, matematikçi ve enformasyon kuramcısı Alfred Renyi'dir). 1971'den sonra amfetaminler almaya başlamış arkadaşları endişelenerek kendisiyle, bir ay süreyle amfetamin almayı kesemeyeceğine dair 500$’lık bir iddiaya girmiştir. İddiayı kazanmış ancak matematiğin bir ay geriye atıldığından şikayet etmiştir: "Daha önce boş bir kağıda baktığımda aklımda fikirler uçuşurken şimdi boş bir kâğıttan başka bir şey göremiyorum." Kazandığı iddiadan sonra da alışkanlığını sürdürmüştür. İlginç kişiliği içinde kendine özgü anlamlarıyla kullandığı belirli bir kelime dağarcığı vardı: Örneğin sürekli bir "kitap"tan söz ederdi, tanrının matematiksel teoremler için en iyi ve en zarif tanıtlamaları yazdığı hayali bir kitaptı bu (bununla birlikte kendisi ateistti ve tanrıyı şakayla karışık "üstün faşist" olarak adlandırırdı). Çocuklara "epsilon", kadınlara "patronlar", erkeklere "köle" derdi.
Matematik yapmaktan vazgeçen insanları "ölmüş", ölen insanları ise "gitmiş" olarak anardı. Matematik dersi ise "vaaz" olarak geçerdi. Kendisi için düşündüğü son söz ise "Artık daha fazla aptallaşamayacağım" olmuştur. Erdős, matematik tarihindeki en verimli makale yayıncılarından biriydi. Ömründe yaklaşık 1500 matematiksel makale yayınlamış ve çoğunu başkalarıyla ortak çalışma içinde hazırlamıştır. 500’e yakın meslektaşıyla birlikte çalışmış ve matematiksel işbirliğini, çoğu matematikçinin çalışma şeklini değiştirecek türde bir sosyal aktivite haline getirmiştir. Yoğun üretimi nedeniyle arkadaşları mizahi bir saygı ifadesi olarak Erdős sayısını icat etmiştir. Erdős’un kendisi için Erdős sayısı 0 ve doğrudan birlikte çalıştığı kişiler için Erdős sayısı 1 olarak belirlenirken, 1 sayısıyla nitelenen kişilerin birlikte çalıştıkları kişiler 2 sayısını vs. almıştır. Ayrıca Erdös-Mordell Eşitsizliği (Erdös-Mordell İnequlity) de çalışmalarından biridir. Bu teorem bir tahmin olarak 1935 yılında Mathematical Monthly dergisinde yayınlanmıştır ve ilk eşitsizliği Mordell tarafından 1937 yılında yapılmıştır. Bu nedenle bu eşitsizliğin adı günümüzde "Erdös-Mordell Eşitsizliği" diye isimlendirilmiştir. Birlikte makale hazırladığı meslekdaşlarının bazıları şunlardı: Yousef Alavi, Bela Bollobas, Stefan Burr, Fan Chung, Ralph Faudree, Ron Graham, András Gyárfás, András Hajnal, Eric Milner, János Pach, Carl Pomerance, Richard Rado (ünlü Erdős-Ko-Rado teoreminin ortaklarından biri), Alfréd Rényi, Vojtech Rődl, C.C. Rousseau, Andras Sárközy, Dick Schelp, Miklós Simonovits, Vera Sós, Joel Spencer, Endre Szemerédi, Paul Turán and Peter Winkler. Sykes-Picot Anlaşması Sykes-Picot Anlaşması, I. Dünya Savaşı sırasında, 29 Nisan 1916'da Kut'ül Ammare Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı Devleti'nin 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916 tarihinde Britanya ve Fransa arasında yapılan ve aynı yılın Ekim ayında Rusya tarafından onaylanan, Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu'daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır. Bu sözleşme, çoğu antlaşmada olduğu gibi tarafların altını imzaladıkları bir metin olmaktan çok 3 büyük devletin bakan, büyükelçi ve bürokratları arasında gidip gelen bir yazışmalar bütünüdür. Sözleşmenin Sykes-Picot adını alması, bu iki kişinin sözleşme ilkerinin saptanmasında en etkili isimler olmasındandır. Arabistan Yarımadası'nı ele geçiren İngiltere, Osmanlı'ya karşı ayaklanan Mekkeli Şerif Hüseyin'i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir Arap devleti kurmak istiyordu. Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır'daki Britanya Yüksek Komutanı McMahon arasında gizli bir antlaşma imzalanmıştır. Fransa bu plana karşı çıkıp Britanya'ya baskı yaparak yeni bir antlaşma yapılmasını istedi. İlk görüşmeler I. Dünya Savaşı öncesinde Beyrut'ta Fransız konsolosluğu yapıp 1915 yılında Fransa'nın Londra büyükelçiliğinde siyasi danışman olarak görev yapan François Georges-Picot ile Britanya İmparatorluğu Dışişleri Müsteşarı Sir Harold Nicolson arasında 1915'in Kasım ayında başladı. Suriye'nin gelecekteki statüsü hakkındaki anlaşmazlıklar nedeniyle kesintiye uğradıktan sonra Aralık ayında Britanya Savaş Bakanı Lord Kitchener'in Ortadoğu işleri danışmanı, milletvekili ve yarbay Sir Mark Sykes atandı. Georges-Picot ve Sykes hızla sonuç alarak 1916 Ocak ayında bir plan ortaya çıkardılar, Şubat ayında bu gizli plan Britanya ve Fransa tarafından onaylandı. Mart ayında Georges-Picot ve Sykes Rusya'ya giderek planı Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Sazonov'a sundular. Sazonov prensip olarak olumlu görmekle birlikte, Rusya'nın Doğu Anadolu'daki toprak isteklerinin ve Karadeniz'deki Rus hakimiyetinin de sözleşmeye dahil edilmesini talep etti. En uzun süreyi Rusya'nın değişiklik taleplerinin düzenlenmesi ve onaylanması süreci aldı ve sözleşmenin tamamlanması Ekim ayını buldu. Rusya'nın onayı ile imzalanan bu antlaşmaya göre; 1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan ve paylaşımdan vazgeçmiş, Lev Troçki gizli olan bu anlaşmanın bir kopyasını 24 Kasım 1917'de İzvestiya gazetesinde yayınlayarak dünya kamuoyuna Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasına ilişkin gizli paylaşımları açıklamıştır. Siyasi tarih Siyasi tarih, devletlerden, devletlerin ortaya çıkışından, değişme, gelişme, yıkılışlarından ve devletler arasındaki siyasal ve bir dereceye kadar ekonomik ilişkilerinden söz eden tarih disiplinidir. Bu disipline özellike Batı'da uluslararası ilişkiler tarihi de denmektedir. Siyasi Tarih ile Siyaset Tarihini ya da "Türk Siyasal Hayatı Tarihi"ni birbirine karıştırmamak gerekir. Genel olarak baktığımızda "siyasi tarih" terimi Türkçede iki kavramı içermektedir: Bir tarih çalışmasının, siyasi tarih disiplinine ait olup olmadığını anlamanın yolu, kaynakçasına bakmaktır. Siyasi Tarih çalışmalarının en temel kaynağı, arşiv belgeleridir. Bu bağlamda, Dışişleri Bakanlığı Arşivleri henüz açılmadığından, Türkiye'de siyasi tarih çalışması yapanlar genellikle yabancı ülkelerin arşivlerinde araştırma yapmak zorunda kalırlar. Türkiye'nin önde gelen siyasi tarihçileri arasında, Ahmet Şükrü Esmer, Fahir Armaoğlu, Oral Sander, Haluk Ülman, Şükrü Sina Gürel, Hikmet Özdemir, Ömer Kürkçüoğlu, Rifat Uçarol, İlber Ortaylı, Çağrı Erhan, Bilal Şimşir, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Cemil Koçak, Ali Birinci, İsmail Soysal gibi isimler sayılabilir. Siyasi Tarih disiplininin Batı'daki kurucusu Leopold von Ranke'dir. 20. yüzyılda, David Fromkin, Paul W. Schroeder, Rene Albrecht Carrie, A.J.P. Taylor, Nial Ferguson, E.H. Carr, Robert K. Massie, Serge Berstein, Robert Holland önemli siyasi tarih eserleri vermişlerdir. Uluslararası İlişkiler teorisi çalışanlar Siyasi Tarih çalışmalarından büyük ölçüde yararlanırlar. Siyasi Tarih, uluslararası ilişkilercilere gerekli somut bilgi ve verileri sunar. Penguen (anlam ayrımı) Menenjit Menenjit (Grekçe μῆνιγξ/"méniŋks", "zar/membran" ve tıbbî ek "-itis," "enflamasyon") beyni ve omuriliği kaplayan koruyucu zarlarda oluşan akut enflamasyondur(iltihaplanma). Enflamasyon; bakteri, virüs veya diğer mikroorganizmaların enfeksiyonu sonucu ve az da olsa ilaçlar tarafından olabilir. Menenjit'te enflamasyonun beyin ve omuriliğe yakınlığı hayatî bir risk taşıyabilir. Bu halde durum acil vaka olarak tanımlanır. Menenjit'in en yaygın semptomları baş ağrısı ve ense sertliğidir. Bunlarla birlikte ateş, konfüzyon, bozulmuş bilinç, kusma, ışığa tahammül edememe (fotofobi), sese tahammül edememe (fonofobi) semptomlar arasındadır. Çocuklar genelde özel olmayan semptomlar sergiler: irritabilite (duyarlılık) ve drowsiness (uykulu olma) gibi. Eğer bir döküntü varsa, bu menenjitin özel bir nedenini ortaya koyabilir. Örneğin meningokoksik bakteri tarafından ortaya çıkan bir menenjitte özel döküntüler olabilir. Tanı için lumbar ponksiyon kullanılır. Omurilik kanalına sokulan bir iğne yardımıyla beyin ve omuriliği kaplayan beyin-omurilik sıvısı (BOS) örneği alınır. BOS tıbbî laboratuvarda incelenir. Akut menenjitte ilk tedavi antibiyotik ve bazen antiviral verilmesiyle olur. Kortikosteroidler enflamasyon sonucu oluşabilecek komplikasyonlardan dolayı kullanılabilir. Menenjit özellikle erken tedavi edilmezse sağırlık, epilepsi, hidrosefali ve bilişsel eksiklik gibi uzun vadeli ciddi sonuçlar doğurabilir. Bazı menenjit türleri örneğin meningokoksik bakterilerle ilgili olan, "Haemophilus influenzae tip B", pnömokoksik ya da kabakulak virüs enfeksiyonu bağışıklıklamayla engellenebilir. Yetişkinlerde, menenjitin en sık görülen semptomu çok şiddetli baş ağrısıdır ve neredeyse bakteri kaynaklı menenjitlerin %90’unda görülür. Bunu nuchal sertlik(sertleşme ve ense kas tonusunun artışına bağlı boynun öne doğru pasif kasısının olmaması) takip eder. Klasik üç teşhis bulgusu nukal sertlik, ani yüksek ateş ve olağan dışı mental durumdan oluşmaktadır fakat bu üç durum bakteriyel menenjit vakalarının yalnız %44-46’sında görülmektedir. Eğer bu üç bulgunun hiçbiri de görülmüyorsa menenjit olma durumu tamamen olağandışıdır. Menenjitle ilgili diğer bulgular arasında fotofobi(ışığa karşı yüksek hassasiyet ve korku) ve fonofobi(sese karşı yüksek hassasiyet ve korku) yer almaktadır. Küçük çocuklar genellikle yukarıda bahsedilen bulguları sıklıkla göstermezler ve sadece iritabilite(aşırı duyarlılık) ve sağlıksız görünüm sergilerler. Altı aylık döneme kadar olan bebeklerde fontanel (bıngıldak, bebeklerin kafalarının üstündeki yumuşak nokta) de şişkinlik görülebilir. Çocuklarda menenjiti diğer hastalıklardan ayırt etmekte kullanılan bulgular arasında ayakta ağrı, ekstremitelerde soğukluk ve anormal deri rengi sayılmaktadır. Nukal sertlik bakteriyel menenjit görülen yetişkinlerin %70’inde ortaya çıkmaktadır. Menenjizm’in diğer bulguları arasında pozitif Kernig bulgusu ve Brudzinski bulgusu yer almaktadır. Kernig pozitif bulgusunda sırtüstü yatırılmış, kalçası ve dizi 90 derece fleksiyon pozisyonunda bulunan kişide ağrı pasif ekstansiyonu kısıtlamaktadır. Pozitif Brıdzinski bulgusunda ise boyun fleksiyonu istemsiz diz ve kalça fleksiyonuna neden olur. Her ne kadar hem Kernig hem de Brudzinski bulguları menenjit taramasında kullanılsa da bu testlerin hassasiyeti belli ölçüler dahilinde kısıtlı kalmaktadır. Buna rağmen menenjit açısından bu testlerin oldukça spesifiktir ve bulguları diğer hastalıklarda nadir görülmektedir. Menenjite Neisseria meningitidis ("meningococcal meningitis" olarak da bilinir) isimli bakteri sebep olabilir. Bu bakteri sonucu oluşan menenjitte öteki semptomlardan daha baskın olarak süratle yayılan peteşiyel döküntüler görülür. Döküntüler; gövdede, alt ekstremitelerde (bacakta), müköz membranlarda, konjonktivada ve az da olsa avuçiçi ve ayak tabanında ; küçük, düzensiz, çok sayıda mor veya kırmızı "peteşiyel" noktalar şeklinde görülür. Döküntüler soluk değildir(non-blanching). Yani, kırmızılık; parmakla veya su bardağı gibi bir cisimle bastırıldığında kaybolmaz. Yine de bu döküntünün meningococcal meningitis'te olması gerekli değildir. Döküntü kısmen hastalık iç
in özel bir bulgudur. Buna rağmen öteki bakteriler yüzünden de oluşabilir. Menenjite sebep olan öteki durumlarda cilt belirtisi olarak el, ayak, ağız hastalığı ve genital herpes görülebilir ki bunlar viral menenjitin çeşitli formlarıyla ilgilidir. Hastalığın erken safhasında ek problemler meydana gelebilir. Bu belki özel bir tedavi gerektirebilir ve bazen şiddetli bir hastalığın veya daha kötü bir hastalık sürecinin (prognoz) habercisi olabilir. Enfeksiyon, sepsisi tetikleyebilir. Sepsis; kan basıncının düşmesi, taşikardi, yüksek veya anormal olarak düşük ateş ve hızlı soluk alıp verme ile ilgili sistemik inflamatuar yanıt sendromu denen bir durumdur. Özellikle meningococcal meningitis'te (ama sadece meningococcal meningitis'te değil) çok düşük kan basıncı erken safhada meydana gelebilir. Bu, diğer organlara yetersiz kan gitmesine neden olabilir. Dissemine intravasküler koagülasyon, aşırı kan pıhtılaşması aktivasyonu, organlara kan akışını engelleyebilir ama çelişkili bir biçimde kanama riskini de artırabilir. Meningococcal hastalıkta el ve ayakların kangren olma durumu görülebilir. Şiddetli meningococcal ve pneumococcal enfeksiyonlar adrenal bezlerin kanaması ile sonuçlanabilir. Bu durum Waterhouse–Friderichsen sendromuna yol açabilir ki sıklıkla ölümcüldür. Beyin dokusu şişebilir (beyin ödemi), kafa içi basıncı artabilir, şişmiş beyin kafa tabanına herniasyonuna (fıtık) neden olabilir. Pupiller ışık refleksinin, anormal vücut postürünün, bilinç düzeyinin düşmesiyle anlaşılabilir. Beyindeki enflamasyon da beyin-omurilik sıvısının normal akışını engelleyebilir (Hidrosefali). Farklı sebeplerden ötürü nöbet (havale) oluşabilir. Çocuklarda vakaların %30'unda erken safhada nöbet geçirilmesi görülebilir. Nöbetler basınç artışı ve beyin dokusundaki enflamasyondan dolayı olabilir. Lokal nöbetlere (vücudun bir parçasını veya uzvunu -kol ve bacak-), persistant nöbetlere ve geç-başlangıçlı nöbetlere uzun vadeli sonuç veren ilaç tedavisi uygulamak zordur. Beyin zarlarındaki enflamasyon kafa çiftlerinin fonksiyonunu bozabilir. Bu durum; yüz kaslarında, göz hareketlerinde ve işitmede aksaklığa sebep olabilir. Beyindeki (ensefalit) ve beyin damarlarındaki enflamasyonun (serebral vaskülit) yanı sıra toplardamarlardaki kan pıhtısı (serebral venöz trombozu) birlikte; zayıflığa, duyu kaybına ve beynin etkilenen bölümüne göre vücudun bazı parçalarında fonksiyon bozukluğu görülmesine sebep olabilir. Menenjit genel olarak mikroorganizmalarla oluşan enfeksiyon sonucu oluşur. Çoğu enfeksiyon virüslere bağlıdır. Bakteri, mantar ve protozoa da diğer etkenler arasındadır. Bulaşıcı olmayan etkenlerden dolayı da olabilir. "Aseptik menenjit" terimi bakteri enfeksiyonu ispat edilmeyen durumlarda kullanılır. Bu tip menenjite genelde virüsler neden olur ama kısmen tedavi edilmiş bakteri enfeksiyonları da neden olabilir: bakteri meninkslerden kaybolduğunda ya da patojenler meninkslere bitişik bir yere bulaştığında.(ör: Sinüzit) Endokardit (kan dolaşımı yoluyla bir küme bakterinin kalp kapakçıklarında enfeksiyon yapması) aseptik menenjite sebep olabilir. Aseptik menenjit, "Treponema pallidum "(sifiliz etkeni)" "ve" Borrelia burgdorferi "(Lyme hastalığı etkeni olarak da bilinir)" "bakterilerini içeren Spirochaete denen bir tip bakteri sebebiyle de olabilir. Menenjite serebral malaria'da (Beyne bulaşan sıtma) veya amoebic menenjit'te rastlanabilir. Tatlı suda yaşayan" Naegleria fowleri "türü amip de menenjite sebep olabilir. Bakteriyel menenjite sebep olan bakteriler hastalık bulaşmış kişinin yaş grubuna göre değişiklik gösterir. Yeni olmuş kafa travmalarında burun boşluğu bakterilerin meningeal boşluğa girmesine izin verebilir. Benzer olarak serebral shunt (hidrosefali tedavisi için kullanılan bir cihaz) , eksternal ventriküler drenaj (BOS sıvısı hareketi engellenen yerlerde oluşan kafa içi basıncı ve hidrosefali tedavisinde kullanılan bir araç) ve Ommaya rezervuar (BOS örneği almak için veya ilaç vermek için kullanılan bir kateter) gibi beyinle irtibatı olabilecek cihazlar da menenjit riskini artırabilir. Bu vakalarda bireyler genelde Stafilokok, Pseudomonas ve Gram-negatif bakterilerin enfekte olmasıyla hastalanır. Bu patojenler bağışıklık yetmezliği olan kişilerde de menenjitle ilişkilidir. Kafada veya boyun bölgesindeki bir enfeksiyon - orta kulak iltihabı (otitis media), Mastoidit gibi- küçük oranlarda insanlarda menenjite yol açabilir. Koklear implant (sağır olan ya da duyma zorluğu çeken kişiler için yerleştirilen cihaz) alıcıları pnömokokal menenjit için risk taşıyabilir. Tüberküloz Menenjit - "Mycobacterium tuberculosis" bakterisinin neden olduğu menenjit- tüberküloz salgını olan ülkelerde daha yaygın görülür. Ayrıca bağışıklık problemleri olan kişilerde de görülebilir, AIDS gibi. Rekürren bakteriyel menenjit; anatomik bir özürden dolayı, konjenital bir anomaliden ötürü yahut bağışıklık sistemi hastalıklarından ötürü olabilir. Anatomik kusurlar dış çevre ile sinir sistemi arasında devamlılığa sebep olabilir. Rekürren menenjitin en yaygın sebebi kafatası kırıklarıdır. Özellikle de kafa tabanı, paranasal sinüsler ve temporal kemiğin petrous kısmını etkileyen kırıklardır. Rekürren menenjitin sebeplerinin yaklaşık olarak %59'unu anatomik anormallikler, %36'sını bağışıklık yetmezliği (örneğin: Kompleman sistemi proteinlerindeki bir eksikliğe bağlı kompleman eksikliği rekürren menenjite zemin hazırlayabilir) ve %5'ini de meninkslerde sürmekte olan enfeksiyonlar oluşturur. Menenjit etkeni olan virüsler; enterovirüsler, herpes simplex virüsü -tip 2 (az yaygın olarak da tip 1)-, varicella zoster virüsü (suçiçeği ve zona hastalığına neden olmasıyla da bilinir), kabakulak virüsü, HIV virüsü ve LCMV (lemfositik koryomenenjit) virüsleridir. Fungal menenjit için risk taşıyan birkaç faktör vardır. İmmunsüpresan (bağışıklığı baskılayan ilaçlar, özellikle organ nakli sonrası kullanılır), HIV/AIDS ve yaşlanmaya bağlı bağışıklık kaybı bu risklerden bazılarıdır. Normal bir bağışıklık sisteminde tıbbî bir kirlilik olmadığı sürece görülmesi yaygın değildir. Semptomlar genelde kademeli başlar. Baş ağrısı ve ateş teşhisten önce en az birkaç hafta görülür. En yaygın fungal menenjit "Cryptococcus neoformans"" "'a bağlı görülen cryptococcal menenjittir. Afrika'da cryptococcal menenjit ; menenjitin en yaygın sebebi olarak görülür. Bu durum Afrika'da AIDS'e bağlı ölümlerin %20-25'ini açıklar. Diğer fungal ajanlar ise "Histoplasma capsulatum","Coccidioides immitis", "Blastomyces dermatitidis", ve "Candida" türleridir. Parazitik bir neden BOS'ta Eozinofil (bir beyaz kan hücresi) sayısındaki artış sonucu varsayılır. Menenjitle ilgisi olabilecek en yaygın parazitler; "Angiostrongylus cantonensis", "Gnathostoma spinigerum","Schistosoma"" "'dır. Bunlarla birlikte cysticercosis,toxocariasis, baylisascariasis,paragonimiasis enfeksiyon durumları, nadir görülen enfeksiyonlar ve bulaşıcı olmayan durumlar da etkenler arasındadır. Menenjit, bulaşıcı olmayan sebeplerden dolayı da olabilir, bu sebeplerden birkaçı: Kanserin zarlara (meninks) yayılması ("malign veya neoplastik menenjit") ve bazı belli ilaçlardır (esas olarak steroid olmayan antienflamatuvar ilaçlar, antibiyotikler ve intravenöz immunoglobulinler). Bazı enflamatuvar (iltihabî) durumlarda da görülebilir: Sarkoidoz, bağ doku bozuklukları -sistemik lupus eritematozus- ve belli vaskülit formları (kan damarı duvarlarındaki enflamatuvar/iltihabî durumlar) Behçet hastalığı gibi... Epidermoit ve dermoit kistler, subaraknoid boşluğa tahriş edici madde salgıladığında da menenjit görülebilir. Nadiren migren de menenjite sebep olur ama teşhis ancak diğer sebepler elendiğinde yapılabilir. Meninksler (zarlar) üç zarı ve beyin-omurilik sıvısını kapsar. Beyni ve omuriliği (merkezî sinir sistemi) korur ve çevreler. Pia mater; çok narin, geçirgen olmayan düz bir biçimde beynin yüzeyine yapışan bir zardır. Arachnoid Mater, ( örümceksi zar diye de bilinir, "arachnoid" örümcek, örümcek ağına benzer bir görüntüsü olduğu için) pia mater üzerine gevşekçe kurulan bir kese gibidir. Subarachnoid boşluk diye tabir edilen yer bu iki zarın arasını oluşturur ve beyin-omurilik sıvısı bu alandadır. En dıştaki zar, dura mater, kalın ve sağlam bir zardır. Hem arachnoid zarla hem de kafatası ile birliktedir. Bakteriyel menenjitte bakteri meninkslere iki ana yoldan ulaşır: kan yoluyla ve meninkslerle direkt bağlantısı olabilecek cilt veya burun boşluğuyla. Çoğu vakada, menenjit, mükoz yüzeylerde (burun boşluğu gibi) yer bulan organizmaların kan dolaşımına girmesiyle oluşur. Bir kere bakteri kan dolaşımına girdiğinde kan-beyin bariyerinin kolayca yaralanabilir (saldırı ve tenkide açık) bölgelerinden (koroid pleksus gibi) subarachnoid boşluğa girebilir. Menenjit yenidoğanların %25'inde B streptococci enfeksiyonunun kan yoluyla olmasından oluşur. Bu durum yetişkinlerde daha nadirdir. Serebrospinal sıvının (beyin-omurilik sıvısı) doğrudan kontaminasyonu (kirlenmesi) kalıcı cihazlar, kafatası kırıkları ya da nazofarinks veya subarachnoid boşluğu oluşturan nazofarinks sinusların enfeksiyonundan kaynaklanabilir. Bazen de dura materin konjenital anomalilerinden ortaya çıktığı durumlar vardır. Menenjitte subarachnoid boşlukta oluşan büyük ölçülü enflamasyonlar, bakteriyal enfeksiyonun direkt sonucu değildir daha çok merkezi sinir sistemine girmiş bakteriye karşı oluşturulan immun yanıt olarak değerlendirilebilir. Bakteriyel hücre zarı beyindeki bağışıklık hücreleri (astrosit ve microglia) tarafından algılandığı zaman, astrosit ve mikrogliyalar sitokin ve hormon benzeri medyatörler salgılayarak diğer immun hücrelerini ve dokuları immun yanıta katılmaları için uyarırlar. Kan-beyin bariyeri geçirgenliğini artırarak vazojenik serebral ödem (kan damarlarından sızan sıvıya bağlı beyindeki şişlik) oluşmasına yol açar. Serebrospinal sıvıya geçen çok sayıdaki beyaz kan hücresi (akyuvar), meninkslerde enflamasyona ve interstisyel ödem (hücreler arasındaki sıvı nedeniyle oluşan şişlik) oluşumuna yol açar. Bunlara ek olarak, kan damarlarının duvarlarında da
enflamasyon (serebral vaskülit) oluşabilir bu da kan akışının azalmasına ve buna bağlı olarak da üçüncü bir tip ödem olarak sitosidal ödem oluşumuna neden olur. Bu üç tip serebral ödem intrakraniyel basıncın artmasına yol açar, bu durum genellikle azalmış kan basıncıyla birlikte akut enfeksiyonlarda karşılaşılan bir durumdur. Bu durum kanın beyne girmesinin zorlaşması anlamına gelmektedir sonuç olarak ise beyin hücreleri oksijenden mahrum kalır ve apoptoz (programlanmış hücre ölümü) başlar. Bilinen şu ki, antibiyotik verilmesi durumunda başlangıçta yukarıda açıklanan süreç daha da kötüye gitmektedir bu da bakterilerin parçalanmasına bağlı ortaya çıkan bakteri hücre zarı artıklarından kaynaklanmaktadır. Özel tedaviler de, örneğin; kortikosteroitlerin kullanımında amaç bu olgudaki immun sistem cevabını azaltmak veya kısmen baskılamaktır. Menenjit olduğu düşünülen kişilerde enflamasyon işaretçileri (ör: CRP ve Hemogram) için kan testi ve kan kültürüne bakılır. Menenjiti tespit ve analiz etmenin en önemli yöntemi lumbar punktur (LP,spinal tap) ile BOS incelemesi yapmaktır. Bununla birlikte beyninde bir kütle olanı (tümör ya da abse) veya kafa içi basıncı olan birine lumbar punktur yapmak uygun olmayabilir çünkü bu durum beyinde fıtığa neden olabilir. Eğer birisi bir kütle ya da kafa içi basıncı (yeni olmuş kafa zedelenmesi, bilinen bir bağışıklık rahatsızlığı, yeri saptanmış nörolojik belirtiler veya muayenede tespit edilmiş kafa içi basıncı delili sonucu) riski taşıyorsa BT ya da MRG taraması lumbar punktura göre öncelik taşır. Menenjitin şiddetli formlarında kan elektrolitlerinin görüntülenmesi önemli olabilir; örneğin hiponatremi bakteriyel menenjitte yaygındır, birçok faktörün kombinasyonuna bağlıdır. Bu kombinasyonlar dehidrasyon, antidiüretik hormonun uygunsuz salınımı veya aşırı agresif intravenöz sıvı yönetimi olabilir. Lumbar punktur genelde yan yatan, lokal anestezi uygulanmış hastadan -dural keseden (omurilik etrafındaki kese)- iğne ile BOS alma işlemidir. Bu duruma erişildiğinde BOS'un "açılma basıncı" manometre ile ölçülür. Basınç normalde 6 ve 18 cmHO arasındadır. Bakteriyel menenjitte basınç genelde yüksektir. Cyptokokkal menenjitte intrakraniyel basınç (kafa içi basıncı) önemli ölçüde yükselmiştir. Sıvının ilk baştaki durumu enfeksiyonun mahiyeti hakkında bilgi verebilir. Bulanık BOS yüksek oranda protein, beyaz ve kırmızı kan hücresi ve/veya bakteri içerebilir. Bu durumda bakteriyel menenjit önerilir. BOS sıvısı; beyaz kan hücrelerinin, kırmızı kan hücrelerinin, protein ve glukozun bulunma oranlarını ve tiplerini öğrenmek için incelenir. BOS'tan alınan örneğin gram boyanması, bakteriyel menenjitte, bakteri varlığını ispat edebilir ama bakteri olmaması bakteriyel menenjitin elenmesi demek değildir çünkü yalnız vakaların %60'ında görülür. Bu rakam örnek almadan önce antibiyotik kullanılırsa %20'ye kadar düşebilir. Gram boyama da listeriosis gibi belirli bir yerdeki enfeksiyonları belirlemek için güvenilir olmayabilir. Alınan örneğin mikrobiyolojik kültürü daha hassastır (vakaların %70-%85'inde organizma tanınabilir) ama sonuçlar ancak 48 saat sonra ulaşılabilir olur. Hangi beyaz kan hücresinin baskın olduğunu saptamak teşhise yardım eder. Bakteriyel bir durumda genelde nötrofil sayısı, viral bir durumda genelde lenfosit sayısı artar. Hastalığın başlangıcında her zaman güvenilir bir ayırt edici olmayabilir. Az yaygın olarak da eozinofiller; parazitik veya fungal (mantar) kaynaklı menenjitte diğer nedenlere nazaran artmıştır. BOS'taki glukoz seviyesi normalde kandakinin %40'ı daha fazladır. Bakteriyel menenjite ise daha düşüktür. Kan glukoz seviyesi BOS glukoz seviyesine oranlandığında (BOS Glukoz / Serum Glukoz) oranın ≤0.4 olması bakteriyel menenjitin göstergesi olabilir. Yeni doğanda BOS Glukoz seviyesi normalden daha yüksektir bu yüzden oran 0.6'dan (%60) daha düşük olur. BOS'taki yüksek laktik asit seviyesi yüksek olasılıkla bakteriyel menenjiti gösterir. Eğer laktik asit seviyesi 35 mg/dL 'den daha az ise ve hasta yakın zamanda antibiyotik almamışsa bakteriyel menenjit düşünülmez. Daha özele indirgeyecek çeşitli testler farklı menenjit tiplerini ayırt etmek için kullanılabilir. Latex aglütinasyon testi "Streptococcus pneumoniae", "Neisseria meningitidis", "Haemophilus influenzae", "Escherichia coli" ve "grup B streptococci "kaynaklı" "menenjitte pozitif olabilir. Polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) BOS'taki bakteri ya da viral DNA oranını saptamak için kullanılabilir. Çok hassas ve spesifik bir testtir. Bakteriyel menenjiti ya da farklı tip virüslerin etken olduğunu gösterebilir (enterovirüs, herpes simplex virus 2 ve kabakulak etkeni -eğer aşı uygulanmamışsa-). Seroloji (virüs antikorlarının tespiti için) viral menenjitte kullanışlı olabilir. Cryptococcal menenjitin tanısı BOS'un düşük değerde India ink boyasıyla boyanmasıyla yapılabilir. Bununla birlikte kanda ya da BOS'ta cryptococcal antijenleri test etmek daha hassastır özellikle AIDS hastalarında. Menenjit ölümden sonra da teşhis edilebilir. Ölüde, pia ve arachnoid mater zarlarında geniş çaplı bir enflamasyon bulunur. Nötrofil granülosit hücreleri omurilik ve kafa çiftleri boyunca beyin-omurilik sıvısına ve kafa tabanına göç etme eğilimindedir. Menenjitin bazı nedenlerinde uzun vadeli olarak aşıyla ya da kısa vadeli olarak antibiyotikle önlenme mümkündür. Davranışlardaki ölçü de etkili olabilmektedir. Bakteriyel ve viral menenjitler bulaşıcıdır ama soğuk algınlığı ve gripteki kadar değil. İkisi de yakın temasta (sarılma, aksırma ve öpüşme gibi) solunum sırasındaki damlacıklarla taşınabilir ama yalnızca nefes alım verimi sırasında menenjit yayılmaz. Viral menenjitler genelde enterovirüsler sebebiyle ve en yaygın olarak dışkı kirlenmesi sonucu olur. Enfeksiyon riski davranışların değiştirilmesiyle azaltılabilir. 1980'den itibaren, birçok ülke rutin çocukluk dönemi aşılama programlarına "haemophilus influenza "tip B ' e karşı aşılamayı ekledi. Bu sayede erken dönem çocuklukta bu ülkelerde bu patojen menenjitin bir nedeni olmaktan çıktı. Hastalık yükünün fazla olduğu ülkelerde ise aşılama maliyeti halen daha oldukça yüksek. Benzer biçimde, tüm kabakulak vakalarının %15'inde yapılan aşılamalar sonucunda kabakulak menenjit sayısında hızlı ve sert düşüşler görüldü. Menengokokus aşıları A, C, W135 ve Y gruplarına karşı bulunmaktadır. Menengokokus grup C için aşılanmanın başladığı ülkelerde bu patojenin neden olduğu vakalar büyük ölçüde azalma gösterdi. Güncel olarak dört değerlikli bir aşı bulunmaktadır.Bu aşı tüm dört aşının birleşimi olarak mevcuttur. Bu dört bakteri türüne karşı ACW135Y aşısı yapılmış olmak, şu an Mekke'ye (Hacca) gidebilmek için vize gereklilikleri arasında bulunmaktadır. Grup B menengokoklara da yüzey proteinleri(normlade aşı yapımında kullanılan) immun sistemde sadece zayıf bir yanıt oluşturdukları ya da normal vücut proteinleriyle çapraz-reaksiyon(cross-react) verdikleri için bu gruba karşı aşı geliştirilmesi diğerlerine kıyasla daha fazla güçlük çıkarmaktadır. Halen bazı ülkeler (Yeni Zelanda, Küba, Norveç ve Şili) yerel grup B menengokok virüslerine karşı aşı geliştirmektedir; bunlardan bazıları oldukça iyi sonuçlar elde etmiş ve yerel aşılama programlarına bu aşıları dahil etmiştir. Özellikle meningokokkal menenjitte profilaktik antibiyotikler hastalığın önlenmesi için başka bir metottur. Rifampisin, ciprofloxacin, ceftriaxon gibi antibiyotikler riski azaltabilir ama gelecekteki enfeksiyonlar için koruma sağlayamaz. Rifampisin direnci kullanıldıktan sonra arttığı belirtilmiştir. Kafa tabanı kırığı mevcut durumlarda menenjiti önlemek için sık sık antibiyotik kullanıldığında faydalı mı zararlı mı olduğu belirlenememiştir. BOS sızıntısı olsun ya da olmasın durum değişmemektedir. Menenjit tedavi edilmezse yüksek mortalite oranına ve ölüm riskine sahiptir. Tedavideki gecikme daha kötü bir sonuçla ilişkilendirilir. Dolayısıyla geniş spektrumdaki antibiyotik tedavisi doğrulayıcı testler yürürken gecikmeye uğramamalıdır. İlk bakımda meningokok hastalıktan şüphelenirse hastaneye transfer edilmeden benzilpenisilin verilmesi önerilir. Hastada hipotansiyon (düşük kan basıncı) ve şok hali varsa intravenöz sıvılar uygulanmalıdır. Tahminen menenjit birkaç şiddetli erken komplikasyona neden olabilir, bu erken komplikasyonları tanımlamak önemlidir. Eğer ihtiyaç görülürse hasta yoğun bakım ünitesine yatırılabilir. Bilinç düzeyi çok düşükse ya da solunum yetmezliğine dair bir kanıt varsa mekanik ventilasyon gerekli olabilir. Nöbetler anticonvulsantlar ile tedavi edilir. Hidrosefali (BOS sıvısı tıkanmasıyla) kalıcı ya da uzun vadeli drenaj cihazına (serebral shunt gibi) ihtiyaç duyabilir Empirik antibiyotikler (kesin tanı olmadan yapılan tedavi) bir an önce uygulanmalı hatta lumbar punktur ve BOS analiz sonuçları bilinmeden önce bile. İlk başlanacak tedavi belirli bir bölgede ya da nüfusta menenjite neden olan bakterinin tipine bağlıdır. Örneğin, İngiltere'de empirik tedavi üçüncü-nesil ascefotaxime veya seftriakson gibi sefalosporinleri içerir. Amerika'da streptokoklarda sefalosporin direnci gittikçe artan oranda bulundu. Tedavi için ek olarak vankomisin önerildi. Kloramfenikol, yalnız başına ya da ampisilin ile kombinasyonunda, her nasılsa eşit biçimde iyi çalıştığı görüldü. Empirik terapi hastanın yaşı temel alınarak seçilebilir. Genç çocuklarda, 50 yaşını geçmiş yetişkinlerde ve bağışıklık yetersizliği olan kişilerde ampisilinin eklenmesi "Listeria monocytogenes"'i bastırmak için önerilir. Gram boyama sonuçları elde edildiğinde ve neden olan esas bakteri bilindiğinde varsayılan patojenlerle baş etmek için antibiyotikler değiştirilebilir. BOS kültürünün sonuçları genelde daha geç elde edilir (24-48 saat). Empirik terapi, belirli bir etkene ve antibiyotiğe olan hassaslığına karşı özgül antibiyotik tedavisi ile değiştirilebilir. Menenjitte bir antibiyotiğin etkili olabilmesi için patojen bakterilere karşı aktif olmasının yanı sıra meninkslere de yeterli sayıda ulaşabilmelidir. Bazı antibiyotikler yetersiz penetransa sahip
tir bu yüzden menenjit için kullanımları da azdır. Menenjitte kullanılan antibiyotiklerin çoğu direkt olarak klinik denemelerdeki menenjit hastalarında test edilmemiştir. Daha doğrusu ilgili bilgiler genelde laboratuvarda tavşanlar üzerine yapılan çalışmalardan elde edilmiştir. Tüberküloz menenjit antibiyotiklerle uzun tedavi edilmesini gerektirir. Akciğerleri tutan tüberküloz genelde altı ayda tedavi edilirken tüberküloz menenjit tedavisi genelde bir yıldan fazla sürer. Kortikosteroidlerle (genelde deksametazon) destekleyici tedavi uygulanmasının; geliri iyi ve HIV oranı düşük ülkelerde, ergen ve yetişkin bireylerde işitme kaybında azalma olması ve daha iyi kısa vadeli nörolojik sonuçlar görülmesi gibi bazı faydaları gösterilmiştir. Bazı araştırmalarda ölüm oranında düşüş gözlenmiştir bazılarında düşüş yok. Tüberküloz menenjitte de faydalı olduğu görülmüş, en azından HIV negatif olan bireylerde. Tedavi edilmeyen bakteriyel menenjit neredeyse her zaman ölümcüldür. Viral menenjit ise kendiliğinden iyileşme eğilimindedir ve nadiren ölümcüldür. Tedavi ve mortalite (ölüm riski), bakteriyel menenjitte, yaşa ve altında yatan nedene bağlıdır. Yeni doğanların %20-30'u bakteriyel menenjitin bir bölümünden ötürü hayatını kaybeder. Daha büyük çocuklarda bu oran %2 gibi daha düşüktür ama yetişkinlerde tekrar %19-37'ye yükselebilir. Yaş haricinde ölüm riski çeşitli faktörlerden tahmin edilebilir. Patojen ve patojenin BOS'tan temizlenme süresi, genele yayılmış hastalığın şiddeti, bilinç seviyesindeki düşüş veya BOS'taki anormal beyaz kan hücre sayısı bu faktörlerden bazılarıdır. "H. influenzae" ve meningokok'tan kaynaklanan menenjitin prognozu B streptococci, coliforms ve "S. pneumonia'"den" "kaynaklanan menenjitin prognozundan iyidir. Yetişinlerde de meningokokkal menenjit, pnömokokkal hastalıktan daha düşük (%3-7) mortaliteye sahiptir. Çocuklarda sinir sistemi hasarına bağlı sensörinöral işitme kaybı, epilepsi, öğrenme ve davranış zorlukları gibi durumlar görülebilir. Bu durumlar hayatta kalanlar arasında %15 oranında görülebilir. Bazı işitme kayıpları geri dönüşlü olabilir. Yetişkinlerde vakaların %66'sı sakatlık yaşamaktan kurtulur. Esas problemler sağırlık (%14) ve bilişsel bozukluklardır (%10). Çoğu ülkede menenjit, bildirilmesi gereken zorunlu hastalıklardan olmadığı için tam insidans bilinmemektedir. 2010 itibarıyla 420.000 ölü sayısı olduğu tahmin edilmektedir. Batı ülkelerinde her yıl 100.000 kişide her 3 kişi bakteriyel menenjite yakalanır. Kapsamlı nüfus araştırmaları viral menenjitin 100.000 kişide her 10.9 kişi ile daha yaygın olduğunu ve en çok yazın görüldüğünü gösterdi. Brezilya'da bakteriyel menenjitin oranı her yıl 100.000 kişide her 45.8 kişi ile daha yüksektir. Sahra altı Afrika ülkeleri diğer ülkelerden daha çok meningokok menenjitin geniş çaplı salgınlarıyla rahatsızlık çeker. Bu nedenle "menenjit kuşağı" adıyla etiketlenmiştir. Salgınlar genellikle kurak sezonda gerçekleşir (Aralıktan Hazirana kadar). Sezon yağmurlarının araya girmesi ile salgın bitebilir. Bu bölgede karşılaşılan saldırı oranı her 100.000 kişide 100-800 vakaya varabilir. Bu vakalar genelde meningokok sebebiyle olur. Tarihte kaydedilen en geniş salgın 1996-1997 yılları arasında bütün bölgeye yayılan ve 250.000 vakaya, 25.000 ölüme sebep olandır. Salgınlar ilk olarak fazla insanın birlikte yaşadığı yerlerde meydana gelir. Seferberlik zamanı askerî kışlalar, okul kampüsleri ve yıllık Hac yolculuğu bu duruma örnek teşkil edebilir. Bununla birlikte Afrika'daki salgın dolaşımı pek iyi anlaşılamamıştır. Menenjit kuşağında salgının ilerlemesi ile ilgili birkaç faktör sıralanabilir: Tıbbî şartlar (halkın bağışıklık durumu hakkındaki şüpheler), demografik şartlar (seyahatler ve geniş çapta nüfus yer değişimleri), sosyoekonomik şartlar (fakir yaşam koşulları ve aşırı kalabalıklaşma), iklim şartları (toz fırtınaları ve kuraklık) ve eşzamanlı enfeksiyonlar (akut solunum enfeksiyonları). Bakteriyel menenjitin nedenlerinin lokal dağılımında kayda değer farklılıklar olabilir. Örneğin: "N. meningitides "grup B ve C, Avrupa'da hastalığa daha çok sebep olurken grup A, Asya'da ve Afrika'da daha çok sebep olan etken olabilir. Büyük salgınların görüldüğü menenjit kuşağında dosyalanmış meningokok menenjit vakalarında %80-85 hesaplamasıyla neden bu olabilir. Bazı iddialara göre Hipokrat menenjitin varlığını fark etmiş olabilir. İbn-i Sina gibi rönesans öncesi yaşamış hekimler de meningismi (menenjitte görülen ense sertliği, fotofobi ve baş ağrısı üçlüsünü gösteren hastalık) biliyordu. The description of tuberculous meningitis, then called "dropsy in the brain", is often attributed to Edinburgh physician Sir Robert Whytt in a posthumous report that appeared in 1768, although the link with tuberculosis and its pathogen was not made until the next century. İlk büyük salgın 1805'te Cenevre'de kaydedildi. Kısa bir süre sonra Amerika ve Avrupa'da da birkaç salgın görüldü. Afrika'daki ilk salgın 1840'ta kaydedildi. Nijerya ve Gana'da 1905-1908'de yaşanan büyük salgınla 20.yüzyılda Afrika'daki salgınlar daha yaygın görülmeye başladı. 1887'de meningokokları tanıtan Avusturyalı bakteriyolog Anton Weichselbaum, menenjitin altında yatan sebebi bakteri enfeksiyonu olarak tanımladı. 1906'daki raporlara göre menenjitin mortalitesi çok yüksekti (%90'dan fazla). 1906'da atlardan antiserum üretilmesi ve sonraları Amerikan bilim adamı Simon Flexner tarafından geliştirilmesi meningokok hastalığının mortalitesini kayda değer biçimde düşürmüştür. 1944'te penisilinin menenjit için etkili olduğu ilk defa rapor edilmiştir. 20.yüzyılın sonlarında "Haemophilus "aşıları, bu patojene bağlı menenjit vakalarının görülmesinde önemli bir düşüş yaşattı. 2002'de steroidlerle yapılan tedavilerin bakteriyel menenjitin prognozunu iyileştirdiği görüldü. Afganistan Afganistan, resmî adıyla Afganistan İslam Cumhuriyeti Orta Asya'da yer alan ve denize sınırı olmayan bir ülkedir. Orta Asya'da bulunur; ama etnik ve kültürel bağlarından dolayı bazı kaynaklar tarafından Orta Doğu'da kabul edilir. Doğu ve güneyde Pakistan, batıda İran, kuzeyde Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan, doğuda da ufak bir sınırla Çin ile çevrilidir. Afganistan, farklı ülkerden gelen ulusları da barındırır. Ayrıca nüfusa oranları %5'i geçmeyen birçok etnik kökenli halk da (örneğin Beluçlar, Türkmenler, Nuristaniler, Araplar vs.) bu ülkede yaşamaktadır. Ticaretin merkez noktalarından birinde olan Afganistan, bu stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca Türkler, İranlılar, Yunanlar, Araplar, Moğollar, Britanyalılar ve Sovyetler gibi çeşitli ulusların istilasına uğramıştır. Afganistan ismi (Farsça: افغانستان), Afgan toprakları anlamına gelir. Arkeolojik kazılarda paleolitik, mezolitik, neolitik, bronz ve demir çağlarına ait tipik eserlere rastlanan Afganistan topraklarında, kentsel yaşamın MÖ 3000 ile MÖ 2000 yılları arasında başlamış olabileceği değerlendirilmektedir. Afganistan’da Ahameniş hakimiyeti II. Kiros tarafından MÖ 6. yüzyılda kurulmuş ve I. Darius tarafından güçlendirilmiştir. Bu siyasi varlık Büyük İskender’in Afganistan fetihlerine kadar hüküm sürmüştür. Büyük İskender’in Keyaniyan Devleti’ni yıkması ile Makedonyalılar Afganistan topraklarında hüküm sürmeye başlamıştır. Afganistan’daki son Yunan Kral Hermaeus, MS 45 yılına doğru Kuşanların egemenliğini kabul etmiştir. Bu döneme kadar yaklaşık iki yüz yıl, küçük Yunan prenslikleri, Yüeçilerin baskısı ile kuzeyden güneye sürülerek Afganistan’ın büyük bir kısmını işgal eden İskitler ve işgalci diğer kavimlerle beraber yaşamışlardır. İskitler Afganistan’dan Hindistan’a Baltistan, İran’a Herat üzerinden yürümekle birlikte bugün Sistan olarak anılan o zamanki “Drangiana” bölgesini ele geçirmişlerdir. İskitler ayrıca Büyük İskender’in haleflerinden bir Yunan prensin elindeki Baktriya’yı işgal etmişlerdir. Ancak Yüeçilerin baskısı devam edince buradan da çıkmak zorunda kalmışlardır. Sistan (Sakastana) bölgesindeki İskitler üzerinde önemli etkiler bırakan Part İmparatorluğu, Baktriana Devleti’nin kurulduğu dönemlerde Kuzey İran'da siyasi bir varlık olarak ortaya çıkmıştır. Yüeçiler MÖ 140 yılında Kuşanların liderliğinde Baktria bölgesi ele geçirerek egemenlikleri altına almaları sonucu bölgenin etnik ve kültürel yapısı bu yeni katılımla daha da zenginleşmiştir. Yüeçiler’in beş kolundan biri olan Kuşanlar, diğer Yüeçi prenslikleri üzerinde hakimiyet kurduktan sonra Afganistan’da bulunan rakip devletleri MÖ 50 ile MS 50 yılları arasında etkisiz hale getirmeyi başarmışlardır. Kuşanlar, Part İmparatorluğu'na boyun eğdirmiş ve Kabil’i de ele geçirmişlerdir. Kuşan hakimiyet alanı I. Kaphidies zamanında Afganistan’ı da içine alacak şekilde Parthia ülkesinden Ganj Nehri’ne kadar, kuzeyde ise Soğd ülkesine kadar genişlemiştir. Bugünkü Bagram şehri ise iki bin yıl önce Kuşanlara başkentlik yapmıştır. Kuşanlardan sonra Akhunlar 460 yılı civarında, Hazar Denizi’nden başlayan ve doğuya doğru Kuzey Afganistan’ı da içine alan bir devlet kurmuşlardır. Bölgenin Akhun hakimiyetine girmesine kadar devam eden dönem, Afganistan’da İran ve Hindistan nüfuz mücadelesi dönemi olmuştur. Bu dönemde Partların etkisi tamamıyla ortadan kalkmış ve onların yerini Sasaniler almıştır. Kuşanların Afganistan’daki hakimiyeti 5. yüzyıl sonuna doğru Sasanilerle mücadele eden Akhunların bölgeyi istila etmelerine kadar sürmüştür. Akhunların güçlenmesi ile etkisizleşen Kuşan beyleri ise “Şahi” unvanı ile Müslümanların Afganistan topraklarında görülmeye başladıkları 880 yılına kadar Kabil’de hüküm sürmeye devam etmişlerdir. Arap ordularının önce 636 yılında El Kadisiye’de, ardından 642 yılında Nihavend Savaşı’nda Sasanileri yenmeleri ile İslamiyetin yayılması doğuya doğru ivme kazanmıştır. Basra Valisi Abdullah Bin Amir 650 yılında bir ordusunu Horasan’a, diğer bir ordusunu da Sasani Kralı III. Yezdigirt’in peşinden Sistan’a doğru göndermiştir. Sasani Kralı’nın ele geçirilip öldürüldüğü bu sefer sonunda Arap orduları ilk defa Batı ve Kuzey Afganistan’ı, Baktria ve Herat’ı işgal etmişlerse de
bölgede tamamen hakimiyet kuramamışlardır. Ancak Muaviye döneminde, 698 ve 700 yılında İslam orduları Kabil’i almak için saldırılarda bulunmuştur. 861 yılında Sistan’daki askeri güce komuta etmeye başlayan Yakub bin Leys komutasındaki Saffariler, 867 yılında Kirman, Şiraz ve Herat’ı ele geçirdi. 871 yılında ise Belh, Toharistan ve Kabil bölgesinin yönetimi halife tarafından Yakub bin Leys’e verilmiştir. İran Platosu, Orta Asya ve Hindistan Alt Kıtası arasında bu üç istikamete bağlantı sağlayan stratejik özelliği ile Kabil Vadisi, yükselen İslamiyet dalgasına karşı uzun yıllar direniş merkezi olmuştur. Bu dönemde Orta Asya kökenli kavimlerin Afganistan’daki hakimiyetlerinin öne çıktığı görülmektedir. Afganistan toprakları bu zaman diliminde Türk soylu kavimler ile İrani kavimler arasında bir mücadele ve hakimiyet sahası olmuştur. Saffarilerin 900 yılında Samanîlere mağlup olmasıyla Afganistan'ın bir bölümü Samani egemenliğine geçti. Gazneliler Hanedanı’nın asıl kurucusu Sebük Tigin, Samanilerin otoritesini tanımakla birlikte kendi adına para bastırmış, Zamin-Davar, Gor ve Zabilistan, bölgesinde güçlü bir otorite tesis etmiştir. Afganistan’da böylelikle egemenlik kuran Sebük Tigin, Gazne’yi işgal eden ve Kabil bölgesinde hakimiyet kurmaya çalışan Pencab Racası Jaipal’a karşı başlattığı mücadele sonunda 988 yılında Kabil ve civarını kendi hakimiyet alanına alarak Gazne Devleti topraklarına katmıştır. Taciklerin bir kolu olan Gurlular ile Behramşah’ın uzun süren mücadelesi Gaznelilerin aleyhine sonuçlanmış ve Gazne, Gurlu beyi Alaaddin tarafından ele geçirilmiştir. Gurlular 1187 yılında Gazne Devleti’ni tamamen ortadan kaldırmıştır. Ancak Gurluların Afganistan Platosu’nda kurmuş oldukları hakimiyet de uzun sürmemiştir. Gurlu ordusu 1204 yılında Harzemşahlar ve Karahitayların müşterek ordusuna karşı yapmış olduğu savaşta yenilmesinden sonra Gazne bir süre Gurlu ordusunda görevli Türk komutanların denetimine geçmiştir. Gazne, 1215 yılında Harzemşahlar tarafından ele geçirilmiş ve Gurlular dönemi Afganistan’da tamamen kapanmıştır. Harzemşahların egemenliği de uzun sürmemiş, Cengiz Han önderliğindeki Moğollar tarafından Gazne, Kabil ve 1222 yılında Herat ele geçirildi. Ögeday’in ölümü ve Moğol İmparatorluğunun bölünmesi üzerine Afganistan, İlhanlıların yönetimine girmiştir. Bölgedeki Moğol egemenliği, 14. yüzyıl sonlarında Timur ordularınca sona erdirilmiştir. Timur'un kurduğu devlet, ölümünden sonra dağılmışsa da torunlarından Muhammed Babür’ün bölgede kurduğu Türk devleti uzun süre yaşamıştır. Babür'ün Afganistan'ı merkez yaparak kurduğu devlet, sadece buraya değil Hindistan'a da Türkler’in tekrar yerleşmesini sağlamıştır. Babür Devleti, Afganistan'ı hakimiyet altında tutmakla birlikte Hindistan ve Afganistan arası dengeyi sağlayamamış ve ağırlığı Hindistan'a kaydırmıştır. Bu durum; kuzeyden Özbekler ve kuzeybatıdan da Safevilerin Afganistan’a inmesine sebep olmuştur. Böylece 17. yüzyılın ortalarına doğru Abdali ve Galzay adını almış olan Halaçlar, dağlık bölgelerden Kandehar ve Zemindaver’in daha verimli bölgesi olan Tarnak Argandap vadilerine göçmüşlerdir. 18. yüzyılda Babür Devleti'nin zayıflaması üzerine, Afgan kabileleri de bağımsız hareket etmeye başlamıştır. Bu durumda Gılzay gibi bazı kabilelerin Babür, Abdaliler gibi bazılarının da İran tarafında yer almaları, ülkedeki karışıklığı artırmıştır. Bu esnada Nadir Kulu komutasındaki Türkmen ordusu Afganistan ve İran'ı yönetim altına almış; Hindistan Babür Türk Devletini de vergiye bağlamıştır. Nadir Şah'ın ölümünden sonra yönetime geçen Ahmet Şah, Hindistan'daki Babür Devleti’ni hakimiyeti altına almıştır (1756-1757). Bu yıllarda İran’ın sergilediği yayılmacı politikanın tehlikesini gören Ahmet Şah, bu konuda Osmanlı Devleti ile ortak hareket etmeyi istedi ise de, girişimlerinden bir netice alamamıştır. Ahmet Şah’tan sonra Afganistan yönetiminde bulunan Timur Şah ve Zaman Şah dönemlerinde ülke, önceki ihtişamlı ve güçlü durumunu koruyamamış, iç karışıklıklar baş göstermiştir. Bu karışılıklar 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürdükten sonra, Dost Muhammed’in yönetime geçmesi ile ülkedeki birlik tekrar sağlanmıştır. Ancak bu dönemde ise Kuzey Hindistan, Afgan birliğini zayıflatma çabası içine girmiştir. Bu yıllarda İngilizler’in yavaş yavaş Hindistan’ı hakimiyetleri altına aldıkları gözlenmektedir. İlk Afgan-İngiliz ilişkisi, Kuzey Hindistan’da Peşaver probleminin çözümünde İngiliz hakemliği ile olmuştur. Arkasından 1839-1842 yılları arasında süren Birinci İngiliz-Afgan Savaşı patlak vermiştir. Dost Muhammed, ülkesi İngilizler’ce işgal edilmesine rağmen 1863’te Kabil’e dönerek tekrar Afgan birliğini sağlamıştı. Dost Muhammed’in 9 Haziran 1863 tarihinde vefat etmesi ile Afganistan, tekrar iktidar mücadele kaosuna sürüklenmiştir. Oğlu Şir Ali’nin 1868’de iktidarı ele geçirmesiyle bu mücadele durulmuştur. Ruslar’ın Türkistan’ı işgali, Afganlar ile İngilizleri doğal müttefik yapmıştır. Ruslar, Türkistan’ı işgal etmelerine rağmen Afganistan önderliğinde Orta Asya Devletleri’ni de içine alan bir birlik oluşmasından hep çekinmişlerdir. 1879’da vefat eden Şir Ali'nin yerine Yakup Han geçtiyse de, kısa bir süre sonra Afganistan'ın hakimiyetini Abdurrahman Han ele geçirmiştir. 1901’de vefat eden Abdurrahman Han zamanında İkinci İngiliz-Afgan savaşı yaşanmıştır (1878-1880). Bu savaş sonunda ülke, büyük çapta harap olmuş ve millî birlik zayıflamıştır. Afganistan'ın içinde bulunduğu bu olumsuz şartları fırsat bilen Ruslar, 1881’de Türkmenistan'ı işgal etmiş ve böylece de Afganistan ile komşu olmuşlardır. 1901’de başa geçen Habibullah Han, 1919’da ölünce yerine Emanullah Han geçti. Emanullah Han, Hindistan'daki İngiliz valiye bir mektup göndererek Afganistan'ın bağımsız bir devlet olduğunu ve İngiltere ile iyi ilişkiler kurmak istediğini iletmiştir. İngiltere ise Afganistan bağımsızlığını kabul edip-etmemekte tereddüt etmiştir. Bu durum ilişkilerin gerginleşmesine ve Üçüncü İngiliz-Afgan Savaşı'nın başlamasına sebep olmuştur (1919). Bu savaşta başarı elde edemeyen İngilizler, 8 Ağustos 1919’da yapılan anlaşma ile Afganistan'ın bağımsızlığını tanımıştır. Sovyetler Birliği, 1979'da Afganistandaki Marksist hükümetin isteğiyle işgal etmiş ve kendi denetiminde bir sosyalist Afgan yönetimi kurdurmuştur. Buna tepki gösteren yerel güçler, Batı ülkelerinin de desteğiyle SSCB'ye karşı bir silahlı mücadele başlatmışlar ve pek çok bölgede egemenlik sağlayacak düzeyde başarı göstermişlerdir. Tüm bu yıpratıcı mücadele SSCB'nin içinde bulunduğu zor ekonomik durumu daha da ağırlaştırmış ve SSCB'nin dağılmasıyla sonuçlanacak olaylara büyük bir etki yapmıştı. Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan 11 Eylül saldırılarının sorumlusu olarak ilan edilen el-Kaide'nin bu bölgede yerleştiği iddiaları, Taliban rejiminin bu olaya müdahale etmemesi ve kaynak sağladığı iddiasıyla ABD ve koalisyon güçleri tarafından işgal edilmiş ve Taliban yönetimden uzaklaştırılmıştır. Afganistan genellikle engebeli bir araziye sahiptir. Ülkenin doğusundan içlerine uzanan ve himalaya dağlarının bir uzantısı olan Hindukuş Dağları, güneyindeki Çağay Dağları ve kuzeydeki Pamir Dağları ülkenin başlıca yükseltileridir.Ülkenin en yüksek noktası Hindukuş Dağları'ndaki 7492 m. ile Nowşak tepesidir. Ülkenin güneybatısı ve batısı dağlık değildir. Ancak fazla akarsu kaynağı olmaması nedeniyle tarım yapılamaz. Ülkede başlıca Amu Derya, Helmend, Farahrud, Murgap ve Herirud nehirleri vardır. Afganistan'ın nüfusu 2011 Temmuz ayı verilerine göre) 29.835.392 kişidir. Nüfusun %44,6'sını 0-14 yaş grubu oluşturmaktadır (erkek 7.095.117/kadın 6.763.759). 15-64 yaş aralığı ise nüfusun %52,9'unu oluşturmaktadır (erkek 8.436.716/kadın 8.008.463). 65 yaş ve üzeri ise %2,4 gibi bir orana sahiptir (erkek 366.642/kadın 386.300). Oldukça genç bir nüfusa sahip olan Afganistan'da bebek ölüm oranı her 1000 bebekten 160,23 ölüm şeklinde gerçekleşmektedir. Ortalama çocuk sayısı her 1 kadına 6,69 çocuk şeklindedir. Nüfus artış oranı %2,67 olan Afganistan'da mülteci nüfusu da önemli bir oran teşkil eder. Her 1000 kişiden 23,06'sı mülteci statüsündedir. Bu oran İran mültecilerini de kapsamaktadır. Ortalama yaş (ömür) beklentisi erkeklerde 43,16 yıl, kadınlarda 43,53 yıl ve ortalama 43,34 yıl olarak gerçekleşmektedir. HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı %0,01 olarak gerçekleşmiştir. Yüzölçümü yaklaşık Fransa kadar olan Afganistan'ı Hindukuş ve Pamir sıradağı zincirleri kuzey ve güney olmak üzere iki bölüme ayırır. 1979'da, Sovyet-Afgan Savaşı öncesi yaklaşık 15 milyon nüfusu bulunan Afganistan'ın 2006 itibarıyla tahmini nüfusu 30 milyon'dur. Başkent Kabil ülkenin en büyük kentidir; diğer önemli kentler batıda Herat, güneyde Kandahar ve kuzeyde Mezar-ı Şerif'tir. Yerel ve ulusal düzeyde bütünleşmenin zayıf olduğu Afganistan'da coğrafi engellerin yanında toplumsal hayatın da büyük sorunları vardır. Okuma yazma oranı yüzde 10 civarında olan Afganistan fert başına düşen gelir bakımından da dünyanın en yoksul ülkeleri arasındadır. 2013 itibarıyla Peştun: %42, Tacik: %33, Türk: %12, Hazaralar:%9, Aymak: %4, Beluç: %2, Diğer: %4. Afganistan'daki Türk halkları genelde Afganistan Özbekleri ve Afganistan Türkmenleri'nden ibarettir. Bunun dışında az da olsa Pamir bölgesinde Kırgızlar da vardır. Rus savaşı esnasında Pamir bölgesindeki Kırgızların büyük kısmı Türkiye'nin Van İline yerleştirilmiş ve yaşadıkları köye Ulupamir ismi verilmiştir. Bölgede hayvancılık ve koruculuk yapmaktadırlar. Afganistan'daki Türkler, Türkiye'den gidip Afganistan'a yerleşen Türkler'e verilen genel bir addır. Türkiye'den Afganistan'a genellikle işçi göçü olmuştur. Ülkedeki toplam Türk nüfus 4,500 civarıdır. Ülkeye göç ABD tarafından işgal edildikten sonra durma noktasına gelmiştir. Halkın %99'u Müslüman'dır. Bunların %80'i Sünni, %19'u Şii Müslümandır. %1'i ise diğer dinlere mensuptur. Afganistan, kara ile çevrili bir ülkedir, ekonomisi tarıma ve hayvancılığa (koyun ve keçi yetiştirmeye) bağlıdır. 15 milyonluk çalışabilir nüfusa sahiptir. İşgücünün sektö
rlere göre dağılımında tarım %80, endüstri %10, hizmetler sektörü ise yine %10'luk bir paya sahiptir. Endüstri ağırlıklı olarak küçük çapta tekstil, sabun, mobilya, ayakkabı, gübre, çimento; el yapımı halılar; doğal gaz, yağ, kömür, bakır işletmelerine dayanmaktadır. Afganistan çok zengin bakır rezervine sahiptir. Elektrik üretimi 905 milyon kWh olarak gerçekleşmektedir. Buna istinaden tüketim 1.042 milyar kWh olmuştur. Hiç elektrik ihracatı yapamayan Afganistan, 200 milyon kWh elektrik ithalâtı yapmaktadır. Tarım ve hayvancılık ürünleri, haşhaş, buğday, meyveler, fındık; yün ve deridir. İhracat tutarı 2005'te 471 milyon$ olarak gerçekleşmiştir. İhracat ürünleri, haşhaş, meyve ve fındık, el yapımı halılar, yün, pamuk, deri, değerli taş ve mücevherlerdir. İhracat ortakları ise Pakistan, İran, Almanya, Hindistan, Birleşmiş Krallıklar, Belçika, Lüksemburg, Çek Cumhuriyeti'dir. İthalat tutarı, 2005 verileriyle $3.87 milyar dolar olan Afganistan'ın ithalât ürünleri yabancı sermaye, yiyecek ve petrol ürünleri, çok sayıda tüketim malıdır. İthalat ortakları ise Pakistan, İran, Japonya, Singapur, Hindistan, Güney Kore ve Almanya'dır. Para birimi Afgani'dir ve uluslararası ISO kodu "AFA"dır. Demiryollarının toplam uzunluğu 24.6 km, karayolları 42150 km (bunun 12,350 km si asfalt, geri kalanı yani 29,800 km si stabilize yoldur), su yolları 1,200 km dir. Ülkede boru hatlarının toplam uzunluğu 466 km dir. 51 adet havaalanı bulunan Afganistan'ın en büyük havalalanı Kabil Uluslararası Havaalanı'dır. 11 adet helikopter alanı mevcuttur. Afganistan eğitim sistemi 6+3+3 şeklinde bir kademelendirme üzerinde şekillenmiştir. Buna ilişkin olarak okul öncesi eğitim ile başlayan süreç (0-3 yaş ve 4-6 yaş iki aşamalıdır), 6 yıllık bir genel öğretim sistemi ile devam etmektedir. Bu aynı zamanda genel okur yazarlık kursları ile de desteklenmektedir. 6. sınıf sonrasında ise ikili bir ayrım ile din eğitimi ağırlıklı ortaokullar ve genel eğitim müfredatını benimsemiş ortaokullarda eğitim verilmektedir. Son aşama olan liseler ise 3 farklı bölümden oluşmaktadır. Bu noktada bir anlamda branş eğitimi almakta olan öğrenciler, öğretmenlik, teknik meslek liseleri ve sosyal bilimler-fen bilimleri ağırlıklı liselerde öğrenim görebilmektedirler. Bundan sonra ise branşlarına ilişkin yüksek öğrenim kurumlarına devam etmektedirler. Afganistan'da eğitim alanında kadın ve erkek arasında herhangi bir ayrım yapılmamıştır. Her Afgan vatandaşı eğitim hakkından yararlanmada eşit haklara sahiptir. Her 7 yaşına gelen her çocuk devlet okullarından parasız yararlanma hakkına sahiptir. Afganistan Anayasası 43. maddesine göre, devlet okulları parasızdır ve ilköğretim zorunludur. Ancak Afganistan'ın uzun yıllar süren işgallere maruz kalması ve ülkenin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik açmazlar eğitim sistemini de olumsuz etkilemiştir. Ülkede 2005 yılı verilerine göre 5 milyona yakın çocuk okullarda eğitim görmüştür. Ancak okullaşma oranındaki düşüklük, öğretmen ve kırtasiye yetersizliği gibi nedenlerden ötürü istenilen verim alınamamaktadır. Buna rağmen 2003 yılında 8.500 çadırda 25.000 civarında öğrenci, bu çadırlarda verilen eğitim hizmetinden yararlanmıştır. Ülke 34 ile ayrılmıştır. Bu iller de kendi içinde "volasvaleyi" (Peştuca: ولسوالۍ) adı verilen 398 ilçeye ayrılmıştır. Afganistan'ın illeri aşağıdaki haritada numaralandırılmış olarak gösterilmiştir. Eylemsizlik Eylemsizlik cisimlerin hareket durumlarını koruma eğilimleridir. Burada "hareket durumu" ile anlatılmak istenen, cismin diğer bir cisme göre sabit hızla hareket etmesi veya durağan halde bulunmasıdır. Maddeler için ortak özelliktir. Newton tarafından 1. hareket yasası olarak ifade edilmiştir. Bu yasa, bir cisim üzerine etkiyen dış kuvvetlerin bileşkesi (net kuvvet) sıfır olduğu zaman cismin hareket durumunun değişmeyeceğini söyler. Doğrusal harekette cismin eylemsizliği kütlesiyle doğru orantılıdır. Newton'un ikinci hareket kanunu olan formula_1 bunu bize göstermektedir. Kütleleri farklı olan iki cisme aynı kuvveti uyguladığımızda, kütlesi büyük olan cisim daha yavaş hızlanır. Düzgün dairesel harekette ise cismin eylemsizliği eylemsizlik momentiyle doğru orantılıdır. Eylemsizlik momenti büyük cisimlere açısal ivme kazandırmak daha zordur. Dairesel harekette ise formula_2 eşitliği vardır. İpek böceği İpek böceği (Bombyx mori). Kelebek yumurtalarını dut yaprakları üzerine bırakır, yumurtladıktan üç dört gün sonra ölür. Baharda taze dut yaprakları üzerindeki yumurtalardan larva halinde çıkan tırtıllar sık tüylü ve siyahtır. Büyük bir iştahla devamlı dut yaprağı yerler ve dört beş defa gömlek değiştirerek bir birbuçuk ayda 7 veya 8 santime ulaşırlar. Büyüdükçe renkleri açılır ve tüyleri kaybolur. İyice büyüyüp de hücrelerine yerleşince üst dudağındaki delikten iplik halinde zamk gibi bir sıvı çıkararak kozasını yapmaya başlar. Tırtıl önce kozanın dış kısmını sonra kendi vücudunun etrafını örmeye devam eder ve görünmez olur. Eğer kendi haline bıraklırsa iki üç hafta içinde kelebek haline gelerek ördüğü kozayı parçalar ve dışarı çıkar. Bu yüzden kozayı parçalamadan kozalar sıcak suya atılır veya sıcak su buharına tutularak tırtıl öldürülür. Böylece ipek kozaları elde edilir. Bu kozalardan da tel şeklindeki ipek lifleri çıkarılıp ham ipek üretilir. Böceğin neslinin devamı için bir kısım kozanın gelişimini tamamlayıp kelebeğin çıkmasına müsaade edilir. Suni ipek kavak, göknar, söğüt gibi selülozca zengin olan ağaçlardan kimyasal yollarla elde edilen liflere denir. Suni ipek viskos metodu ile elde edilir. Belirtilen ağaçlar önce levha haline getirilir. Sonra kurutulur ve makinelere konularak lif lif parçalanır. Selüloz lifleri sac kaplarda birkaç gün bekletildikten sonra kükürtleme makinalarında 100 kilogramına 33 kilogram karbonsülfür karıştıralarak, belirli sıcaklıkta 2½ saat bekletilir. Bu arada selüloz renklenmeye başlar istenilen beyaz renk elde edilince kükürtleme kesilir. Elde edilen madde kesilir. Sonra platin alaşımından yapılmış çok ince delikli gözlerden asitli bir banyo içine fışkırtılır. Böylece gözlerden çıkan madde iplik haline gelir ve makaralara sarılır. Asit kükürt ve serbest tuzdan temizlenen madde suni ipek olarak piyasaya sürülür. Suni ipek doğal ipek kadar dayanıklı değildir. William James William James (d. 11 Ocak 1842, New York – ö. 26 Ağustos 1910, Chocorua, New Hampshire, ABD), psikolojide işlevselcilik hareketinin öngörücüsü, pragmatizmin öncüsü ABD'li filozof ve psikolog. James ve romancı ve eleştirmen kardeşi Henry James, zengin ve iyi tanınan bir ailenin çocukları olarak dünyaya geldi. Babaları ilahiyatçı ve düşünür Henry James, çocuklarının eğitimine çok önem vermekteydi. New York, Boulogne (Fransa), Cenevre, İngiltere, Almanya ve İtalya’da öğrenim gördü. Babasının felsefe ve ilahiyat alanlarındaki görüşlerinin James’in yetişmesinde büyük katkısı vardı. Babası, zihinsel özgürlüğün önemine inanıyor ve çocuklarını bu doğrultuda yetiştiriyordu. James, eleştirel yaklaşımını bu sayede kazandı. Babası çocuklarının meslek edinme ve hayatlarını kazanma zorunluluklarının olmadığı düşünüyordu. Yine de James’in ilgisinin bilime yönelmesi için çabaladı. James 15 yaşındayken babası ona bir mikroskop hediye etti. James 18 yaşına geldiğinde ressam olma amacıyla Amerikalı ressam William M. Hunt’ın yanında resim dersleri almaya başladı. 6 ay sonra bundan vazgeçti. 1861 yılında Harvard Üniversitesi Lawrence Bilim Okulu’na girdi. Bu okulda kimya, anatomi ve benzeri konularda dersler aldı. Daha sonra nörotik bir hastalığa yakalandı. Kısa bir süre sonra kimyadan vazgeçti. Harvard Tıp Okulu’na kaydoldu. Tıp öğrenimine bir yıl ara vererek ünlü doğa bilimci Louis Agassiz’in Amazon’a yapacağı bir keşif gezisine deniz hayvanları örnekleri toplamak amacıyla asistan olarak katıldı. Gezi esnasında hastalandı ve bir yarıyıl için tekrar Tıp Okulu’na döndü. 1867-68’de Almanya’da, enerjinin korunumu ilkesini ortaya koyan fizyolog ve fizikçi Hermann von Helmholtz, patalog Rudolf Virchow, 19. yüzyılda tıpta deneyciliğin öncüsü Claude Bernard gibi önemli bilim insanlarının derslerini takip etti. Bunun yanında dönemin öne çıkan psikoloji ve felsefe eserlerini, özellikle Kantçı idealist ve göreci Charles Renouvier’nin eserlerini okudu. Renouvier’yle tanıştı ve bu tanışma James’in kişiliği ve düşünsel hayatının dönüm noktalarından biri oldu. Haziran 1869’da Harvard Tıp Okulu’nu bitirdikten sonra, ruhsal bunalıma girdi. İntiharı bile düşünmesine yol açan bu bunalım sebebiyle hekimliğe hemen başlayamadı. 1872’ye kadar babasının evinde çeşitli eserleri okumak ve ara sıra kitap tanıtma yazıları yazmak haricinde hiçbir şey yapmaksızın yarı hasta durumda yaşadı. Kendi ifadesine göre, Renouvier’nin özgür irade üzerine yazdıklarını okuyarak ve “özgür iradeye dayalı ilk edimim, özgür iradeye inanmak olacak” kararını vererek bu bunalımdan kurtuldu. James 1861 yılında Harward’da Lawrence Bilim Okuluna girdi. Burada kimya eğitimi alıyordu. Kimya ile olan deneyimi çocukken evde gizemli sıvılarıyla yaptığı bazen tehlikeli patlamalara sebep olabilen deneylerden ibaretti. Kısa bir süre sonra James dikkat ve özen isteyen laboratuvar çalışmalarını ilginç bulmamaya başladı. Hayatına çok büyük etkisi olan nörotik bir rahatsızlığı baş gösterdi. Kısa bir süre sonra kimya eğitimini bıraktı. James hem bilimsel eğitime elverişli olması hem de ekonomik olarak iyi bir gelir sunması açısından 1864’te Harward’da tıp eğitimi almaya başladı. 1865’te zoolog Louis Agassiz deniz hayvanları toplamak amacıyla Brezilya’ya gidiyordu. James bu alanla ilgili yeteneklerini keşfetme umuduyla ücretsiz bir yardımcı olarak bu geziye katıldı. Gezi, James’ın umduğu gibi geçmemişti, yaptığı işler onu heyecanlandırmıyordu. Yolculuğun büyük bir kısmında deniz tutulmasına yakalanan James çiçek hastalığına da yakalanmıştı. James bu alanla uğraşmanın getirdiği yaşam şartlarının kendisine uygun olmadığını anladı. Ayrıca biyolojinin gerektirdiği düzenli sınıflandırmalara tahammül edemezdi. Kimya ve biyolojiye olan tepkisi daha sonra psikolojid
e deneyden hoşlanmamasının bir işareti sayılabilirdi. 1865 yılındaki yolculuğun ardından James isteksizce de olsa tıp alanındaki çalışmalarına devam etti. Ancak sağlık sorunları yine kendini göstermeye başlamıştı. Çiçek hastalığı göz zayıflığına neden olmuştu ve sırt ağrıları çekiyordu. Bu nedenle okuması güçleşmişti, hastanede dolaşmaları ve ayakta yaptığı laboratuvar çalışmaları zorlaşmıştı. O dönemde sırt sorunları için Avrupa’ya maden suyu banyosu almaya gidiliyordu. James de bu neden 1867’de Almanya’ya gitmek üzere yola çıktı. Sağlığı için attığı bu adım ile Almancasını da geliştirmeyi umuyordu. Gözleri iyileşmişti ve o dönemde Almanya’da gelişmekte olan fizyolojik yönelimli ruh bilimi dikkatini çekiyor, bu alanda okumalar yapıyordu. İlk kez Wundt’un adını duymuş ve Heidelberg’de Wundt’u ve Helmholtz’u ziyaret etme girişiminde bulunmuştu. Berlin’de du Bois-Reymond ‘un derslerine katılmıştı ve yeni düzenekçi ruhbilimin açıklayıcı gücünden etkilenmişti. James Berlin Üniversitesindeki fizyoloji derslerine devam edip zamanın “ Psikolojinin yeni bir bilim olmaya başladığı zaman” olduğunu belirtmişti. Cambridge’e döndüğünde James biraz iyileşmişti ancak ruhsal olarak bir çöküntü durumundaydı. Duygusal olarak iyileşmesinde 29 Nisan 1870’de okuduğu, Fransız felsefecisi Charles Renouvier tarafından özgür istenç üzerine yazılan denemenin etkisi büyüktü. James‘ın ruhsal durumu yavaş olsa da sürekli iyileşiyordu. 1869 yılında Harward ‘dan tıp diplomasını aldı. 1872 yılında Harward’ın başkanı Charles Eliot, James‘dan fizyoloji derslerinin yarısı vermesini istedi. James bunalımdan tam olarak kurtulamadığını ve bu dersin getireceği sorumlulukları üstlenemeyeceğini düşünüyordu. Bir yıl izin isteyerek Avrupa gezisine çıktı. Geri döndüğünde görevi kabul etti. Hatta bir sonraki yıl dersin yarısını değil tümünü üstlenmesi istenmişti. James bundan sonraki yaşamı boyunca birincil olarak bir Harward profesörü kimliğinde kalacaktı. William James 1878 yılında yayımcı Henry Holt ile psikoloji ile ilgili bir kitap yazmak için anlaştı. Alman, İngiliz ve Fransız literatürü ile yakından ilgili olduğu için çalışmanın kolay olacağını düşünerek, Henry Holt’a iki yıl içerisinde bitireceğine söz verdi. Ancak 1880 yılında henüz yazmaya yeni başlamıştı. 1990 yılına kadar psikoloji ile ilgili çeşitli dergilerde yazılar yazdı. Bunları metnin parçaları olarak toparlayarak 1890 yılının Ocak ayında Holt’a 350 sayfalık bir el yazması gönderdi ve bunun kitabın kısa bir bölümü olduğunu, kalanının da yakın zamanda gönderileceğini söyledi. 1890’ların sonlarına doğru Psikoloji’nin İlkeleri iki kalın cilt halinde yayınlandı. 12 yıl süren bu çalışma James’ i fazlası ile bunaltmıştı ve yayıncıya yolladığı son bölümlerde gönderdiği bir mektupta kendini beceriksiz olarak tanımlayıp şunları söylemekteydi: “ Hiç kimse kitabın görünüşünden benden daha çok iğrenemez. Hiçbir konu 1000 sayfada ele alınmaya değmez! On yılım daha olsaydı onu 500 sayfada yeniden yazabilirdim.”. Psikolojinin İlkeleri psikoloji dünyasında büyük ses getirmiş ve İngilizce’de en çok satan psikoloji metni olmuştur.  Kitabın yayınlanması psikoloji tarihi için büyük bir öneme sahiptir. Binlerce öğrencinin görüşlerini etkilemiş ve birçok çalışmaya ilham kaynağı olmuştur. Ayrıca yapısalcı ABD’de yapısalcı görüşündeki psikologların işlevselcilik ekolüne doğru yönelmesinde neden olmuştur. Kitabın ilk cildi biyolojik temellerle başlamaktadır. Zihinsel işleyişin sinir sistemi faaliyetleri ile oluştuğundan ve benzer tepkilerin oluşumunun ilk oluşumdan sonra daha kolay olduğundan bahsetmektedir. Bu durum alışkanlıkları zihinsel yaşam için önemli bir hale getirmektedir. Birinci cildin kalan kısmı ise psikolojinin konusu ve araştırma metotları ile devam etmektedir. İkinci cilt ise; duyum davranışı, algı, inanç, muhakeme, içgüdü, irade, hipnoz ve psikogenesis konularından oluşmaktadır.   James insan davranışının içgüdü ve alışkanlıklardan etkilendiğini söylemiştir. Arkadaşları ile birlikte insan içgüdüleri için hazırladıkları listede ‘ bir araya gelmek, bir arada bulunmak, birbiri ile kavga etmek’ gibi içgüdülerden bahsetmiştir. Alışkanlıklar ve duygular gibi fenomenler iç güdüler ile etkileşim halindedir ve deneyimlere bağlı olarak iç güdülerde değişimler olabilmektedir. James için alışkanlıklar belli bir yere kadar özgürlüğümüzü iç güdülerimizden fazla kısıtlamaktadır. Tekrar fiziğin olduğu gibi fizyolojinin de temel öğelerindendir. Sinir sisteminin işleyişi gereği tekrarlanan faaliyetler zamanla daha kolay hale gelmektedir ve daha az dikkat gerektirmektedir. James’e göre öğrenilmiş edimlerin tüm insanlardaki tekrarlanışları toplumu bir arada tutan şeydir. Ancak kötü şartlar içerisinde bulunan insanların durumlarını değiştirememesinin nedeni de alışkanlıklardır. Alışkanlıklardan ‘dönme dolabı’ diye söz etmiştir. Kişilik 30 yaşına kadar insana yerleşir ve sonrasında onlar yürüyen alışkanlık yığınlarıdır. Wundt'un bilinç anlayışına karşı çıkan James, aynı akıntıya iki kez girmenin olanaksız olduğunu söyleyen Yunan filozof Herakleitos'a göndermede bulunarak, bilincin durmayan sürekli hareket halinde olan bir şey olduğunu söylemiştir. Bilinç yerinde durmayan, yeni durumlarla karşılaşıp yeni bölgelere geçen bir ırmak gibidir.  Süreklidir ve parçalara ayrılamaz. Zaman ve alanda bir bütün halindedir. Wund’un içebakış yöntemine karşı çıkma nedeni de budur;  bilinçli düşünce sürekli bir akış halinde olduğu için durdurulamaz ve yapısına zarar verilmeden çözümlenemez. William James’e göre benliğin 3 yönü bulunmaktadır. Benliğin 3 yönü; a) Maddesel Benlik, b)Sosyal Benlik, c)Ruhsal Benlik'tir. Maddesel benlik kişinin kendisine ait olan, sahip olduğu her şeydir. Bedeni,  kıyafetleri, ailesi, arabası, banka hesabı gibi. Buradaki vurgu kişinin başkaları ile ve maddesel şeylerle özdeşleşmiş olmasıdır. Özdeşleştiği şey değişime uğrarsa kişinin benliği de değişim yaşar. Örneğin sahip olduğumuz ailemizi kaybettik, bu durumdan benliğimizde etkilenir ve ailevi benliğimizin de yok olduğunu söyleyebiliriz.Sosyal benlik içinse James, kişilerin kendi sosyal yaşamları içinde bulundukları ortama, konuma, statüye göre birtakım maskeler kullanmakta olduğumuzu söylemektedir. Örneğin; aile benliğimiz, dernek benliğimiz, arkadaş benliğimiz. Kişiler bulundukları ortamlardaki üstlendikleri roller içinde tutarlı davranışlar sergilemektedir ancak  birbirlerini farklı bir otamda tanıyan kişiler başka ortamda birbirlerini izlediklerinde farklı sosyal benlik içerisinde olduğunu görünce şaşırabilirler. Bunun nedeni bizi daha önce farklı bir benlikle tanımış olmalarıdır.James ruhsal benliğimizin ise çok subjektif olduğunu ve bizim kendimizi nasıl değerlendirdiğimizde ve nasıl agıladığımızda belirleyici olduğunu söyler. Yeteneklerimizi, ilgilerimizi, görüşlerimizi, tutumlarımızı kendi içimizde kişisel olarak değerlendirme biçimimiz ruhsal benliğimizin içine girmektedir.Benliğin bu üç yönü ‘Deneyimci Benlik’ adı verilen bir bütünü oluştururlar. James, benliğin doğası ile ilgili çalışırken benlik saygısı kavramını da gündeme getirmiştir. Bu konuda bir formül geliştirmiştir ve bu formül kişilik değerlendirmeleri konusunda geliştirilen ilk formüllerden biridir. Bu formül: Başarı / İstekler = Benlik Saygısı James bu formülle kişinin belik saygısı üzerinde ne isteklerin ne başarının ne de amaçların tek başına etkili olmadığını göstermek istemiştir. Benlik saygısını, insanın kendisiyle barışık olma durumu, isteklerini gerçekleştirebilmesi yani başarılarının isteklerine oranı etkilemektedir. Örneğin; dünyanın en ünlü ressamı olma gibi bir isteğiniz vardı ve siz şu anda küçük bir okulda herhangi resim öğretmeninden biri oldunuz. Bu durum sizin kendine olan saygınızı etkiler ve benlik saygınızı düşürebilir. James’in bu formülüne göre mutlu olan kişi; hayata bakış açısı daha gerçekçi olan, ortalama bir başarıda dahi kendilerine pay çıkarıp kendilerini değerli gören kişiler olacaktır. William James gençliğinde bir bunalım geçirmiştir. Günümüzde ‘varoluş krizi’ denilmektedir. Bu dönemde bilimsel yönünü, bilimsel bakış açısını, kendi üzerinde bir yük olarak görmeye başlamıştır. Yaptığı çalışmalar onu insan doğasına ilişkin bir takım sonuçlara inandırmıştır. İnsanın bir neden sonuç ilkeleri içerisinde var olan karmaşık bir makine olduğuna inanmıştır.Bu düşünceler onu intihar etme düşüncesine, nevrotik semptomlar geliştirmeye itmiştir. James, filozof Charles Renouvier’in özgür irade üzerine yazdığı birkaç makaleyi okumuştur ve bu okumalardan sonra özgür iradenin varlığına inanmaya başlamıştır. Böylece özgür iradeye güvenerek ve kendi iradesini kullanarak kendi kendini iyileştirebileceğini düşünmeye başlamıştır. Bir nebzede olsa bu sayede kendini iyileştirmeyi başarmıştır. James’in bu öyküsü onun yaşadığı objektif ve subjektif bakış açıları arasındaki çatışmayı yansıtmaktadır. Bilim objektiftir ve dıştan gözlem gerektirir ,insanın kendi yaşamı ise subjektiftir ve içten bakışı gerektirmektedir.James özgür irade yaklaşımını benimsemiştir ancak bu yaklaşım bilimsel bir yaklaşım değildir ve James psikolojinin bir bilim olarak iradenin özgürlüğüne dair sorulara cevap üretemeyeceğini de belirtmiştir. Bu  metafizik bir sorudur ve metafiziki sorular bilimsel araştırmalarla yanıtlanamamaz. James’e göre, eğer bilimsel psikoloji, davranışın, kalıtımsal özelliklere, iç güdülere veya alışkanlıklara bağlanabileceğini savunuyorsa; bu durum metafizik sorulara ilişmediği sürece geçerlidir. Ormanda bir ayı gördüğümüzde sağduyumuza göre korktuğumuz için koşarak kaçarız. James ise sağduyunun böyle bir yorumlamasını doğru bulmamıştır. Ona göre korktuğumuz için değil, kaçtığımız için korkarız. Yani, bu süreç tersinedir. Aynı kuram, James’ten bağımsız olarak, Carl Lange isimli Danimarkalı bir fizyolog tarafından da ortaya atıldığı için ‘’James Lange kuramı’’ adını almıştır. Her ikisinin de öne sürdükleri şey, davranışın, duyguları belirlediğidir. Yani kişi, davranışı yönünde duygular içinde bulunur. Bu görüşü vurgulayan, pek çok örnek verebiliriz. Sabahları kalkınca
, yavaş yavaş ona kadar sayıp aynada kendimize tebessüm ederiz, bütün gün neşeli olacağımızı söyleyenlerle karşılaşmışızdır. Oscar Hemmerstein, anılarında, korktuğu zamanlar, neşeli bir melodiyi mırıldandığını ve korkusunun bir süre sonra geçtiğini söylemiştir. İngilizlerin bir atasözü ise *Cesur gibi davran, kendini cesur hissedesin* şeklindedir. James-Lange kuramı, ‘duygular’ üzerinde geniş araştırmalara yol açmıştır. Duygular konusundaki çağdaş kuramlar ise, James Lange kuramından daha karmaşıktır. Hatta, bu kuramın her zaman doğru olmadığını da söyleyebiliriz. Buna rağmen, duygusal durumların oluşturulmasında, davranışın rolü önemlidir. Principles’ı tamamladıktan sonra, James’in psikolojiye ilgisi zayıflamıştır. William James, ABD’deki ilk psikoloji laboratuvarının kurucusudur fakat laboratuvar çalışmasından da hoşlanmamaktaydı. Psikoloji soruları, felsefe ve din sorularına göre ona daha sıkıcı gelmiştir. Tanrı’nın doğası ve varlığı ruhun ölümsüzlüğü, özgür irade ve belirlenimcilik, yaşamın değerleri üzerine araştırmalarında geçmişteki savlar için kanıt aramak yerine yeni sonuçlara varmaya çalışmıştır. 1880’lerin sonlarında etik ve din dersleri vermeye başlamıştır. Çalışmaları sonunda ölümden sonra yaşamın kanıtlanamayacağı vargısına ulaşmıştır. Ama James’e göre, dinsel deneyimin varlığı tanrısal bir varlığın göstergesi olmuştur.O, özgürlüğü, şeylerin rastlantısal bir araya gelişinden doğan belli bir kararsızlık olarak ele almıştır. Yani, geçmiş ve bugün, geleceğin nasıl olacağını kaçınılmaz bir biçimde belirlemiyordu. James bu görüşlerini, 1893-1903 arasında çeşitli deneme ve derslerinde dile getirmiştir ve sonrasında çeşitli kitaplarında toplamıştır. Bu yapıtları arasında en önemlileri The Will to Believe and Other Essays in Popular Philosophy olmuştur. Doğal din üzerine Gifford Konferansları vermesi için Edinburgh Üniversitesinden aldığı çağrıyı ancak 1901-02’de yanıtlayan James, bu konferansları hazırlamak birkaç yıl boyunca çalışmalarının odak noktasını oluşturmuştur. The Varieties of Religious Experience başlığıyla toplanan bu konferanslar, dindarlara bilimle ve bilimsel yöntemle çatışmayan, kendilerini savunabilecekleri bir malzeme sağlamıştır. James, sadece eylemlerin sonuçlarını baz alan pragmatizm olarak bilinen yöntemin kuramını 1898’de California Üniversitesi’nde, bir filozof olarak felsefi bir şekilde, olaylar ve hayatımızdaki sonuçlarını anlattığı bir konferans gerçekleştirdi.Ona göre pragmatizmde önemli olan ilkler değildir, sonuçlardır. O felsefenin ‘nesne nedir’ sorusunu sormasını kabul etmiyordu. Halbuki, pragmatizm, ’sonuçlar nelerdir?’ diye sormalıdır. Oysaki James, hayatı birebir ilgilendiren somut şeyleri, nesneleri önemsemiştir. Ona göre, dünya hiçbir şekilde henüz tamamlanmış değildir ve sürekli bir oluş içerisindedir. James’e göre, dünya hakkındaki herhangi bir teori, insanla ilgili çalışmalarda kesin sonuçlar barındırıyorsa bu teori kabul edilmemelidir.Bu şekildeki bir teoriyi dogmatik olarak kabul edebilirsiniz. James bu görüşe katılmaz aksine pragmatizmin dogmatik olmadığını savunur. O, sadece yaşamı ön plana alır. James'in ilgilendiği bir diğer konu ise bilgi teorisidir. Bu teoride James hedef olarak kendisine sonucu alır.Yaşamdaki birçok şeyin ve alanın kesin olmadığını savunur. James anlamlılığı yararlılıkla ilişkilendirmiştir.Bu yararlılık sadece insanın maddi gereksinimlerini içermemektedir.O, dinin metafizikliğini bilmediğini söylese de dini yararlı olarak kabul eder. James pratiği ve uygulamayı teorinin önüne koyar yani daha mühim olduğunu düşünür.Pratiği olan şeyi gerçek olarak kabul eder. James kadınlara karşı gösterilen işlevsel eşitsizlik konusunda Mary Whiton Calkins’in yüksek lisans eğitimini tamamlamasına Mary’e destek olmuştur. Bu durum öğrencinin cinsiyet ayrımcılığından ve önyargıdan kaynaklanan sorunlarla baş etmesi noktasında önemli bir durumdur. “Calkins daha sonra bellek araştırmalarında kullanılan ikili çağrışım tekniğini geliştirmiş ve psikolojiye önemli ve kalıcı bir hizmette bulunmuştur akt.Madigan&O’Hara,1992”. "Calkins, Amerikan Psikoloji Derneğinin(APA) ilk kadın başkanı oldu. 1906’da ABD’deki en önemli 50 psikolog sıralamasında 12.sırayı aldı akt. Furumoto,1990". Harvard Üniversitesi Calkins’in resmi olarak kaydolmasına hiçbir zaman izin vermedi buna rağmen James onu seminerlerine kabul etti ve Calkins’in üniversiteye kabulü için uğraştı. "Üniversite isidare bu ısrarlara direndi ve James, Calkins’e şunları yazdı: “Senin ve tüm kadınların şaşırtıcılığı başarmak için yeter. Senin çabalarının tüm engelleri aşacağını umuyor ve inanıyorum. Bu konuda yapabileceğim her şeyi yapacağımBenjamin’den alıntı,1993,s.72". “James’in çabalarına ve Calkins’in sınavının (James ve diğer öğretim görevlileri tarafından resmen idareye bildirilerek) ‘Harvard’da şimdiye kadar gördüğümüz en parlak doktora sınavı’ olarak nitelendirilmesine rağmen, Harvard bir kadına cinsiyetinden ötürü doktora derecesi vermediSchultz, P., D., ve Schultz, S., E., çev.,2007”. Calkins’in yaşadıklarından, 20.yüzyıla girerken bile yaşanılan bu olayı öğretimde kadınların karşılaştıkları ayrımcılığa bir örnek olarak gösterebiliriz. Jeodezi Jeodezi, yeryuvarının modellenmesiyle, yeryuvarında ve dış alanında dört boyutlu presizyonlu koordinat sistemlerini tanımlayan, referans ağlarını oluşturan, mekansal bilgileri bu ağ ve sistemlerle ilişkilendiren ve zamanı bağlı değişimlerini izleyen ve genel anlamda yerkürenin şeklini tespit ve yeryüzünü ölçme işlemlerini konu edinen bir bilim dalıdır. Haritacılık ve topografyanın da ilkelerini içerir. Bölgelere göre değişen yerçekimi ve ayrıca dünyanın dönüşü, kutupların durumu, gel-git gibi zamana bağlı olarak farklılık gösteren olaylar jeodezinin inceleme konularıdır. Yer, kendi ekseni etrafında dönen tüm gök cisimleri gibi, dönüşünün yol açtığı merkezkaç kuvvetinin etkisi ile basıklaşarak ideal bir küreden çok az sapan görünüm kazanmıştır. Geoit olarak tanımlanabilecek bu şeklin ortalama çapı 12.742 km. dir. Kutuplar arası uzaklık ile ekvator çapı arasında, yaklaşık binde üç oranında bir basıklığa işaret eden, 43 kilometrelik bir fark bulunur. Uluslararası standart olarak benimsenen Jeodezik Referans Sistemi 1980, () elipsoidi, Yer'in biçimine en uygun referans geometrik şekil olarak kabul edilir. Bu, yarı büyük ekseni 6.378.137 metre, basıklığı 1/298,25722 olan bir elipsoittir. Yeryüzü ya da onun bir parçası ideal olarak bu elipsoide göre ölçülür. Ancak, gerek tarihsel alışkanlık, gerekse uygulamadaki kolaylık nedeniyle yeryüzünün topoğrafik yüksekliklerinin deniz seviyesine göre belirlenmesi, uygulamada jeoit adı verilen ve ideal bir elipsoitten farklı bir geometrik şekil tanımlamayı gerekli kılmıştır. Bunun nedeni, yerkürenin iç yapısının tümüyle homojen olmamasından kaynaklanan yerçekimi farklılıkları yüzünden deniz seviyesinin yerçekimi ivmesinin nispeten az olduğu alanlarda GRS80'e oranla daha yüksek, ivmenin daha çok olduğu alanlarda ise daha alçak olmasıdır. Jeoit, yeryuvarı kütleçekimi alanının, ortalama deniz seviyesine en yakın eşpotansiyel yüzeyi olarak tanımlanabilir, jeoit yüzeyi herhangi bir noktasında, çekül eğrisine diktir. Jeoidin GRS80'e göre sapması, en yüksek olduğu noktada +85 metre ile Büyük Okyanus'da, en alçak olduğu noktada ise -106 metre ile Hint Okyanusu'nda gerçekleşir. Yüzey şekillerinin jeoide göre yaklaşık 20 kilometrelik bir aralık içinde yer aldığı görülür: en yüksek nokta 8.850 metre ile Everest tepesi, en alçak nokta ise -10.910 metre ile Mariana Çukurudur. Türkiye'de jeodezi eğitimi üniversitelerin Geomatik Mühendisliği, Harita Mühendisliği ve Jeodezi ve Fotogrametri Mühendisliği bölümlerinde verilmektedir. Arthur Cecil Pigou Arthur Cecil Pigou (18 Kasım 1877 – 7 Mart 1959), İngiliz iktisatçısı. 1902'de Cambridge Üniversitesi'nde öğretim üyesi oldu. İktisatta "Cambridge Okulu" nun ileri gelenlerindendir. Bilimsel çalışmalarında Marshall teorisini geliştirmeye çalışmıştır. Genel bir değer teorisi üzerinde çalışmakla beraber marjinal fayda teorisini çeşitli ekonomik konulara başarı ile uygulamış, diğer taraftan Klasik Okul'un serbest ticaret ilkelerinin savunucusu olmuştur. Ekonomi tarihine "Pigou Etkisi" olarak geçen kavram, Pigou'nun istihdam hakkındaki açıklamasıdır. Pigou burada istihdam hacmi ile ücret değişimleri arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Buna göre gelir seviyesi ve ücret ödemelerine ayrılan kısmın gelire oranı aynı kalır, ücret seviyesi düşerse ülkede istihdam seviyesi artar. Pigou, 1912 yılında yayımladığı "Servet ve Refah" adlı eserini 1920'de genişleterek "Refah Ekonomisi" adıyla çıkarmıştır. 1933'te İstihdam Teorisi'ni, 1935'te Statik Ekonomi Tahlilleri'ni yayınlamıştır. 1940'ta ise "İstihdam ve İstikrar Arasındaki İlişkiler" adlı kitabını yazmış, bunun ardından da Tam İstihdamdan Sapmalar konulu araştırmalarını bir kitapta toplamıştır. Kasa hesabı Bir işletmede nakit hareketlerini takip etmek için açılan hesaba kasa hesabı adı verilir. Bu hesabın borçlu tarafına işletmeye giren paralar, alacaklı tarafına da işletmeden çıkan paralar yazılır. Kasa hesabı doğrudan doğruya kasa ile ilgili ödeme ve tahsilatların kaydedildiği hesaptır. Kasaya giren paralar kasanın borcu, kasadan ödenen veya çıkan paralar da kasanın alacağı demektir. Buna göre hesabın borç ve alacak toplamları birbirine eşit olursa kasada mevcut olmadığı anlaşılır. Hesabın borç toplamı alacak toplamından fazla ise aradaki fark kasada bulunması gereken mevcudu gösterir. Hesabın alacak toplamı ise borç toplamından fazla olamaz, zira kasaya giren ve çıkan paralar hesaba aynı değerler ile kaydedildiğinden giren paradan çıkan paranın fazla olması imkânsızdır. Mizah Mizah, hayatın güldürücü yönünü ortaya çıkaran sanat türüdür. İnsanı gülmeye sevk eden resim, karikatür, konuşma ve yazı sanatıdır. Mizah eserleri sadece şaka, güldürme maksadıyla söylenip, yazılıp, çizilmediği gibi belli fikirleri ifade etmek için de ortaya konulabilir. Hikâye, roman, komedi, nükte, fıkra, hiciv, taşlama gibi şekillerde karşımıza ç
ıkan bu eserlerin en önemli özelliği espri adı verilen can alıcı noktanın eserin ayrıntıları arasında büyük bir yetenekle gizlenmesi, tam sırası gelince de beklenmedik bir anda söylenmesidir. En kaba şakadan en ince espriye kadar bütün mizah örnekleri, birbiri ile uyum içindeki olaylar arasındaki çelişkinin birdenbire ortaya çıkarılmasına dayanır. Mizah gelenek ve kuralların sorgulanmasında önemli bir rol oynar. İki amacı vardır, saldırma ve savunma. İnsanın topluca yaşamaya başladığı dönemle birlikte mizah da otaya çıkmıştır. Kentleşmeyle birlikte daha soyut ve dolaylı bir özellik kazandı. Mizahı bedensel şiddetten ayırıp keskin dilli bir sanata dönüştüren Atinalılar olmuştur. Ortaçağda kilise ve kralları alaya alan masallarıyla şenliklerde halkı eğlendiren öykü anlatıcıları jonglörler ve gezgin minstrel’le birlikte açık cinsel çağrışımları da olan yeni bir mizah türü yaygınlaştı. 20. yüzyılda yeni bir mizah türü doğdu. Komik öğelerin yanı sıra ürkütücü ve korkunç öğelere de yer veren kara mizah ortaya çıktı. Siyasal mizah da bu dönemde önem kazandı. Türk mizah ustalarından Rıfat Ilgaz mizah için şöyle der: "Mizah diye bir yazı türü yoktur. Yazı türü romandır, öyküdür, köşe yazılarıdır, anılardır. Mektup bile bir yazı türüdür de, mizah bir yazı türü değildir. Tür olsaydı tekniği olurdu." "Mizah bir biçemdir. Topluma bakış açısıdır. Mizah şiir, öykü, roman olabilir: Tür değil, biçimdir. Mizacımızdan gelen bir özelliktir, bir çeşnidir. Yazı türleri beceri ister, teknik ister. Bunları sağladın mı başarı tamdır. Mizah ne ister? Mizah insanın mizacından geldiği için bilgi değildir, edinilemez. Teknik de değildir. İnsanın yaradılışında bu özellik varsa mizah başarılı olabilir." Olayların gülünç, alışılmadık ve çelişkili yönlerini yansıtarak insanı düşündürme, eğlendirme ya da güldürme amacıyla yazılan edebi eserler mizah türü içinde değerlendirilir. Akrostiş sanatı kullanılarak yazılmış mizahi edebi eserler önemli bir yere sahiptir. Akrostiş; her dizenin ilk harfi yukarıdan aşağı okununca ortaya bir söz çıkacak biçimde düzenlenmiş manzumedir. Türk edebiyatında ise gerçek anlamda ilk mizah ürünleri masallar, fıkralar ve seyirlik oyunlardır. Divan edebiyatında da sık rastlanmamakla birlikte mizah yer almıştır. Tanzimat döneminde Türk mizahının çehresi geniş ölçüde değişti. Teodor Kasap ve Direktör Ali Bey’in Fransız edebiyatının etkisiyle yazdıkları tiyatro eserleri önem kazandı. Şinasi’nin Şair Evlenmesi, Ziya Paşa’nın Zafername Şerhi, Namık Kemal’in imzasız fıkra ve dergileri bu tiyatro eserlerini izledi. 2. Meşrutiyet’le birlikte Türk mizah edebiyatı büyük gelişme gösterdi. Baha Tevfik, Peyami Safa, Ömer Seyfettin, Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gibi birçok yazar mizah yazılarıyla ünlüdür. Cumhuriyetle birlikte Türk mizahı yeni bir kimlik kazandı. Bu dönem yazarları geçmişi eleştiren, yeni dönemi savunan bir tutum benimsedi. Çok partili dönemle birlikte mizah kapsam ve konu bakımından büyük zenginlik kazandı. Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Bedii Faik, Haldun Taner, Muzaffer İzgü, Çetin Altan gibi yazarlar bu dönemin önemli isimleridir. Ordino Ordino, Konşimentoda yazılı malların kısım kısım çekilebilmesini temin etmek üzere hazırlanan emir veya talimattır. Bir malı yükleme veya boşaltmadan önce vapur ve nakliye acentelerinden kaptana ya da nakliyeciye hitaben bir ordino (emir mektubu) verilir. Buna "teslim emri" de denir. Malı yükletecek veya boşaltacak olan mal sahibi bu ordino ile vapurun kaptanına ya da nakliyeciye başvurarak işlemin tamamlanmasını sağlar. Mal noksansız yüklendikten sonra kaptan ordino yerine mal sahibine konşimento adlı bir belge verir. Ordino aynı zamanda eski 1615 sayılı Gümrük Kanununa göre konşimentoya karşılık eşyanın çekilmesi için talimat idi. Ancak 2000 yılında yürürlüğe giren 4458 sayılı Türk Gümrük Mevzuatı zorunlu uygulamasına göre ordino kaldırılmış yerine konşimentonun ibrazı esası getirilmiştir. Salep Salep (; ; ; Arnavutça: "salep"; ; İbranice: סַחְלֶבּּ, "saḥleb"; ; Sırp, Makedon ve Boşnak dillerinde; салеп, "salep"), Orchidaceae (orkideler) ailesinin birçok türünün toprak altı yumrularından elde edilen toz ve bundan üretilen içecek. Ayrıca orkide türlerine Anadolu'da verilen genel ad. Salepgiller familyasından; tel köklü otsu bir bitkidir. Kökünde 2 tane yumru vardır. Bu yumrular nişasta benzeri polisakkarit glucomannan ismi verilen bileşikler içerir. Gövdesi, dik ve silindirimsidir. Çiçekleri salkım veya başak şeklindedir. Salep bitkisinin kökü mevsiminde toplanır. Bir süre kurutulduktan sonra toz haline getirilir. Daha sonra isteğe göre tarçınla harmanlanır. Sütle birlikte kazanlarda uzun süre kaynatılır ve hazır hale getirilir. Kullanılan yeri köklerindeki yumrularıdır. Yurdumuzda birçok çeşidi vardır. Salep yumruları müsilaj, glikoz ve uçucu bir yağ taşır. İçerdiği en önemli madde glikomannandır. Su ve sütle birlikte kullanıldığında şiştiği için yaygın bir şekilde dondurma hammaddesi olarak kullanılır. Semaver Semaver, çay demlemek ve demli çayın bardakta açılması için gerekecek sıcak suyun kaynatılmasında kullanılan ve içinde kömür (günümüzde elektrik) yanan ocağı bulunan musluklu kap. Anayurdu Rusya olan ve özellikle Rus evlerinin çoğunda nostaljik olarak yer alan bu metal kabın ismi, Rusça'daki "sama" ve "varit" olan, yani 'kendi kendine kaynamak' anlamına gelen kelimelerden türeyerek oluşmuştur. Bakır, pirinç, tunç veya sactan imal edilen semaverler silindir veya dikdörtgen prizması şeklinde yapılır. Alt tarafta delikli ve ızgaralı kömür yanan kısım ve yukarıya doğru uzanan baca ile, bunun etrafında ısınan suyun bulunduğu su haznesi yer alır. Altta, su almak için musluk vardır. Samsun'un Vezirköprü ilçesinde meşhurdur. Siyanür Siyanür, siyano grubu (-C≡N), bir karbon ve ona üç bağlı azot içeren kimyasal bileşiklere verilen addır. Organik ve inorganik çeşitleri bulunmakta yahut endüstriyel prosesler ile üretilmekte ve kullanılmaktadır. Organik bileşikleri nitril grubu altında isimlendirilir ve çoğu zehirli olmaktan uzaktır. Citalopram , fadrozol ve ledrozol gibi ilaçlar bu gruba örnek olarak gösterilebilir. Öte yandan bazı bitkiler ve Hayvanlarca da üretilmektedir. Siyanürü doğal olarak üreten birçok bitki, bakteri ve böcek vardır. Kiraz, badem, kayısı, şeftali, erik, fasulye, patates, turp, lahana, şalgam, brokoli ve mısır siyanürlü bileşikleri doğal olarak üretmektedir. Endüstride ise genellikle taşıma ve saklama güvenliği sebebiyle tuzları sodyum siyanür ve trityum siyanür demir çelik endüstrisi ve maden sanayi gibi çok çeşitli sanayi kollarında kullanılmakla beraber gaz formu hiydrosiyanik asit de 'HCN' akrilik fiber , plastik üretimi ve sentetik kauçuk uygulamalarında sıklık ile kullanılmaktadır. Hidrosiyanik asit 28 santigrat derecede kaynama noktasına ulaşır ve acı badem kokusuna sahiptir. Günümüzde muhtelif siyanür çeşitleri farklı endüstri kollarında kullanılmaktadır. Bunlardan en önemlisi kimyasal üretim endüstrisidir. Bunu nylon, polyamid , akrilik ve plastik üretim sanayileri takip eder. Madencilikte de altın ve gümüş liç proseslerinde kullanılmaktadır. Madencilikte siyanür kullanımı 1880'li yıllara dayanmaktadır. Özellikle altın ve gümüş üretiminde kullanılan siyanürün, kapalı devre sistemler ile kullanımı gerçekleşmektedir. Üretim sonucu oluşan atıklardaki siyanürü uzaklaştırmak INCO prosesi gibi çeşitli prosesler ile mümkündür [1]. Madene uygun planlama , yönetmelikler ve günümüz teknolojisi ile siyanürün taşıdığı riskler ortadan kaldırılmaktadır. Altın ve gümüş gibi kıymetli metallerin üretiminde siyanür liçi prosesi uygulanır. Bunun en temel sebebi, siyanür liçinin yüksek verimliliği ve hızıdır. Kıymetli metaller, alkali koşullarda seyreltik siyanür çözeltisinde çözündürülür. Siyanür türleri içinde, bu amaçla kullanımı en uygun olan NaCN'dir. Liç prosesi sırasında, altın siyanürle bileşik yaparak sıvı faza geçer. Bu olay sırasında gerçekleşen temel reaksiyonlar: Ortamın pH'nın asitleşmesi durumunda, NaCN bozunarak HCN'ye dönüşür. Bu durumda siyanür sıvı formdan, gaz formuna dönüşür ve bu halde çevre ve yaşayan canlılar için tehlike oluşturur. Bu sebeple güvenlik sağlanması için, NaCN'nin bulunduğu ortama kireç ilave ederek pH'ı 10-11 civarında tutulur. Yüksek miktarda siyanür, vücudumuz için tehlike arz etmesine rağmen eser miktarda vücudumuzda ve çeşitli yiyeceklerin içinde bulunur. Vücutta depolanmaz, kanserojen değildir. Günümüzde en çok sigara dumanı ve yangınların dumanının solunması ile maruz kalınmaktadır. Siyanür kanda bulunan methemoglobin'e irreversible (geri dönüşümsüz) bir şekilde bağlanarak etkinlik gösterir. Bu özelliği kanın dokulara oksijen perfüzyonunu sağlayamaması sonucu hipoksi'ye ve sonuçta hipoksik şok ve ölüme neden olur. Oksijen mevcuttur fakat kanda taşınamaz. Vücut adeta oksijen havuzunda boğulur. Tedavide amaç zehirli maddenin zehirsiz başka bir metabolite çevrilmesidir. Bunun için öncelikle hastaya sodyum nitrit verilir. Bu madde methemoglobin'e siyanür ile yarışmalı olarak bağlanır ve siyanür bu sayede methemoglobin'e bağlanamaz. Daha sonra verilen sodyum tiyosülfat ise siyanür ile reaksiyona girerek tiyosiyanat oluşturur. Bu madde vücut için toksik değildir ve böbreklerden atılır. Vilfredo Pareto Vilfredo Frederico Damaso Pareto (d. 15 Temmuz 1848, Paris – ö. 19 Ağustos 1923, Cenova), İtalyan iktisatçı ve sosyolog. Fizik ve matematik öğrenimi gördükten sonra 1869'da Torino Teknik Üniversitesi'nde fizik doktorası aldı. Demir çelik sanayisinde çalıştı ve ekonomik konularda makaleler yazdı. 1874'te Coğrafya Akademisi'ne seçildi ve 1877'den itibaren ekonomik teorilerle ilgili eserlerini yayınlamaya, 1894'te Lozan Üniversitesi'nde Leon Walras'dan boşalan ekonomi politik kürsüsünde ders vermeye başladı. 1912'ye kadar iktisadi konularda yazan Pareto, Walras'la birlikte Lozan Ekolü'nün kurucusu olarak bilinir. İktisat Teorisi'ne matematik analiz metotlarını uygulamıştır. Maliyetler, üretim ve değer teorilerine yeni anlayışlar getirmiştir. Zaman ve mekana bağ
lı olmaksızın bütün ülkelerde gelir dağılımını gösteren eğrilerin üst kademelerindeki eğiminin hep aynı kaldığını ifade eden Pareto Kanunu'nu tanımlamıştır. Pareto Prensibi Örnek Uygulaması Platform oyunu Platform oyunu, kullanıcının ekrandaki hareketli karakteri (kahramanı) çeşitli düzlemler (platformlar) arasında koşarak, zıplayarak veya tırmanarak ilerlettiği iki boyutlu bir video oyunu türü. Bilgisayar Oyunları tarihinde önemli bir yer tutan platform oyunları genelde oyuna konu olan kahramanın çeşitli engeller üzerinden geçirilerek bölümün tamamlanması ve bir sonraki bölüme geçilmesi üzerine kurulmuş bir algoritmaya dayanır. Bu tip oyunlarda kahramanın karşısına çıkan düşmanlar çeşitli silahlar yardımıyla veya düşmanın üzerinde zıplanarak alt edilir. En çok bilinen platform oyunu Super Mario Kardeşler'dir. Nintendo firmasının geliştirdiği bu oyunda kahramanlar Mario ve Luigi adında iki su tesisatçısı kardeştir. Genelde bu tip oyunların bölüm sonlarında oyuncuyu daha büyük ve yenilmesi zor bir düşman bekler, fakat bu düşman oyunun en son bölümünün bitişinde de ortaya çıkabilir. Platform oyunları oyuncuya genelde birkaç hak (veya can) verir fakat genellikle oyun içerisinde fazladan hak elde etmek mümkündür. Ayrıca bazı oyunlarda çoğunlukla kalp simgesiyle veya birbiri ardına sıralanmış düz çizgiyle gösterilen enerji göstergesi de yer almaktadır. Bu gösterge sıfıra ulaştığında oyuncu bir hakkını kaybeder. Bilgisayar ve görüntü işlemcilerinin gelişimiyle beraber 1994 yılından sonra bu tür oyunların TV ve bilgisayar için üretimi önemli ölçüde azalmıştır. Bu tarihten itibaren oyun piyasasında daha çok yüksek performanslı işlemciye ihtiyaç duyan ve 3 boyutlu grafiklere sahip oyunlar hakim olmuştur. Bu gelişmeler sonucu büyük ekranlardaki yerini 3 boyutlu oyunlara bırakan platform oyunları varlığını el konsollarında sürdürmektedir. Bilinen bazı platform oyunları ve yer aldıkları konsollar şunlardır: Oruç Oruç, belli bir zaman dilimi içerisinde; yiyecek, içecek veya her ikisinden de kaçınma eylemidir. Mutlak oruç ise, tüm yiyecek ve sıvılardan; genellikle önceden belirlenmiş bir veya birkaç gün kaçınma olarak tanımlanır. Diğer oruçlar, belli yiyecekler veya maddeleri sınırlayarak kısmen kısıtlayıcı olabilir. Oruç eylemi, yiyeceğin dışında cinsel ilişki ve diğer aktiviteleri de engelleyicidir. "Oruç" sözcüğü Selçuklular döneminde Farsçadan alınmış روجك "rôcik sözcüğünün Türkçedeki söylenişi olup "günlük" manasındadır. Kur'an'da صوم "savm ve صيام "sıyam" olarak geçmektedir. Oruç dinî, sağlıksal, ve politik (açlık grevleri) nedenler gözetilerek yapılabilen bir eylemdir. 1- Yazın sıcak ve kuru mevsimde uzun süre sıvı alımının kesilmesine bağlı olarak gelişmesi muhtemel dehidratasyon, buna bağlı olarak Güneş altında veya sıcak ortamda çalışan iş guruplarında güneş veya sıcak çarpması risklerinin artışı, 2- Kronik hastalıklarda, hamile, diyabetik, hiper tiroidi, çocuklarda, yoğun fiziksel efor gerektiren işlerde çalışan kişilerde uzun süreli gıda alımının kesilmesi sebebiyle metabolik dengenin bozulması, doğum öncesi ve gelişim çağındaki çocuklarda yetişkinlikte öğrenim yeteneklerini de etkileyen gelişim yetersizliği, 3- Kalp, karaciğer ve akciğer yetersizliği olan kişilerin oruç tutmalarında, uzun süreli açlık sonrası yenilen ağır bir yemek sonrasında solunum, dolaşım ve kalp yetmezliklerinin ortaya çıkışı, 4- Diyabetiklerde, kansızlık ve tansiyon düşüklüğü olan kişilerde tansiyon ve şeker düşmelerine bağlı olarak meydana gelebilecek konfüzyonel durum ve bunun yol açabileceği trafik ve iş kazaları, 5-Geçici baş ağrısı; sıvı ve kafein alımının kesilmesi gibi etkiler. 6- Psikosomatik değişiklikler; * Ramazan orucu ile ilgili olarak daha çok sıvı alımı, sigara, kafein alımı ve uyku yetersizliği gibi sebeplere bağlanan kognitif fonksiyonlarda azalma, irritabilite ve letharji artışı, gerilim ve migren tipi baş ağrılarında artış, bunun trafik kazalarında artış gibi yansımaları bazı araştırmacılar tarafından not edilmiştir. 7- Anne sütüne etkileri; Birkaç çalışma Ramazan orucunun anne sütü üzerinde miktar ve bileşim olarak etkili olduğuna işaret etmektedir. 8-Açlık orucu (açlık grevi)'inde uzun süreli hipoglisemi sebebiyle geri dönülmez nörolojik hasarlar görülebilir. 9- İdrar üzerine etkileri; Bazı araştırmalar Ramazanda Oruç tutanlarda gündüzleri idrar çıkışının azaldığına ve idrar osmolalite değerlerinin arttığına işaret etmektedir. Bu değişiklikler idrarda taş oluşumu ve idrar yolu enfeksiyonları gibi ileri aşamalarda böbrek yetmezliği ile sonuçlanabilecek birtakım hasarlarla bağlantılı değişikliklerdir. Sağlık amaçlı yiyecek sınırlamaları, özellikle yaşlılarda tuz, kolesterol içeren yiyecekler, şeker, yağ, nişasta, ya da hayvani gıdalardan uzak durma gibi tedbirli tavırlar, rejim, diyet, gibi sözcüklerle adlandırılır. Sağlık amaçlı oruç deyince genellikle su orucu anlaşılır. Su orucunda su dışında hiçbir gıda tüketilmemeye çalışılır, iki günden daha uzun su orucunun doktor gözlemi altında yapılması tavsiye edilir. Başka sık görülen sağlık amaçlı oruç çeşitleri de kalori kısıtlama ya da gün aşırı oruçtur. Bunların da sağlığa faydalı olabilecekleri yönünde gittikçe daha kesin işaretler vardır. 2016 Nobel Tıp Ödülü orucun sağlığa iyi gelmesine bilimsel açıklama da getiren Yoshinori Ohsumi'ye verilmiştir. Oruç, İslâm'ın beş esasından biridir. Farsça “ruze” kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Önceleri “Oruze” (günlük) olarak kullanılmış; daha sonra “Oruç” şeklinde söylenmeye başlanmıştır. Arapça karşılığı “savm” ve “sıyam”dır. Savm; ‘yiyip-içmemek’, ‘hareketsiz kalmak’ ve ‘her şeyden el etek çekmek’ anlamlarına gelir. Terim olarak oruç, “ibadet niyetiyle tan yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak kalmak”tır. Orucun farz kılındığını bildiren ayet şöyledir:“Ey inananlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah'a karşı gelmekten sakınasınız diye, size de farz kılındı.”(Bakara, 2/183) Oruç İslamın beş temel şartından biri kabul edilir. Orucun gün sayısı olarak değil, ay olarak farz kılındığına ve bütün ay boyunca oruç tutulması gerektiğine inanılır. Arif Tekin ayette geçen sayılı günler ifadesinin Arapçada kıllet (azlık) ifade eden ve 3 ile 9 arasında değişebilecek gün sayılarını ifade eden bir deyim olduğu görüşündedir. Alevilikte de bu görüş'e uygun olarak Ramazan ayında 3, 9 veya az bir kesimde 30 gün oruç tutulur. Ayrıca bu birkaç günlük orucun ayetteki ifade doğrultusunda Ramazan'ın dolunay günlerinde (Arapçada "şehr" kelimesinin dolunay anlamına geldiğinden yola çıkılarak) olması arzu edilir. Oruç, geleneksel fıkıhçılara ve hadisçilere göre, niyetlenip Güneş'in ufuktan astronomide 12 derece altta bulunduğu andan (alacakaranlık) akşam günbatımına dek, bir şey yeyip içmemek ve cinsel aktiviteyi terketmekten ibarettir. Ayetteki siyah ipliğin geceyi veya karanlığı, beyaz ipliğin ise gündüzü veya aydınlığı ifade ettiği yorumları bulunmakta, ayrıca bazı din bilimcilerce orucun başlama zamanını tanımlayan İmsak vaktinin sabah namazının başlama zamanı olan şafak vakti değil, gün doğumu olması gerektiği ifade edilir. Prof. Abdülaziz Bayındır ise imsak vakti olarak sabah namazının giriş vaktini işaret etmekte, Türkiye'de bu vaktin doğru tespit edilmediğini ve sabah namazının da erken kılındığını ifade etmektedir. Oruç fıkıhçılar, tarafından farz, vacip, nafile ve mekruh türlerine ayrılır. Yom Kippur, (İbranicesi: יום הכיפורים "Kefaret Günü"), Yahudilikte Yahudi Takvimi'nin ilk ayı olan Tişri ayının 10. günü yaklaşık 26 saat boyunca tutulan büyük oruçtur. Yahudiliğe göre bir insanın kaderi bir yıl önceki hâl ve hareketlerine göre yazılır. Bir yıl boyunca iyi ve hayırlı işler işleyen kişilerin kaderi bir yıl sonra için iyi yazılır. Yahudi Yılbaşısı olan Roşaşana ile Yom Kippur arasındaki 10 gün boyunca bir vicdan muhasebesi yapılır ki buna İbranice teşuva ("geriye dönme") denir. On gün boyunca, o yıl içinde yapılan tüm hatalı davranışlar gözden geçirilir insanlara karşı yapılan haksızlıklar için insanlardan özür dilenir ve helalleşilir. Yehova'ya (Tanrı) karşı işlenen suçlar için de tövbe edilir. 9. günün akşamı güneş batmadan bir saat önce oruca başlanır. 26 saat aralıksız sürecek olan oruç boyunca şunlar yasaktır: Reformist Yahudiliğe göre üstte bulunan maddelere alternatif bulunarak yapılmamasında sakınca bulmamaktadırlar. Sabah erkenden kalkıp Sinagog'a gidilir ve yaklaşık 12 saat boyunca Sinagog'da aralıksız Yom Kippur için yapılan dualar, tövbeler ile vakit geçirilir. Güneşin batmasından yaklaşık 40 dakika sonra Tokea adı verilen kişi koç boynuzundan yapılmış bir boruyu (Şofar) çalarak orucun bittiğini ilan eder. Bu oruç yaklaşık 25-25.5 saat sürer. Şofar'ın çalınmasıyla birlikte tören sona erer ve Tanrı'nın insanların gelecek yıl için kaderini yazdığına ve iyi kişileri hayat kitabına (Sefer Hayim) yazdığına inanılır. Hristiyanlık inancında Paskalya döneminde, 49 gün boyunca hayvansal gıdaları yememek kaydı ile oruç tutulur. 2.yüzyılda yazılan "Didakte" kitabında Mesih inananlarına çarşamba ve cuma günü oruç tutmalarını buyurmuştur. 2. yüzyıldaki kiliselerin bu orucu "Diriliş Bayramı"'ndan önce (paskalya) tuttukları bilinmektedir. İslamiyetteki gibi oruç zamanında tüm dünyevi gıdalardan uzak tutmaması nedeni ile oruç yerine perhiz ifadesi de kullanılabilmektedir. Oruçun Hinduizm, Brahmanizm, Budizm, Janizm, Maniheizm, eski Yunan ve Kelt dinleri gibi dinlerde de değişik şekil ve miktarlarda tutulduğu ifade edilmiştir. 1 Ağustos 2 Ağustos 3 Ağustos Fırtına : Doğumgünü Fırtınası ( Marmara Bölgesi )  5 Ağustos 6 Ağustos 7 Ağustos 8 Ağustos 1916 - Kurtuluş Günü : Bitlis'in Rus ve Ermeni işgalinden kurtuluşu. 9 Ağustos 10 Ağustos 11 Ağustos 12 Ağustos 13 Ağustos 14 Ağustos 15 Ağustos 16 Ağustos Uluslararası Hacı Bektaş-ı Veli Anma Günü 17 Ağustos 18 Ağustos Kromatografi Kromatografi, bir karışımın bileşe
nlerini, bunlara seçimsel ilgi gösteren iki ya da daha çok evreden sistemler arasında farklı göçlerine bakarak tanımak, gerektiğinde niceliklerini belirlemek amacıyla yapılan ve ayırma işlemine dayanan analitik yöntemdir. Kromatografi terimi başlangıçta, örneğin bitkisel pigmentlerde olduğu gibi cisimleri renklerine göre ayırma oluşmuş işleminden kaynaklandı, ama zamanla uygulama alanı oldukça genişledi.Kromatografi günümüzde son derece duyarlı ve etkin bir ayırma yöntemi olarak kabul edilmektedir. Duruma göre iki temel mekanizma uygulanır; Kimyasal ve fiziksel özellikleri birbirine çok yakın olan bileşiklerden oluşan karışımları damıtma ve ayrımsal kristallendirme ile birbirinden ayırmak zor olabilir. Bu tür maddeler için çeşitli kromatografi yöntemleri kullanılarak başarılı ayrımlar yapılabilir. Kromatografi, bir karışımın gözenekli bir ortamda, hareketli bir çözücü etkisiyle, karışım bileşenlerinin farklı harkeketleri sonucu birbirinden ayrılması olgusuna dayanır. Hareket eden faza hareketli faz, bahsedilen gözenekli ortama ise adsorban veya sabit faz denir. Kromatografi olayında adsorpsiyon, dağılma ve değiştirme kuvvetleri rol oynar. Bu kuvvetlere göre de farklı kromatografik yöntemler farklı gruplarda toplanırlar. Protein Proteinler, amino asitlerin zincir halinde birbirlerine bağlanması sonucu oluşan büyük organik bileşiklerdir. Proteinler, açlık anında en son tüketilirler. Kimyasal sindirimleri midede başlar. Proteinler, amino asitlerin yapıtaşlarından oluşan polimerlerdir. Her proteinin kendisine has özelliklerinin olmasını sağlayan özel amino asit dizilimleri vardır. Proteinlerin işlevlerinin çoğu, kendisini oluşturan amino asitlerin özelliklerinin tayin edilmesiyle anlaşılabilir. İnsandan virüse proteinlerin oluşumunda en çok kullanılan 20 çeşit amino asit vardır. Bu zincirde bir amino asitin karboksil grubunun bir diğerinin amino grubuna bağlanmasıyla oluşan bağ peptit bağı olarak adlandırılır. Her proteindeki amino asit dizisinin sırası bir gen tarafından tanımlanır ve genetik kod ile kodlanmıştır. Genetik kod 22 "standart" amino asit tanımlasa da proteinlerdeki amino asitler çevrim sonrası değişimle kimyasal olarak değişikliğe uğrar. Bu değişimler ya proteinin işlev görmeye başlamasından önce gerçekleşir ya da kontrol mekanizmalarının parçası olarak, proteinin işlevini değiştirmek için olur. Proteinler belli işlevleri yerine getirmek için beraberce de çalışabilirler ve bazıları bir araya gelip kararlı kompleksler oluşturabilir. Polisakkaritler, nükleik asitler ve yağlar gibi biyolojik makromoleküllere benzer şekilde, proteinler de canlı organizmaların temel bileşenlerindendir ve hücrelerin içindeki her süreçte yer alırlar. Çoğu protein, biyokimyasal tepkimelerde katalizör işlevi olan enzimlerdir ve metabolizma için yaşamsal bir role sahiptir. Başka proteinlerin ise yapısal veya mekanik işlevleri vardır: örneğin hücre iskeletindeki proteinler, hücrenin şeklini koruması için bir iskele görevi yaparlar. Proteinler hücre haberleşmesi, bağışıklık yanıtı, hücre tutunması ve hücre bölünme döngüsünde yer alır. Protein, beslenmemizin önemli bir parçasıdır. Hayvanlar her amino asiti sentezleyemediklerinden, temel (esansiyel) aminoasitleri gıda yoluyla almak zorundadırlar. Sindirimde hayvanlar yedikleri proteini serbest amino asitlere parçalayıp bunlarla yeni proteinler sentezler. "Protein" sözcüğünün kaynağı, Yunanca'nın "birincil öneme sahip" anlamını taşıyan πρώτα "(prota)" sözcüğüdür. Bu isim, proteinleri 1838'de ilk tanımlayan Jöns Jakob Berzelius tarafından verilmiştir. 1926'da James B. Sumner'in üreaz enziminin bir protein olduğunu göstermesine kadar, proteinlerin canlılar için ne derece önemli olduğu tam anlaşılmamıştır. Yapısı çözülen ilk proteinler arasında insülin ve miyoglobin bulunur ki, insülin için Sir Frederick Sanger 1958'de, miyoglobin için de Max Perutz ve Sir John Cowdery Kendrew 1962'de Nobel Kimya Ödülü kazanmıştır. Her iki protein de kırınım analizi ile üç boyutlu yapıları çözümlenen ilk proteinlerdendir. Proteinler, 20 farklı L-alfa-amino asitten oluşmuş lineer polimerlerdir. Tüm amino asitler, bir alfa karbonuna birer karboksil ve amino grubu ve bir yan zincirin bağlanıyor olması gibi ortak yapısal özelliklere sahiptir. Bir tek prolin, yan zincirinin amino grubuyla bir halka oluşturması yüzünden biraz farklılık gösterir: bu yüzden, CO-NH amit dizisi sabit bir şekle zorlanır. Standart amino asitlerin listesinde ayrıntıları verilmiş olan yan zincirlerin farklı kimyasal özellikleri proteinlerin üç boyutlu yapısını belirler ve dolayısıyla protein işlevine etki eder. Bir polipeptit zincirdeki amino asitler bir dehidrasyon tepkimesi sonucu oluşan peptit bağı ile birbirlerine bağlanırlar. Protein zincirine dahil olmuş amino asit birimlerine "kalıntı"; karbon, azot ve oksijen atomlarından oluşan tekrarlayan diziye de "ana zincir" ya da "protein omurgası" denir. Peptit bağının iki rezonans formu vardır ve bunlar ona kısmî çift bağ özelliği kazandırarak, ekseni etrafında dönmesini engeller. Bu yüzden de alfa karbonlar eşdüzlemseldir. Peptit bağdaki diğer iki dihedral açı protein omurgasının yerel şeklini belirler. Her bir amino asitin kimyasal yapısı nedeniyle, protein zincirinin bir yönü vardır. Proteinin serbest bir karboksil grubuna sahip olan ucu, "karboksi ucu" (C ucu) ya da "karboksi terminali" (C terminali); serbest bir amino grubu olan ucu ise "amino ucu" (N ucu) ya da "amino terminali" (N terminali) olarak adlandırılır. "Protein", "polipeptit" ve "peptit" sözcüklerinin kullanımında bir muğlaklık vardır. "Protein" genelde kararlı bir şekle sahip olan bütün biyolojik molekül için kullanılır. "Peptit" ise genelde kararlı bir üç boyutlu yapıya sahip olmayan, kısa amino asit oligomerleri için kullanılır. Ancak bu iki terim arasındaki sınır belirsizdir ve genelde 20-30 kalıntı dolayındadır. "Polipeptit"se, uzunluğundan bağımsız olarak, herhangi bir amino asit zinciri için kullanılır ve sıklıkla da tanımlı tek bir biçimin olmadığına işaret eder. Proteinler genlerde kodlanmış bilgiye dayanarak amino asitlerden inşa olurlar. Her proteinin, kendisini kodlayan gendeki nükleotit dizisi tarafından belirlenen, kendine has bir amino asit dizini vardır. Genetik kod, kodon olarak adlandırılan üç nükleotitlik dizinlerden oluşan bir kümedir, her üç nükleotitli kombinasyon bir amino asite karşılık gelir, örneğin AUG metionine kaşılık gelir. DNA dört nükleotitten oluştuğu için tüm kodonların sayısı 64'tür, dolayısıyla genetik kod bir miktar tekrar içerir ve bazı amino asitler birden fazla kodon tarafından belirlenir. DNA'da kodlanmış genler önce RNA polimeraz gibi bir protein tarafından transkripsiyon yoluyla bir ön mesajcı RNA (pre-mRNA) molekülünün sentezlenmesi şeklinde okunurlar. Çoğu canlı sonra bu pre-mRNA'yı çeşitli transkripsiyon sonrası değişim biçimleriyle ("post-transcriptional modification") işlemden geçirip olgun mRNA oluştururlar, bu da protein sentezi için ribozom tarafından bir şablon olarak kullanılır. Prokaryotlarda mRNA üretildikten hemen sonra kullanılabilir veya bir ribozom tarafından bağlanılır. Buna karşın ökaryotlar mRNA'yı hücre çekirdeğinde imal ettikten sonra onu çekirdek zarından sitoplazmaya aktarırlar, protein sentezi orada yer alır. Prokaryotlarda protein sentezi ökaryotlardan dah hızlıdır ve saniyede 20 amino asiti bulabilir. Bir proteinin bir mRNA şablonundan sentezlenmesine translasyon denir. Ribozoma yüklenen mRNA dizinindeki her kodon, üçer nükleititlik birimler yani kodonlar olarak okunur. Bu işlemde o kodona karşılık gelen amino asiti taşıyan bir taşıyıcı RNA molekülünde bulunan antikodon ile mRNA'daki kodon baz eşleşmesi yoluyla eşleştirilir. Aminoasil tRNA sentetaz adı verilen enzim tRNA moleküllerine doğru amino asidi "yükler". Bu sentez sırasında Uzamakta olan polipeptide doğan zincir (İngilizce "nascent chain") denir. Proteinler hep N-terminus'tan C-terminus'a doğru uzarlar. Sentezlenen bir proteinin büyüklüğü "dalton" birimi (atom kütlesi ile eş anlamlıdır) veya ondan türemiş kilodalton (kDa) ile ifade edilen moleküler kütlesiyle ölçülebilir. Büyüklüğünü belirtmenin bir diğer yolu onu oluşturan amino asitlerin sayısıyladır. Maya proteinleri ortalama 466 amino asit uzunluğunda ve 53 kDA ağırlığındadır. En büyük proteinler kas sarkomerinde bulunan titinlerdir, bunların moleküler kütlesi neredeyse 3000 kDA ve toplum uzunluğu yaklaşık 27000 amino asittir. Kısa proteinler laboratuvarda kimyasal yolla da sentezlenebilir. Peptit sentezi olarak adlandırılan yöntemler, kimyasal bağlama ("ligation") gibi organik sentez tekniklerine dayandırılmıştır. Kimyasal sentez yoluyla polipeptit zincirlerine doğal olmayan aminoasitlerin de dahil edilmesi mümkündür, örneğin amino asit yan zincirlerine floresan işaretler takılabilir. Bu yöntemler laboratuvar biyokimyası ve hücre biyolojisi araştırmalarında faydalıdır ama genelde ticari uygulamalarda kullanılmazlar. 300 amino asitten uzun polipeptitler için kimyasal sentez verimsizdir ve sentezlenmiş protein kendiliğinden doğadaki üç boyutlu şeklini kazanmayabilir. Çoğu kimyasal sentez yöntemi, biyolojik reaksiyonun tersi yönde, yani C-uçtan N-uca doğru ilerler. Çoğu protein katlanarak kendine has üç boyutlu bir yapıyla şekil alır. Proteinin doğal olarak katlanıp oluşturduğu şekle onun doğal hali denir. Çoğu protein kendini oluşturan amino asitlerin yapısal eğilimleri yoluyla yardım görmeden katlanabilirse de, diğerleri doğal hallerine elde edecek sekilde katlanabilmek için moleküler şaperonlara gereksinim duyarlar. Biyokimyacılar çoğu zaman protein yapısının dört ayrı yönüne değinirler: Yapıyı oluşturan bu seviyelere ek olarak, proteinlerin işlevlerini görürken birbiriyle ilişkili bir yapıdan başka bir yapıya dönüşmeleri de protein yapısının bir diğer boyutunu oluşturur. Bu işlevsel yeniden yapılanmalardan söz ederken üçüncül veya dördüncül yapılara proteinin "konformasyonları" denir ve bunlar arasındaki geçişlere "konformasyonal değişim" adı verilir. Bu tür değişimler çoğu zaman bir substrat molekülün bir en
zime bağlanmasıyla tetiklenir. Tipik olarak görülen üçüncül yapılarla ilintili olarak proteinler kabaca üç ana sınıfa ayrılabilirler: küresel (globüler) proteinler, lifli (fibröz) proteinler ve zar (membran) proteinleri. Hemen bütün globüler proteinler suda çözünür ve çoğu enzimdir. Fibröz proteinler çoğunlukla yapısaldırlar; zar proteinleri ise sıkça reseptör olarak görev yapar veya suda çözünen küçük moleküllerin hücre zarından geçmeleri için kanal oluştururlar. Proteinlerin içinde yer alan özel bir hidrojen bağı türüne dehidron denir, bunlar su molekülü saldırısından korunaklıdır ve kendi dehidrasyonlarını sağlarlar. Proteinlerin yapısının bozulmasına "denatürasyon" denir. Yapısının eski haline dönmesine "renatürasyon" denir. Bir proteinin üçüncül yapısının veya onun parçası olduğu komplekslerin dördüncül yapısının keşfi, onun işlevi hakkında önemli ipuçları verebilir. Yapı belirlemek için kullanılan en yaygın deneysel teknikler X ışını kristalografisi ve NMR spektroskopisidir, her ikisi de atomik çözünürlükte bilgi sağlarlar. Kriyoelektron mikroskopisi, çok büyük protein kompleksleri ve virüsler hakkında daha düşük çözünürlüklü yapısal bilgi üretmekte kullanılır; bunun bir çeşitlemesi sayılan elektron kristalografisi de bazı durumlarda, özellikle membran proteinlerinin iki boyutlarının kristalleri için, yüksek çözünürlüklü bilgi üretebilir. Çözülmüş yapılar genelde Protein Data Bank, (PDB) adlı veri tabanına kaydedilir, bu ücretsiz kaynaktan binlerce proteinin yapısal verileri proteindeki her atomun Kartezyen koordinatları olarak elde edilebilir. Yapısı çözülmüş protein sayısından çok daha fazla sayıda gen vardır. Ayrıca, yapısı çözülmüş proteinler, yapı çözmede kullanılan başlıca deneysel tekniklere kolayca tabi tutulabilenlere ağırlıklıdır. Özellikle, globüler proteinlerin X-ışını kristlografisi için kristalleştirilmeleri nispeten kolaydır. Buna karşın membran proteinlerinin kristalleştirilmesi zordur ve PDB'de az sayıda temsil edilirler. Yapısal genomik girişimleri bu yetersizliklerin üstesinden gelmek amacıyla belli katlama sınıflarına ait yapıları sistematik olarak çözmektedirler. Protein yapı tahminleme yöntemleri, deneysel olarak yapısı belirlenmemiş proteinler hakkında makul yapıları üretmeyi amaçlar. Proteinler genlerde kodlanmış bilgiler tarafından belirlenmiş görevleri yerine getirirler. Bazı RNA tipleri dışında hücrede bulunan çoğu diğer molekül, proteinlerin etki ettiği nispeten asıl elemanlardır. Proteinler bir E. coli hücresininin kuru ağırlığının yarısını oluştururlar, DNA ve RNA ise %3 ve %20'sini oluştururlar. Belli bir hücre veya hücre tipinde bulunan proteinlerin tamamı onun proteomu olarak adlandırılır. Proteinlerin çeşitli hücresel işlevlerini yürütmelerini sağlayan başlıca özellikleri başka moleküllere spesifik ve sıkı bir şekilde bağlanabilemeleridir. Proteinin başka bir moleküle bağlanmasından sorumlu bölgesi bağlanma yeri (İngilizce "binding site") olarak bilinir ve genelde proteinin yüzeyinde bir çukur veya cep şeklindedir. Proteinin üçüncül yapısı bağlanma yerindeki cep ve etrafındaki amino asite yan zincirlerinin kimyasal özelliklerini belirler, bağlanma yeteneği onun tarafından oluşturulur. Protein bağlanması son derece sıkı ve spesifik olabilir; örneğin ribonükleaz inhibitör proteini insan anjiogenin'ine femtomolardan düşük bir ayrışma katsayısı ile bağlanır (1 M). Bağlanan molekülde çok ufak bir değişiklik, tek bir metil grubunun eklenmesi gibi, bağlanmayı neredeyse tamamen ortadan kaldırabilir; örneğin valin amino asidine spesifik olan aminoasil tRNA sentetaz ona çok benzeyen izolösin amino asidini ayırdedebilir. Proteinler küçük moleküllere bağlanmanın yanı sıra başka proteinlere de bağlanabilirler. Proteinler kendilerinin diğer kopyalarına bağlandıkları zaman oligomerleşip ipliksi yapılar oluştururlar; bu süreç globüler monomerlerden oluşan, kendi kendisiyle birleşip bükülmez lifler meydana getiren yapısal proteinlerde sıkça görülür. Protein-protein etkileşimleri enzim etkinliğine de düzenler, hücre döngüsünde ilerlemeyi kontrol eder ve birbiriyle ilişkili pek çok reaksiyonu yürüten büyük protein komplekslerinin birleşmesini sağlar. Proteinler hücre zarına bağlanabilir veya ona entegre olabilir. Bağlanan bir proteinin konformasyon değişikliğine neden olma yeteneği karmaşık sinyalleşme ağlarının inşasına olanak sağlar. Proteinlerin en iyi bilinen rolü kimyasal tepkimelerin katalizleyicisi olarak enzim görevleridir. Enzimler genelde bir veya birkaç tepkimeyi hızlandıran çok özgül katalizörlerdir. Enzimler metabolizma ve katabolizma ile ilgili çoğu tepkimeye etki eder, ayrıca DNA çoğalması, DNA onarımı ve RNA sentezinde de yer alırlar. Bazı enzimler çevrim sonrası değişim adı verilen bir süreç ile başka proteinler üzerinde etki ederler, kimyasal gruplar ekler veya çıkarırlar. Enzimlerin katalizlediği yaklaşık 4000 tepkime bilinmektedir. . Enzim katalizinin sağladığı hızlanma çoğu zaman muazamdır. Orotat dekarboksilaz durumunda hızlanma 10 kata ulaşabilir. Enzimler tarafından bağlanan ve etki gören moleküller substrat olarak adlandırılır. Enzimler yüzlerce amino asitten oluşsalar da substratla temas kuranlar bunların çok ufak bir bölümüdür, doğrudan kataliz reaksiyonuyla ilişkili olanlar daha da küçük bir bölümünü oluşturur. Enzimin substrata bağlanan kısmına aktif yer ("active site") denir. Çoğu protein hücre sinyallemesi ve sinyal aktarımı süreçlerinde yer alırlar. İnsülin gibi bazı proteinler, hücre dışı proteinler olup sentezlendikleri hücreden uzaktaki dokulardaki hücrelere bir sinyal taşırlar. Diğerleri reseptör olarak çalışan membran proteinleridir, ana işlevleribir sinyal molekülüne bağlanmak ve hücre içinde bir biyokimyasal tepkiye yol açmaktır. Çoğu reseptör, bağlanma yeri hücre yüzeyinde bulunan ve hücre içinde bir etki bölgesi olan membran proteinidir. Etki bölgesinin bir enzim etkinliği olabilir veya hücredeki başka proteinlerce algılanabilen bir konformasyon değişimine uğrayabilir. Antikorlar, adaptif bağışıklık sisteminin protein bileşkeleridir, ana işlevleri antijenlere, yani vücuda yabancı olan maddelere, bağlanıp onların imha edilmeleri için işaretlemektir. Antikorlar hücre dışı ortama salgılanabilirler veya plazma hücresi olarak adlandırılan özelleşmiş B lenfositlerinin membranlarına takılabilirler. Enzimlerin substratlarına bağlanma gücü (afinitesi) onun reaksiyonunu yürütme gereğinden dolayı sınırlı olmasına karşın, antikorların böyle bir sınırlaması yoktur. Bir antikorun hedefine bağlanma afinitesi olağanüstü yüksektir. Çoğu ligand taşıma proteini küçük moleküllere bağlanıp onları çok hücreli bir canlının vücudunda başka bir yere taşırlar. Bu proteinler ligandları yüksek konsantrasyonda olduğu zaman yüksek bir afiniteye sahip olmalı ama konsantrasyonun düşük olduğu hedef dokuda ligandı salmalıdır. Ligand-bağlayıcı proteinin klasik örneği hemoglobindir, omurgalılarda oksijeni akciğerlerden diğer organ ve dokulara taşır ve her biyolojik alemde yakın homologları vardır. Transmembran proteinler hücre membranının küçük molekil ve iyonlara olan geçirgenliğini değiştirerek ligand taşıyıcı protein olarak görev yapabilirler. Membranın hidrofobik olan içi polar ve yüklü moleküllerin difüzyonuna elvermez. Membran proteinlerinde bulunan kanallar bu küçük moleküllerin hücreye girip çıkmalarını sağlar. Çoğu iyon kanalı belli bir iyon için özelleşmiştir; örneğin potasyum ve sodyum kanalları bu iki iyondan yalnızca birini geçirirler. Yapısal proteinler akışkan biyolojik yapılara bükülmezlik ve peklik sağlarlar. Çoğu yapısal protein fibröz proteindir, örneğin aktin ve tübülin monomerleri globüler ve çözülgen proteinler olmalarına rağmen polimerleştikleri zaman hücre iskeletinin parçası olan, uzun ve bükülmez lifler oluştururlar. Hücre iskeleti hücrenin şeklini ve büyüklüğünü korumasını sağlar. Kollajen ve elastin bağ dokunun önemli bileşkeleridir; keratin ise saç, tırnak, tüy ve bazı hayvanlarda kabuk gibi sert veya lifli dokularda yer alır. Yapısal görev yapan diğer proteinler arasında miyozin, kinesin ve dinein gibi motor proteinler vardır, bunlar mekanik kuvvet yaratırlar. Bu proteinler eşeyli çoğalan çok hücreli canlılarda sperm hücrelerinin ve tek hücreli canlıların hareket yeteneği (motilitesi) için çok önemlidir. Kasların kasılmasında oluşan kuvvet de bu proteinler tarafından meydana gelir. Biyolojik moleküller arasında en fazla çalışılmış olanlardan olan proteinlerin etkinlikleri ve yapıları hem "in vitro" hem de "in vivo" olarak çalışılır. Saflaştırılmış proteinlerin kontrollü ortamlarda incelendiği "in vitro" çalışmalar bir proteinin nasıl işlev gördüğünü öğrenmeye yarar. Örneğin enzim kinetiği çalışmaları bir enzimin katalitik etkinliğinin kimyasal mekanizmasını ve olası substrat moleküllerine olan afinitesinin araştırılmasına yarar. Buna karşın, proteinlerin hücre içinde hatta bütün bür organizmadaki etkinlikleriyle ilgili "in vivo" deneyler bir proteinin nerede işlev gördüğü ve nasıl düzenlendiği hakkında tamamlayıcı bilgiler verir. "İn vitro" analizler yapabilmek için bir proteinin diğer hücre bileşkelerinden saflaştırılması gerekir. Bu süreç genelde önce hücrenin parçalanmasıyla (sitoliz ile) başlar; hücre zarı bozulur ve hücrenin içeriği ham lizat ("crude lysate") olarak adlandırılan bir sıvı halinde salınır. Bu karışım ultrasantrifigasyon ile hücrenin farklı kısımlarından oluşmuş bölümlere ayrılır; çözünür proteinler, membran lipitleri ve proteinler, hücre organelleri ve nükleik asitler bu şekilde birbirlerinden ayrılırlar. Tuzla çökeltme ("salting out") yöntemi ile lizattaki proteinlerin konsantrasyonu artırılabilir. Bunun ardından, arzu edilen proteini saflaştırmak için onun büyüklüğü, elektrik yükü ve bağlanma afinitesi gibi özelliklerine dayanarak çeşitli kromatografi teknikleri kullanılır. Saflaştırmanın derecesini takip etmek için jel elektroforezi (eğer proteinin büyüklüğü biliniyorsa), spektroskopi (eğer proteinin ayırdedici spektroskopik özellikleri varsa) veya enzim ölçmeleri ile (eğer proteinin enzim etkinliği varsa) kullanıl
ır. Doğal bir proteinin laboratuvar uygulamaları için yeterince saf olarak elde edilebilmesi için bir seri saflaştırma aşamasından geçmesi gerekebilir. Bu süreci basitleştirmek için çoğu zaman genetik mühendislik kullanılarak proteinin yapı ve etkinliğine etki etmeden saflaştırılmasını kolaylaştıracak kimyasal özellikler eklenir. Belli bir amino asit dizisinden oluşan bir işaret ("tag"), çoğu zaman bir seri histidin kalıntısı ("His-tag"), proteinin bir ucuna eklenir. Bunun sonucunda, nikel içeren bir kromatografi kolonundan lizat geçirilince histidin kalıntıları nikele bağlanır ve kolonda tutulur, lizattaki işaretlenmemiş diğer her şey kolondan geçip gider. Proteinlerin "in vivo" araştırılmalarında hücre içinde sentez ve yerleşimine (lokalizasyonuna) bakılır. Çoğu hücre içi protein sitoplamada sentezlenir, çoğu membran proteini veya salgılanan protein protein isie endoplazmik retikulumda sentezlenir. Ancak, proteinlerin sentezlendikten sonra belli organellere veya hücre içi yapılara nasıl yollandıklarının ayrıntıları çoğu zaman bir araştırma konusu olur. Hücresel yerleşimi belirlemek için kullanılan faydalı bir teknik, genetik mühendislikle ilgilenilen protein flüoresan bir protein ("Green Fluorescent Protein", GFP) ile birleştirerek bir füzyon protein oluşturulmasıdır. Füzyon proteinin hücre içindeki yeri, mikroskop kullanarak kolayca ve açık bir şekilde görüntülenebilir, bunun örnekleri yandaki şekilde görülebilir. Yönlendirilmiş mutagenez ("site-directed mutagenesis") olarak bilinen bir diğer genetik mühendislik yöntemi ile proteinin dizisi ve dolayısıyla onun yapısı, hücresel yerleşimi ve düzenlenmesi değiştirilebilir. Değiştirilmiş protein "in vivo" olarak GFP işaretlemesi ile, "in vitro" ise enzim kinetik ve bağlanma ölçümleri ile izlenebilir. Bir hücre veya hücre tipinde bulunan proteinlerin tamamına onun proteomu ade verilir, bu tür büyük boyutlu veri kümelerinin araştırılması da proteomik sahasının konusudur (bu dalın ismi ilgili bir saha olan genomikten türetilmiştir). Proteomikte kullanılan anahtar teknikler arasında protein mikrodizilimleri ("protein microarray") ve iki-hibrit taraması sayılabilir. Protein mikrodizilimleri hücredeki çok sayıda proteinin seviyelerinin belirlenmesini, iki-hibrit taraması ise protein-protein etkileşimlerinin sistematik olarak incelenmesini sağlar. Olası biyolojik etkileşimlerin tümüne interaktom ("interactome") adı verilir. Mevcut olan her protein katlamasına sahip olan proteinlerin yapılarının sistematik olarak çözme girişimine yapısal genomik adı verilmiştir. Çeşitli organizmalara ait genomik ve proteomik veriler sayesinde araştırmacılar evimsel olarak birbirine uzak canlılarda bulunan homolog proteinleri dizi hizalaması ("sequence alignment") ile verimli bir şekilde tanımlayabilmektedirler. Dizi profilleme programları ile nükleotit dizilerinde restriksiyon enzimi haritaları, açık okuma çerçevesi ("open reading frame") analizleri, protein dizilerinden ikincil yapı tahminleri gibi analizler yapılabilir. Bu verilerden ilogenetik ağaçlar inşa edilebilir ve ClustalW gibi özel yazılımlar kullanarak modern canlılar ve genlerinin ataları hakkında evrimsel hipotezler geliştirilebilir. Biyoenformatik sahası genomik ve proteomik verileri birleştirerek, anlamlandırmak ve analiz eder. Bu yolla biyolojik problemlere gen bulma ve kladistik gibi bilişsel teknikler uygular. Yapısal genomik sahasını tamamlayıcı bir yaklaşım olarak protein yapı tahmini, yapısı çözülmemiş proteinler için makul modeller geliştirmeyi amaçlar. Yapı tahmininin en başarılı tipi olan homoloji modellemesi, modellenecek proteine dizin benzerliği olan "şablon" bir yapıya dayanır. Yapısal genomiğin amacı çözülmüş yapılar arasında yeterince çeşitlilik elde edip geri kalanları modellemektir. Mevcut şablon yapılar modelenecek proteine uzaktan ilişkili olduğu durumlarda güvenilir modeller üretmek zordur. Bu sorunun çüzümü dizin hızalamasının en doğru şekilde yapılmasından geçmesi gerektiği öne sürülmüştür. Yapı tahmin yöntemleri yeni bir saha olarak gelişmekte olan protein mühendisliğine yol göstermektedir, bu yolla yeni protein katlamaları tasarlanabilmiştir. Moleküler yanaşma ("molecular docking") ve protein protein etkileşimleri gibi moleküller arası etkileşimlerin tahmini bu sahada çözülmeye çalışılan daha karmaşık bir problemlerdendir. Protein katlanması ve bağlanma süreci moleküler dinamik teknikleri ile simüle edilebilir. Moleküler dinamik yöntemlerle kuantum mekanik hesaplamalarının birleştirilmesi yoluyla da proteinlerin elektronik yapıları incelenmektedir. Çoğu mikroorganizma ve bitki standart amino asitlerin 20'sini de sentezleyebilmesine karşın hayvanlar bazı amino asitleri diyetlerinden elde etmek zorundadırlar. Bazı amino asitlerin sentezlendiği biyosentetik yollarda yer alan anahtar enzimler, örneğin aspartattan başlayarak lizin, metionin ve treonin sentezinin ilk adımını katalizleyen aspartokinaz, hayvanlarda yoktur. Bir organizmanın sentezleyemediği amino asitler esansiyel amino asitler olarak bilinir (bu terim sıkça insanlar için gerekli olanları kastetmek için kullanılır). Eğer bir amino asit ortamda mevcutsa çoğu canlı enerji tasarufu için biyosentetik yolu durdurarak amino asiti ortamdan içine alır. Laboratuvarda bakteriler çoğu zaman belli amino asitleri sentezlemek için gereken genlerden yoksun bırakılarak seçilebilir bir işaret ("selectable marker") yaratılır. Bu yolla hücre içine yabancı DNA sokmanın (transfeksiyon) başarısı belirlenebilir. Hayvanlarda amino asitler protein içeren besinlerin tüketilmesi yoluyla elde edilir. Yenen proteinler sindirim yoluyla parçalanırlar, bu süreç zarfında protein önce mide asitlerinin etkisiyle doğal yapısı bozulur (denatüre olur) ve ardından proteaz olarak adlandırılan enzimler tarafından yıkıma uğrar. Esansiyel amino asitlerin vücuda alınması canlının sağlığı için çok önemlidir çünkü bu amino asitleri içeren proteinlerin sentezi onların düşük konsantrasyonda olmaları halinde ketlenir (inhibe olur). Amino asitler önemli bir azot kaynağıdır. Vücuda alınan bazı amino asitler, özellikle esansiyel olmayanlar, protein sentezi için doğrudan kullanılmazlar. Onun yerine glukoneogenez yoluyla karbonhidratlara dönüşürler. Glukoneogenez açlık durumunda vücudun kendi proteinlerinden, özelikle kas proteinlerinden, glikoz elde edilmesinde de kullanılır. Protein için gerekli amino asitler; peynir, süt, et gibi hayvansal gıdalardan alınabileceği gibi mercimek, baklagiller, buğday gluteni, tam tahıl, tohumlar (ör: susam/tahin) ve tofu gibi bitkisel besinlerden yeterli miktarda alınabilir. Proteinlerin ayrı bir sınıf biyolojik molekül olduğu On sekizinci yüzyılda Antoine Fourcroy ve diğerleri tarafından fark edilmiştir. Bu sınıftaki maddeler ("albüminoid", "Eiweisskörper", veya "matières albuminoides" olarak adlandırılmışlardı) asit veya ısının etkisiyle pıhtılaşma veya topaklanma özellikleriyle tanınmışlardı. 19 yy. başlarında bunların iyi bilinen örnekleri yumurta beyazında bulunan albümen, serum albümini, fibrin ve buğday gluteniydi. Yumurta beyazının pişmesi ile sütün kesilmesi arasındaki benzerlik eski çağlarda da fark edilmişti, örneğin yumurta beyazı için albümen adı Yaşlı Plinius tarafından yumurta beyazı anlamına gelen Latince "albus ovi" 'den türetilmişti. Jöns Jakob Berzelius'un tavsiyesi üzerine Hollandalı kimyager Gerhardus Johannes Mulder yaygın hayvan ve bitki proteinleri üzerinde element analizi yapmıştır. Herkesi şaşırtan bir sonuç, tüm proteinlerin yaklaşık aynı empirik formüle sahip olduklarıydı: birkaç fosfor ve kükürt atomunun yanı sıra yaklaşık olarak CHNO. Mulder sonuçlarını 1837 ve 1838 tarihlerinde iki makale olarak yayınladı ve "Grundstoff" olarak adlandırdığı bir temel protein maddesi olduğunu, bunun bitkiler tarafından sentezlendiği, hayvanların da onu sindirim yoluyla elde ettiğini hipotezledi. Berzelius bu teorinin ilk savunucularındandı ve 10 Temmuz 1838 tarihli bir mektupta bu madde için "protein" adını önerdi: Mulder protein yıkımı sonucu ortaya çıkan amino asitleri tanımlamaya girişmiş, lösin için (yaklaşık olarak doğru) molekül ağırlığı olan 131 Da bulmuştur. Mulder'in analizlerinden proteinler için ortaya çıkan en küçük molekül ağırlığı yaklaşık 9 kDa idi, bu rakam o zamanlar üzerinde çalışılan diğer moleküllerden yüzlerce kere daha büyüktü. Bu yüzden proteinlerin kimyasal yapısı (birincil yapıları) 1949'a kadar öenmli bir araştırma konusuydu, o tarihte Fred Sanger insülinin dizisini çözdü. Proteinlerin peptit bağlarıyla bağlanmış amino asitlerin lineer polimerleri olduğu teorisi 1902'de bir konferansta Franz Hofmeister ve Emil Fischer tarafından aynı zamanda ve birbirlerinden bağımsız olarak sunuldu. Ancak, bazı bilim adamları bu kadar uzun makromoleküllerin çözelti halinde kararlı olabilecekleri konusunda şüpheciydiler. Bu yüzden protein birincil yapısına dair çeşitli alternatif teoriler de geliştirildi, örneğin proteinlerin küçük moleküllerden oluşan kümeler olduğunu öne süren kolloid hipotezi, Dorothy Wrinch'in siklol hipotezi, Emil Abderhalen'in diketopiperazin hipotezi ve Troensgard'ın pirrol/piperidin hipotezi (1942). Bu teorilerin çoğu, proteinlerin yıkımı sonucunda peptit ve amino asit oluşumunu açıklamakta zorlanıyordu. Nihayet Theodor Svedberg, analitik ultrasantrifüjleme tekniği ile proteinlerin tanımlı terkibi olan makromoleküller olduğunu, kolloid karışımlar olmadığını gösterdi. Bazı proteinlerin daha küçük proteinlerin kovalent olmayan birleşimleri olabileceği Gilbert Smithson Adair tarafından (hemoglobinin osmotik basıncını ölçerek), daha sonradan da Frederic M. Richards tarafından (Ribonükleaz S üzerindeki çalışmaları ile) gösterildi. Proteinlerde translasyon sonrası değişimlerin tanımlanmasında kullanılan faydalı bir teknik kütle spektrometrisi olmuştur, bu teknik yakın zamanda protein dizini çözmekte de kullanılmıştır. Çoğu proteinin modern tekniklerle dahi milligram miktarlardan daha fazla saflaştırılması zordur. Bu yüzden ilk çalışmalar bol miktarda saflaştırılması kolay olan proteinler üzerine odaklan
mıştı, bunlar örneğin kan proteinleri, yumurta beyazı, ve mezbahalardan elde edilebilen çeşitli sindirim ve metabolizma enzimleriydi. İkinci dünya Savaşı'nda Edwin Joseph Cohn tarafından başlatılan, amacı askerleri sağ tutacak kan proteinlerinin saflaştırılması olan, bir proje sırasında protein saflaştırılmasıyla ilgili pek çok teknik geliştirildi. 1950 sonlarında Armor Hot Dog Company adlı bir sosis imalatçısı, 1 kg pankreatik ribonükleaz A saflaştırıp bunu dünyadaki tüm bilim insanlarının hizmetine sundu. Bu cömertliğin sonucu olarak RNaz A, izleyen birkaç on yıl boyunca temel araştırmada kullanılan başlıca protein olmuş ve birkaç Nobel ödülüne yol açmıştır. Protein katlanmasının araştırılması 1910'da Henrietta Chick ve C.J. Martin tarafından yazılmış ünlü bir makale ile başlamıştır. Bu çalışmada topaklanma sürecinin iki adımdan oluştuğu, proteinin çökelmesinden evvel denatürasyon olarak adlandırılan bir adımın geldiğini göstermişlerdir. Denatürasyonda protein az çözünür hale gelir, enzim aktivitesin kaybeder ve kimyasal olarak daha etkin hale gelir. 1920 ortalarında Tim Anson ve Alfred Mirsky denatürasyonun tersinir olduğunu öne sürdüler; doğru olan bu hipotez baştan bazı bilimciler tarafından "yumurtanın pişmesini geri alınması" olarak alaya alındı. Anson ayrıca denaturasyonun iki halli ("ya var ya yok") bir süreç olduğunu, moleküler bir geçiş sonucunda çözünürlük, enzim etkinliği ve kimyasal etkinlikte büyük bir değişiklik meydana geldiğini de önermişti. 1929'da Hsien Wu denatürasyonun aslında bir protein katlanması olduğunu, bazı amino asit yan zincirlerinin çözücüye maruz kalmalarına neden olan bir konformasyon değişikliği olduğunu hipotezledi. Bu (doğru olan) hipoteze göre, alifatik ve reaktif yan zincirlerin suya maruz kalması proteini daha az çözünür ve daha reaktif hale getirmekteydi. Wu'nun hipotezi makul sayılmakla beraber hemen kabul görmedi çünkü o dönemde protein yapısı, enzimoloji ve gözlemlenen değişikliklere neden olabilecek diğer etmenler hakkında çok az şey biliniyordu. 1960'ların başlarında Chris Anfinsen ribonükleaz A'nın katlanmasının hiçbir dış faktöre gerektirmeden tamamen tersinir olduğunu göstererek protein katlanmasıyla ilgili "termodinamik hipotezi" doğruladı. Bu hipoteze göre proteinin katlanmış hali, protein serbest enerjisinin global minimum noktasına karşılık gelmektedir. Protein katlanma hipotezinin ardından katlanmış proteini kararlı kılan fiziksel etkileşimler konusunda araştırmalar başladı. Hidrofobik etkileşimlerin son derece önemli olduğu Dorothy Wrinch ve Irving Langmuir tarafından siklol yapılarının stabilize edebilecek bir mekanizma olarak daha evvelden hipotezlenmişti. Siklol hipotezi 1930'larda Linus Pauling ve diğerleri tarafından çürütülünce bu (doğru olan) hipotez de onunla beraber kenara atılmıştı. Pauling protein yapısının hidrojen bağları tarafından stabilize olduğunu savunuyordu, bu fikir ilk William Astbury tarafından 1933'te öne sürülmüştü. İlginç bir şekilde, Pauling'in H-bağları hakkında hatalı olan teorisi protein ikincil yapı elemanları (alfa sarmal ve beta yaprak) konusunda onun "doğru" modeller oluşturmasını sağlamıştır. 1959'da Walter Kauzman tarafından denatürasyon hakkında yazılan, kısmen Kaj Linderstrom-Lang'ın calışmalarına da dayalı olan, ünlü bir makale hidrofobik etkileşimi bilimdeki doğru konumuna getirdi. Proteinlerin iyonik yapısı Bjerrum, Weber ve Arne Tiselius tarafından kanıtlandı ama Linderstrom-Lang, 1949'da iyonik grupların genelde çözücü tarafından ulaşılabilir olduğunu ve birbirlerine bağlı olmadıklarını gösterdi. Globüler proteinlerin ikincil ve düşük çözünürlüklü üçüncül yapıları önceleri analitik ultrasantrifügasyon ve akı çiftkırılması ("flow birefringence") gibi hidrodinamik yöntemlerle araştırıldı. Protein yapısını yoklamak için kullanılan sprektroskopik yöntemler (dairesel dikroizm ("circular dichroism"), flüoresans, yakın-morötesi ve kizilütesi soğurganlığı (absorpsiyonu)) 1950'lerde geliştirildi. Proteinlerin atom çözünürlüklü ilk yapıları X-ışını kristalografisi ile 1960'larda, NMR ile de 1980'lerde çözüldü. 2006 yılı itibarıyla Potein Data Bank'da yaklaşık 40.000 atom çözünürlüklü protein yapısı bulunmaktadır. Yakın zamanlarda kriyo-elektron mikroskopisi ve hesapsal protein yapı tahminleri de atomsal çözünürlüğe yaklaşan iki yöntem olmuştur. RSS RSS, genellikle haber sağlayıcıları, bloglar ve podcastlar tarafından kullanılan, yeni eklenen içeriğin kolaylıkla takip edilmesini sağlayan bir web sayfası bildirimcisidir. Kullandığı dosya biçimleri .rss ve .xml'dir. RSS kısaltmasının açılımı ve zaman içinde gelişimi şöyledir: İnternet kullanıcısı RSS teknolojisi ile düzenli olarak içerik sunan sitelere abone olabilir ve çeşitli RSS istemcileri sayesinde içeriği takip edebilir. Site yöneticisi veya sahibi bu hizmeti sunmak için bir takım teknik düzenlemeler yapmalı ve uygun formatta XML'i RSS istemcisi talep ettiğinde göndermelidir. RSS olarak sunulan içerik web sitesinde sunulan içeriğin tamamını, özetini veya sadece başlığını içerebilir. RSS kaynağı sağlayan internet sitelerinde genellikle şu simgeler bulunur: Multi-RSS reader, İnternet haber taşımacılığın neredeyse son noktasıdır, çünkü birçok alt site, haber kaynağı olarak kullandığı siteleri kaynakça olarak göstermektedir. Ayrıca aldığı haberleri basit bir harmanlama yöntemi ile kendi sitesine haber yapar. "Multi-RSS reader" da ise bu işlemi otomatik bir şekilde PHP veya ASP desteği olan her site sahibi yapabilir. Örneğin, konusunda uzman 10 sitenin RSS başlığını güncellik sırasına göre kendi sitenizde görebilir ve siteden yararlanan kullanıcılara sunabilirsiniz. Şu an PHP modulu hala daha beta aşamasında olduğu için sabit bir kullanımı mevcut olmasa da ileride hazır modullü sitelerin vazgeçilmezlerinden biri halini alacağına kesin gözü ile bakılmaktadır. RSS 1.0 dosyasına bir örnek RSS 2.0 dosyasına bir örnek: 20 Ağustos 21 Ağustos 23 Ağustos 24 Ağustos 25 Ağustos Denizli Denizli, Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık yirmi birinci şehridir. 2017 itibarıyla 1.005.687 nüfusa sahiptir. Tekstil ürünleri ve yöreye has Denizli horozu ile meşhurdur. Anadolu Yarımadası'nın güneybatı, Ege Bölgesi'nin güneydoğusunda yer almaktadır. Ege ve Akdeniz Bölgeleri arasında bir geçit durumundadır. Denizli ilinin her iki bölge üzerinde de toprakları vardır. Denizli ili 28° 38' - 30° 05' doğu meridyenleri (doğu uç noktası; Çivril ilçesi Gümüşsu - Gökgöl Köyü, Dinar sınırında Efekli Tepe, batı uç Aydın, Manisa; güneyde Muğla; kuzeyde Uşak illeri ile komşudur.) Yüzölçümü 12.134 km², denizden yüksekliği ise 219 m'dir. Bir sanayi, ihracat ve ticaret merkezi olan Denizli, aynı zamanda 65 bine yaklaşan üniversite öğrencisine ev sahipliği yapmaktadır. Bir yılda milyonlarca yerli ve yabancı turisti ağırlayan il, bir turizm kenti olmasının yanı sıra düzenlenen yerel, ulusal ve uluslararası etkinliklerle (bkz. festivaller) eğitim, kongre, kültür ve sanat merkezi özelliğindedir. GEKA (Güney Ege Kalkınma Ajansı) merkezi Denizli'dedir. Akdağ'ın (Babadağ) kuzey yamaçları eteklerinde, Büyük Menderes'in kolu olan Aksu çayına kavuşan derelerle hafifçe yarılmış bir plato üzerinde yer alan Denizli, yeni bir kenttir. Asıl kent buradan 6-7 kilometre kadar kuzeydeki Laodikya (Laodicaea) idi. Selçuklular ve Bizanslılar arasındaki savaşlar sonucu yıkıma uğrayan ve özellikle suyolları bozulan Laodikeia zamanla terk edilmeye başlanmış ve yerleşme 11. yüzyıldan başlayarak bol su kaynaklarının bulunduğu Denizli, Ladik'e doğru yer değiştirmeye başlamıştır. Kent, 1702-1703'teki bir deprem sırasında büyük zarara uğramış ve daha sonra yeniden kurulmuştur. Ege kıyılarından iç kesimlere sokulan doğal bir yol üzerinde bulunan Denizli, özellikle 1950'li yıllarda karayollarının düzelmesinden sonra, bu konumunun ve çevresindeki tarım etkinliklerinin gelişmesi sonucu hızla kalabalıklaşmış ve 1950'de 22.000 olan nüfusu, aradan geçen 60 yıl içinde yaklaşık 25 kat artmıştır. Sanayisi, turizmi, ticareti ve hizmet sektörü çok gelişmiş olan Denizli, Türkiye'nin en kalkınmış kentlerinden biridir. Anadolu Kaplanları'nın başıdır. Dünya'da tekstilin en önemli başkentleri arasındadır. Ayrıca Serinhisar ilçesi de Türkiye'nin leblebi ve leblebi ürünleri ihtiyacının %85 civarını karşılamaktadır. Denizli, Türkiye'nin en büyük 10 ekonomisi arasındadır. Kent, havlu, bornoz ve ev tekstilinde ABD ve AB pazarında iyi bir prestije sahiptir. Havası ve doğası Ege Bölgesi'nin ortalamalarını yansıtır. Şehrin birkaç noktasında horoz heykeli bulunur. Dünyaca bilinen doğa harikası Pamukkale de şehrin simgelerinden biridir. Pamukkale, Unesco'nun dünya kültür mirası listesindedir. Karahayıt da uluslararası termal bir merkezdir. Ayrıca en yüksek dağı Honaz Dağı aynı zamanda Ege Bölgesi'nin en yüksek dağıdır (2532 m). Şehirde UNESCO'ya giren Hierapolis, Laodikeia, Tripolis vb. birçok antik kent bulunmaktadır. Denizli şehri ilk defa, bugünkü şehrin 6 km kuzeyinde, Eskihisar Köyü civarında, Milattan önce 261 - 245 yılları arasında, Suriye Kralı ikinci Antiokhos tarafından kurulmuştur. II. Antiokhos kente karısı Laodikeia'nin adını vermiştir. Laodike'nin kenti anlamına gelen "Laodikeia" adını alan kent, M. S. 7. yüzyılda büyük bir depremle yıkılınca, kent bugünkü Kaleiçi mevkiine taşınmıştır. Türkler Denizli havalisini zapt ettikten sonra, kenti "Ladik" adıyla anmışlardır. Denizli adına, tarihi kaynaklarda başka başka isimler olarak rastlamaktayız. Selçuklu kayıtları ve Denizli mahkemesi seciye sicilleri Ladik ismini vermektedir. İbni Batuta'nın seyahatnamesinde "Tunguzlu" denilmektedir. Mesalikullebsar'da da "Tunguzlu" olarak kaydedilmiştir. Timurlenk'in zafernamesini yazan, Şerafettin Zemdi "Tenguzlug" ve "Tonguzlug" gibi iki isimden bahsetmektedir. Tengiz kelimesi eski Türkçede Deniz demektir. Tunguzlu ise bugünkü imlasıyla Denizli demektir. Netice olarak Denizli adı, Tenguzlu ve Tunguzlu kelimelerinin zamanla ağızdan ağza, Denizli kelimesi haline gelmesinden bugünkü şeklini almıştır.Denizlili ar
aştırmacı Mümtaz Başkaya, konu ile ilgili yazdığı kitabında, Denizli adının kökeninin Tengiz olduğunu ve bir boy adı olarak Orta Asya'dan Anadolu'ya geldiğini ileri sürmektedir. Ayrıca adı geçen bu kitabında Denizli adının kentte bulunan suların çokluğu ile ilgisinin bulunmadığını da çok gerçekçi biçimde açıklamıştır. Bu yer adının başka yerleşimlerin de adı olduğunu, Türkiye'de başka yerlerde de Denizli ve benzer türdeki adların olduğunu göstererek bu konuya gerçekçi bir açıklama getirmiş olmaktadır. Denizli ve havalisinde Türkler ilk defa 1070 yılında görüldüler. Afşin Bey bütün Anadolu'yu kastettikten sonra Laodikya'yı yağma ederek, Honaz'ı zaptetmiştir. 1071 yılından sonra Denizli ve çevresi Kutalmışoğlu Süleyman Şah'in mahiyetindeki beyler tarafından fethedilmiştir. 1097 yılında Bizans İmparatoru I. Aleksios, İoannis Dukas'ı Batı Anadolu'nun fethi için görevlendirdikten sonra bu yöre Bizanslılar'ın eline geçti. Bu sırada Türk kuvvetleri Orta Anadolu'da bulunuyordu. Bizanslıların elinde kısa bir süre kalan bu güzel beldemiz 1102 yılında yeniden Kılıçarslan tarafından zapt edilmiştir. Bu tarihten sonra Türk kuvvetleri Alp Arslan'ın komutasında Bizans topraklarına sürekli akınlar yapıyordu. 1119 yılında Bizanslılar, büyük bir ordu ile Denizli ve havalisine saldırdılar. Bu bölgede az sayıda Türk kuvveti bulunduran 'Alparslan' önderliğindeki Türkler, bu yöreyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ertesi yıl tekrar gelen Bizanslılar Uluborlu taraflarına kadar istila ettiler. 1147 yılında İkinci Haçlı Seferi Fransız Kralı VII. Louis'in komutasında, Ege Bölgesi'nden güneye doğru hareket ederek, Denizli civarını işgal etmiştir. Buradan Antalya istikametine hareket eden Haçlı Ordusu'nun öncü birlikleri, Acıpayam Ovası'nı geçtikten sonra, ordunun ağırlıkları ve artçı birlikleri aynı yolu takip ederek, Kazıkbeli'nden geçmek için hareket etmişlerdi. Fakat orada yapılan çetin gerilla savaşlarında Haçlı Ordusu çok büyük kayıp vermiştir. 1177 yılında Bizans İmparatoru I. Manuil, Selçuklu topraklarına yeni bir sefer düzenleyerek Laodikya ve civarını yağma edip İstanbul'a dönmüştür. Ertesi yıl Türkler Laodikya'ya gelerek şehri zapt etmişlerdir. Manuil Komnenos 1176 yılında büyük bir ordu ile Laodikya ve Honaz civarını geri almışsa da Selçuklular'la yaptığı savaşta yenilmiştir. Bu savaşa Miryokefalon Savaşı adı verilmektedir ve Çivril- Gümüşsu (Homa) yakınlarında Düzbel geçidi ve çevresinde gerçekleşmiştir. II. Kılıçarslan bu savaştan sonra sınırlarını genişleterek Bizans topraklarına akınlar düzenlemiştir. Selçuklular, Atabey komutasında yapılan bu akınlardan büyük ganimetler elde ediyordu. Bizanslılar Atabey komutasındaki bu orduyu Sarayköy yakınlarında pusu kurarak mağlup ettiler. Bu savaşta Atabey hayatını kaybetti. Bu tarihlerden sonra Denizli ilinin doğu kısımlarına Türkler yerleşmeye başladı. Böylece Türk akıncıları, Küçük Menderes Vadisi'ne kadar ilerleme fırsatını bulmuşlardır. 1190 yılında İkinci Haçlı Ordusu Laodikya'ya gelmiştir. Haçlı Ordusu Komutanı I. Friedrich, Bizanslılar tarafından sevinçle karşılanmıştır. Buraya yerleşmiş olan Türk boyları, çadırlarını bırakarak dağlara çekilmişler ve Haçlı ordusuna karşı ani baskınlar düzenlemişlerdir. Denizli ve havalisi, takriben 13. asrın ilk yıllarında Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından 4 defa fethedilmiştir. Diğer bir rivayete göre, Laodikyalılar tarafından bir Türk kervanının soyulması üzerine, Selçuklu beylerinden Mehmet ve Servet beylerin komutasında bir Selçuklu ordusu, Laodikya ordusunu yenmiş ve haraç olarak bu bölgeyi antlaşma ile almıştır. Diğer bir rivayet ise şudur: 12. yüzyıl sonlarında Bizanslıların Burdur'a kadar ilerlemeleri üzerine Konya Sultanı Osman ve Hüsamettin beyleri bu bölgeye göndermiştir. Osman Bey, Acıpayam Ovası'nı, Hüsamettin Bey de, Çal taraflarını zaptetmişlerdir. Denizli ve havalisinin Selçuklulara bağlı bir beylik halinde teşekkülü, Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, 1207 yılında olmuştur. 1209 yılında İznik'i başkent yapan I. Theodoros ile Selçuklular'ın arası açılmıştır. Gıyaseddin Keyhüsrev, Laskaris'ten, Aleksios'un tahtına iadesini isteyince, İznik Devleti ile Selçuklular, Denizli'nin batısında Alaşehir ile Antiokya arasında savaşa tutuştular. İlk seferde savaşı kazanan Türkler yağmaya dalınca hücuma gecen Rum askerleri, Gıyasettin Keyhüsrev'i öldürdü. Böylece savaşın sonunda galip gelen Bizanslılar, Batı Anadolu'ya bir süre hakim oldular. Selçuklular ile Bizanslılar arasında Denizli ve yöresi sınır olarak kaldı. Bugünkü Denizli şehri bu sıralarda kurulmaya başlamıştır. İlk olarak Denizli Kalesi Abdullah oğlu Karasungur tarafından yaptırılmıştır. Ayrıca bu devrede birçok cami, han ve çeşme de inşa edilmiştir. 13. yüzyıl başlarında Denizli ve havalisi yeni göçlerle ,"Uç Bölgesi" olarak önceden gelenlerle birlikte yoğun bir Türk topluluğu meydana getirdiler. 1257 yılında Denizli'ye gelen Bizans garnizonu, şehirdeki Türklerin çoğunluğu karsısında uzun sure kalamadı. Böylece 1259 yılında Denizli tekrar Türkmenlerin eline geçmiş oldu. Bu tarihlerde Denizli etrafında kümelenen Türkmenler, Hülagü Han'a müracaat ederek bu bölge için kumandan istediler. Bu konuda İlhanlı Hükümdarı Hülagü de bir ferman çıkararak Kulsak isimli bir zâtı bu bölgeye göndermiştir. Bölgenin merkezi "Asi Karaağaç" diye bilinen Acıpayam yöresidir. Söylentiye göre, bu bölgede yaşayan Türkmenlerin manevi Türk Lideri "Yatağanbaba " olması muhtemeldir. 1261 yılında bu yöredeki Türkmenler, Selçuklular'a baş kaldırınca, Selçuklu Sultanı Ruknettin ile Moğollar anlaşarak Türkmenleri mağlup ettiler. Bu sırada birçok Türkmen Bizans sınırını geçerek yerleşmişlerdir. Konya'daki "Cimri İsyanı'nın" bastırılmasından sonra, II.Gıyaseddin Keyhüsrev kendisine yardım etmeyen, Karaağaç Bölgesi Komutanı Ali Bey'i öldürtmüştür. Bundan sonra Denizli, Germiyanoğulları'nın eline geçer. Bir süre sonra, Konya'ya karşı hareket yapılınca, Denizli havalisindeki Türkmenler, Karaman, Eşref ve Menteşe Türkmenleriyle birlikte isyan çıkardılar. Bunun üzerine, İlhanlı Sultanı Keyhakü, 31 Ağustos 1291 de Türklerin üzerine yürüdü. Böylece, İlhanlı hakimiyeti bu bölgede başlamış oldu. Bu tarihlerde Germiyanlılar, Alsıroğlu'nun kumandasında, bugünkü Buldan olan Tripolis'i zaptettiler (1306). Böylece, Denizli'nin Türkleştirilmesi tamamlanmış oldu. 14. yüzyılın ilk yıllarında Denizli arazisinin düzlük kısımlarına İnançoğulları yerleşmişti. Kuzey doğusunda Germiyan Beyliği bulunuyordu. Sucaeddin Bey, bir ara bağımsızlık için hareket edince, öteden beri, Anadolu'da kuvvetli bir birliğin kurulmasını istemeyen İlhanlı Hükümdarı Timur Tas, 1327 yılında Denizli'ye geldi. Sucaettin Bey ona itaat etti. Denizli 1366'da bir deprem ile harap olduğu sırada şehir, Germiyan hakimiyetine geçmiştir. 1391 yılında Yıldırım Bayezit, Denizli'yi Osmanlı topraklarına katmıştır. 1402 yılında Timur, Ankara Savaşı'nı kazandıktan sonra, Denizli'ye gelmiş, burada bir süre kaldıktan sonra, İzmir yöresini fethe gitmiştir. 1403 yılının ilk aylarında tekrar Denizli'ye dönerek çadır kurmuştur. Timur, bu bölgeyi Germiyanlılar'a bırakarak ayrılmıştır. 1411 yılında bir ara bu bölge Karamanoğulları'nın eline geçmişse de, 1429 yılında tekrar Osmanlılar'a bağlanmıştır. 14. yüzyılın ilk yarısında Türkmenler parçalanmış bir halde bulunuyorlardı. Pek çok yerde bunların izleri kalmıştır. Germiyanoğulları Beyliği, Uşak ve Denizli'yi içine almaktadır. Babadağ'ın güneyindeki araziyi, şimdiki Tavas ve Kale ilçelerinin sahalarını kaplamaktadır. Tavas çevresine Türklerin yerleşmesi MS 12. yüzyıllara rastlamaktadır. Kesin olmamakla birlikte 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra 1280-1290 yılları civarında Türklerin bölgeye geldikleri sanılmaktadır.Genellikle gelenlerin Türkmenler olduğu, Selçukluların zayıflayıp yıkılması ile l300'lü yıllarda Tavas Beyliğinin kurulduğu ve o zamanki Tavas Beyliği'ni İlyas Bey'in yönettiği ve Mevlevi Tarikatı'na girdikleri belirtilmektedir.Tavas Beyliği Germiyan, Aydın, Hamit ve Menteşeoğulları Beyliği arasında tampon bir bölge olarak kurulmuştur. Denizli’nin Germiyan oğullarına geçişi ile Tavas Beyliği 1365 tarihinde Menteşe Beyliğine bağlanmıştır. Beylik önceleri Horasanlı köyünden sonra da Hırka köyünden yönetilmiştir. Denizli şehri, Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra, yaşantısına sakin bir şekilde devam etmiştir. 1702 - 1703 yıllarında vuku bulunan depremlerde, 12.000 kişi ölmüş, o zamanki Kale civarında bulunan şehir oturulamayacak hale gelmiştir. Bundan sonra şehir daha yukarıya, şimdiki merkezine doğru çekilmiştir. Laodikya şehrinin sürekli harpler depremlerle yıkılması üzerine halk Laodikya'nın bağ ve bahçelerinin bulunduğu, bugünkü Denizli'ye gelip yerleşmişlerdir. Türkler Laodikya adını kısaltarak Ladik olarak kullanmıştır. Denizli'nin ilk yöneticilerinden biri Seyfettin Karasungur'dur. 30 yıllık valilik ve komutanlığı sırasında, Denizli Kalesi'ni, Akhan Kervansaray'ını, birçok çeşme, camii, han ve hamamlar yaptırmıştır. Karasungur'un, San Kuvvetlerine esir düşmesi üzerine, yerine Ladik ve Honaz emimi olarak Sahip Ataoğulları'ndan Tabettin Hasan Nasreddin Ali gönderilmiş. Bunların da Cimri İsyanı'nda öldürülmeleri üzerine, Ladik emirliğine Ali Bey gönderilmiştir. Böylece Sahip Ataoğulları'nın 1277 tarihine kadar Ladik ve Honaz emirliğinde kaldıkları anlaşılmaktadır. Bölge, Sahip Ataoğulları’ndan Ladik Germiyanogulları'na geçmiştir. Fakat halkın Germiyanogulları'ndan Ali Bey'i, Giyaseddin II. Keyhusrev'e şikayeti üzerine Ladik tekrar sahip Ataogulları'na geçmiştir. Sahip Ata'nın vezirlikten azledilmesi üzerine (1288) Germiyanogulları Ladik'i tekrar ele geçirmiştir. Ali Sirkin kızının oğlu Bedrettin Murad'ı Ladik emirliğine tayin etmiştir. Mollaya sinirlenen Selçuklu Sultani Ladik'e kuvvetli bir ordu göndermiş ve burası tekrar geri alınmıştır. Bu tarihten sonra Sucaettin İnanç Ladik'te 50 yıla yakın beylik yapmış ve adaletli ve iyi idaresi sayesinde halk tarafından sevilmiştir. Ölümünden sonra yerine gecen oğlu Murat Aslan Bey de memleketi iyi idare etmiş, zamanında Türkçe fatiha tefsiri yazıl
mış, 3 çeşit para basılmıştır. Bu paraların biri üzerinde Murat Bey'in adı geçmektedir. Murat Bey'in iktidara geçiş ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmiyor. Hatta Murat Bey'in mezarına bile rastlanmamıştır. Fakat Hastane yakınındaki Murat dede mezarı, halk tarafından Murat Bey'e addedilmekte ve ziyaret edilmektedir. Bugün Denizli'de Murat Dede adıyla bir mahalle bulunduğundan, bazı kaynaklara göre bu mezar Ladik Beyliği ile ilgi derecesi tespit edilemeyen ve Hisar Savası'nda ölen Murat Bey'e aittir. Murat Aslan Bey'den sonra oğlu Issak Bey yerine geçmiş kendi adına para bastırmış fakat 1402'de Timur Anadolu'yu istila edince Denizli'nin idaresi Germiyanoglu Yakup Bey'e geri verilmiştir. Ankara Savası'ndan sonra bütün Anadolu'yu ele geçiren Timur, bir müddet sonra Kütahya ve Altıntaş'tan geçip, Ladik'e gelmiş mevsimin sonbahar olması sebebiyle karargahını Denizli'de kurarak askerlerini kışlaklara göndermiştir. O vakitler Tonguzlu denen Denizli'de askerlerin hastalanması sebebiyle, Timur karargahını havası ve suyu daha iyi olan Karcı ve Hisar köyü sırtlarına çekmiş, Menteşeoglu Mehmet Bey ile İsfendiyer Bey Timur'u burada ziyaret ederek ona 1000 at hediye etmişlerdir. Timur bir süre Denizli'de kaldıktan sonra, Serinhisar yoluyla Denizli'den ayrılmıştır. Timur'un Denizli'deki kalış günlerinde Germiyanoğlu Yakup Bey kendisini ziyaret etmiş, Kütahya ve Denizli'nin idaresini üzerine almak için onu ikna etmiştir. Konya Ladik Germiyanoğlu Süleyman Şah idaresinde iken, Osmanlı Devleti günden güne kuvvetlenip sınırlarını genişletiyorlardı. Süleyman Sah ergen Osmanlılar tarafından gelecek tehlikeyi sezerek, kendini emniyete almak için kızı Devlet hatunu, I. Murat'ın oğlu Şehzade Beyazıt'a vererek akrabalık kurmuştu (1381). Kızına çeyiz olarak verdiği yerler arasında Ladik de vardı. Beyazıt Han Denizli'de hamam ve bahçe satın almıştır. Ladik Ankara Savası'na kadar (1402) Osmanlılar'da kalmış, savaştan sonra Germiyanoğullarının yeniden hakimiyetine giren Ladik, nihayet yerine geçecek kimsesi bulunmayan Germiyan Hükümdarı Yakup tarafından, II. Murat'a bir vasiyetname ve bütün Germeyen ülkesiyle birlikte verilmiştir (1428). Böylece Ladik kesin olarak Osmanlı Devleti'ne bağlanmıştır. Ünlü gezgin Evliya Çelebi Denizli'ye uğramış ve 300 yıl öncesinin Denizli'sini şöyle dile getirmiştir. "Şehrin çevresinde pek çok akarsular ve göller bulunduğu için bu isim verilmiştir. Yoksa denizden 4 merhale uzaktadır. Kalesi düz yerde dörtgen seklindedir. Hendeği yoktur. Çevresi 470 adımdır, 4 kapısı vardır. Kuzeyinde boyacılar, doğusunda semerciler, güneyinde Yeni Camii, batısında bağlar kapısı bulunur. Kalede 50 kadar silahlı bekçi vardır ki dükkanları bekler. Asıl şehir kalenin dışında 44 mahalle ve 3600 evlidir. Büyüklü küçüklü 57 camii ve mahalle mescidi, 7 çocuk mektebi, 6 hamamı, 17 tekkesi vardır. Herkes bağlarda oturduğundan ehil ve ayalleri birbirinden kaçmaz. Birbirleriyle akraba gibi olmuştur. Halkı beyaz ve mavi feraceler giyer. Pamuğu, pamuk ipliği, beyaz ince sade bezli olup, Anadolu'ya sevk edilir. Halkın kazancı "Beyaz Denizli Bezi" dir. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile Denizli'de sınırları il mülki sınırları olan büyükşehir belediyesi kuruldu ve 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesi çalışmalarına başladı. İlin kuzey kısmı Ege, güney kısmı Akdeniz bölgesine dahildir. Kıyı kesimlerinden iç bölgelere geçit yerinde olduğundan, kuzey kısımda az da olsa iç bölgelerin iklimi hissedilir. Ege Bölgesi ikliminden sıcaklık olarak biraz düşük farklılıklar görülebilir. Denizli'de dağlar genel olarak denize doğru dik olduğundan, denizden gelen rüzgarlara açık bulunmaktadır. Kışlar ılık ve yağışlı geçmektedir. İlde yıllık sıcaklık ortalaması 15,8 °C'dir. Denizli'nin bitki örtüsü makidir.Maki küçük çalılara denir. Denizli'nin % 59'u ormanlarla kaplıdır. Çayır ve meralar % 10, ekili ve dikili arazi % 43'tir. Ekime müsait olmayan kısmı sadece % 1'dir. İlin bitki örtüsünü çoğunlukla orman ağaçları ile Akdeniz iklimine has makiler meydana getirir. Ormanlarda karaçam, kızılçam, sedir, ardıç, meşe,kestane, çınar, dişbudak, kızılağaç (Boya ağacı), günlük gibi ağaç türleri bulunur. Ormanların başladığı sınırların altında kalan dağ eteklerindeki geniş alanlar çalılık ve fundalıklarla kaplıdır. İl Nüfusu: 1.005.687 (2016). İlin yüzölçümü 12.134 m²'dir. İlde km²'ye 83 kişi düşmektedir. Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 857 kişi ile Merkezefendi’dir. İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,23 olmuştur. 2016 yılında TÜİK verilerine göre 19 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 624 mahalle bulunmaktadır. Denizli İl Nüfusu: 1.018.735(2017 sonu). İlin yüzölçümü 12.134 km2'dir. İlde km2'ye 84 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 880 kişi ile Merkezefendi’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,30 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 19 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 624 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Honaz (%4,11)- Bekilli (-% 3,14) Denizli ilinin ekonomisi sanayi ve ticarete dayalıdır. Denizli, bir ihracat ve sanayi kentidir. Hizmet sektörü de oldukça gelişmiştir. Son 15 yıl da sanayisi müthiş bir gelişme göstermiştir. ABD'ye bakır tel ihraç etmiştir. Faal nüfusun %45'i tarım, balıkçılık, Arıcılık, ormancılık ve hayvancılık'la uğraşır. Bütün gelirin %30'u sanayiden sağlanır. Türkiye'de Anadolu Kaplanları olarak bilinen ihracatçı şehirlerin başında gelir. Her yıl milyarlarca dolarlık ihracatıyla Türkiye'nin lokomotif sanayi şehirlerinden biridir. Denizli Türkiye'de ve dünyada tekstilin başkenti olarak anılıyor olsa da son yıllarda tekstilde yaşanan ekonomik kayıplar nedeniyle ekonomik dengeler mermer ve doğal taş sektörü üzerine kaymıştır. Denizli'den tüm dünya ülkelerine traverten ve türevi olan mermer ve doğal taş ihracatı gerçekleştirilmektedir. Serinhisar ilçesi de Türkiye'nin leblebi ve leblebi ürünleri ihtiyacının %85 civarını karşılamaktadır ve ihraç etmektedir. Denizli tarıma çok elverişlidir. Başlıca tarım ürünleri; buğday, arpa, Ceviz, mısır, nohut, tütün, haşhaş, ay çekirdeği, üzüm, İncir ve pancardır. Sebze üretimi ise 250 bin tondur. Üzümden sonra, kavun, karpuz, elma, armut, vişne, kiraz, şeftali, badem, erik ve nar bol miktarda yetişir. Antepfıstığı üretimi gün geçtikçe artmaktadır. 120.000 zeytin ağacından ortalama 1000 ton zeytin elde edilir. Mevcut su potansiyeli bütün ekili araziyi sulamaya elverişlidir. Ekili arazinin önemli kısmı sulanmaktadır. 95.000 incir ağacı bulunmaktadır. Sanayi oldukça gelişmiştir. Dokuma , enerji, otomotiv yan sanayi , maden ve metal sanayi ön sıradadır. Denizli'de kültür ve sanat faaliyetleri genellikle Denizli Devlet Tiyatroları, Pamukkale Üniversitesi, Denizli Büyükşehir Belediyesi, Desav (Denizli Sanat Vakfı) ve diğer kurumlar tarafından organize edilmektedir. Ayrıca özel organizasyon şirketleri de çeşitli etkinlikler düzenlemektedir. Denizli Devlet Tiyatrosu haftada iki-üç gün oyunlarını sergilemektedir. Diğer etkinlikler (Konser,söyleşi vb.) ise muhtelif mekanlarda ve zamanlarda sıklıkla organize edilmektedir. Pamukkale; kaynak sularının kirecinden oluşmuş travertenleri ile ünlü bir turizm cennetidir. Dünyada eşi benzeri bulunmayan Unesco Dünya Kültürel Miras Listesinde yer alan hem Doğal ve hem de Arkeolojik sit olan Türkiye'nin en tanınmış doğa harikasıdır. Yılda iki milyon yerli ve yabancı turist Pamukkale'yi ziyaret etmektedir. Pamukkale 2700 metre uzunluğunda ve yüksekliği 160 metredir. Parlak beyaz rengiyle Pamukkale'yi 50 km uzaklıktan görmek mümkündür. Ayrıca Pamukkale'de Hierapolis antik kenti,antik havuz, antik tiyatro, arkeoloji müzesi gezilmesi gereken yerlerdendir. Tepesinde antik Roma'dan kalma Hierapolis adlı kutsal antik şehir bulunur. 5–10 km yakınında Laodikeia (Laodikya) antik kenti bulunur. 5 km ilerisinde ise uluslararası bir termal merkez olan Karahayıt vardır. Yılın her mevsiminde ana kaynağından "58" derece çıkan Karahayıt' ın kendine has kırmızı renkli şifalı termal suyu ve termal çamuru, Ege Üniversitesi Hidroklimatoloji Enstitüsünün vermiş olduğu rapora göre içerdiği zengin mineralleri ile eşsiz bir sağlık kaynağıdır. Karahayıt' ta bulunan turistik tesislerde (Otel, Apart Otel ve Pansiyonlarda) Kırmızı Su ve Termal Çamur sayesinde pek çok hastalık ve sağlık probleminize şifa bulursunuz. Denizli' de bunların dışında çok sayıda antik kent bulunmaktadır. Keloğlan Mağarası ve Kaklık Mağarası ise mutlaka görülmesi gereken diğer turistik yerlerdendir. Pamukkale ve Karahayıt bölgesinde beş ve dört yıldızlı oteller, pansiyonlar termal turizm ve kaplıca hizmeti vermektedir. Bunların yanı sıra Denizli'nin Buldan ilçesi ürettiği birbirinden güzel el dokumaları ile dünyaca ünlüdür. Her yıl binlerce yerli ve yabancı turist ilçeyi ziyaret etmektedir. Bunların dışında; Beycesultan'da keşfedilen ve MÖ 2. binyılın başlarına tarihlenen Luvi dilinde bir hiyeroglif mühür mevcuttur. 2009 TÜİK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre, Denizli ilinin 2 Merkez ilçe ile birlikte 19 ilçe, 68 belde ve 359 köyü varken 6360 sayılı yasanın çıkmasından sonra Denizli Büyükşehir statüsü almış ve 2 merkez ilçeye ayrılmıştır. Akköy ilçesinin sınırları genişletilerek Pamukkale ilçesine dönüşmüştür. Denizli merkezinin diğer yarısı da Merkezefendi ilçesine dönüşmüştür. Belde ile köyler ise mahalleye dönüşmüştür. Denizli ili, okur yazar oranı %99 civarındadır. İldeki eğitime verilen yüksek önem neticesinde, Özellikle ÖSS, LYS, SBS gibi ortaöğretim ve üniversiteye giriş sınavlarındaki iller arası başarı sıralamasında her yıl ilk 3 sırada olmak üzere (çoğunlukla 1. sıra) kalıcı bir yere sahiptir. Bu nedenle Denizli ili ülke çapında yüksek eğitim düzeyi ve kalitesi, başarılı öğrencileriyle tanınan bir imaja sahiptir. Ayrıca 3 Temmuz 1992 tarihinde kurulan Pamukkale Üniversitesi, Denizli'ye sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan ayrı bir dinamizm ve canlılık getirmiştir. *Metropol ilçelerin merkeze uzaklıkları, kaymakamlık ile valilik arasındaki uzaklıktır. Kentte medya olduk
ça gelişmiştir. Denizli'de dört tane yerel televizyon bulunur (PAMUKKALE TV, DRT, DEHA, ART). Ayrıca kentte çok sayıda süreli ve günlük olarak yayınlanan dergi, gazete vb. bulunmaktadır. İlde Denizli Çardak Havaalanı vardır. Hava yolu ile karşılıklı olarak Denizli-İstanbul uçak seferleri gerçekleştirilmektedir. Havaalanı ve şehir merkezi arasındaki ulaşım ise özel şirketler tarafından sağlanmaktadır ve havaalanından şehir merkezi arası yaklaşık 45 dakikadır. Demiryolu ile İzmir(Basmane)-Aydın-Nazilli-Denizli arası 8-10 defa, Söke-Aydın-Nazilli-Denizli istasyonları arası 4 defa karsılıklı tren seferleri mevcuttur.Ayrıca Denizli-Afyon-Kütahya-Eskişehir arası tren seferleri yapılmaktadır. Kara ulaşımında İzmir ve Antalya gibi önemli kentlerimizin kavşak noktasında bulunan Denizli'den tüm otobüs firmaları sefer yapmaktadır.Kent içi toplu ulaşım otobüs ve minibüslerle sağlanmaktadır. 2017-2018 Sezonunu, Denizlispor 1. Ligde, Tavas Kızılcabölük ise 3.ligde tamamlamıştır. Denizli’nin futbol BAL’da 3, futbol kadın liglerinde 3 takımı vardır. Ayrıca basketbol, voleybol ve hentbol 2. Liglerinde 4 takımı daha bulunmaktadır. Denizli, Voleybol bölgesel liglerine en çok takım veren illerden biridir: Kadınlar 9, erkekler 11 takım. Ziraat Türkiye Kupası‘na 3.turdan katılan Denizlispor, Düzcespor’u elemiştir. 4.turda Batman Petrol Spor A.Ş.'ye elenmiştir. Kupaya 2.turdan katılan Kızılcabölükspor, önce TKİ Tavşanlı Linyitspor’u, 3.turda da Ümraniyespor’u elemiştir. 4.turda D.S.Sivasspor'a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Denizli Atatürk Stadyumu (15.427), Vali Recep Yazıcıoğlu Spor Salonu (2.500), PAÜ Spor Salonu (5.000), Hasan Güngör Spor Salonu (2.500), PAÜ Olimpik Yüzme Havuzu (1.200) ve Bozdağ Kayak Merkezi. 26 Ağustos 27 Ağustos 28 Ağustos 29 Ağustos 30 Ağustos 31 Ağustos 1 Eylül 2 Eylül 3 Eylül 4 Eylül 5 Eylül 6 Eylül 7 Eylül 8 Eylül 9 Eylül 10 Eylül 11 Eylül 12 Eylül 13 Eylül 14 Eylül 15 Eylül 16 Eylül 17 Eylül 18 Eylül 19 Eylül 20 Eylül 21 Eylül 22 Eylül 23 Eylül 25 Eylül 26 Eylül 27 Eylül 28 Eylül 29 Eylül 30 Eylül 1 Ekim 2 Ekim 3 Ekim 4 Ekim 5 Ekim 6 Ekim 7 Ekim 8 Ekim 9 Ekim 10 Ekim 11 Ekim 12 Ekim 14 Ekim 15 Ekim 16 Ekim 17 Ekim 18 Ekim 19 Ekim 20 Ekim 21 Ekim 22 Ekim 23 Ekim 24 Ekim 25 Ekim 26 Ekim 27 Ekim 28 Ekim 30 Ekim 31 Ekim 1 Kasım 2 Kasım 3 Kasım 4 Kasım Kapital Ekonomi Politiğin Eleştirisi alt başlıklı kitap, Karl Marx'ın en önemli yapıtlarındandır. Toplam üç cilttir. 2. ve 3. ciltler Marx'ın ölümünden sonra dostu ve çalışma arkadaşı Friedrich Engels tarafından notlarının düzenlenmesi sayesinde yayınlanabilmiştir. Marx, Kapital'de öncelikle "kapitalist toplumun en temel hücresi" olarak gördüğü "meta"nın çözümlenmesinden başlayarak kapitalist üretim ilişkilerini bütün boyutlarıyla inceler. Kapital, Türkçeye ilk olarak Osmanlı döneminde "Ceride-i Felsefiye" dergisinde özetleştirilerek "Sermaye" adıyla çevrilmiş, cumhuriyet dönemindeki ilk çevirisi de yine aynı adla 1933'te gerçekleştirilmiştir. Tamamen Türkçeye çevrilmesiyse Prof. Dr. Mehmet Selik tarafından Almanca aslından 1965 yılında yapılmış ve Sol Yayınları tarafından Aralık 1965'te basılmıştır. Kapital Cilt 1, Karl Marx tarafından 1867 yılında yazılmış,kapitalist üretim biçiminin ekonomik yasalarının, sosyalist üretim biçiminin öncüsü olduğunu ve sınıf mücadelesinin kapitalist toplumsal üretimden köken aldığını ortaya koymak amacıyla siyasi ekonomi olarak kapitalizmin eleştirel bir analizidir. Kapital Cilt 1, 14 Eylül 1867 tarihinde yayımlandı ve Das Kapital'in Marx'ın hayatta iken yayımlanan tek cildi bu oldu. Haziran 2013 yılında Komünist Manifesto ile beraber UNESCO'nun "Dünya Mirası Programı"'na kayıt edildi. İlk üç kesimde meta, ekonomik değer, değişim değeri ve paranın kökeni hakkında yoğun teorik bir tartışma yapılmaktadır. Marx'ın yazdığı gibi ""Tüm bilimlerde başlangıçlar her zaman zordur... dolayısıyla metanın analiz edildiği bölüm bu nedenle en üst düzeyde zorluğu içerecektir. "" Modern okur, Marx'ın "1 ceket eşittir 20 yarda ketenbezi" gibi tariflerini anlamakta zorluk çekmektedir. Profesör John Kenneth Galbraith şu bilgiyi dikkatimize sunmaktadır: "O yüzyılda sıradan bir yurttaşın ceket satın alması günümüzde bir insanın otomobil veya hatta ev alması ile karşılaştırılabilecek bir harekettir." Giriş Marx analizine "meta"yı tanımlayarak başlar.Metanın bir insanın her türlü istek veya ihtiyacını karşılayan bizden bağımsız bir şey olduğunu anlatır. Marx metanın kullanım değeri denilen bir özelliği olduğunu söyler. (17. yüzyıl İngiliz yazarlarında "kullanım değeri" yerine "bedel" ve değişim değeri yerine de "değer" kelimelerinin sıklıkla kullanıldığı görülür. John Locke (1691, Faiz İndiriminin Sonuçları Üzerine Bazı Düşünceler,sayfa 28): ""Herhangi bir şeyin doğal bedeli, insan hayatının ihtiyaçlarını karşılamak ve rahatlığını sağlamak açısından kendi uygunluğuna karşılık gelir."") Metanın kullanım değerini ne kadar kullanışlı olduğu ile belirlenmektedir. Marx kullanım değerinin sadece "kullanım ve tüketim sırasında" belirlenebileceğini söyler. Metanın kullanım değeri belirlendikten sonra, meta el değiştirdiğinde ortaya çıkan değişim değeri tespit edilmektedir. Bunu, değişimde karşılık olarak kullanılan diğer metaların miktarları ile açıklamaktadır. (Guillaume-François Le Trosne, Fransız ekonomist, 1846'da şunu yazmıştır: ""İki eşya arasında değişim değerindeki oranı belirleyen değer iki şeyin üretim sürecinin ölçümüdür."") Tahıl ve demir örneği vermektedir. Kullanım değeri; Değişim değeri Aralarındaki ilişkiye bakılmaksızın, her zaman belli bir miktar demir için belli bir miktar mısır değiş tokuşunda bir eşitlik olacaktır. Bu örneği bütün metaların başka metaların belli miktarlarıyla değiş tokuş edilebilmesini sağlayan benzer bir öze sahip olduğunu göstermek için vermektedir. Aynı zamanda insanın bir metanın değişim değerini ona sadece bakarak veya onu inceleyerek belirleyemeyeceğini açıklar. Değişim değeri sadece maddesel değildir. Değişim değerini belirlemek için insanın metanın diğer metalarla değiş tokuşunu görmesi gerekmektedir. Marx metanın bu iki yönünün birbirinden bağımsız olarak tartışılamayacak şekilde hem ayrışmış hem de bütünleşmiş olduğunu ifade etmektedir. Marx bir şeyin kullanım değerinin kalite açısından, değişim değerinin ise miktar açısından değişebileceğini söylemektedir. Marx bir metanın değişim değerinin onun değerinin tanımı olduğunu açıklayarak devam etmektedir. Değer bütün metaları birbiriyle ilişkilendirmektedir böylece hepsi birbiriyle değiş tokuş edilebilmektedir. Bir metanın değeri "bir toplum içinde sık rastlanan ortalama yetenek derecesi ve emek yoğunluğu ile o toplum için normal olan üretim şartları altında herhangi bir kullanım değerini üretmek için gereken emek süresi" diye tanımlanan toplumsal olarak gerekli emek zamanı ile belirlenmektedir. Dolayısıyla, Marx, metanın değerinin, birçok nedene bağlı olarak meydana gelen emek verimliliğine göre gelişim ya da değişiklik gösterdiği için sabit kalmadığını açıklamaktadır. 5 Kasım 6 Kasım 7 Kasım 8 Kasım 9 Kasım 10 Kasım 11 Kasım 12 Kasım 13 Kasım 14 Kasım 15 Kasım 16 Kasım 17 Kasım 18 Kasım 19 Kasım ab 21 Kasım 22 Kasım 23 Kasım 24 Kasım 25 Kasım 26 Kasım 27 Kasım 28 Kasım 29 Kasım 30 Kasım 1 Aralık 2 Aralık 3 Aralık 4 Aralık 5 Aralık 6 Aralık 7 Aralık 8 Aralık 9 Aralık 10 Aralık 12 Aralık 13 Aralık 14 Aralık 15 Aralık 16 Aralık 17 Aralık 18 Aralık 19 Aralık 20 Aralık 21 Aralık Coğrafi olarak Kuzey Yarım Küre için kış solstisi (gün dönümü), Güney Yarım Küre için ise yaz solstisi (gün dönümü)dir. 22 Aralık 23 Aralık 24 Aralık 26 Aralık 27 Aralık 28 Aralık 29 Aralık 30 Aralık 31 Aralık Miladi takvim Miladi takvim ya da Gregoryen takvim, Jülyen takviminin yerine Papa XIII. Gregorius tarafından yaptırılan takvim. Milat'ı tarih başlangıcı ve Dünya'nın Güneş etrafındaki dönüş süresi olan 365 gün 6 saatlik zamanı "1 yıl" olarak kabul eder. Dünyada en yaygın olarak kullanılan takvim olan miladî takvim, senede 10,8 saniye hata oranıyla en güvenilir ve hassas takvimdir. 4 Ekim 1582'de kabul edilmiştir. Değişik tarihlerde önce Avrupa'da daha sonra diğer ülkelerde yayılmıştır. Gregoryen takvim oluşturulurken Jülyen takvimine 10 gün ilave edilmiştir; 5 Ekim Cuma günü, 15 Ekim Cuma olarak kabul edilmiştir. 1752'de kabul eden ülkeler ise 11 gün ilave etmek durumunda kalmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, önce Hicrî takvim, sonra da 1 Mart'ı yılbaşı kabul eden Malî takvim kullanılmıştı. Cumhuriyet'in ilanından sonra, Malî 26 Kânun-i Evvel 1341'de (26 Aralık 1925) kabul edilen "Takvimde Tarih Mebdeinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun" ve "Günün 24 Saate Taksimi Hakkında Kanun" adlı iki ayrı yasayla 1 Ocak 1926'dan başlayarak Gregoryen takvim benimsendi. Yılbaşını 1 Ocak olarak alan bu takvimin yanı sıra günü 12 saatlik gündüz ve 12 saat gece dilimlerine ayıran saat sistemi yerine 24 saatlik bir gün kabul edildi. Gregoryen takvim, günümüze kadar kullanılan takvimler içinde en az hatalı olanıdır. Günümüzde bir ekinoks yılı 365,242375365 gündür (365 gün 5 saat 49 dakika 12 saniye). Gregoryen takvimde
ortalama bir yıl 365.2425 gündür ve gerçek ekinoks yılı uzunluğuna oldukça yakındır. Senede "ortalama" 0,000125 günlük bu ufak hata, yıllık olarak 10,8 saniyeye tekabül eder. Takvim hesaplamasında bir günlük hatanın ortaya çıkması için yaklaşık 8000 yıl geçmesi gerekir. Bununla birlikte 8000 yıl içerisinde bir ekinoks yılının uzunluğu da sabit kalmayayıp hangi uzunlukta olacağı tam olarak bilinemez. Bu nedenlerle Gregoryen takvim yeterli hassasiyette bir takvimdir ve yeniden düzenlenmesi çok uzun bir süreliğine gereksizdir. Daha önce 25 Mart olan yılın ilk günü, 1 Ocak olarak kabul edildi. Şubat ayının 28 gün olması durumu devam ettirildi. Artık yıllar, Şubat ayının 28 yerine 29 gün çektiği yıllardır. Bu uygulama, Dünyanın Güneş çevresindeki bir turu 365 gün değil, yaklaşık olarak 365 gün ve altı saat sürmesi nedeniyle her sene sonunda artan 6 saatlik süreleri bir tam güne çevirmek için oluşturulmuştur. Gregoryen takvimde sonu -00 ile "bitmeyen" ve 4'e kalansız "bölünebilen" tüm yıllar artık yıldır. Sonu -00 ile biten yıllar, yani yüzüncü yıllar ise eğer 400'e bölünebiliyorlarsa artık yıl olabilirler. Örneğin 1900 yılı artık yıl değilken 2000 yılı artık yıldır. Artık yıllar, her dört senede bir tekrar ettiği için, en son artık yıl olan 2016'dan itibaren 2020, 2024, 2028, ... şeklinde 2100 yılına kadar devam edecek; 2100 yılı 400'e kalansız bölünemeyeceği için artık yıl olmayacaktır. Bu düzenlemenin nedeni, Mart ekinoksunu 21 Mart tarihine mümkün olduğunca yakın denk getirmektir. Böylece Paskalya Bayramı 21 Mart tarihinde veya hemen sonrasında kutlanabilecekti. 2010 yılından beri, Jülyen takvimini Gregoryen takvime çevirmek için 14 gün ilave etmek gerekmektedir. Bu durum bazı Ortodoks Kiliselerinin Noel kutlama tarihlerini 7 Ocak yerine 8 Ocak olarak değiştirmiştir. Maxwell denklemleri Maxwell denklemleri Lorentz kuvveti yasası ile birlikte klasik elektrodinamik, klasik optik ve elektrik devrelerine kaynak oluşturan bir dizi kısmi türevli (diferansiyel) denklemlerden oluşur. Bu alanlar modern elektrik ve haberleşme teknolojilerinin temelini oluşturmaktadır. Maxwell denklemleri elektrik ve manyetik alanların birbirileri, yükler ve akımlar tarafından nasıl değiştirildiği ve üretildiğini açıklamaktadır. Bu denklemler sonra İskoç fizikçi ve matematikçi olan ve 1861-1862 yıllarında bu denklemlerin ilk biçimini yayınlayan James Clerk Maxwell’ in ismi ile adlandırılmıştır. Maxwell denklemleri iki ana değişkene sahiptir. Maxwell denklemlerinin mikroskobik biçimi atomik ölçekte malzemelerdeki karmaşık yükleri ve akımları kapsayan toplam yük ve toplam akımı kullanır. Bu denklem evrensel uygulanabilirliğe sahip olsa da hesaplama açısından olanaksız olabilmektedir. Maxwell denklemlerin mikroskobik kümesi atomik ölçekteki ayrıntıları dikkate almak zorunda kalmadan büyük ölçekteki davranışları açıklamada iki yeni yardımcı alan tanımlar, fakat ilgili maddenin elektromanyetik özelliklerini tanımlamada kullanılan parametrelere de ihtiyaç duymaktadır. Maxwell denklemleri terimi genellikle bu denklemlerin diğer türleri için de kullanılır. Örneğin, uzay-zaman denklemlerileri yüksek enerji ve kütleçekimi fiziğinde yaygın olarak kullanılır. Uzay ve zaman olarak ayrı ayrı tanımlanmaktansa uzay-zaman olarak tanımlanan bu denklemlerler özel ve genel görecelikle açıkça uyumludur. Nicem (Kuantum) mekaniğinde, elektrik ve manyetik potansiyellere bağlı olan Maxwell denklemlerinin türleri tercih edilir. 20. yüzyılın ortalarından beri, Maxwell eşitliklerinin kesin evren kuralı olmadığı, fakat nicel elektrodinamiğin doğru ve temel kuramına daha uygun klasik bir yaklaşım olduğu anlaşılmıştır. Birçok durumda, Maxwell denklemlerinden oluşan nicel sapmalar ölçülemeyecek kadar küçüktür. Işığın parçacık doğasının önemli olduğu ya da çok güçlü elektrik alanlarında istisnalar oluşabilir. Bu denklemler içindeki elektromanyetizmayı anlatmak için, bu makalede yöney (vektör) hesabı dili kullanılmıştır. Aksi belirtilmedikçe, koyu renkle belirtilmiş semboller yöney miktarını ve yatık belirtilmiş semboller sayısal miktarını belirtmektedir. Denklemlerde, her biri genellikle zamana bağlı olan, bir yöney alanı olan elektriksel alan E, ve bir yöney alan olan manyetik alanı B olarak tanıtılmıştır. Bu alanların kaynakları yük yoğunluğu "ρ" ve akım yoğunluğu J olarak adlandırılan bölgesel yoğunluklar olarak belirtilen elektrik yükleri ve akımlarıdır. Diğer bir doğa kanunu olan Lorentz’in kuvvet kanunu, elektrik ve manyetik alanların yüklü parçacıklar ve akımlar üzerinde nasıl etki ettiğini açıklamaktadır. Bu kanunun diğer bir türü Maxwell’in asıl eşitliğinde bulunmaktadır. Elektrik-manyetik alan denklemlerinde dört adet denklem bulunmaktadır. Bunlardan iki tanesi, eğer Gauss yasasında olan elektrik yüklerinden kaynaklanan elektrik alanları ve Gauss’un manyetizma yasasının manyetik tekkutuplularına bağlı olmadan alan çizgilerine yakın oluşan manyetik alan var ise, kaynağa göre uzay içinde bu alanların nasıl değiştiğini açıklamaktadır. Diğer iki tanesi de Faraday yasasındaki zamanla değişken manyetik alanların etrafında “dolaşan” elektrik alanları sırasında Maxwell doğrulaması ile olan Ampere yasasındaki elektrik akımı ve zamanla değişen elektrik alanları etrafında “dolaşan” manyetik alanın oluşturmuş olduğu kişisel kaynakların çevresinde alanların nasıl “dolandığını” açıklamaktadır. Maxwell eşitliğinin kesinliği içerdiği büyüklüklerin ne kadar kesin tanımlandığına bağlıdır. Kurallar birim sistemine göre değişir, çünkü ışık hızı gibi boyutsuz çarpanlar tarafından emilerek çeşitli tanımları ve boyutları değişebilmektedir. Bu bölümdeki denklemler ölçü birimli geleneksel (konvansiyonel) kullanımlarda verilmiştir. Yaygın kullanılan diğer birimler CGS sistemine dayalı Gaussian birimleri, Lorentz-Heaviside birimleri (çoğunlukla parçacık fiziğinde kullanılan), ve Planck (kuramsal fizikte kullanılan) birimleridir. Bakınız Gaussian birimli denklemler Lorentz–Heaviside units (genelde parçacık fiziği), ve Planck birimleri (kullanıldı teorik fizik). bakınız below Gaussian birimleri ile ilgili denklemler için. Bu denklemlerde görünen bazı evrensel sabit sayılar bulunmaktadır; boş uzayın elektrik geçirgenliği formula_1, boş uzayın manyetik geçirgenliği formula_2. Alanların bölgesel (lokal) bir tanımı olan türev denklemlerinde, nabla sembolü formula_3 ile belirtilen üç boyutlu yöntürevi (gradyan) işlemcisinin formula_4 olanı yayılım (divergence) işlemcisini, formula_5 olanı burkulum (curl) işlemcisidir. Buradaki kaynaklar yük ve akımın bölgesel yoğunlukları olarak alınırlar. Boş bir bölgede, alan tanımı olan tümlev denklemlerinde, formula_6 limit yüzeyli herhangi bir sabit hacim formula_7, formula_8 limit bükeyli herhangi bir sabit açık yüzey formula_9 dır. Buradaki “sabitin” anlamı zamanla değişmeyen hacim ya da yüzey demektir. Maxwell denklemi zamana bağlı hacim ve yüzeylerle denklemleştirilebilmesine rağmen, bu aslında o kadar da önemli değildir: bu denklemler zamandan bağımsız yüzeylerle tamamlanıp doğrulanmaktadır. Kaynaklar, tümlevle bulunan bu hacim ve yüzeylerin içindeki toplam yük miktarına ve akımına bağlıdır. Herhangi bir sabit hacim formula_7 üzerindeki toplam yük yoğunluğunun "ρ" hacim tümlevi, formula_7 içerdiği toplam elektrik yüküdür. Ve herhangi bir açık sabit yüzeyden geçen elektrik akım yoğunluğunun J yüzey tümlevi net elektrik akımıdır. dS yüzey alanı S türevsel yöney elementinin, yüzey Σ ye dik olarak belirtilmektedir. ( yöney alanı S yerine A olarak da belirtilir, fakat bu manyetik potansiyeldeki ayırıcı yöney alanı ile çelişir.) “Toplam yük ya da akım” serbest ve bağıl yük, ya da serbest ve bağıl akım olarak da belirtilir. Bunlar aşağıda bulunan mikroskobik denklemlerde de kullanılır. Denklemlerin türev ve tümlev denklemleri matematiksel eşitlikler olup, Gauss manyetizma kanunu ve Gauss kanunundaki yayılım kuramı (divergence teorem) ve Faraday yasası ile Ampere yasasındaki Kelvin-Stokes kuramından oluşmuştur. Hem türev hem tümlev denklemleri kullanışlıdır. Tümlev denklemleri sıkça akım ve yüklerin simetrik dağılımlarından oluşan alanların kolayca ve doğrudan hesaplanması için kullanılır. Buna karşılık, türev denklemleri, sonlu elemanlar çözümlemesindeki (analizindeki) gibi daha karmaşık (az simetrik) durumlardaki alanların hesaplanmasında daha doğal bir başlangıç noktasıdır. “Kaynaktan doğan alanlar”, sırasıyla elektrik akısı ve manyetik akı olarak tanımlanan, kapalı formula_6 yüzeyine doğru alanın yüzey tümlevi olarak anlamlandırılabilir. Kendi yayılımları gibi: formula_17 Bu yüzey tümlevleri ve yayılımları yayılım kuramı ile bağlantılıdır. “Alanlardaki dolaşımlar” kapalı ∂Σ eğrisi etrafındaki alanın çizgisel tümlevlerinden yorumlanabilmektedir. dℓ burada yol/eğriye teğet yol uzunluğunun türevsel vektör elementidir. Aynı zamanda eğimleri, Bu çizgi tümlevleri ve eğimler Stokes teoremi ile bağlantılı ve klasik sıvı dinamiklerindeki miktarlarla benzerdir. Dinamik ya da alanların zaman evrimi zamana bağlı alanların kısmi türevlerine göredir. Bu türevler elektromanyetik dalgaların türündeki alan yayılımı tahmini çok zordur. Faraday yasasınun aşağıdaki dönüşümü, yüzey zaman bağımsız olarak alındığında yapılabilmektedir. tümlev işaretinin altındaki türevsel katsayının çözülmesine daha çok sonuç almak için bakınız. Gauss yasası statik elektrik alanı ve statik elektrik alanını pozitif yükten negatif yüke doğru itilmesine neden olan elektrik yükleri arasındaki ilişkiyi tanımlamaktadır. Alan çizgisi tanımında, elektrik alan çizgileri sadece pozitif elektrik yüklerinde başlayıp, sadece negatif elektrik yüklerinde biterler. Kapalı bir alandan geçen alan çizgisi sayısını “hesaplamak”, boşluk (vakum geçirimlilikle) di-elektriksizliğinin tarafından bölünen yüzeyin çevrelediği toplam yükü (maddenin kutuplaşmasından dolayı bağıl olan yükü içeren) sağlamaktadır. Daha teknik olarak, herhangi bir farazi kapalı “Gaussian yüzeyi ”ne doğru oluşan elektrik akısı ile ilişkilidir. Manyetizma için olan Gauss yasası elektrik yükleriyle kıyas edileb
ilen manyetik yükün (manyetik tek kutuplu da denilir) bulunmadığı ifade etmektedir. Bunun yerine, maddeye göre manyetik alan çift kutup denilen yapılardan oluşmuştur. Manyetik çift kutuplar en iyi akım döngüleri olarak tanımlanmaktadır, fakat net bir manyetik yüke sahip olmayan ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı olan pozitif ve negatif manyetik yüklere benzerler. Alan çizgilerine göre, bu eşitlik manyetik alan çizgilerinin ne başlayıp ne de bittiğini fakat döngü oluşturduğunu ya da sonsuzluğu ve geriye doğru genişlediğini belirtmektedir. Diğer bir deyişle, belirli bir hacim içine girmiş herhangi bir manyetik alan çizgisi o hacminin herhangi bir yerinden çıkmak zorundadır. Herhangi bir Gaussian yüzeyi boyunca toplam manyetik akının sıfır olduğu ya da manyetik alanın sarmal bobin gibi hareket eden yöneyli alanların eşdeğer teknik açıklamalarıdır. Faraday yasası zamanla değişen manyetik alanların yapay elektrik alanlarını nasıl oluşturduğunu tanımlamaktadır. Bu dinamik indüksiyon elektrik alanı, durgun elektrik alanlarıyla birleştirilmediyse, manyetik alan gibi kapalı alan çizgilerine sahip olurlar. Elektromanyetik indüksiyonun bu yönü birçok elektrikli jeneratörünün çalışma prensibi olmaktadır, örneğin dönen bir mıknatıs çubuk dönme sırasında yakınındaki telde elektrik alanı oluşturabilen değişken bir manyetik alan oluşturur. (Not: Bu konuyla alakalı, Faraday yasasın olarak adlandırılan iki adet denklem vardır. Maxwell denkleminde kullanılan şekli her zaman geçerli olmasına rağmen Michael Faraday tarafından oluşturulan denklemden daha kısıtlı olmuştur. Maxwell düzeltmeli Ampere yasası, manyetik alanın iki yoldan üretilebileceğini belirtmektedir: elektrik akımı yoluyla (bu gerçek “Ampere yasası ”dır) ve elektrik alanını değiştirme yoluyla (bu “Maxwell düzeltmesi” kısmıdır) Ampere yasasındaki Maxwell düzeltmesi bilhassa çok önemlidir. Bu düzeltme sadece manyetik alandaki değişimin elektrik alanının oluşmasına neden olmasını değil, elektrik alanındaki değişimin manyetik alanın oluşmasına neden olduğunu göstermektedir. Bu yüzden, bu denklemler kendini idame ettiren “elektromanyetik dalgalara” boşluk boyunca yolculuk etmelerine izin vermektedir. Akım ve yükler üzerinde yapılan çalışmalarından tahmin edilebilen elektromanyetik dalgalar için hesaplanan hız ışık hızıyla tam olarak eşleşmektedir; aslında ışık elektromanyetik yayılımın bir formudur (X-ray, radyo dalgaları gibi). Maxwell 1861 yılında elektromanyetik dalga ve ışığın arasında bir bağ olduğunu anlamış, böylelikle elektromanyetizma ve optik teorileri bir hale gelmiştir. Boşluk gibi olan yüksüz (ρ = 0) ve akımsız (J = 0) alanlarda, Maxwell denklemleri aşağıda şekilde indirgenin: Kıvrım denkleminde kıvrımı (∇×) alarak, kıvrım kimliğini ∇×(∇×X) = ∇(∇•X) − ∇2X alarak dalga denklemini elde ederiz: Boşluktaki ışık hızı aşağıdaki denklem ile ifade edilir: Göreceli elektriksel geçirgenlik εr ve geçirimlilik μr özellikleri olan maddelerde, ışığın faz hızı İfade edilir ve genellikle c değerinden küçüktür. Buna ek olarak, E ve B birbirine ve dalga yayılımı yönüne karşılıklı dik ve aynı fazdadır. Sinüzoidal düzlem dalgası bu denklemlerin özel bir çözümüdür. Maxwell denklemleri bu dalgaların fiziksel olarak boşlukta nasıl yayıldığını açıklamaktadır. Değişken manyetik alanlar Faraday yasası aracılığıyla değişken elektrik alanlarını oluşturmaktadır. Sırayla, bu elektrik alanları Maxwell düzeltmeli Ampere yasası ile değişken manyetik alanları oluşturmaktadır. Bu sonsuz döngü elektromanyetik ışınım olarak bilinen bu dalgalara c hızıyla boşluk boyunca hareket etmesine izin verir. Maxwell denklemlerinin mikroskobik değişkenleri atomsal seviyede yük ve akım içeren toplam yük ve toplam akım olarak sunulan elektrik E alanları ve manyetik B alanları olarak belirtilir. Bu kimi zaman Maxwell denkleminin genel formu ya da boşluktaki Maxwell denklemleri olarak adlandırılır. Mikroskobik değişkenleri ufak farklılıklar Maxwell denklemlerinde genellikle eşit sonuçlar çıkarttırır. "Maxwell mikroskobik denklemleri", aynı zamanda maddedeki Maxwell denklemi olarak da adlandırılır. Her iki denklem de benzer olup birbirlerini tanıtırlar. "Mikroskobik" denklemlerin aksine, "makroskobik" denklemleri bağlı ücret dışarı faktör "Q" ve akım "I" ücretsiz akımları elde etmek için "Q" ve akım "I" kullanılır. Bu çarpanları aşağıdaki gibi toplam elektrik yükü ve akım bölerek yapılabilir: Mikroskobik denklemlerden farklı olarak, Makroskobik denklemler bağıl yükler Qb ve akımlarının Ib serbest yük Qf ve akımlarına If bağlı eşitliklerini elde etmek için çarpanlarına ayrılırlar. Çarpanlarına ayırma işlemi toplam elektrik yük ve akımının saçılımıyla aşağıdaki gibi ifade edilir . Çarpanlara ayırma işleminin yapılabilmesi için gerekli tamamlayıcı alanlar, yer değiştirme alanı D ve manyetik alan H ‘nin saptanması gerekir. Olgusal yapı denklemleri tamamlayıcı alanlar olan elektrik alanları E ve manyetik alanlar B ile doğru orantılıdır. Maxwell denklemindeki Mikroskobik ve Makroskobik değişkenlerin arasındaki farkı anlamak için yukarıdaki açıklamalara bakınız. Elektrik alanı bir elektrik materyale uygulandığında, bu materyalin molekülleri mikroskobik elektrik dipolleri (çift kutup) oluşturarak karşılık verir – moleküllerin atomik çekirdekleri elektrik alanının yönünde ufak bir hareketlenme gösterirken, elektronlar aynı hareketlenmeyi elektrik alanının tersi yönünde yaparlar. İçerilen bütün yükler ayrı moleküllerine bağlanmış olsa da, bu hareketlilik durumu “Makroskopik bağ yükü” üretir. Örneğin, eğer her bir molekül aynı tepkiyi verirse, figürde görüldüğü gibi, yükün bu ufak hareketlenmeleri birleşerek, materyalin bir kenarında bir kat pozitif bağ yükü üretirken, diğer kenarında da bir kat negatif bağ yükü üretir. Bağ yükünün en uygun tanımlaması materyalin polarizasyonu (P), bir birim hacmine düşen çift kutup momenti, olarak yapılabilir. Eğer P eşit dağılımlı (birlik) ise, yükün Makroskopik ayrılımı sadece P’nin girdiği ve ayrıldığı yüzeylerde üretilir. Düzensiz P dağılımlı ise, hacimde yük üretilir. Benzer bir şekilde, bütün materyallerin oluşturduğu manyetik alan ile bileşenleri atom olan açısal momentum arasında ilişki vardır. Açısal hız mikroskobik döngü olan bağlantıyı öne sürer. Bu malzemenin dışında, mikroskobik döngü materyalin yüzeyindeki Makroskopik döngü farklı değildir. Özgün manyetik alan uzun mesafeler arası yol almasına rağmen, . Bu akıntı adlandırılıyor mıknatıslanma. Bu karışık, granüllü yük ve akıntı sayesinde P M açısından Makroskopik ölçüde adlandırılır. P ve M ortalaması alınmış yüklerden ve büyük ölçüde sadece granüllü özgün atomlardan değil hatta etkili küçük çeşitli yükler çeşitli şekilde yerleştirilmiştir. Örneğin :Ortalaması hacme uygun alınmış manyetik alan ölçeğini anlamak için önemsiz olan ayrıntı Maxwell denklemleri bu ayrıntıları önemsenmemiştir. P polarizasyon alanı ve M manyetik alan mikroskobik yük ve akıntı açısından tanımlanır. Makroskopik yük yoğunluğu ρb ve yük yoğunluğu Jb polarizasyon ve mıknatıslanma tarafından tanımlanır. Eğer özgür olarak nitelenirse, toplam yük ve yük yoğunluğu şu şekilde tanımlanır. D ve H olarak tanımlanan ilişki kullanılır. Bu Makroskopik Maxwell denklemi mikroskobik denklemler olarak tekrar üretilir. Maxwell Makroskopik denklemleri kullanabilmek için, belirtilmeli yer değişimi olan D ve elektrik alanı E hatta manyetik alan H ve B. Eşit bir şekilde, ayrım yapılmalı uygulanan manyetik ve elektrik alanda bu ayrım bağlıdır polarizasyonla P ve mıknatıslanma M . Bu ayrıma esas ilişki denir. Asıl gerçek maddede, bu ilişki oldukça basit ve bu deneyi tanımlamada görevi vardır. Polarizasyon ve mıknatıslanma olmadan, bu ilişki de ve sabittir. Çünkü bağlı yük olmadığı için, toplam yük ve özgür yük eşittir Genellikle, doğrusal madde ile bu ilişki, ε geçirgen olduğu yerde vardır. Hatta bu doğrusal yük çeşitli sorunlara sahiptir. Homojen maddeler için ε ve μ madde boyunca sabitken, homojen olmayan maddeler bulunduğu maddenin yerine bağlıdır. Eş yönlü maddeler için, ε ve μ sayısalken, eş yönsüz maddeler gergidir. Maddeler genellikle ayırıcıdır bu yüzden ε ve μ EM dalga olaylarının sıklığına bağlıdır. Genel olarak lineer olmayan malzemeler durumunda, (örneğin, doğrusal olmayan optiklere bakınız), D ve P mutlak e ile orantılı değildir. Aynı şekilde B zorunlu genel olarak, H ya da M orantılı değildir, D ve H hem E ye hem de B ye bağlıdır, yer ve zaman muhtemelen diğer fiziksel miktarları gösterir. Uygulama ayrıca serbest akım ve yük yoğunluklarının davranışlarının nasıl olduğunu E ve B muhtemel çiftinin diğer fizik miktarlarının basınç, kütle, sayı yoğunluğu ve yüklerinin hızları gibi orijinal denklemleri gösterir. Maxwell denklemlerindeki değişiklik Ohms yasasındaki formu formula_38 kapsar. Gauss tane birimleri popüler bir sistem olup, bu birimler santimetre gram ikinci sisteminin bir parçasıdır. Geleneksel Cgs birimleri kullanarak değişik zaman elektrik alan olan ECGS = c-1 ESI gösterir. Bu değişen elektrik ve manyetik alanın aynı birime sahip olduğunu gösterir (SI kongresinde bu durum böyle değil: vakum EM dalgalar örn | ESI | = c | B | farklı denklemlerin boyutlu analizini yapma). Bu şekilde tanımlanan bir ücret birimi kullanan vakum ε0 = 1 / (4πc), bu nedenle μ0 = 4π / C arasında geçirgenliğe izin verir. Bu değişik düzenler kullanılarak, elde edilen Maxwell denklemleri: Mikroskobik Maxwell denklemlerinin özeti değişik noktalardaki fizik gibi matematik denklemlerini acık ve kesin bir biçimde açıklamasını gösterir. Genellikle, aynı zamanda Maxwell denklemleri denir. Doğrudan bir uzay-zaman denklemleri olan Maxwell denklemleri (vektör hesabı denklemlerinde gizli simetrisini okuyan aslında görelilik teorisi için büyük bir ilham kaynağı oldu) relativistik değişmez olduğu gösterildi. Buna ek olarak, potansiyellerini kullanarak denklemlerle bağlantısal yazım başlangıç denklemlerini çözmek için uygun bir yol olarak kullanılır ama alanlarında bulunan tüm gözlemlenebilir fiziği ile tanıtılır. Nicem mekaniğinin merkezinde oynadığı olası oyun v
e nicem mekaniğinin olası sonuçları zamanla kaybolur. Her denklem detayları için ana makalelere bakın. SI birimleri boyunca kullanılır. -Öklid uzayında + zamanında vektör denkleminde , formula_39 elektrik potansiyeli, formula_40 vektör potansiyeli veformula_41 D'Alembert operator üdür. Diğer denklemler geometrik cebir denklemlerle bağlantısal yazılımlarını ve Maxwell denklemlerinin bir matris temsilini içerir. Tarihsel olarak, kuaterniyonik denklemdir ilimleri [8] [9] kullanıldı. Maxwell eşitliklerinde elektrik ve manyetik alanlarla ilgili ve giderleri ve akımları elektrikli olanlar için kısmi diferansiyel denklemler vardır. Genellikle, giderler ve akımlar kendilerini elektrik ve manyetik alanları üzerinden Lorentz kuvvet denklemine ve yapısal denklemlerine bağlıdır. Tüm bunlar birleştiğinde bir takım çözülmesi zor kısmi diferansiyel denklemleri çıkar. Aslında bu denklemlerin çözümleri klasik elektromanyetizma ve tüm sahada tüm farklı olguları kapsar. Herhangi bir diferansiyel denklemi gibi, sınır şartları ve başlangıç koşulları eşsiz bir çözüm için gerekli olanlardır. Örneğin, uzay zamanında hiçbir akım ve gider olmadığında bile Maxwell denklemleri ile çözümler mümkündür ama birçok çözüm bariz çözüm değildir E = B = 0. Diğer çözüm E=sabit, B=sabit, yine başka bir çözüm elektromanyetik uzay zamanı dalgalarına sahiptir. Bazı durumlarda, Maxwell denklemleri sonsuz boşluklar boyunca çözülür ve sınırlı denklemler sonsuzda kavuşmaz limit olarak verilmektedir. Diğer durumlarda, Maxwell denklemleri o bölgeye uygun sınır koşulları ile alanı sadece sınırlı bir bölge ile çözülüyor. Örneğin, sınır evrenin veya periodik sınır koşullarının dış dünyadan kalan küçük bir bölgeyi izole duvarları ile tarif ve temsil eden yapay bir emici sınır olurdu. Jefimenko’nun denklemleri manyetik ve elektrik alanlarında yaratılan gider ve akım rahatsızlıklarının oluşturduğu Maxwell denklemlerine çözüm göstermiştir. Bu mevcut tek alanlar yükleri yoluyla oluşturulan olanlardır ve engelli çözelti olarak adlandırılan çözelti elde etmek için özel başlangıç şartlarını kabul edilmiştir. Ücretleri ve akıntılar oluşturdukları alanların kendileri tarafından oluşturulduğu zaman Jefimenko’nun denklemleri pek işe yaramaz. Diferansiyel denklemler için sayısal yöntemler tam bir çözüm imkânsız olduğunda Maxwell denklemlerinden yararlanılabilir. Bu yöntemler genellikle bir bilgisayar gerektirmez ve sonlu elemanlar yöntemi ve sonlu fark zaman alanı yöntemini içerir. Maxwell denklemleri altı bilinmeyenli olarak belirtilmiştir. Üç bileşen E ve B oluşur ve iki denklem için Gauss yasasınu, üç vektör bileşeni için Faraday ve ampere yasasından yararlanılmıştır.(giderleri ve akımları bilinmemektedir.) bu Maxwell denklemlerindeki sınırı belli fazlalıklarla ilgilidir. Sayısal algoritma iki Gauss yasalarında göz ardı etmek mümkün olmasına rağmen, kötü tahmin hesaplamaları bu yasaların ihlallerine neden olur. Bu ihlalleri karakterize kukla değişkenleri tanıtarak, dört denklem yine de sonucu belirtememiş. Oluşan denklemler hesabına göre dört yasaları almak daha doğru algoritmalara yol açabilir. Maxwell denklemleri olayların çeşitli açıklayan ve tahmin de olağanüstü başarılı iken, onlar için evrenin yasaları kesin değil sadece yaklaşıktır. Örnekler son derece güçlü alanları ve son derece kısa mesafeleri içerir. Ayrıca Maxwell denklemlerinin olanaksız olduğu tahmin edilmesine rağmen dünyada çeşitli görüngü oluşmuştur. Örnek olarak klasik olmayan ışık ve elektromanyetik alanın nicem engeli verilebilir. Son olarak, Maxwell denklemleri tam olarak sıfır olursa herhangi bir olağanüstü olaylar bireysel foton içeren durumlarda: örneğin fotoelektrik etti, Planc’s yasası, Duane-hunt yasası, tek foton ışık detektörü vb. açıklamak hem imkânsız ve zordur çünkü Maxwell denklemleri foton içermez. Tüm durumlarda en doğru tahminler için, Maxwell denklemleri ve nicem elektrodinamik yerini edilmiştir. Elektromanyetik alanların bir klasik teorisi olarak bilinen Maxwell denklemlerinin popüler varyasyonları nispeten sınırlıdır çünkü standart denklemler oldukça iyi durumda durmaktadır. Maxwell denklemleri evrende elektrik yükünün olduğunu ama manyetik yükünün bulunmadığını varsayar. Gerçekte manyetik yük gözlenememiş ve var olmamıştır. Eğer bunlar var olmuş olsaydı Gauss ve Faraday kânununların değişmesi gerekebilirdi ve çıkan dört denklem elektrik ve manyetik alanların değişimi altında tamamen simetrik olacaktı. Maxwell denklemleri fizikçiler arasında popüler olan konulardan biridir. Bazı insanlar klasik fizik ve din arasında bir köprü kurar. Elektromanyetik denklemler ışık ile ilgilidir. Hıristiyan inancında İncil'in yaratılış kısmında (Genesis 01:03) "Ve tanrı söyledi 'ışık olsun' ve ışık oluştu (And God said, “Let there be light,” and there was light. ) sözü geçtiği için bu denklemlerin Tanrı ile ilgili olduğu düşünülmektedir. Resimde benzer bir t-shirt görüyoruz ve bu t-shirt Amerikan Sitcomun ‘After the Fire’ bölümünde ‘Alex’ tarafından giyilmiştir. Stanley Kubrick Stanley Kubrick, (d. 26 Temmuz 1928 - ö. 7 Mart 1999), Amerikalı yönetmen, senarist, yapımcı, fotoğrafçı ve sinematograf. Estetik kusursuzluğu elde edebilmek için denediği farklı teknik yöntemlerle dünya çapında sinemayı etkilemiş ve dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yönetmenleri arasında sayılmıştır. Eserlerinin çoğunda özgün senaryo yazmayı tercih etmemiş, edebiyat yazarlarının eserlerini sinemaya uyarlamıştır. Kubrick sinemasında, mükemmeliyetçi atmosfer dışında yoğun sembolizm ve gerçekçilik görülür. Korku, savaş, polisiye, kara mizah ve bilim kurgu olmak üzere farklı türde eserler vermiştir. Kubrick, beş kez aday gösterildiği Oscar Ödülleri'nden sadece birini, "2001: Bir Uzay Macerası" filmi ile En İyi Özel Efekt dalında kazanmıştır. Martin Scorsese, James Cameron ve Woody Allen gibi isimler, Kubrick'i önemli bir ilham kaynağı olarak gördüklerini belirtmişlerdir. Yönetmenin önemli filmleri arasında "Zafer Yolları" (1957), "Spartaküs" (1960), "Lolita" (1962), "Dr. Garipaşk" (1964), "" (1968), "Otomatik Portakal" (1971), "Barry Lyndon" (1975), "Cinnet" (1980), "Full Metal Jacket" (1987) ve "Gözleri Tamamen Kapalı" (1999) yer almaktadır. Amerikan vatandaşı olan Kubrick, "Lolita" filminin çekimleri için geçici olarak taşındığı Birleşik Krallık'a, filmin çekimlerinin tamamlanmasının ardından kalıcı olarak yerleşmiş ve hayatını kaybettiği 1999 yılına dek Hertfordshire, Birleşik Krallık'taki evinde yaşamaya devam etmiştir. Kariyerine New York'un "Look" dergisine amatör fotoğraflar çekerek başlayan Kubrick, kısa zamanda "Look" dergisinin fotoğrafçılarından biri oldu. İzlediği filmlerden çok daha iyisini yapabileceğine inanarak yönetmenlik yapmaya başladı. İlk filmleri "Fear and Desire", "Killer's Kiss" ve "The Killing" ile kendisini ispatladı. "Paths of Glory" ve "Spartaküs" ise, onun iyi yönetmenler arasındaki yerini almasını sağladı. 1960'lı yıllarda "Lolita" filmini çekmek üzere Birleşik Krallık'a giden Kubrick, yaşamının geri kalanını bu ülkede, Hertfordshire'da satın aldığı Childwickbury Köşkü'nde geçirdi. "Dr. Garipaşk", satirik komedinin sinemadaki önemli örneklerinden biri olarak kabul edilir. Ancak Stanley Kubrick'i 20. yüzyılın en önemli yönetmenlerinden biri yapan, 1968 MGM Cinerama prodüksiyonu olan "" ve 1971 yapımı "Otomatik Portakal"dır. William Makepeace Thackeray'in bir romanının sinemaya uyarlanması olan "Barry Lyndon", Jack Nicholson'ın oynadığı "The Shining", yaklaşık 7 yıl çalıştığı savaş filmi "Full Metal Jacket" ve son anda yapmaktan caydığı "Yapay Zeka", Kubrick efsanesini sürdüren filmler oldular. Arthur Schnitzlerin "Traumnovelle" romanından uyarlanan ve Tom Cruise ile Nicole Kidman'ın oynadıkları, "Gözleri Tamamen Kapalı"yı bitirdikten birkaç gün sonra ölen Kubrick; Childwickbury Manor, Hertfordshire, Birleşik Krallık'ta toprağa verilmiştir. Necip Fazıl Kısakürek Ahmet Necip Fazıl Kısakürek (26 Mayıs 1904, İstanbul - 25 Mayıs 1983, İstanbul), Türk şâir, yazar ve düşünür. Necip Fazıl, 24 yaşındayken yayımladığı ikinci şiir kitabı "Kaldırımlar" ile tanınmıştır. 1934 yılına kadar sadece şair olarak tanınmış ve o devirde Türk basınının merkezi olan Bâb-ı Âli'nin önde gelen isimleri arasında yer almıştır. 1934 yılında Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan sonra büyük bir değişim yaşayan Kısakürek, 1943-1978 arasında 512 sayı yayımlanan Büyük Doğu Dergisi yoluyla İslamcı görüşlerini kamuoyuna duyuran ve Büyük Doğu Hareketi’ne önderlik eden bir şairdir. Dergi, Türkiye'de antisemitizmin yayılmasında öncü bir rol oynamıştır. 1904 yılında İstanbul’da Maraşlı bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Babası o sırada hukuk öğrencisi olan ve daha sonraki yıllarda Bursa'da âzâ mülazımlığı, Gebze savcılığı ve Kadıköy hakimliği görevlerinde bulunan hukukçu Abdülbaki Fazıl Bey; annesi, Girit ensarlarından bir ailenin kızı olan Mediha Hanım’dır. Ailenin tek çocuğu idi. Ailesi ona “Ahmet Necip” adını verdi. Necip adını, babasının büyükbabası Necip Efendi’den aldı. Çocukluğu dönemin ünlü hakimlerinden olan büyükbabası Mehmet Hilmi Bey’in Çemberlitaş’taki konağında geçti. 15 yaşına kadar önemli hastalıklar geçirdi. 4-5 yaşlarında iken dedesinden okumayı öğrendi ve büyükannesi Zafer Hanım’ın da etkisi ile tutkulu bir okuyucu haline geldi. İlköğrenimini pek çok farklı okulda aldı. Kısa bir süre Gedikpaşa’daki "Fransız Frerler Mektebi"’nde okudu. 1912 yılında "Amerikan Koleji"’ne kaydedildi ancak yaramazlıkları nedeniyle bu okuldan atıldı; eğitimine önce Büyükdere’deki "Emin Efendi Mahalle Mektebi" 'nde, ardından yatılı bir okul olan ve Raif Ogan’ın yönettiği ""Rehber-i İttihat Mektebi""nde devam etti. Sonraki yıllarda yakın dostu olacak olan Peyami Safa’yı bu okulda tanıdı. Rehber’-i İtihat Mektebi’nde de fazla kalmayıp "Büyük Reşit Paşa Numûne Mektebi"’ne ve daha sonra seferberlik sebebiyle gidilen Gebze'nin Aydınlı Köyü’nün ilk mektebine yazıldı. Kız kardeşi Sema’nın beş yaşında ölümünden sonra annesi vereme yakalanınca ailesi Heybeliada'ya taşındı ve böylece Necip Fazıl ilk öğrenimini, "Heybeliada N
umûne Mektebinde tamamladı. 1916 yılında, "Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhâne"’ye (bugünkü adı ile Deniz Harp Okulu) imtihanla girdi. Beş yıl öğrenim gördüğü bu okulda Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Akseki gibi Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi tanınmış isimler görev yapmakta idi. Türk şiir ve düşünce hayatının Necip Fazıl’a göre zıt kutbunda yer alacak olan Nâzım Hikmet Ran aynı okulda iki sınıf üstte öğrenci idi. Necip Fazıl, Bahriye Mektebi’ndeki öğrencilik döneminde şiirle ilgilenmeye başladı, tek nüsha elle yazılmış “"Nihal"” isminde haftalık bir dergi çıkararak ilk yayıncılık faaliyetine başladı. Okulda iyi derece İngilizce öğrenerek Lord Byron, Oscar Wilde, Shakespeare gibi batılı yazarların eserlerini orijinal dilinde okuma imkanını buldu. Ahmet Necip olan adının “Necip Fazıl” olması bu okulda gerçekleşti. Bahriye Mektebi’nde üç yıllık öğrenimini tamamladıktan sonra ilave edilen dördüncü sınıfı bitirmedi ve okuldan ayrıldı. İstanbul’un işgali sırasında annesi ile birlikte Erzurum’daki dayısının yanına giden Necip Fazıl, bu arada henüz çok genç yaşta olan babasını kaybetti. 1921 yılında Darülfünûn'un Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesine girdi. Bu okulda Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Faruk Nafiz, Ahmet Kutsi gibi dönemin ünlü edebiyatçıları ile tanıştı. Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı Yeni Mecmua dergisinde ilk şiirleri yayımlandı. Lise ve Darülfünun öğrencileri arasından eğitim hayatlarını devam ettirmek üzere Avrupa ülkelerine gönderilecek ilk grubu belirlemek için 1924 yılında Maarif Vekaleti’nin açtığı sınavda gösterdiği başarı sonucu, üniversitedeki eğitimini resmen tamamlamış sayıldı ve Paris'e gönderildi. Sorbonne Üniversitesi Felsefe bölümüne girdi (1924). Bu okulda sezgici ve mistik filozof Henri Bergson ile tanıştı. Paris’te bohem bir yaşam sürdü, kumara ilgi duymaya başladı. Bir yılın sonunda bursu kesildi ve yurda dönmek zorunda kaldı . Paris’teki bohem hayatına bir süre İstanbul’da da devam etti. 1925'te ilk şiir kitabı ""Örümcek Ağı""nı bastırdı. O yıllarda yeni bir meslek olan bankacılık alanında çalıştı. Bir Hollanda bankası olan “Bahr-i Sefit Bankası”nda başladığı bankacılığa Osmanlı Bankası’nda devam etti. Kısa sürede Ceyhan, İstanbul, Giresun şubelerinde çalıştı. 1928 yılında ikinci şiir kitabı olan “"Kaldırımlar"” yayımlandı. Kitap, büyük bir ilgi ve hayranlık topladı. 1929 yazının sonlarına doğru gittiği Ankara'da, İş Bankası’na “Umum Muhasebe Şefi” olarak girdi. Bu kurumda 9 yıl çalışmış ve müfettişliğe kadar yükselmiştir. Ankara’daki yaşamı sırasında siyasal elit ve aydınlar ile yakın ilişki kurdu; Falih Rıfkı ve Yakup Kadri ile sürekli birlikte idi. 1931-1933 arasında askerlik yaptı. Askerlik hayatının 6 ayı Taşkışla'nın 5. Alayının Zâbit kıtasında neferlik; 6 ayı Harbiye’de İhtiyat Zâbit Mektebi’nde öğrencilik, 6 ay aynı yerde subaylık yaptı. Askerliğini yaptıktan sonra Ankara’ya döndü. Üçüncü şiir kitabı ""Ben ve Ötesi""nin yayınlanmasından sonra ününün zirvesine ulaştı. Dergilerdeki hikâye yazılarını “"Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil"” adlı kitapta topladı. 1934 tarihi, Necip Fazıl biyografisinde bir dönüm noktası oldu. O yıl, bir Nakşî şeyhi olan Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştı. Abdulhakim Arvasi ile Eyüp Sultan’daki Pierre Loti Mezarlığı yanındaki Kaşgari Murtaza Efendi Cami’ndeki sohbetleri sayesinde ciddi bir fikir ve zihniyet dönüşümü yaşadı. Abdulhakim Arvasi ile tanışmasını kendisine milat kabul eden Necip Fazıl’ın şiirlerinde bu tanışmadan sonra tasavvufi düşüncenin izleri görülmeye başladı Arvâsî ile tanışmasından sonra yaşadığı derin fikir buhranın ardından hayatının yeni dönemindeki ilk önemli eseri olan “"Tohum"” adlı tiyatro oyununu yazdı (1935). İslamcılık ve Türklük vurgusunun ön planda olduğu eser, Muhsin Ertuğrul tarafından İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan sahnelendi. Oyun, sanat çevrelerinden büyük ilgi gördüğü halde halkın ilgisini çekmedi. 1936’da bir kültür–sanat dergisi olan “"Ağaç Mecmuası"”nı çıkarmaya başladı. İlk sayısı 14 Mart 1936’da Ankara’da çıkarılan dergi, ilk altı sayıdan sonra İstanbul’da çıkarılmaya başladı. Dergi, spirütalist özelliklere sahipti ve Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı gibi önemli edebiyatçılardan katı sağlanmaktaydı. Büyük ölçüde İş Bankası tarafından finanse edilen derginin yayın hayatı 16 sayı sürdü. 1937 yılında tamamladığı “"Bir Adam Yaratmak"” adlı piyesi ilk defa 1937-38 tiyatro sezonunda, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye kondu ve büyük ilgi yarattı. Eser, insanın ve aklın güçsüzlüğünü ortaya koymakta ve pozitivizmi, kuru akılcılığı reddetmektedir. 1938 yılı başlarında yeni bir millî marş yazılması için “"Ulus"” gazetesinin açtığı yarışma ile ilgili olarak kendisine yapılan teklifi benimsedi ancak yarışmanın vazgeçilmesi şartını öne sürmüştü. Bu şartı hemen kabul edildi ve böylece “"Büyük Doğu Marşı"” şiirini yazdı. Şiire verdiği “Büyük Doğu” adı, daha sonra çıkaracağı derginin adı oldu. 1938 sonbaharında bankacılıktan ayrılan Necip Fazıl, Haber Gazetesi’ne girerek gazeteciliğe başladı. Maarif Vekili Hasan Âli Yücel tarafından atandığı Ankara Devlet Yüksek Konservatuvarı’nda öğretim üyeliğini kısa süre sonra bıraktı ve kendisine İstanbul'da bir görev verilmesini istedi. Güzel Sanatlar Akademisi'nin Yüksek Mimari kısmına atanan Necip Fazıl, Robert Kolej'de edebiyat öğretmenliği yaptı. 1934'te yaşadığı buhranlı dönemini anlatan “"Çile"” adlı şiirini 1939'da yayımladı. 1940 yılında Türk Dil Kurumu hesabına ""Namık Kemal"" isimli bir eser kaleme aldı. Namık Kemal’in 100. doğum yıldönümü dolayısıyla yayımlanan kitapta Namık Kemal’i şairliği, romancılığı, oyun yazarlığı, fikir adamlığı konularında yerden yere vurdu. 1941 yılında Fatma Neslihan Balaban ile evlendi. Bu evlilikten Mehmet (1943), Ömer (1944), Ayşe (1948), Osman (1950) ve Zeynep (1954) isimli beş çocuğu oldu. 1942 kışında yeniden askerlik yapmak üzere 45 gün için Erzurum’a gönderildi. Askerde iken siyasi bir yazı kaleme alması nedeniyle mahkum oldu ve ilk kez hapis cezası aldı; Sultanahmet Cezaevi’nde hapis yattı. Necip Fazıl Kısakürek, 1943 yılından itibaren siyasal tavrını ve Türk modernleşmesine eleştirisini ortaya koyan faaliyetlerine başlamıştır. Muhalefet anlayışını ifade eden araç, 17 Eylül 1943 günü ilk sayısını çıkardığı “"Büyük Doğu"” dergisidir. Büyük Doğu, o dönemde çıkarılan tek İslamcı dergidir. Başlangıçta dönemin ünlü isimlerinin yazılarının da yer aldığı dergide daha sonra değişik takma adlarla Necip Fazıl’ın yazdığı yazılar egemen olmuştur. Necip Fazıl’ın takma isimlerinden bazıları şunlardır: " B.A.B, İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa, Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu, Ahmet Abdülbaki, Abdinin Kölesi, HA.A.KA, Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü., Dilci, İstanbullu, Muhbir, Dedektif X Bir….". Dergi, ilk olarak 1943 yılının Aralık ayında “"dinî neşriyat yapmak ve rejimi beğenmemek"” gerekçesi ile birkaç aylığına kapatılırken Necip Fazıl, Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimari bölümündeki işinden kovuldu. Dergi, Şubat’te tekrar yayınlandı ancak ""rejime itaatsizliği teşvik"" suçlamasıyla Mayıs 1944'te Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. Gerekçe, “"Allah’a itaat etmeyene itaat edimez"” hadisinin Tek parti yönetimini işaret ettiğine inanılmasıydı. Necip Fazıl, ikinci defa ikinci askerliğe sevk edilerek Eğirdir'e sürüldü. 2 Kasım 1945’te Büyük Doğu’yu yeniden çıkarmaya başladı. Dergide artık daha çok dini yazılara yer veriliyordu ve yazıların çoğu, “"Adıdeğmez"” mahlasını kullanan kendisinin kaleminden çıkmaktaydı. Dergisinin üst üste kapatılmalarından sonra radikalleşen Necip Fazıl, 4 Aralık 1945 günü gerçekleşen Tan baskını sırasında Vakit Yurdu denilen binanın penceresinden olayları izledi ve kendisine sevgi gösterisi yaparak binanın önünden geçen gençleri alkışladı. Büyük Doğu, 13 Aralık 1946 tarihli sayıdaki yazısı nedeniyle tekrar kapatıldı. Necip Fazıl, dergide tefrika edilmeye başlamış olan ""Sır"" isimli piyesinden dolayı ""milleti kanlı ihtilale teşvik"" suçlamasıyla mahkemeye çıkarıldı. 1947 baharında Büyük Doğu’yu yeniden çıkarmaya başladı. 6 Haziran’da Rıza Tevfik'e ait “"Abdülhamîd'in Ruhaniyetinden İstimdat"" başlıklı bir şiirin yayınlanması sebebiyle dergi mahkeme kararıyla tekrar kapatılırken Necip Fazıl tutuklandı. Derginin sahibi görünen eşi Neslihan Hanım ile birlikte ""Padişahlık Propagandası Yapmak - Türklüğe ve Türk Milletine Hakaret""ten yargılanan şair, 1 ay 3 gün tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. Bu tarihten sonra dergide sadece İslamcılığı öven yazılar değil; Yahudilik, Masonluk, komünizm düşmanlığı içeren yazılar yayımladı. 1947 yılı içinde ""Sabır Taşı"" piyesi "C.H.P. Sanat Mükâfatı"na lâyık görülse de jürinin verdiği karar Parti Genel İdare Kurulu tarafından iptal edildi. Aynı yıl, Büyük Doğu’nun çıkmadığı bir dönemde “"Borazan"” adlı mizah dergisini üç sayı çıkaran Necip Fazıl, hakkındaki beraat kararı 1948 yılında Temyiz Mahkemesi tarafından bozulunca geçimini sağlamak için evindeki tüm eşyaları satmak zorunda kaldı. Sanatçı, 28 Haziran 1949'da "Büyük Doğu Cemiyeti"’ni kurdu. Başkanı olduğu dernekte başkan yardımcısı Cevat Rıfat Atilhan ve genel sekreter Abdurrahim Rahmi Zapsu idi. 1950’de derneğin ilk şubesi Kayseri’de açıldı. Necip Fazıl, Kayseri’deki açılıştan İstanbul’a döndükten sonra bir yazısı nedeniyle tutuklandı; “Türklüğe hakaret davası”nda verilmiş beraat kararı Nisan ayında temyiz mahkemesi tarafından bozdurulunca eşi Neslihan Hanım ile birlikte hapse girdi. 1950 genel seçimlerinden sonra seçimden zaferle çıkan Demokrat Parti’nin çıkardığı Af Kanunu ile hapishaneden tahliye edilen ilk kişi olarak 15 Temmuz’da serbest kaldı. 18 Ağustos 1950’de Büyük Doğu’yu yeniden çıkarmaya başladı. Necip Fazıl, dergide Adnan Menderes’e açık mektuplar yayınlayarak partiyi İslam ekseninde geliştirmesini önermekteydi. O yıl Büyük Doğu Cemiyeti’nin Tavşanlı, Kütahya, Afyon, Soma, Malatya, Diyarbakır şubelerini açtı. 22 Mart 1951 yılında “"Kumarhane Baskını"” olarak anılan olay gerçekleşti. Beyoğlu’nda bir kumarhaneye düzenlenen baskında yakalanan Necip Fa
zıl, bu olay nedeniyle 18 saat karakolda tutuldu. O dönemki açıklamalarında röportaj yapmak üzere kumarhanede olduğunu ifade eden; daha sonraki yıllarda ise Büyük Doğu’yu koruma için bir adam tutmak üzere orada olduğunu açıklayan Necip Fazıl’a göre bu olay Demokrat Parti’nin bir komplosudur. 30 Mart 1951’de dergisinin 54. sayısını çıkardı. Ancak dergi henüz bayilere dağıtılmadan hakkında toplatılma kararı çıktı. Bu sayıda yer alan imzasız bir yazısı nedeniyle tutuklanan Necip Fazıl, 19 gün tutuklu kaldı. 9 ay 12 günlük mahkumiyet kararı çıkınca mahkumiyetini dört ay erteletti; ardından hastaneden 3 aylık bir tecil raporu aldı. Necip Fazıl, başkanı olduğu Büyük Doğu Cemiyeti’ni ani bir kararla 26 Mayıs 1951’de feshetti. Örtülü ödenekten aldığı paraya karşılık cemiyeti kapattığı iddia edilir. Kurmayı düşündüğü Büyük Doğu Partisi’nin ana nizamnamesini 15 Haziran 1951’de Büyük Doğu Dergisi’nde yayımladı. Öngördüğü düzende CHP'nin Altı Ok'una karşılık Büyük Doğu'nun "Dokuz Umdesi", Millî Şef'e karşılık İslâmi bir yüce olan “"Başyüce"” vardı. Programa göre faiz, dans, heykel, zina, fuhuş, kumar, içki, her türlü keyif verici maddenin yasak olduğu, suçluların kısas yöntemi ile cezalandırılacağı bir ülke yaratılacaktı. Necip Fazıl, Haziran 1951'de dergiye ara verdi. Son sayıda “"Müslüman Türklerin günlük gazetesi çıkacak"” haberini verdi. "Günlük Büyük Doğu Gazetesi" 16 Kasım 1951'de yayına başladı. Necip Fazıl'ın 1951'deki mahkumiyet kararı ile ilgili hastaneden aldığı tecil raporunun süresinin dolduğu sırada 22 Mayıs 1952’de ""Malatya hadisesi"" meydana geldi. O gün Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman Malatya'da bir suikast teşebbüsü ile yaralanmıştı. Necip Fazıl, Hüseyin Üzmez'i azmettirmekle suçlandı. Şair, ""Taammüden katle teşvik ve azmettirmek, katle teşebbüs fiilini medih ve istihsal eylemek"" suçlaması ile tutuklanıp Malatya'ya sevk edildi. 1951'deki mahkumiyeti sebebiyle 9 ay 12 günlük hapis cezasını çekerken “"Maskenizi Yırtıyorum"" başlıklı bir broşür yayımlayarak 1943'ten beri başına gelenlerin ve Malatya Hadisesi ile ilgili yaşananların geniş bir muhasebesini yaptı (11 Aralık 1952). Malatya hadisesi davası halen devam etmekte olduğundan 1951 mahkumiyeti ile ilgili cezası dolduktan sonra bir süre daha tutuklu kaldı. Malatya Davası'ndan suçsuz bulununca 16 Aralık 1953'te serbest kaldı. 1957'de çeşitli davalardan gecikmiş cezaları nedeniyle 8 ay 4 gün daha hapis yattı. 1958'de, Türkiye Jokey Kulübü'nün ısmarlamasıyla “"At'a Senfoni"” adlı bir eser kaleme aldı. 1960 darbesinden sonra 6 Haziran’da evinden alınan Necip Fazıl, 4,5 ay Balmumcu garnizonunda tutuldu. Basın Affı nedeniyle tahliye edilse de Atatürk’e hakaret suçu içerdiği iddia edilen bir yazısı nedeniyle mahkumiyet kararı o Balmumcu’da iken kesinleştiği için, tahliye edildiği gün tekrar tutuklandı ve Toptaşı Cezaevi’ne sevkedildi. 1 yıl 65 günlük cezayı doldurduktan sonra 18 Aralık 1961’de serbest kaldı. Serbest kaldıktan sonra, önce Yeni İstiklal, sonra Son posta gazetelerinde yazarlığa başladı. 1963-1964’te Türkiye’nin çeşitli yerlerinde konferanslar verdi. 1965’te ""b.d. Fikir Kulübü""nü kurdu. Konferanslar serisini ve günlük yazılarını sürdürdü; bazı eserlerini gazetelerde tefrika etti. 1973 yılında Hacca gitti. O yıl oğlu Mehmet’e ""Büyük Doğu Yayınevi""ni kurdurdu. "Esselâm" isimli manzum eserinden başlayarak daha evvel çeşitli yayınevlerince basılmış eserlerinin düzenli yayınına başladı. 23 Kasım 1975’te Millî Türk Talebe Birliği tarafından Mücadelesinin 40. Yılı münasebetiyle bir "Jübile" tertiplendi. 1976'da, dergi-kitap şeklinde, 1980 yılına kadar 13 sayı sürecek "Rapor"ları, 1978'de de SON DEVRE Büyük Doğu dergisini çıkardı. 26 Mayıs1980'de Türk Edebiyat Vakfı tarafından ""Şairler Sultanı"" ve 1982 yılında yayınlanan ""Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu"" isimli eseri münasebetiyle de ""Yılın Fikir ve Sanat Adamı"" seçildi. “"İman ve İslâm Atlası"” adlı eserini yazmak için 1981 yılında Erenköy’deki evinde odasına kapandı. Yeni bir Parti kurmak üzere bulunan Turgut Özal’ı sık sık odasına kabul etti, tavsiyelerde bulundu. Atatürk aleyhinde işlenen suçlar hakkındaki kanuna aykırı fiilinden dolayı 8 Temmuz 1981 tarihinde Atatürk'ün manevi şahsına hakaret suçundan hüküm giydi. Karar Yargıtay 9. ceza dairesi tarafından onaylandı. Davaya konu olan ""Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin,"" adlı kitabın herhangi bir suç unsuru teşkil etmediği mahkemenin atadığı bilirkişi tarafından rapor edilmişse de Necip Fazıl ""Atatürk'e hakaret etmeye meyilli olmak"" gerekçesiyle mahkûm edildi. 25 Mayıs 1983’te evinde hayatını kaybetti. Cenazesi, Eyüp Sultan Mezarlığı'nda toprağa verildi. 12 yaşında şiire başlayan Necip Fazıl'ın ilk şiir kitabı 17 yaşında iken yayınlandı ve şiirleri M.E.B'in ders kitaplarında okutuldu. Genç yaşta yazdığı tiyatro eserleri, dönemin tiyatrolarında aylarca kapalı gişe sahnelendi. Paris dönüşü yayımladığı "Örümcek Ağı" ve "Kaldırımlar" adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta ünlü yaptı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı "Ben ve Ötesi" (1932) ile takdir toplamayı sürdürdü. Birçok kişi tarafından da çok sevilen şair "Üstad Necip Fazıl Kısakürek", olarak anılmaya başlandı. Necip Fazıl 1934 yılında Nakşî şeyhi Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra İslami kimliği ile öne çıkmaya başladı. Bu dönemde hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına kaleme aldı. "Tohum", "Para", "Bir Adam Yaratmak", "Nam-ı Diğer Parmaksız Salih" gibi piyesleri büyük ilgi gördü. "Cinnet Mustatili" adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan veya toplatılan "Büyük Doğu"'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Millî Gazete, Her Gün ve Tercüman gazetelerinde yayımladı. Vasiyetinin bir kısmı: Çile şiirindeki şu satırlar vasiyetini teyit eder niteliktedir: 1934 yılında dahil olduğu Nakşibendilik tarikatından sonra ülkedeki siyasi gelişmelerle ilgili değerlendirmelerde bulunmaya başladı. 1943 yılından sonra çıkardığı Büyük Doğu dergisinde yazdıklarıyla 1945 yılındaki Tan Olayını, 1952 yılındaki Ahmet Emin Yalman suikastini desteklemiş; Altıncı Filo'yu Protesto Olayları'nı eleştirmiştir. Bu dönemde fikirleri Millî Türk Talebe Birliği'ndeki gençler tarafından sahiplenilmiştir. Soğuk Savaş döneminde Türkiye'de antikomünizm akımın öncülerinden olmuştur. Ayrıca dünya bakışı çerçevesinde yakın tarihi de yorumlamış ve bu yönde resmî tarihin alternatifi olarak tarih yazımına girişmiştir. Necip Fazıl'ın düşünce örgüsü din, tasavvuf ve mistisizm ekseninde gelişmiş ve fikri mücadelesini bu çerçevede sürdürmüştür. Fikir ve inançlarını yaymak için kullandığı çok sayıda edebi araç yanında yayın hayatına da girerek kendi medyasını oluşturma çabasına girmiş ve bunun için Demokrat Parti iktidarının imkanlarını kullanmak istemiştir. Demokrat parti iktidarının başvekili Adnan Menderes'e yazdığı yardım mektubu ve Demokrat partiden aldığı 147.000 liralık örtülü ödenek desteği yassıada yargılamalarına da konu olmuştur. Tarihçi Ayşe Hür hayatı boyunca devam eden bağımlılığına işaret ederek Necip Fazıl'ın örtülü ödenekten para talep etmesini "kumar bağımlılığı" ile ilişkilendirir. Şu'ara Suresi Şu'ara Suresi (Arapça: سورة الشعراء, Sūretu'ş Şuarā'a) Kur'an'ın 26. suresidir. Mekke döneminde indirildiğine inanılan 227 ayetten oluşur. Sure, adını 224. ayette geçen ve şairler anlamına gelen “eş-Şu’ara” kelimesinden almıştır. Surede Tanrı'dan Rahmân olarak bahsedilir. Ayrıca şairlerin kötülüğünden ve yalancı oluşlarından bahsedilmesinin yanında Musa, Harun, Firavun mücadelesi, İbrahim, Nuh, Hûd, Salih, Lut ve Şuayb gibi peygamber kıssaları anlatılmaktadır. Paganların, Kur’an’ın vahiy dışı bir kaynağa dayalı olduğu iddialarına karşılık, onun bir vahiy eseri olduğu vurgulanmakta, söz konusu kaynakların Kur’an üzerinde hiçbir etkisinin bulunamayacağı ifade edilmektedir. Neml Suresi Neml Suresi (Arapça: سورة النّمل ) Kur'an'ın 27. suresidir, Mekkede indirildiğine inanılmakta olan 93 ayetten oluşur. İsmini 18. Ayetinde Süleymanın ordusunun geçeceği karınca vadisindeki karıncaların konuşmalarının anlatıldığı karınca anlamına gelen neml kelimesinden almıştır. Neml suresi’nde namaz, zekât, ahiret hayatı gibi konulardan bahsedilir. Musa, Davut, Lut ve Salih’in hikâyeleri kısaca Süleyman ve Belkıs'ın hikâyesi ise ayrıntılı olarak anlatılır. Surede geçen Dabbe kelimesi ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bakara Suresi Bakara Sûresi (Arapça: سورة البقرة), Kur’an’ın diziminde ikinci sırasında yer alan bu sûre Kur'anın en uzun sûresi olup, 286 ayetten oluşmaktadır. Bakara suresi, ismini surenin 67-73 ayetlerinde anlatılan, öldürülen bir kişinin katilinin bulunması amacıyla uygulanan bir inek kesme olayından alır, Bakara "inek" demektir. Mısır toprakları Büyük Sahra Çölü'nün bir parçası olduğundan kum denizi hükmündeki bu topraklara hayat veren Nil nehridir. Böyle verimsiz ve çorak bir çölün yanıbaşında Nil nehrinin sularıyla hayat bulan son derece verimli cennet gibi yerlerin bulunması, Musa zamanında çiftçilik ve ziraatı Mısır halkı için son derece cazip hale getirmişti. Çiftçilik ve ziraat oranın halkının karakterlerinin bir parçası haline gelmiş, o devirde Mısır halkı ziraatı, ziraat vasıtası olan "bakar"ı (sığır) ve öküzü kutsal saymış, hatta ona tapacak kadar bir kutsiyet vermişlerdi. O zamanlar İsrailoğulları da o kıtada yaşıyor ve aynı inanışın tesirinde kalıyordu. İsrailoğulları Firavun'dan kurtulup Sina Çölü'ne yerleştikleri zaman buzağı hadisesi yaşanmıştır. Musa Sina Dağı'na çıkmış ve orada bir süre kalmıştı. İsrailoğulları da bu esnada Samiri'nin yaptığı altından bir buzağıya tapmaya başlamışlardı. Bakara suresi, Musa'nın, peygamberliğiyle İsrailoğullarının tabiatına işlemiş olan ineğe tapma inancını kesip öldürdüğünü, bir sığırın boğazlanması hadisesiyle anlatmıştır. Medine döneminde hicretten hemen sonra vahyedilmeye başlanmış ve takriben on yıla yayılan bir süreçle
tamamlanmıştır. "Kur’an"’ın en uzun suresi olup, 286 ayettir. Hacim itibarıyla Kur’an’ın 1/12’sini teşkil eder. Kur’an’ın, ayrıntılı bir özeti durumundadır. Sure'nin 65-66. ayetleri Cumartesi çalışma yasağını çiğneyen bir Yahudi topluluğuna Allah tarafından verilen cezayı konu alır. Surenin 102. ayeti Babil, Sümer mitolojileriyle Tevrat ve Avesta gibi dini kaynaklarda birbirine yakın telaffuzlarla (tevratta Merodach) anılan Harut ve Marut kıssası ile ilgilidir. Mitolojide tanrı (Marduk) veya tanrısal varlıklar olarak anlatılan Harut ve Marut, Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında Babilin "düşmüş melekleri" Kur'anda ise insanlara sihir öğreten iki melek olarak geçmektedir. Allah Allah (Arapça: ), İbrahimî dinlerde "Tanrı" için kullanılan Arapça kelimedir. İbranicede ""Eloah אלה"", Keldanice ""Laha"", Aramice ""Elāhā"" ya da Süryanice ""Alāhā"" şeklinde seslendirilir. Allah adını Mizrahi Yahudileri, Bahailer, Arapça konuşan Ortodoks ve Katolik Hristiyanlar, Türkiye'de yaşayan bazı Hristiyanlar ve Türkiye'de çalışmalar yürüten bazı Hristiyan misyonerler de kullanırlar. İbrahimî dinlerin kitaplarında da Tanrı kişileştirilmiş bir yaratıcıdır. Birincil kişi olarak konuşur ve gurur, öfke gibi duygular sergiler, bazen insanların karşısına "insan görüntüsü" ile çıkar. İslam'da Allah Müntakim (intikam alan, intikamcı), Mütekebbir (kibirli)dir. Ali İmran 54. ayetine göre O tuzak kuranlara karşı tuzak kurar ve "Allah tuzak kurucuların en hayırlısıdır" şeklinde anlatılır. Sabur (çok sabırlı), celil (çok öfkeli), rahim (çok merhametli), halim (yumuşak huylu) gibi insani duygular ifade eden isimlerle de anılır. Hristiyanlıkta Tanrı baba, sufilikte arkadaştır. Tanah'ta da Yehova'nın sık sık kişileştirildiği görülür. Tanrı hakkında teşbihi antropomorfik bir dil kullanılıp kullanılamayacağı konusunda Yahudi, Hıristiyan ve İslam düşünce tarihinde oldukça yoğun tartışmalar olmuştur. Kutsal kitaplarda Tanrı’yı hem teşbih eden hem de tenzih denilen olumsuzlama örneklerine rastlanmaktadır. Üç dinin de bu konuya yaklaşımını incelediğimizde hem Kur’an’ın hem de Kitab-ı Mukaddes’in olumsuz nitelemeler yanında olumlu nitelemeleri çok daha fazla kullanıldığı görülecektir; yani vahiyde tenzihten çok teşbih vardır. İslam inancında tek; zıddı, benzeri ve ortağı olmayan yaratıcıdır. İslam'da "Allah" adının kemal, cemal ve celal sıfatlarının ifade ettiği anlamların tamamını kapsadığına inanılır. Allah kelimesinin Arapça bir kelime olmadığı iddiası mevcuttur ve kelimenin kökeni klasik Arap dilbilimciler tarafından yoğun olarak tartışılmıştır. Basra okulu O’nu irticali bir kelime veya gizli, yüce gibi anlamlara gelen “lyh” kökünden türemiş “lah”ın belirgin formu olarak değerlendirmişlerdir. Diğerleri ise kelimeyi Eski Suriye dili veya İbraniceden ödünç alınma, çoğunluk ise Arapça Al-ilah’ın kısaltılarak Allah şekline dönüştürülmesi olarak kabul etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğu sonuncu teoriyi benimser ve ödünç kelime teorisine şüpheyle yaklaşır. Allah veya benzer kelimelerin kullanımına Arabistan'da MÖ 5. yüzyılda, Babil'de ise MÖ 1700 yıllarında rastlanmaktadır. Allah anlayışı Mekke dininde belirsiz bir anlama sahipti Allah veya ilah sözcüğü bir isim veya unvandan daha çok bir sıfat olarak kullanılmış olabilirdi. Allah İslam öncesi dönemde politeistik Mekke panteonunda bir put ile temsil edilmeyen tek ilah ve bir baştanrı idi. Güney Arabistan tanrılarından el-Lât, el-Uzzâ ve el-Menât Kur'an'da da anlatıldığı şekliyle Allah'ın kızları olarak anılıyorlardı. Uruklular, Nebatiler ve İslâm öncesi Mekkeliler tarafından da kullanılan Allah ismi İslâm ile birlikte bir dönüşüm yaşamış, arkadaş, eş, kız ve çocuk gibi unsurlarından arındırılmıştır. İsmail Hakkı Altuntaş Allah isminin kökeni için "Bazı araştırmacılar Eloah kelimesinin Arapça’da Allah kelimesine dönüştüğünü ileri sürerler. Allah kelimesinin ‘İlah’ dan türetilmiş olduğu bunun da Sami dinlerin ortak kullanımı olan El/İl den türetilmiş olduğu daha kabul edilebilir bir görüştür. Pagan baş Tanrısı ölümsüz El’in isminin geçirdiği linguistik değişmelerin Hem Yahudilere hem Müslümanların hem de diğer birçok dinin Tanrı isimlerinin oluşumunda katkıda bulunmuş olacağı ihtimali kesinlikle göz ardı edilmemelidir. Bütün dinler bir önceki dinlerin inanç, dil, kültür, yaşam, dünya görüşü gibi birçok öğelerinden beslenerek gelişmişlerdir. Aramca-Süryanice konuşan İsa da Tanrı'ya Eli diyordu. Aramca ifadeyle İsa son nefesinde şöyle diyordu; “Eli, Eli, lama şevaktani”, ‘Tanrım, Tanrım beni neden terk ettin?” ifadelerini kullanmaktadır. Arapçadaki “ilah” isminin, Süryanice olduğu söylenen “Laha” veya Aramice “alâha” kelimesiyle, “lahumme”nin ise İbranicede “tanrılar” anlamına gelen “Elohim” ile ilgili olacağı üzerinde duranlar olmuştur. "el ilah" kelimesinin de "ay tanrısı" anlamına geldiği iddiası Yasin suresi üstünden örneklendirilmektedir. Son yüzyıl dışında İslami inanışın temelini oluşturan hadis külliyatı ve kuran da böyle bir şeye rastlanmamaktadır. "İlah" kelimesi etimolojik köken itibarıyla Sümercedeki "-İL" (-el) kökünden gelir ve "Tanrı" veya "Tapılan şey" demektir. Türk Din İşleri Yüksek Kurulu'nun Dinî Kavramlar Sözlüğü'ne göre 'Allah' kelimesi; yaratıcının özel ismi olup, kemal (), cemal () ve celal () sıfatlarının içerdiği bütün anlamları içermektedir. ‘Allah’ kelimesi Türkçedeki ""tanrı"", Arapçadaki ""ilah"", İngilizcedeki , Almancadaki , Farsçadaki veya başka diğer dillerde ‘Allah’ kelimesi yerine kullanılan bütün kelimelerden farklıdır. Çünkü o kelimeler özel isim olmayıp, cins isimdir ve ‘Allah’ kelimesi ile de aynı anlamı taşımazlar. Yaratıcının adı ikil ve çoğul yapılamaz, bu sebeple ‘Allah’ kelimesi sadece hak ma'bûdu, varlığı zorunlu olan yaratıcıyı ifade eder, başka bir varlığa da ‘Allah’ ismini vermek doğru olmaz. ‘Allah’ isminin ‘adaş’ mahiyette herhangi bir ifadesi de yoktur. Kur’an'da bu konu çeşitli ayetlerle açıklanmıştır (). Bunun yanı sıra "ilah", "tanrı", "rab" gibi kelimeleri "ilahlar (âlihe)", "tanrılar", "rablar (erbab)" şeklinde çoğul yapmak mümkündür. Hak veya batıl () ma'bûda () ancak "tanrı, hüda, ilah" denilebilir. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın fetvasına göre İslâmın benimsediği mutlak kemâl sahibi, her türlü noksandan münezzeh olan Yüce Allah’ı kastetmek üzere O’nu “Tanrı” diye anmak da inanca hiçbir surette aykırı olmaz. Ayrıca "Allah isminin kökeniyle ilgili olarak "el-ilah" kelimesinden türediği görüşü tercih edilmiştir. Allah İslâm'da eşi ve benzeri olmayan, övülmeye layık tek varlık ve kainatın yaratıcısıdır. Tek ve benzersiz Allah inancı İslâm'ın temeli ve İslâmî inanışın esasını oluşturur. "Allah" lafzı Kur'ân'da 2699 defa tekrarlanır. İhlas Suresi, İslâmın Allah inancını özetler: Kur'ân'da Allah inancı ve Allah'ın sıfatları geniş olarak işlenmiş, din bilginleri Allah'ın isimleri ve sıfatlarını tanımlamışlardır. İslâm toplumunda Allah inancının belirli değişimler geçirdiği, örneğin Kur'ân ve hadislerde gökyüzünde arş'ta (Koltuk, (dipnot)) oturan ve belirli insani sıfatlar (antropomorfizm) taşıyan bir Allah inancının Kelamcılar tarafından sorgulandığı, bu kapsamda farklı görüş ve mezheplerin ortaya çıktığı görülür: İslam din felsefesinin geleneksel adı olan Kelâmcılıkta Allah'a zaman ve mekan izafe edilmesi O'nun cismanileştirilmesi olarak değerlendirilir. Ayrıca Allah'ın insana benzetilmesi (antropomorfizm) müşebbihe olarak tanımlanır, İslâmdışı ve küfür kabul edilerek reddedilir. Tevrat’taki "Yakup ile güreşe tutuşan Tanrı" (Hoşea 12:3) ve Hristiyanlık üçlemesindeki "Baba Tanrı" figürü eleştirilir. Kelâmcılar Kur'ân ve kudsi hadisler gibi İslâmî kaynaklarda kullanılan Allah'a mekân (gök, arş (taht) (Taha-5 ve Araf 54)) izafe etme ve “Allah’ın eli” Allah’ın yüzü”, "insanın Rahmân suretinde yaratılması" gibi ifadelerle Allah'ın işitmesi, görmesi gibi ifadeleri mecaz veya mahiyeti bilinemeyen ifadeler olarak tanımlarlar. Allah'ın esma-ül hüsna’da geçen Celil (Ulu, Yüce,Azametli, yüceler yücesi, güzeller güzeli, nurlar nuru), Mütekebbir (kibirlenen), Sabur (Sabreden), Müntakim (intikam alan) gibi bâzı isimleri ise antropomorfizm in diğer örnekleridir. Sufîlere göre Allah her şeyde ayan (görünen) dir ve aslında her şeydir (Vahdet-i vücud). O'nun dışındaki varlık alemi, varlığı ve yokluğu eşit olan bir hayaldir. Allah insanların şekline ve vücuduna girer (hulul) ve kendisiyle konuşulur, arkadaşlık kurulur. Hallâc-ı Mansûr'a göre ise Müşebbihe İtikadî mezhebindeki görüşlere benzer fikirlere inanmak büyük günahlardan sayılmakta ve neticede kişiyi ""tevhîd"" inancının dışına iterek, O'nun varlığının inkarına kadar sürüklemekteydi. Kelâmcılar; Allah'ın varlığının ispatı ve sıfatları kelamcılar arasında uzun tartışmalara konu olmuştur. Kelâmcılar Allah'ın mahiyetinin bilinemeyeceğini, ne olmadığının ise bilinebileceğini ifade ederler. Buna göre Allah'ın benzeri olmadığı gibi, zıddı da yoktur. İslâm inancında bu sebeple “iyilikler Allah'tan bilindiği gibi kötülükler de Allah'tandır” denilir. Kelâmcılar Allah'ın varlığını kanıtlama amacıyla bâzı önermeler saymışlardır; Diğerleri: İbda delili, İhtira delili, Burhan-i Inni (Eserden muessire), Burhan-i Limmi (Muessirden esere), Burhan-i Temanu, Burhan-i Telazum Zatî sıfatlardan olan vahdaniyyet, İslâmi literatürde, Hristiyanlıkla ilgili en bariz farklılığı oluşturması nedeniyle, önemli yer tutar. İhlas suresinde formüle edilen şekliyle, Allah birdir (sayı olarak - vahidiyyet), ve benzersizdir. (mahiyyet-i nefs-ül emriyesi itibarıyla - ehadiyyet). “Allah’ın isimleri”, " ("El Esmâ ül Hüsnâ"/En Güzel İsimler), Kur’an ve Hadislerde Allah’a izafe edilen fiil veya sıfatlardan türetilmiş veya doğrudan Allah'ı ifade amacıyla kullanılmış olan isimlerdir. Sayıları 99’la sınırlı olmamasına rağmen İslâmî mistisizmde meşhur olan 99 tanesi bir araya getirilerek çeşitli ritüel ve dualarda kullanılır. İslâm toplumunda Allah’ın isimleri bu 99 isimden ibaret değildir. Bunların dışında Rab, , Yezdan, Çalab gibi isimler de Allah için kullanılırlar. Kur'anda da kullanılan isimlerin bir kısmının kökleri veya ke
ndileri yabancı veya yeni söyleyiş ve anlamsal yüklemeler yapılarak Araplaştırılmış (Muarreb) isimlerdir; Allah, Halik, Malik, Hakem, Hannan, Sultan, Kebir, Fatır, Fettah, Rab, Hadi, Tevvab, Musavvir, Kuddüs vb. İhlas suresinde geçen ve Allah’ı anlatmak için kullanılan Ahad, Samed kelimeleriyle diğer surelerde geçen Azîz, Rahmân gibi isimler ise İslâm öncesi dönemde Ortadoğu ve komşuluklarında tapınılagelmekte olan bâzı tanrılara verilmiş olan isimlerin aynısı veya yakın fonetiğe sahip olmaları dolayısıyla tektanrıcılık açısından eleştirilen isimlerdir. Muazzez İlmiye Çığ bir örnekle bunun tek tanrıcılığa giden yolda gerçekleştirilen değişimlerden birisi olduğunu kaydeder. İslam öncesi Arap toplumunda var olan tanrı isimlerinden Allah adının Al-lat, Mennan’ın Menat, Aziz’in Uzza ile olan fonetik-etimolojik bağlantı dini çevrelerin de dikkatini çekmiş, konuya antropolojik yaklaşımdan farklı, Allahı ve İslamı merkeze alan açıklamalar getirilmiştir. Allah'ın sıfatları konusu İslam akait mezheplerini oluşturan ve kendilerine kelamcı denilen İslâm felsefecileri tarafından tanımlanmış ve tartışılmış olan sıfatları ifade eder. Bu tartışmalar İslam entellektüalizminde zamanla daha soyut (müteal, varlıküstü) bir tanrı tanımlamasını da beraberinde getirmiştir. Allah inancı, Allah'ın "mahiyyet-i nefs-ül emriyesi" şeklinde ifade edilen vücudu veya varlığı, "şuunat" olarak ifade edilen fiilleri, isimleri, sıfatları ile zengin biçimde ele alınmıştır. İslâm'da Allah inanışı temelde benzer olsa da, diğer tek tanrılı (monoteist) dinlerle bâzı farklılıklar gösterir. İslâm inancına göre Allah'ın kendisi bilinmez, Allah'ı bilmek, sıfatlarını bilmekle olur. Mezheplere göre farklılık arzetmekle beraber, Allah'ın sıfatları uluhiyetin ayrılmaz gereği olarak kabul edilen "zatî" ve "subûtî" sıfatlardan oluşur; Yaratma (Tekvin) sıfatı da subûtî sıfatlardan kabul edilmiştir, zira Allah'ın yaratması irade etmesi ile olur, yaratmamayı irade etmesi Uluhiyetine noksan getirmez. Arş, kelamcılar tarafından mahiyeti bilinemeyen taht olarak ifade edilir. Ayrıca Baal Tapınağı'nda Baal'ın oturduğu tahtın adı ve Palmirada bir tanrının adı Arş (Arşu, Arsu) olarak geçer. Suat Yıldırım Suat Yıldırım (d. 1941, Ergani, Diyarbakır), ilahiyat profesörüdür. Babası Mehmet Zeki Yıldırım dedesi Hacı Hüsnü Yıldırım, Ergani müftülüğü yapmış zevat arasındadır. Anne tarafından dedesi Mustafa İnal Osmanlı dönemi mutasarrıflarından, onun babası Kavasbaşılardan Hacı İbrahim, Osmanlı dönemi A'yan (Senato) âzalarındandır. 1964'de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1964-1965'de kısa süre Edirne müftülüğünde bulunup iki yıl yedek subay olarak askerlik görevini müteakip Diyanet İşleri Başkanlığı müfettişliği yaptı (1967-1968). 1968'de Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde Arap Dili ve Edebiyatı asistanlığına başladı. 1970-1971 yıllarında bir müddet Bağdat'da incelemede bulundu. 1973'de "Peygamberimizin Kur'an’ı Tefsiri" konulu doktora tezini tamamladı. 1977'de Tefsir doçenti unvanını alarak 1977-1987 döneminde Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Başkanlığı yaptı. 1974-1975 döneminde Paris Sorbonne Üniversitesi'nde incelemeler yaptı. 1987-1988 yıllarında Suudi Arabistan’da Medine İslam Tebliği Fakültesinde sözleşmeli profesör olarak lisans ve lisansüstü dersleri okuttu. Daha sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir profesörlüğüne tayin edilip 1989-1993 döneminde burada Tefsir Anabilim Dalı Başkanlığı görevini ifa etti. 1993-1995 döneminde üç yıl Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı yaptı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretime devam ederken oradan izinli olarak 1998-2000 döneminde Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yaptı. Şu an fatih üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Evli olup üç kız babasıdır. Suat Yıldırım'ın te'lif ve tercüme olarak 13 kitabı, yetmişten fazla ilmî inceleme ve makalesi bulunmaktadır. JavaScript JavaScript, yaygın olarak web tarayıcılarında kullanılmakta olan dinamik bir programlama dilidir. JavaScript ile yazılan istemci tarafı betikler sayesinde tarayıcının kullanıcıyla etkileşimde bulunması, tarayıcının kontrol edilmesi, asenkron bir şekilde sunucu ile iletişime geçilmesi ve web sayfası içeriğinin değiştirilmesi gibi işlevler sağlanır. JavaScript, Node.js gibi platformlar sayesinde sunucu tarafında da yaygın olarak kullanılmaktadır. JavaScript prototip-tabanlı, dinamik türlere ve birinci-sınıf fonksiyonlara sahip bir betik dilidir. Nesne yönelimli, imperatif ve fonksiyonel programlama prensiplerine sahiptir. JavaScript ve Java arasında; isimleri, yazım şekli ve standart kütüphanelerindeki benzerlikler dışında bir bağlantı yoktur ve iki dilin semantikleri çok farklıdır. JavaScript'in yazım şekli C programlama dilinden türetilmiş, semantiği ve tasarımı ise Self ve Scheme programlama dillerinden esinlenmiştir. JavaScript, ECMAScript belirtimleri ile standartlaştırılmıştır. İlk olarak Brendan Eich tarafından geliştirilmiş olup, ilk defa Aralık 1995 tarihinde Netscape Navigator 2.0 ile birlikte piyasaya sürüldü. Geliştirme aşamasında adı Mocha olarak geçmesine rağmen Eylül 1995 tarihine kadar resmi olarak "LiveScript" olarak isimlendiriliyordu. Netscape 2.0 Beta3 ile birlikte ismi JavaScript olarak değiştirildi. JavaScript'in isim değişikliği ile Netscape'in Java teknolojilerine (Java Applet) destek vermesi yaklaşık olarak aynı tarihlere denk gelir. Microsoft ile Netscape'in web teknolojileri ve platformları alanında yarıştığı bir dönemde, Netscape Sun Microsystems'ın geliştirdiği Java platformuna destek vererek dağıtık bir işletim sistemi yaratmayı öngörüyordu. JavaScript ise, Visual Basic'in yaptığı gibi, profesyonel olmayan programcıları hedefleyen daha basit bir betik dili olarak düşünülmekteydi. Microsoft, 1996 yılında JScript ve VBScript betik dillerini yayınladı. JScript Netscape'in JavaScript'ine benzerken VBScript Visual Basic temelliydi ve var olan Visual Basic programcılarının kolay bir geçiş yapmasını hedefliyordu. Aynı dönemde Microsoft ilk defa CSS desteği de sağladı ancak hem CSS hem de JScript desteği Netscape'in o zamana kadar sağladıkları ile tutarlı çalışmıyordu. Bu durum web tasarımcıları ve geliştiricileri arasında bir kargaşa yaratmış ve tarayıcı savaşlarının ilk yıllarında sitelerin altında tipik olarak görülen ""En iyi Internet Explorer ile izlenir"" ya da ""En iyi Netscape ile izlenir"" gibi logoların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1996 yılının kasım ayında Netscape firması JavaScript'in endüstri standardı olarak belirlenmesi amacıyla Ecma International firmasına başvuruda bulunduğunu ilan etti. Bunun sonucunda standardize edilen sürüm ECMAScript olarak isimlendirildi ve 1997 yılının haziran ayında Ecma International, ECMA-262 belirtiminin ilk sürümünü yayımladı. Haziran 1998'de ISO/IEC-16262 standardına uyumlu hale getirilecek değişiklikler yapılarak ikinci sürüm, Aralık 1999'da ise üçüncü sürüm yayımlandı. ECMAScript'in dördüncü sürümü üzerinde ciddi bir çalışma yapılmasına rağmen asla tamamlanamadı, ancak beşinci sürüm için önemli bir ilham kaynağı oldu. Beşinci sürüm 2009 yılının aralık ayında yayımlandı. ECMAScript'in şu an geçerli olan son standart belirtimi, Haziran 2011 tarihinde yayımlanan 5.1 sürümüdür ve Javascript 1.8.5 tarafından desteklenmektedir. Node.js hızlı, ölçeklenebilir ağ uygulamaları oluşturmak için Chrome'un JavaScript Runtime teknolojisi üzerine kurulu bir platformdur. Node.js, dağıtık sistem olarak çalışabilen gerçek zamanlı uygulamalar için hafif ve verimli hale getiren olay odaklı, bloke etmeyen G/Ç (non-blocking I/O) modeli kullanır. JavaScript’te değişkenler var anahtar kelimesi ile tanımlanır. /* aşağıdaki cümle x değişkeninin varlığını ilan eder var x; /* aşağıdaki cümle y değişkeninin varlığını ilan eder var y = 2; Fonksiyon tanımlamak için aşağıdaki gibi function anahtar kelimesini kullanabiliriz. function faktoriyel(sayi) { Yukarıdaki özyinemeli fonksiyon, girilen değerin faktoriyelini hesaplamada kullanılabilir. Eğer JavaScript yorumlayıcınız console objesini sunuyorsa, bu örneği aşağıdaki gibi deneyebilirsiniz. /* Aşağıdaki kod 6 yazdırmalıdır. console.log(faktoriyel(3)); Şamanizm Şamanizm, varlığı tüm insanların tarihinde erken taş devrine ve daha da geriye kadar kanıtlanabilen, inisiyasyon içeren bir vecd ve trans tekniği. Günümüzde yenilenerek tekrar uygulanmaya başlanan şekline ise Neo-Şamanizm denir. Şamanizmin başlangıçta Batılılarca çok tanrılı bir din olarak kabul edilmesi, Şamanizm hakkında yeterince bilgisi olmayan ilk Batılı gezginlerin Şamanizm hakkında Batı'ya aktardıkları yüzeysel bilgilerden kaynaklanmıştır. Şamanizmin tanımında bilim insanları fikir birliğine varmış değildir. Bu hem şamanizmin içinde barındırdığı farklı yön ve ögelerden hem de Şamanizmin çok farklı coğrafyalarda, aynı temelde ama çok farklı şekillerde var olmasından kaynaklanmaktadır. Büyük çoğunluğu eski Sovyet bilim insanları olan bir kesim (Mikaylovskiy, Haruzin, Potapov, Alekseev gibi) Şamanlığı Türklerin orijinal dini kabul ederken, aralarında Mircea Elide, Jean Paul Roux, V. Jochelson, V. Bogoras, Hikmet Tanyu, Osman Turan, İbrahim Kafesoğlu'nun da bulunduğu bilim insanı ve yazarlar ise şamanlığı bir din değil Kuzey Asya topluluklarının dini duygularını içeren ve öteki alem varlıklarına hükmeden bir tür kült olarak görmektedirler. "“...Şaman, Anglosakson terminolojisinde anlatılmak istendiği gibi hekim, büyücü olmadığı gibi, şüphesiz tek şifa verici kişi de değildir. Kelimenin günlük anlamında bir büyücü değildir ve bu kelimeyle tanımlanması Şamanizme hiçbir zaman sahip olmadığı bir nitelik vermek pahasına onu bulunmaması gereken bir yere oturtmuştur…”" "“Zaten Şaman, tamamen hayata dönük ve olumlu eylemler gerçekleştirmek isteyen kişiliğiyle hiçbir zaman kara büyüye alet olmaz ve hiçbir zaman kötülük yapmaz; sahip olduğu yetkilerini kendi kişisel hizmetinde ve kendi savunması amacıyla bile kullanmaz. Kabile reisi veya hükümdarla
rla anlaşmazlığa düştüğünde kendi etkisinden yararlanabilir, ancak hiçbir şekilde görünmez gücüne başvurmaz; ona karşı koyacak herhangi bir gücü yokmuş gibi ve hayatını kaybetmek pahasına maddi gücün kendisini yenmesine seyirci kalır.”" "“Şaman, gücünün kökeni ister kalıtım ister görünmeyenin armağanı olan bir yetenek veya uzun bir acemilik dönemi ya da ‘yetki sağlama isteği’ olsun, amacına, genellikle inzivada veya diğer büyük ustaların yanında gerçekleştirilen sabırlı bir yetişme dönemi geçirmeden ulaşmayı umamaz. Ne olursa olsun, güçten düşürücü şekilde gerçekleşen ve sonuçta kendisini bitkin halde yere düşürecek olan bir deneyim için bütün olanaklarını toplamaya çalışmalıdır. Evrenin yollarını katetmeye çağrılan şaman, yolunu kaybetmemek için bu yolları mümkün olan en iyi şekilde tanımalıdır; kendisini izleyen varlıklarla devamlı olarak karşı karşıya gelme olasılığı nedeniyle onların geleneklerini, dillerini ve âdetlerini öğrenmiş olması gerekir; belirli hedeflere yönelmesi nedeniyle bu hedeflere nasıl varacağını bilmelidir. Gerek geçtiği yollarda, gerek karşılaştığı varlıklarla elde etmek istediği sonuçlara erişebilmesi için şamanın kendisine yararlı olacak araçları tanımaya ihtiyacı vardır. Bunlar, yeryüzünün herhangi bir seyyahı için söz konusu olduğu gibi, gerçekleştirilecek işe, öngörülen zorluklara ve her kişinin kendine özgü olanaklarına bağlı olarak son derece çeşitli olabilirler.”" Antik ve Orta Çağ’daki çok yaygın olan sihirlerden farkı, onların kişisel olmalarına karşılık, şamanlığın başta Orta Asya ve Kuzey Asya halkları olmak üzere, Tunguzlar’da, Moğollar’da, Mançular’da, Laponlar’da, Eskimolar’da, Vogullar’da, Ontiyaklar’da, Samoyedler’de, Kafkaslar’da, Hindistan’da, Çin’de, Japonya’da, Endonezya’da, Malezya’da, Polinezya’da, Avustralya’da, Büyük Okyanus’un diğer adalarında, Alaska’da, Grönland ve İzlanda’da, Kuzey Amerika’da, Guyana’da, Amazon bölgesinde ve Afrika’nın birçok yerinde (ufak tefek ayrılıklar bir yana) temel ilkeler değişmemek koşuluyla az ya da çok kalabalık cemaatin bulunmasıdır. Şamanlığın ne zaman ortaya çıktığı, ne gibi değişiklikler geçirdiği kesin olarak bilinmemektedir. Şamanizm' in köken olarak anaerkil dönemde ortaya çıktığı tahmin edilmektedir, "şaman" sözcüğü için dört farklı görüş öne sürülmektedir ; Son araştırmalar şamanlığın Türkler’e özgü olmayıp bütün Asya’ya yayıldığını göstermektedir ki, araştırmacılar, artık Amerika Kızılderililerini de Şamanizm kapsamında ele almaktadırlar. Nitekim Mircea Eliade Şamanizm adlı kitabında Asya’nın şaman topluluklarında, Amerika Kızılderililerinde ve Okyanusya yerlilerinde sayısız unsurun ortak olduğunu ortaya koymuştur. Şamanlık Avrupa'da ilk çağ devirlerinden beri yaygındı ve farklı Töton kabileleri ve Fin-Baltık halkları arasında Demir Çağı boyuncu uygulanmıştı. Hristiyanlığın doğuşuyla birlikte şamanlık yok olmaya yüz tutmuş, özellikle şehirlerde oldukça kaybolmuş ve fakat kırsal kesimlerde şamanlıktan kalma adetler Hristiyan olan halklar arasında yaşamaya devam etmiştir. Sibirya klasik şamanizmin anavatanı kabul edilmektedir. Bölgedeki Ural, Altay, Paleosibiryalı halklar özellikle de avcı-toplayıcı gruplar modern dönemlere kadar şamanistik uygulamalarda bulunmaya devam etmişlerdir. Doğu Sibirya'dan Kuzey Kanada'ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada yaşayan Eskimo gruplarının Şamanist uygulama ve inançlara sahip oldukları kaydedilmiştir. Amazon Yağmur ormanlarında bazı yerli grupları şaman eylemlerinde bulunmaktadırlar. 20.yüzyılda Tukano Şamanlığı'nın zengin sembolizmi üzerine alan araştırmaları yapılmıştır. Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında yaşayan Yerlilerin tek bir evrensel Yerli Amerikan Dini veya manevi sisteminden bahsedilemeyecek denli çeşitli inançlara sahip oldukları bilinmektedir. Bununla birlikte yerel kültürlerin geleneksel şifacıları, mistikleri, otacıları bulunmakta; ancak onlar halkları arasında şaman terimi yerine kendi yerel dillerindeki kelimelerle anılmaktadırlar. Şamanist inisiyasyonda her şaman adayı rüyalar, trans, ruhların isim ve fonksiyonları, şaman teknikleri, ‘gizli dil’ gibi bazı konularda bir eğitimden geçirildikten sonra şaman olabilir. Asya Şamanist inisiyasyonlarında sırra (mister) erme denilen “inisiyatik ölüm” ya da “cehenneme iniş” deneyimi Sibirya ve Orta Asya’daki Şamanist Türkler’in (Yakutlar, Altaylılar vs.) geleneklerine göre, hami-rehber ruhlarca, yeraltı denilen öte-alemde veya spiritüel gök katlarında gerçekleştirilir. Bu deneyim, fiziksel olarak, genellikle, orman, kır, mağara gibi toplumdan uzak ve kutsal sayılan bir yerde gerçekleştirilir. Şaman (Kam) adayı önceden hazırlık eğitimini almış olsa da, sırra (mister) erme denilen bu deneyimi yaşamadan adayın şamanlığı resmîleşmez. Bu deneyimi ancak gereken hazırlık eğitimini almış şaman adayları geçirebilir. (Hazırlık eğitimi, ancak, dalgınlık, olup bitene ilgisizlik, birtakım nöbetlere tutulma gibi ön belirtiler gösteren adaylar arasından, bir iç çağrısı alma ve mağaralarda haberci rüyalar görüp hami-rehber varlıklarıyla irtibata geçme gibi ilâhî “seçilme” belirtileri göstermiş olana verilir.) Davulu transa girmeyi kolaylaştıracak bir şekilde kullanmayı öğrenmiş aday, birtakım acı verici sınavlara tâbi tutulduktan sonra, ölüm deneyimini yaşamak üzere, transa girer. Şaman adayı birkaç gün süren bu deneyim boyunca, ruh ve beden bağları gevşemiş halde yatar. İnisiyasyonlardaki cehenneme iniş ya da ikinci doğuş denilen bu olgular Şamanizm’de şaman adayının vücudunun sembolik olarak parçalanması suretiyle organlarına ayrılması ve sonra bu parçaların birleştirilmesi veya etlerinden sıyrılmış kemiklerinin etlenmesiyle vücuduna yeniden kavuşması olarak simgelenir. Sırra erme denilen bu süre zarfında, hami-rehber varlıkları şamanın ruhuna şamanlığı için gerekli her şeyi öğretirler. Öğrettikleri arasında meslek sırları, “gizli dil”, hastalıkların özellikleri, iyileştirilme yolları da bulunur. Bu işlemler bittiğinde ve hipnotik uykudan çıktığında, aday kendini birtakım güçlerle donanmış ve bir hayli değişmiş halde bulur. Artık yalnızca bedensel gözleriyle değil, ruhani gözüyle (kalp gözüyle) de görebilmektedir. Şamanın davul ve dans unsurlarıyla gerçekleşen, uçuş denilen transında posesyon hali söz konusu değildir. Yani trans halindeki şamanın hiçbir hal ve hareketi idrak ve iradesi dışında değildir. Şamanın transında, kendi başına yaptığı bir şuur deneyimi söz konusudur. Bununla birlikte şaman, gerekirse bir ruh ile –posede olmadan– bağlantı kurabilir. Bu, kimilerine göre, şuur ve kişiliğin kaybolmadığı gözlemlenen bir medyumluktur. Şamanın ruhsal yolculuğu, teozofik terimlerle, astral seyahat, akaşik okumalar, ruhlar âleminin yüksek bölgelerine nüfuz etme ve diğer ruhlarla posede olmadan bağlantı kurma gibi çeşitli yönlerde gelişir. Usta şamanların Demir-Kazık yıldızına kadar yükselebildikleri söylenir. Şifacılık, geleceği bilme, obsesyona uğramış insanları obsedörü kovarak obsesyondan kurtarma, çift bedenlenme (dedublüman), fasinatörlük ve büyü (maji)yapabilme şamanlarda sıkça rastlanan yeteneklerdir. Asya Şamanizm’inde üç âlem söz konusudur: Yer, yeraltı, Gök. Fakat bunlar sembolik ifadelerdir. Yeraltı terimi Asya’nın kimi Şamanist geleneklerinde öte-alem anlamında kullanılır, kimi Şamanist geleneklerinde ise ölüm olayının akabinde yaşanılan kargaşa ve vicdani hesaplaşma dönemini ifade etmek üzere kullanılır. Dolayısıyla, bazı Şamanist geleneklerde yeraltı denildiğinde, genellikle öte-alemin titreşim düzeyi kaba ve yoğun ortamları söz konusudur. Yeraltı deyiminin bu anlamda kullanıldığı şamanist geleneklerde öte-alemin huzurlu ortamları ise “gölgeler diyarı” gibi başka ifadelerle belirtilmektedir. Yakut Türkleri, Çukçiler ve Yukagirler, insanın üç “can”ı olduğunu kabul ederler. Ölüm olayında biri mezarda kalır, biri “gölgeler diyarı”na iner, üçüncüsü ise Göğe çıkar. Ölüler, bir süre sonra, yeryüzünde tekrar doğabilirler. Uygurlar, inandıkları sürekli olarak tekrar doğma olgusuna “sansar” adını verirler. Asya Şamanizm’ine, özellikle Altay, Yakut ve Uygur Türkleri’nin geleneklerine göre, insanların yaşadığı Yer, ölülerin göçtüğü “yeraltı” (öte-âlem) ve spiritüel anlamdaki Kutsal Gök’ten oluşan üç ortam, merkezlerinden geçen, direk ya da kazık denilen bir eksenle birbirine bağlanırlar. Bu eksen “Göğün göbeği” ile “Yer’in göbeği” arasında yer alır. Bu kavram Altay, Yakut ve Uygur Türkleri’nin geleneklerinde şöyle açıklanır: İnsanların yaşadığı Yer, ölülerin göçtüğü “yeraltı” (öte-âlem) ve spiritüel anlamdaki Gök’ten oluşan üç alem ya da ortam, merkezlerinden geçen bir eksenle birbirine bağlıdır. “Yer’in göbeği” ile “Göğün göbeği” arasındaki bu eksenin geçtiği, bu ortamların ortasındaki delikler ya da açıklıklar bir tür geçittir. Şamanlar, “uçuş” (trans deneyimi) sırasında bir ortamdan diğerine geçerken bu irtibat geçitlerinden yararlanırlar. Aynı şekilde, ölenler de öte-âleme bu yolla göçerler. Öte-âleme giden şamanlar oraya “Yer’in deliği” geçidinden geçerek gider, yine bu delikten ya da kapıdan dönerler. “Yer’in ekseni” kavramı Altay, Yakut ve Uygur geleneklerinin yanı sıra, Başkurt, Kırgız, Kalmuk, Çukçi, Buryat, Samoyet, Koryak, Moğol, Tibet, Fin, Lapon ve Estonya geleneklerinde da bulunur. Altay, Yakut ve Uygur Türkleri’nin geleneklerine göre, şamanın “Yeraltı”na inebilmesi veya “gökler”e çıkabilmesi için önce “Yer’in Ekseni”ne çıkması gerekir. “Yeraltı”na inmesi gereken Altay şamanı “uçuş” yolculuğunda önce “demir dağ”a (Temir taikşa) tırmanır. Yer’in Ekseni”ne çıkması işte bu sembolik “dağ”ı aşıp “Yerin Göbeği” denilen delikten girmesiyle mümkün olur. Şaman gölgeler diyarı’na giderken öncelikle “Yerin göbeği”ndeki bu delikten “Yer’in Ekseni”ne ulaşmak, sonra da “Yeraltı”nın cehennemi kısmından geçmek zorundadır. Ölen kimseler de bu yolculuğu yaparlar ki, bu yolculukta ölünün geçemediği takdirde azap çekmesinin söz konusu olduğu bir köprü’yle karşılaşılır. Kuzey ve Orta Asya Şamanizm’inde yeraltı âlemi 7 veya 9 katlıdır. Ölüm olayı ile beden terk edildikten sonra kimileri yeraltı katlarındaki ortamlara, kimileri ise G
ök katlarındaki ortamlara giderler. Şaman da, trans deneyimi sırasında, yapacağı uygulamanın amacı ve türüne göre, ya yeraltı âlemine iner ya da Göğe çıkar. Örneğin, bir hastayı iyileştirmek için Göğe çıkması, fakat bir ölünün ruhuna eşlik etmek, hastanın ruhunu geri getirmek (ölmemesini sağlamak) veya yeryüzünü terk etmek istemeyen ölüleri ‘gölgeler diyarı’na götürmek için Yeraltı’na iner. Fakat herhangi bir nedenle Göğe çıkacak bir şamanın önce yeraltı denilen âleme inmesi gerekir. Yani hiç kimse “Yeraltı”na (öte-âlem) inmeden Göğe çıkamaz. Geoteknik Geoteknik, bilimsel metotlar ve mühendislik prensipleri kullanılarak zemin tabakasının ve malzemelerin özelliklerinin elde edilmesi, tahmin edilmesi ve bu bilgilerin mühendislik problemlerinde kullanılması uygulamasıdır. Zeminin ve çeşitli zemin malzemelerinin davranışlarını tahmin etmeye çalışarak , zemini insanlar için yaşanabilir hale getirme bilimidir.İnşaat mühendisliği disiplini içinde yer alır. Geoteknik zemin mekaniği, kaya mekaniği ile jeoloji, jeofizik, hidrolojinin mühendislik yaklaşımlarını kapsar. Geoteknik, geoteknik mühendisleri tarafından uygulanır. Geoteknik; yerleşim projeleri ve konutlar, ulaşım sistemleri, köprüler ve sulama yapıları, enerji üretim tesisleri, limanlar ve deniz yapıları, tüneller ve yeraltı yapıları, atıkların uzaklaştırılması ve arıtma yapıları gibi inşaat mühendisliği uygulamalarında; etüt, tasarım ve yapım aşamalarında, inşaat alanın jeolojik ve zemin yapısının belirlenmesi uygulamalarını kapsar. Geoteknik bu uygulama alanları ile ekonomik ve güvenli yapılaşma için büyük önem taşımaktadır. Siirt (il) Siirt, Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan bir ildir. Siirt İli Nüfusu: 322.664'dür. Bu nüfusun %70,15'i şehirlerde yaşamaktadır (2016 sonu). İlin yüzölçümü 5.717 km²'dir. İlde km²'ye 56 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 251'dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı %0,72 olmuştur. İl merkezinin denizden yüksekliği: 887 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 7 İlçe, 12 belediye, bu belediyelerde 63 mahalle ve ayrıca 277 köy vardır. Nüfusun büyük çoğunluğunu yerli Araplar, Kürtler ve Türkler oluşturmaktadır. Coğrafî konum olarak Anadolu ve Mezopotamya'nın kesiştiği bölgenin yüksek kısımlarında kurulan Siirt'te 1963 yılında Halet Çamlıbel ve R.J. Braidwood başkanlığında kurulan Güneydoğu Anadolu Tarih Öncesi Araştırmaları Karma Projesi kapsamında Siirt ilinde yapılan yüzey araştırmalarında Cilalı Taş, Bakır, Tunç ve Hellenistik, Roma, Bizans ve İslâm dönemlerinden Yakın Çağ'a uzanan dönemlere ait buluntular ortaya çıkarılmıştır. 3500 yıl öncesine dayandığı iddia edilen Akabe Yolu da bu kenttedir. 639'da Elcezire'nin fethi için görevlendirilen İlyas Bin Ganem Diyarbakır yöresini İslam mücahidlerine açtığı zaman Siirt aynı akıbete uğramıştır. Diyarbakır'ın zaptında önemli hizmetleri bulunan Halit Bin Velid Hasankeyf Savaşı'nda muzaffer olduktan sonra Siirt'e yürümüş şehrin o zamanki hakimi Hersolu itaatini arz ederek şehri teslim etmiştir. Bundan sonra Siirt Hakimliği'ne sahabeden olan Hişşam oğlu Hakem tayin olunmuştur. Malazgirt Savaşı'ndan sonra Türkler Anadolu'ya yerleşmeye başlamış ve Büyük Selçuklu Devleti'nin isteği dışında küçük Türk devletçikleri kurulmuştur. Siirt yöresi Hasankeyf Artukluların yönetimindeydi. Artuklulara bağlı göçebe Türkmenler yöreye yerleşmiş, Artuklu beyleri ve askerleri kentlerde Türkleşmenin çekirdeğini oluşturmuşlardır. Beylerinin Alp, İnanç, Yağbu gibi Türk adlarını kullanmaları; Artuklularda Türkmen geleneğinin güçlülüğünü göstermektedir. Bağlı oymaklara "Ok gönderme" biçimindeki Orta Asya geleneği de Artuklarda sürmekteydi. Şehrin ana eseri 1129'da, Bağdat'ta hükmeden Büyük Selçuklu Sultanı II. Mahmut tarafından inşa edilen Ulu Camii'dir. 1965 yılında restore edilmiştir. Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Seferi ile Osmanlı topraklarına katılmıştır. Cumhuriyet dönemine kadar Bitlis sancağına bağlı bir olarak kalmıştır. Cumhuriyet döneminde il olan Siirt, 1924'te Beytüşşebap'ın; 1926'da Beşiri ve Sason'un katılmasıyla genişledi. Ancak Beytüşşebap, 1936'da yeniden il yapılan Hakkâri'ye bağlandı. 1938'de Garzan (şimdiki ismi Yanarsu) ilçesinin merkezi Mısrıç'a (bugün Kurtalan) taşındı ve aynı ilçeye bağlı Baykan bucağı ilçe oldu. Aynı yıl Sason'a bağlı bucak olan Hazo, Kozluk adıyla ilçe yapıldı. 1943'te Garzan ilçesinin ve merkezinin adı Kurtalan olarak değiştirildi. 1957'de Beşiri'nin bucağı olan İluh, Batman adıyla ilçe yapıldı. 1962'de Pervari ilçesinin Müküs bucağı, Van'ın Gevaş ilçesine bağlandı. 1990 yılında Siirt'in Batman, Beşiri, Kozluk ve Sason ilçeleri yeni kurulan Batman iline bağlandı. Aynı yıl Siirt'in Şırnak ilçesiyle, Eruh'tan ayrılarak ilçe yapılan Güçlükonak beldesi yeni kurulan Şırnak iline bağlandı ve Merkez ilçeye bağlı Tillo bucağı Aydınlar adıyla ilçe yapıldı. Siirt ili nüfusu: 324.394'dür. Bu nüfusun % 70,37'si şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 5.717 km²'dir. İlde km²'ye 56 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkezde 251’dir.) İlde yıllık nüfus artışı % 0,54 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 7 İlçe, 12 belediye, bu belediyelerde 63 mahalle ve ayrıca 277 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Tillo (% 4,12)- Eruh (-% 3,00). 2017-2018 Sezonu sonunda, Siirt İl Özel İdare Spor, futbol Bölgesel Amatör Lig (BAL) de grubunu 4. sırada tamamlamıştır. 3.lig Kadın futbol liginde de 2 takımı, hentbol erkekler 2.liginde Kurtalan Ekspres takımı vardır. Siirt İl Özel İdare Spor, Ziraat Türkiye Kupası ilk turunda Mardin 47 Spor’u elemiş. 2.turda Batman Petrol Spor’a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Siirt Atatürk Stadyumu (5.650), Siirt Kapalı Spor Salonu (1.500), 100.Yıl Yüzme Havuzu (750)'dur. Nobel Fizik Ödülü Nobel Fizik Ödülü, İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından her yıl Stokholm'de Alfred Nobel'in ölüm günü olan 10 Aralık'ta verilir. Bu ödül, Alfred Nobel'in 1895 yılında isteği ile başlatılan ve 1901 yılından beri devam eden 5 Nobel Ödülü'nden birisidir. Diğer kategoriler; Nobel Kimya Ödülü, Nobel Edebiyat Ödülü, Nobel Barış Ödülü, Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'dür. İlk Nobel Fizik Ödülü, x-ışını keşfinden dolayı sunduğu üstün hizmetlerden dolayı Alman Wilhelm Conrad Röntgen'e verilmiştir. En fazla üç adaya veya iki bilimsel çalışmaya verilir. Hale Gür Hale Gür, (d. 1951;İzmir) Türk halk müziği ses sanatçısı. 1951'de Kemalpaşa'lı bir ailenin çocuğu olarak İzmir'de doğdu. İlkokuldan sonra ortaokulu Kız Meslek Lisesi'nde okudu. Daha sonra bu lisenin yüksek okul olarak devamı sayılabilecek Ankara Kız Teknik Öğretmen Okulu'nun sınavını kazanmasına rağmen okulun Ankara'da olması nedeniyle babası tarafından bu okula gönderilmedi. Ege Üniversitesi'nin iki yıllık Sekreterlik Okulu'na devam etti ve buradan mezun oldu. 1970'de memur olarak girdiği TRT'de kazandığı sınavdan sonra 1974'de ses sanatçısı olarak görev yapmaya başladı. Talip Özkan'dan dersler aldı. Halen İzmir Radyosu'nda ses sanatçısı, koro şefi ve merkez repertuar kurulu üyesi olarak görev yapmaktadır. Talip Özkan Talip Özkan (1939, Denizli - 27 Mayıs 2010, İzmir), Türk Halk Müziği sanatçısı. Lise yıllarındayken Acıpayam' da Muzaffer Sarısözen'le tanıştı. 1957'de yüksek öğrenimi için geldiği Ankara Radyosu'nda Yurttan Sesler Korosu programlarında yer aldı ve ardından sınavları kazanarak kadrolu sanatçı oldu. 1960 yılında İstanbul Radyosu'na geçiş yaptı. 20 yıla yakın TRT'de çalıştıktan sonra 1977'de Paris'e yerleşti. Paris Konservatuvarı'ndaki eğitmenliğinin yanı sıra Paris Üniversitesi'nde (Université de Paris, VIII, Nanterre 19) etnomüzikoloji alanında doktora çalışmasını yürüttü. Rotterdam Konservatuvarı'nda ders verdikten sonra emekliye ayrıldı. Yurtdışında pek çok albüm dolduran sanatçı, uzun yıllar Paris'te yaşamış ve çalışmalarını (yeni) türküler derleyerek ve özel ders vererek sürdürmüştür.Türk Halk Müziğine çok sayıda derleme kazandıran ve müzisyen eğiten Özkan kendine özgü bağlama çalış tekniğiyle de birçok bağlamacıya örnek olmuştur. Cenazesi 29 mayıs günü İzmir Alsancak Hocazade Camii'nde öğleyin kılınan cenaze namazıyla Narlıdere mezarlığına defnedilmiştir. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Türkiye Radyo Televizyon Kurumu kısaca TRT, 1 Mayıs 1964 tarihinde çıkarılan "TRT yasası"yla kurulan ve kamu yayıncılığı yapmakla görevli Türkiye'nin ilk, günümüzdeki tek kuruluşu. Türkiye'de yayın yapan ikinci televizyon kanalıdır. 1952'de yayına başlayan ve sadece İstanbul'da yayın yapan İTÜ TV'nin 1970 yılında kapanmasından sonra TRT, 1990'ların başında ilk özel televizyon ve radyo kanalı yayına başlayana dek Türkiye'de radyo ve televizyon yayıncılığı yapan tek kurum olarak hizmet vermiş; ülkede televizyon ve radyo yayıncılığı konusunda ilk örnekleri oluşturmuştur. 1968 ve 1986 yılları arasında Türkiye'de yayın yapan tek televizyon kanalı TRT'nin yayımladığı TRT 1 kanalı olmuş; 1986 yılında TRT 2 yayına girmiştir. 359 sayılı "Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Yasası" ile 1964 yılında özerk kamu tüzel kişiliğine sahip bir kurum olarak, devlet adına radyo ve televizyon yayınlarını gerçekleştirmek amacıyla kuruldu. İlk genel müdürü 29 Nisan 1964'te Adnan Öztrak oldu. İlk programlı radyo yayınına 1965 yılında geçildi ve bütün radyolar haber saatlerinde Ankara Radyosu'na bağlandılar. Aynı yıl bünyesinde Türk Sanat ve Halk Müziği Danışma Kurulu ve Batı Müziği ve Çok Sesli Türk Müziği Danışma Kurulu toplandılar. Seçim sonuçlarını vermek için ilk sabaha kadar yayın yine bu yıl yapıldı. 1966 yılında TRT kapalı devre televizyon eğitimi yayınları başladı. Spor haberleri ilk kez 1967 yılında haber bülteni ile birlikte verildi. Erzurum Radyosu ve İzmir Radyosu yine bu yıl içerisinde yayın hayatlarına başladı. Televizyon yayınına yönelik çalışmalara hız verildi. Televizyon yayınları ise, 31 Ocak 1968 tarihinde Türkiye'de ilk deneme televizyon yayını Ankara'da bulunan Mithatpaşa Stüdyosu'nda Mahmut Tali Öngören'in açılış konuşmasıyla başladı. Haftada üç gün, üçer saa
t olarak başlayan deneme yayınları bir yıl sonra haftada dört güne çıktı. 1970'te İzmir televizyonu, ardından 1971'de İstanbul televizyonu faaliyete geçti. İlk canlı spor yayını, 1971 yılında İzmir'de oynanan Karşıyaka ile İstanbulspor arasında oynanan futbol maçını naklen vererek gerçekleştirdi. Sonraki sene televizyonda ilk kez Bedava Dünya Gezisi adlı yabancı dizi Türkçe seslendirildi. Aynı yıl reklam yayınlarına da başlandı. Münih'teki 1972 Yaz Olimpiyatları verilerek ilk dış naklen yayını gerçekleştirdi. 1971 Muhtırası'nın ardından 1972'de anayasa değişikliği sırasında TRT'nin özerkliği kaldırıldı ve kurum, "tarafsız" bir kamu iktisadi kuruluşu olarak yeniden düzenlendi. 359 sayılı "Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Kanunu" 2 Ocak 1964'te, Resmi Gazete'de yayınlandı. Nisan ayında, TRT yönetim kurulu ilk toplantısını yaptı. Başkanlığına Sedat Tolga seçildi ve yönetim kurulu, oybirliği ile Adnan Öztrak'ı TRT'nin ilk genel müdürü olarak seçti. Aynı yıl mayıs ayında, "359 sayılı TRT Kanunu" yürürlüğe girdi. Siyasi partilerin Türkiye radyolarında yapacakları seçim konuşmaları sırası için Yüksek Seçim Kurulu'nda kura çekildi. Haziran ayına gelindiğinde ise TRT, ilk kez EBU'nun Viyana'da yapılan genel kurul toplantısına katıldı. Eylül ayında 10 kw. gücünde Kıbrıs'ın Sesi Radyosu yayına başladı. Aynı yıl ABU'ya aktif üye olan TRT'DE 1965 yılının ocak ayında ilk kez programlı dönem başladı ve bütün radyolar haber saatlerinde Ankara Radyosu'na bağlandılar. Türkiye Radyoları Program Dergisi yayınlanmaya başladı. Şubat ayında dönemin Türkiye Başbakanı Suat Hayri Ürgüplü, hükümet programında Türkiye radyolarının tarafsız olacağını söyledi. TRT ile Anadolu Ajansı haber anlaşması yaptı. Behçet Kemal Çağlar, yönetim kurulu başkanı oldu ancak daha sonra Millet Partisi Ürgüplü'ye başvurarak TRT Kanunu'nun değişmesini istemiş, Danıştay ise özerk yapısı dolayısıyla TRT'n devlet kurum ve kuruluşlarıyla doğrudan haberleşmeye yetkili olduğunu kararlaştırdı. Bunun üzerine genel müdür Adnan Öztrak Türkiye Cumhuriyeti Turizm ve Tanıtma Bakanlığı müfettişlerinin kurumu teftişine izin vermedi. 31 Ocak 1968 yılında ilk olarak Ankara televizyonu yayına başladı. 6 Şubat tarihinde de ilk televizyon oyunu Şair Evlenmesi canlı olarak yayınlandı. Aynı ay TBMM'nde TRT bütçesinin başbakanlığa bağlanması kabul edildi, daha sonra TBMM KİT Karma Komisyonu TRT'nin üç yıllık mali raporunu kabul etmedi. Mart ayında 300 kw orta dalga ile Çukurova Radyosu deneme yayınına başladı. Ankara Radyosu 3. Programı FM bandından yayına başladı. Nisan ayında Yüksek Seçim Kurulu, TRT'nin haberlerinde siyasi partilere eşit yer vermesini kararlaştırdı. Haber bültenleri içinde yer alan yorumlarda değişiklik yapıldı; radyoda kısıtlandı, televizyonda kaldırıldı. Ankara Televizyonu'nda kadrosuz çalışan yapım ve teknik personel sendika kurdu. Ağustos ayında, radyo teknisyenlerine ek çalışma ücreti verilmemesinden ötürü naklen yayınlar kaldırıldı ve ayın 22 Ağustos tarihinde 200 kw orta dalga İzmir radyo vericisi yayına başladı. 26 Ağustos tarihinde uluslarararası fuar nedeniyle İzmir'de ilk televizyon deneme yayını yapıldı. 4 Ekim'de TRT, EBU Televizyon Program Komitesi'nin Stockholm'de yapılan toplantısına ilk kez katıldı. Aynı ay Anayasa Mahkemesi, TRT Kurumu'nun özerk yetkilerini karara bağladı. Cumhuriyet Senatosu, TRT'nin 1964, 1965, 1966 yılı hesaplarını kabul etmedi ve TRT, "Kıbrıs'ın Sesi Radyosu" yayın sorumluluğunu Genelkurmay Başkanlığı'na devreti. Kasım ayında, Çukurova Bölge Danışma Kurulu Mersin'de toplandı. Sartre'ın kitabını radyoda tanıtan beş kişi mahkemede suçsuz bulundu. Aralık ayında, 2 kw orta dalga ile Trabzon Radyosu yayına başladı. Yönetim Kurulu, TRT'nin TV-İş Sendikası ile görüşmelere başlamasını kabul etti. 1969 yılına gelindiğinde ocak ayında TRT Teknik Danışma Kurulu İstanbul'da toplandı. Şubat ayına gelindiğinde, köye yönelik televizyon yayınlarının izlenmesi için, Ankara'nın dört köyüne televizyon izleme merkezi kuruldu. Bakanlar Kurulu, yeni TRT Kanun Tasarısını onayladı. Televizyon yayınlarına ilk Hükümet yasağı kondu. Nisan ayında, Televizyon yayınları, vericide meydana gelen bir arızadan ötürü yapılamadı. TRT Kanun tasarısı TBMM Başkanlığı'na verildi. TRT Kanun tasarısı TBMM'de geçici komisyona havale edildi. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, TRT konusunda iktidarı uyarması için Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a muhtıra verdi. Mayıs'ta Adnan Öztrak, siyasi kuruluşlara dostluk çağrısında bulundu. TRT kanun tasarısı TBMM geçici komisyonunda kabul edildi. TRT ile SACEM arasında müzik eserleri telif hakları ile ilgili sözleşme imzalandı ve Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışının 50. yılı dolayısıyla ilk kez Ankara dışından bağlantılı naklen yayın yapıldı. 1969 yılının mayıs ayı içerisinde TRT sitesi kurulması ile ilgili çalışmalar başladı ve bir ay sonra Anayasa Mahkemesi TRT'ye mali özerlik tanıdı ve ardından iki adet televizyon naklen yayın arabasının satın alınmasına karar verildi. TRT'nin radyo ruhsatiye ücretlerinin tespiti için dava açmasına karar verildi. Televizyon, insanın aya ilk ayak basışı ile ilgili televizyon filmini, normal yayın günü dışında özel olarak yayınladı. Ağustos'ta yönetim kurulu, Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği konusunda 9 uzmanın hazırladığı müzik eğitim planını kabul etti. Bir ay sonra Yönetim Kurulu, televizyonda gösterilecek filmlerin seçimi için komisyon kurulması kararlaştırıldı. Türk Dil Kurumu, ilk radyo ve televizyon dil ödülünü, Metin Öztekin'in Bu Dilin Ustaları adlı radyo dizisine verdi. 1970 yılında ilk olarak İzmir Radyosu 2. Program yayınına başladı. Aynı ay yönetim Kurulu, bölge yayınları konusunda sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaç ve özelliklerin araştırılmasına karar verdi. Yönetim Kurulu, program planlarının üçer aylım dözenlenmesine karar verdi. TRT, müzik sanatçılarının "zam farklarının ödenmemesi" konusunda açtıkları dava sonucu 500.000 tazminat ödemeye mahkum oldu. 1980 yılının son günü, yılbaşı gecesi oryantal Nesrin Topkapı ilk kez televizyona çıktı. 1984 yılında TRT tümüyle renkli yayına geçti. Yine aynı yıl radyolar da stereo yayına başladı. 1980'lerde TRT'nin yılbaşı özel programları popüler hale geldi ve özel kanalların açılmasına kadar en çok rating alan programlardan oldu. TRT'nin çoklu kanala geçmesiyle kanalların isimleri TV şeklinde anılmaya başladı: 1986'da haber ve kültür ağırlıklı yayın yapan TV2 (TRT 2), 1989'da ise spor programları, Anadolu'ya yönelik programlar ve TBMM yayınlarını veren TV3 (TRT 3 ve TRT GAP) kuruldu. 1990 yılında TRT Telegün ismi ile teletekst yayınları devreye girdi. Aynı yıl müzik ve eğitim üzerine programlar yayınlayan TV4 (TRT 4) ve dünya üzerindeki tüm Türklere yönelik yayın yapmaya başlayan TV5 (TRT İnt Avrasya) kuruldu. Yönetim Kurulu, Güney Doğu Anadolu Bölgesi'nde televizyon şebekesi kurulması için inceleme yapılmasını kararlaştırdı. 28 Eylül 1992'de kanallar yeniden TRT adını aldı. 1990'ların ortalarında TRT İnt Avrasya, iki ayrı kanala ayrılarak TRT İnt ve TRT Avrasya (2001-2009 arası TRT Türk) olarak yayına başladı. 2001 yılında TRT tüm logolarında değişikliğe gitti. 2 Şubat 2006 tarihinde ise sayısal yayıncılığın test yayınına geçti. 2008 yılının Kasım ayında TRT Çocuk adlı çocuk televizyon kanalı, aynı yılın son günlerinde Kürtçe yayın yapan TRT 6 yayın hayatına başlamış 2009 yılında ise TRT 1, TRT 3 ve TRT 6 logoları değişmiş, ayrıca Nevruz bayramında Türk dillerini konuşan halklara hitap eden ve Azerice, Türkmence, Özbekçe, Kazakça, Kırgızca dillerinde programlar yayınlayan TRT Avaz, 18 Ekim 2009'da ise belgesel ve turizm programları yayınlayan TRT Belgesel adlı kanal yayına başladı. 4 Nisan 2010'da ise TRT'nin Arapça yayın yapan kanalı TRT Et-Türkiyye açıldı. Yine Bülent Arınç 2011'de yaptığı açıklamasında, TRT'nin İngilizce haber yapan bir kanal olan TRT World'un hazırlanmakta olduğunu belirtti. TRT'nin ilk sürekli 16:9 geniş ekran kanalı, 2008'de yurtdışı haber kanalı olarak hazırlanan TRT Türk'tür. Bunların ardını sırayla TRT 1, TRT Haber ve TRT Spor takip etti. HD yayınları ilk olarak, 2008 Olimpiyatları sırasında TRT 3 üzerinden geçici olarak verilmiştir. İlk sürekli HD yayını olarak da 27 Mayıs 2010'da TRT HD'nin başlamasının ardından, 19 Mayıs 2012'de TRT 1 HD, 19 Ağustos 2012'de TRT 3D açıldı. 4K yayınları 19 Şubat 2015'te TRT 4K ile verilmeye başlandı. Kaynak: TRT yayınları tüm Türkiye'de ve ayrıca tüm kıtalarda dinlenebilmekte ve izlenebilmektedir. Ayrıca Türksat uydusu üzerinden yapılan sayısal yayın yoluyla Avrupa'da yaşayan Türklere de ulaşılmaktadır. Kurum; TRT 1, TRT Haber, TRT 3, TRT Spor, TRT Müzik, TRT Belgesel, TRT Diyanet, TRT Çocuk, TRT Türk, TRT 1 Avrupa, TRT 4K, TRT Kurdî, TRT Avaz, TRT al Arabiya, TRT Okul ve TRT World olmak üzere 16 televizyon kanalının yanında TRT Radyo 1, TRT FM, TRT Radyo 3, TRT Haber Radyo, TRT Kurdî Radyo, TRT Antalya Radyosu, TRT Çukurova Radyosu, TRT GAP Radyosu, TRT Erzurum Radyosu, TRT Trabzon Radyosu, TRT Nağme, TRT Türkü ve TRT Memleketim FM olmak üzere yurtdışı'na Türkçe dahil 38 dilde yayın yapan Türkiye'nin Sesi Radyosu olmak üzere 14 radyo kanalına sahiptir. Merkezi Ankara'da bulunan kurumun, İstanbul, İzmir, Mersin, Antalya, Trabzon, Diyarbakır, Erzurum illerindeki müdürlükleri yoluyla hizmetlerini sürdürmektedir. TRT'nin tüm Radyo ve Televizyon kanalları Türksat 3A ve Türksat 4A uyduları ile izlenebilmektedir. Ayrıca Digiturk, D-Smart, Türksat KabloTV, Filbox ve Tivibu dijital platformları ve normal antenle izlenebilir. TRT, kamu yayıncılığından giderek uzaklaşıp Adalet ve Kalkınma Partisi'nin propaganda aygıtına döndüğü yönünde yoğun eleştirilere hedef olmaktadır. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun açıkladığı istatistiklere göre TRT, seçim çalışmalarının başladığı 1 Nisan ila 3 Haziran 2015 tarihleri arasında: TRT, CHP'nin 7 Haziran 2015 genel seçimleri için hazırladığı "Milletçe alkışlıyoruz" temalı reklam filmini, Ak Parti’yi eleştirdiği gerekçesiyle yayınlamama kararı aldı. RTÜK üyesi Ersin Öngel'e göre TRT kanalları, "hükümet kontrolündeki televizyon kanall
arından daha fazla AKP propagandası" yapmaktadır. TRT, 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının yıldönümünde sadece AKP'li milletvekilleri, bakanlar ve AKP'ye yakınlıkları ile bilinen gazetecilerden görüş aldığı "17-25 Aralık Darbe Girişimi" adlı bir belgesel yayınladı. Kırşehir (il) Kırşehir, Türkiye'nin İç Anadolu Bölgesinde yer alan bir ildir. 1867 yılında bucak, 1869 yılında ilçe, 1870 yılında sancak olmuş, Avanos, Keskin ve Mecidiye (Çiçekdağı) ilçeleri Kırşehir'e bağlanmıştır. 1921 yılında bağımsız mutasarrıflık, 1924 yılında il olan Kırşehir'e Avanos, Çiçekdağı, Hacıbektaş, Mucur ilçeleri bağlanmıştır. 1944 yılında ilçe olan Kaman, Kırşehir'e bağlanmıştır. 20 Temmuz 1954 tarihinde Osman Bölükbaşı'yı tekrar milletvekili seçtiği için Kırşehir ilçe yapıldı (Adnan Menderes konuyla ilgili Meclis'te 'Türkiye’nin hiçbir vilayetinde yüzde 3’ten fazla oy almayan bir partiye mensup milletvekilini iki seçimde de seçen Kırşehir’in, bir içtimai ve siyasi bünye itibarıyla anormallik göstermekte olduğunu inkâr etmek mümkün değildir; evet, biz açık konuşuruz’ şeklinde konuşmuş ve Osman Bölükbaşı da cevaben; "Vilayeti kaldırdınız, bizi de kaldırın da zulmünüz tamam olsun" demiştir). Nevşehir il, Kırşehir de Nevşehir iline bağlı bir ilçe haline getirilmiş; Çiçekdağı ilçesi Yozgat'a, Kaman Ankara'ya, Hacıbektaş, Mucur ve Avanos da Nevşehir'e bağlanmıştır. Kırşehir, 1 Temmuz 1957'de Adnan Menderes hükûmeti tarafından tekrar il hâline getirilmiş ve Yozgat'ın Çiçekdağı, Ankara'nın Kaman ve Nevşehir'in Mucur ilçeleri tekrar dâhil edilmiştir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 7 İlçe, 10 belediye, bu belediyelerde 67 mahalle ve ayrıca 252 köy vardır. Kırşehir tarihi, Hititler dönemi ile anılmaya başlar. Fakat, ilin adının o zaman ne olduğu henüz bilinmemektedir. İlin bir ara Aquae Saravenas (Akova - Saravena) adıyla (M.Ö. 2. yy.) bilindiği anlaşılmıştır. Önceleri "Makissos" ("Macissus") adıyla anılan kent, İmparator I. Justinianus devrinde (527-568) yeniden kurulmuş ve Jüstinianopolis diye anılmaya başlamıştır. Uçsuz bucaksız kırın ortasında yükselen bu kente Türkler "Kır şehri" adını vermişlerdir. Kır şehri zamanla halk dilinde "Kırşehir" oldu. Bu gün bile bazı köylerinde yaşayan halk, burasını Kır şehri diye anar. Kırşehir ismi Türkçedir. Kırşehir'de NAO ve AO indeks pozitif değer aldığında kışlar nispeten ılık ve ağırlıklı yağmurlu, AO ve NAO negatif seyrettiğinde kışları soğuk ve az yağışlı olmak ile birlikte yağışlar çoğunlukla kar şeklinde düşer. Yazları ise sıcak ve genellikle kurak geçen karasal iklim görülür. Son yıllarda, yaz yağışlarında artışlar görülse de, Thorntwait'in iklim tasnifine göre, Kırşehir yarı kurak iklim özelliğine sahiptir. İldeki yıllık sıcaklık ortalaması 11.3 °C, yıllık ortalama yağış miktarı ise 415,9 kg/m²'dir. İldeki dağlık ve ovalık alanlar arasında yıllık ortalama sıcaklık farkı çok fazla değildir. İlçeler arasındaki sıcaklık farkı 1 °C-1.5 °C civarındadır. Merkez ilçede yıllık ortalama sıcaklık 11,3 °C iken, Kaman'da 10.2 °C, Çiçekdağı'nda 11,7 °C, Mucur'da da 11.7 °C, Akçakent'te 9.6 °C, Akpınar'da ise 9.9 °C'dir. Kırşehir'in çevre illerle olan sıcaklık farkı yine 1 °C-1.5 °C dolayındadır. Ankara'da 11,8 °C, Kırıkkale'de 12.5 °C Nevşehir'de 10,5 °C, Yozgat'ta 9,0 °C'dir. Kırşehir İli Nüfusu: 229.975'dir. Bu nüfusun %81,09'u şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 6.584 km²'dir. İlde km²'ye 35 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 84'dür.) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,96 olmuştur. İl merkezinin denizden yüksekliği: 991 m.'dir. Kırşehir ili nüfusu: 234.529'dur. Bu nüfusun % 81,98'i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 6.584 km²'dir. İlde km²'ye 35 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkezde 84’dür.) İlde yıllık nüfus artışı % 1,98 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 7 İlçe, 10 belediye, bu belediyelerde 67 mahalle ve ayrıca 252 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez (% 4,18)- Kaman (-% 2,67). 2016-17 sezonu sonunda Bölgesel Amatör Lig'de mücadele eden Yeşil Kırşehirspor'un adı Kırşehir Belediyespor olarak değiştirilerek başkanlığına Veli Şahin seçildi. 2017-2018 Sezonu sonunda, Kırşehir’in futbol liglerindeki tek takımı Kırşehir Belediyespor, futbol Bölgesel Amatör Lig (BAL) den 3.lige yükselmiştir.. Ayrıca Ahi Evran Ünv. takımı da hentbol erkekler 1.ligi 4.sırada tamamlamıştır. Kırşehir'in voleybol bölgesel liglerinde de 2 takımı vardır. Ziraat Türkiye Kupası ilk turunda Kırşehir Belediyespor, 68 Aksaray Belediyespor’a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Ahi Stadyumu (7.500), Kındam Spor Salonu (1.500) ve Merkez Kapalı Yüzme Havuzu (750). LFS Sıfırdan Linux (LFS "Linux From Scratch"), kendi GNU/Linux işletim sisteminizi geliştirme projesidir. Aslında LFS bir dağıtım değil uzmanlar ve öğrenciler için Çekirdekten bir GNU/Linux sistemi ortaya çıkarmaktır. LFS projesi'nin kitabı başta Gerard Beekmans olmak üzere pek çok geliştirici tarafından yazılmıştır. Şu anda 8.0 sürümü desteklenmektedir. Balçova Balçova, İzmir’in metropol ilçelerinden biridir. İlçenin doğusunda Konak, batısında Narlıdere, güney ve güneydoğusunda Karabağlar kuzeyinde ise İzmir Körfezi bulunmaktadır. Bu konumuyla "Balçova İlçesi", at nalı şeklindeki İzmir Körfezi'nin güney kıyılarında yer almaktadır. İzmir merkeze 8 kilometre uzaklıktadır. İlçe merkezinin yayılım alan denizden uzak 20 ile 80 metre arası değişmektedir. İlçenin havaalanına uzaklığı ise 18 kilometredir. Balçova, Anakent sınırları içerisinde yer alır. İlçe denize yakın yani kuzey tarafa kurulmuştur. Güney tarafı ise orman ve dağlarla kaplıdır. Yüzölçümü 29 km2 olup nüfus yoğunluğu 3229’dur. Konak ilçesine bağlıyken 3.6.1992 târihli 3806 sayılı kânunla ilçe olmuştur. Balçova Termal Tesisleri, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi ve Türkiye’nin ikinci büyük teleferiği bu ilçenin sınırları içerisinde yer almaktadır. Balçova’nın tarihteki yeri ilçede bulunan kaplıcaların tarihi ile aynı döneme rastlar. Bu tarih MÖ 1200 yıllarına denk gelir. Dünyanın en önemli destanlarından biri olan İlyada ve Odesia'nın yazarı olan şair Homeros MÖ 8 yy. da İzmir’de yaşamıştır. Homeros’un İlyada Destanı’nın bir bölümünde bahsettiği Agamemnon ve Menelaos Troia “Truva” seferini yapan Akhai ordusunun başında bulunan iki komutandır. Askerlerin burada şifa bulması ve de yaralarının iyileşmesi üzerine şifalı suyun çıktığı yerlere tesis olarak kapalı hücreler yapılmıştır. Tarih boyunca birçok medeniyetin hakimiyeti altına girmiştir. Türklerin bölgeye gelmesi 1300’lü yıllarda, hakimiyet kurması ise 1400’lü yıllarda olmuştur. 1910 yılına ait İzmir Vilayeti Haritası’nda Balçova Köyü olarak adlandırılan bölgede ilk belediye 01.03.1963 yılında kurulmuştur. İlçe 1980 yılında Narlıdere merkez olarak şube konumuna gelmiş, 03.06.1992 tarihinde ise tekrar belediye durumuna getirilmiştir. İlçenin tarihi İzmir’in tarihi ile iç içe olup tahminen 3000 yıllık bir geçmişe sahiptir. İlçenin ilk sakinleri bugünkü Narlıdere’nin deniz kenarında oturmakta idiler. O dönem denizlerden gelen korsan istilasından kurtulmak için bugünkü Balçova’nın kurulduğu eski Balçova köyüne göç ederek yerleşmişlerdir. O dönemde Ayesefit olarak kullanılan köyün adı, köy arazisinin büyük bir kısmının balçık olması nedeniyle Balçık Havi olarak değişmiş ve daha sonra ise bugünkü ismi olan Balçova adını almıştır. Çeşitli medeniyetlerin yer aldığı Balçova’da bugün Romalılardan kalma Agememnon Kaplıcaları ve Yunanlardan kalma bir su kuyusu ve mahzeni bulunmaktadır. İlçenin 6 km doğal sahil şeridi bulunmakta, ayrıca bir adet baraj gölü "(Cengiz Saran Barajı) ve 5 adet dere (Yahya Deresi, Sarıpınar Deresi, Hacı Ahmet Deresi, Molla Kuyu Deresi ve Ilıca Deresi)" mevcuttur. İnciraltı dışında ilçenin kuzey kısmında ormanlar ve seracılık vardır. Orta taraflar yerleşim yeri olarak seçilmiştir. Güney taraf dağlık olduğu boş bırakılmıştır. Dağın eteklerinde ise ormanlık alan vardır. Bazen kışın soğuk olduğunda çok az kar yağan İzmir'in bu tepesinde kar görebilirsiniz. Bu ilçede Akdeniz iklimi görülmektedir. Yazları sıcak ve kurak kışları ılık ve yağışlı geçer. İlçede hüküm süren Akdeniz iklim şartlarına ve toprak özelliklerine bağlı olarak farklı bitki toplulukları yer almaktadır. İklim şartlarına göre oluşan ve doğal ortamda denge halinde olan bitki toplulukları asıl Akdeniz bitki topluluklarından oluşmaktadır. Balçova ve çevresindeki toprak oluşumunda coğrafi-jeomorfoloji ana materyal özellikler ve zamana bağlı olarak fiziksel ve kimyasal özellikler, çok değişik olan farklı toprak gruplarını meydana getirmiştir. Bunlar, Zonal ve Azonal toprak gruplarından oluşmaktadır. Zonal topraklar “Kırmızı Akdeniz Toprakları” Akdeniz iklim şartlarının etkisi ile oluşmuş bu toprağa Teleferik Dağının eteklerinde rastlanmaktadır. Bu toprak verimlilik yönünden orta ve kireç yönünden oldukça fakirdir. Azanol topraklar (Alüvyal topraklar) bu toprak çeşidi Balçova yerleşim merkezi ile kıyı arasında dar bir şerit halinde uzanan ovada yaygındır. Kumlu, millî ve killi bünyededir. Ayrıca ova yüzeyi ile güneyde yükselen dağlık kesim arasındaki eteklerde Kolüvyal topraklar gelişmiştir. Çatalkaya’nın kuzey yamaçlarında maki, Teke Dağının yamaçlarında ise çoğunlukla kısa boylu çalılardan oluşan garig türleri stabil duruma geçmiştir. İlçede, 9 ilköğretim okulu, 6 orta öğretim kurumu bulunmakta; 8236 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 406 öğretmen görev yapmaktadır. İzmir Ekonomi Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi ilçe sınırları içerisinde yer almaktadır. Balçova ilçesine ulaşım kolaydır. Üçkuyular’daki vapur iskelesi ve yat limanı ile deniz ulaşımı sağlanırken, karayolu bağlantıları açısından da ilçe önemli bir noktada yer almaktadır. Üstelik İzmir Çevre Yolu ile ulaşım daha çabuk gerçekleştirilebilmektedir. Ayrıca bu çevreyolu sayesinde Balçova'dan Adnan Menderes Havalimanı'na 15 dakikada ulaşılabilmektedir. İlçe, iç turizm ve dış turizm faaliyetleri sürdürülme
ktedir. Balçova'nın doğal çekiciliklerinin temelinde, ilçe merkezinin hemen güneyinde 500 m.’ye yaklaşan bir yükselti alanı, onun önünde eğimi kıyıya doğru yavaş yavaş azalan bir etek ovası ve deniz kıyısının varlığı yatmaktadır. Bu üçlü morfolojik yapıyı ormanlar, ve termal sular tamamlamaktadır. Balçova ilçe merkezinin yaslandığı "Dede Dağı", başta "Ilıca Deresi" olmak üzere, diğer derelerle yarılmış, büyük kısmı ormanlarla kaplı bir röfleye sahiptir. Ayrıca Agamemnon kaplıcaları ilçeye önemli derece yabancı (özellikle İskandinav) turist çekmiştir. İlçede 3 adet 5 yıldızlı otel (Kaya Otel, Wyndham ve Ramada Encore) ve bir adet termal otel bulunmaktadır İlçenin "Ata Caddesi" ve "Mithatpaşa Caddeleri" ticari açıdan büyük öneme sahiptirler. Ata Caddesi üzerinde birçok dükkân, mağazalar ve bankalar yer almaktadır. Mithatpaşa Caddesi üzerinde ise birçok Alışveriş merkezi yer almaktadır. Kipa AVM, "Agora AVM", "Palmiye AVM", "Özdilek AVM", "Ege Park Balçova", "Asmaçatı AVM", "Balpa AVM", "Selway Novada Outlet AVM" gibi alışveriş merkezlerinin açılması ile ilçe önemli bir cazibe merkezi haline gelmiştir. İlçenin ve İzmir'in tek marinası olan Levent Marina gerek sosyal tesisleri gerekse bünyesinde tekne alım-satımlarının yapıldığı Yatmarket ile bölgeye önemli bir ticari hareket sağlamaktadır. Bornova Bornova, İzmir'in bir ilçesi. Yamanlar Dağı'nın eteğinde, 38 derece kuzey enlem ve 27 derece doğu boylamı üzerinde yer alır. İzmir'in merkezi Konak'ın 8 km kuzeydoğusunda, İzmir Körfezi'nden 3 km doğudadır. Kuzeyinde Karşıyaka ilçesi ve Manisa ili toprakları; doğusunda Kemalpaşa ilçesi; batısında Karşıyaka, Bayraklı ve Konak; güneyinde Buca ile çevrelenir. Belediye teşkilatı 1882 yılında kurulmuş, 1957 yılında ilçe hâline gelmiştir. Yüzölçümü 224 km²'dir. Ege Üniversitesi'nin ana kampüsü ve üniversite ile aynı adı taşıyan, Türkiye'nin en büyük hastanelerinden biri olan Ege Üniversitesi Hastanesi bu ilçede bulunmaktadır. Ayrıca Yaşar Üniversitesi'nin Selçuk Yaşar yerleşkesi de Bornova Ağaçlıyol mevkiindedir. İki büyük askeri birliğin yanı sıra, İzmir-İstanbul, İzmir-Ankara, İzmir-Aydın ve İzmir-Çanakkale karayolu ağlarının merkezinde bulunması, 2000 yılında metronun Bornova'ya uzanması ve İzmir Otogarı'nın ilçe içinde konuşlandırılmış olması ve Bornova-Kavaklıdere-Işıkkent üçgeninin sanayi bölgesi olarak saptanması ve 4 sanayi sitesinin yerleşim alanı içinde bulunması, Bornova'nın gelişimine bugün ve gelecekte etki yapacak unsurların başında gelmektedir. Bornova bu arada, Kavaklıdere, Çiçekli, Kayadibi ve diğer semtleriyle İzmir'in akciğeri konumunu sürdürmektedir. İsmi Osmanlı kayıtlarında Birunabad olarak geçmiş ise de, Farsça "dış, harici" anlamına gelen "birun" kelimesinin, genellikle yer isimlerinde bir özel isimle birlikte kullanılan "-abad" takısı (İslamabad, Haydarabad gibi) ile pek uyuşmaması, Birunabad'ın başka bir ismin tahrif edilmiş veya uyarlanmış şekli olabileceğini düşündürmektedir. İsmin başlangıçta "Burunova" şeklinde geçtiği de öne sürülmüştür. Bornova'nın çekirdeği bugün Erzene mahallesi diye anılan mahallenin Hükümet Konağı'nın arkasında kalan ve eski adı Havuzbaşı olan kısmıdır. Tarihi 1800'lere varan iki katlı ve bahçeli Rum evlerine hâlâ rastlanabilen (ve çoğu yenileme ve yeniden değerlendirilmeye muhtaç) Erzene, 1924 Nüfus Mübadelesi'nden sonra, önce Kavalalılar ve Giritlilerce iskan edilmiş, 1950 sonrasında da Yugoslavya göçmenlerini barındırmıştır. Ayrıca Erzene'nin yanıbaşında başlangıcından beri bir Roman mahallesi bulunmuştur. Kavalalılar, o dönemde tarım arazisi olan Bornova ovasında tütüncülükle, Giritliler sebze meyvecilikle, Yugoslavyalılar ise bölgedeki mensucat fabrikalarında işçilik yaparak Türkiye ekonomisine ilk adımlarını atmışlardır. Bornova, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde ve özellikle 1865'de Halkapınar çıkışlı bir demiryolu hattının buraya uzatılmasıyla, İzmir'in zengin Levanten ailelerinin tercih ettiği bir yerleşim mekanı olmuştur. İzmir merkezinden daha ferah ve serin havası ve 1980'li yıllara kadar İzmir ile arasında varlığını sürdüren mandalina bahçelerinin nezih ortamı, İngiliz konsolosluğu rezidansının ve çoğu İngiliz kökenli pek çok ailenin muhteşem konaklarının Bornova'da inşa edilmesi sonucunu doğurmuştur (İtalyan ve Fransız kökenli Levantenler daha ziyade Buca'yı tercih etmişlerdir.) Anekdotik bazda, Türkiye'deki ilk futbol maçı 1890 yılında İzmir'e gelen İngiliz denizcilerle İzmirli gençler arasında Bornova'da, ülkemizdeki ilk atletizm yarışmaları da 1895'de yine Bornova'da gerçekleşmiştir. İzmir'in kurtuluş günü olan 9 Eylül 1922'de Türk ordusu İzmir'e Bornova'nın üst kısmındaki Belkahve Geçidi mevkiinden girmiş, Nif'te (Kemalpaşa) gecelediği 8 Eylül akşamının gecesinde muzaffer orduların komutanı Mustafa Kemal Paşa, Belkahve'ye çıkıldığında ayakların altında bütünüyle uzanan İzmir'i ilk kez buradan görmüştür. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nin gelişmesi, Ege ve yurt çapında ün kazanması da Bornova'yı bir çekim merkezi haline getiren bir başka etkendir. Ayrıca Bölge Metro Durağı mevkiinde kurulan Şifa Üniversitesi Hastanesi'de ilçenin sağlık merkezi haline gelmesine katkıda bulunmaktadır. Bugün ilçede, 1 devlet hastanesi, 2 tıp fakültesi hastanesi, 19 sağlık ocağı, 1 SSK dispanseri, 6 sağlık evi, 1 verem savaş derneği, 1 diş enstitüsü, 28 tıp laboratuvarı ve 208 eczane hizmet vermektedir. Eğitimin tarihsel değişimi Eflatun'un kurduğu "Akademia" (Akademi) bilinen ilk uzman yetiştirme kurumudur. Günümüzde Akademia yeryüzündeki ilk üniversite olarak kabul görür. Eflatun'un öğrencisi, ve uzmanlık eğitimi öncesindeki baz eğitimin yetersiz olduğunu öngören Aristoteles ise bir dönem sonra Eflatun ile yollarını ayırarak "Lyceum" (Lise) 'yi kurar. Lise eğitimin o dönemdeki başlıca amacı, o dönemde öğrenilmiş olması varsayılmasına rağmen baz eğitimi tekrar sunmak ve hatırlatmak ; uzmanlık öncesinde genel kültür dersleri vermektir. Bu vesile ile, Aristo Politika da başta olmak üzere birçok konuda konuya düz mantık ile bakarak açıklamış, ve halen uzmanlık adayları için müthiş bir eğitim kaynağı olmuştur. Geleneksel eğitim sırasıyla ; Gelişim psikolojisi Gelişim psikolojisi, bireyin kronolojik yaşıyla onun davranışının türü arasındaki ilişkiyi inceler. Duyu organlarının yaşın ilerlemesine paralel olarak nasıl geliştiği, konuşma gibi oldukça karmaşık önemli bir davranışın, hangi yaş aşamalarında ne gibi gelişim basamakları gösterdiği gelişim psikologlarının üzerinde çalıştığı sorunlara birkaç örnek oluşturur. Gelişimsel psikolojinin diğer bir konusu da çocukların içinde büyüdüğü çevre özellikleriyle onun geliştirdiği davranış türleri arasındaki ilişkiyi incelemektir. Günümüzde gelişim psikolojisi; çocuğun gelişimi ile ilgilendiği kadar, yaşlılık konusuyla da ilgilenir. Gelişim düzeyi kavramını Jean Piaget e borçluyuz. Piaget Teorisi olarak bilinen teori, herkesin değişmez bazı düzeylerden geçtiğini ve bunların birbirinden ölçülebilir olarak ayrıldığını ortaya koymuştur. Teoriye göre, öğrenme nicel değil, niteldir. Yani, küçük bir çocukla büyük bir insana aynı soru sorulduğunda çocuğun farklı cevap vermesinin nedeni bilgi miktarının az olması değil, dünyaya farklı şemalarla baktığından kaynaklanmaktadır. Burada "şema" kelimesi ile organizmaların içinde yaşadıkları dünyayı kurgulamak ve davranış belirlemek için kullandıkları zihinsel organizasyonlar kastedilmektedir. Piaget, her organizmanın doğduğunda "refleks" olarak adlandırılan temel şemalarla dünyaya geldiğini, diğer yaratıkların aksine insanoğlunun bu şemaları bırakıp yeni şemalar oluşturabildiğini söyler. Piaget teorisinin temeli de "denge prensibi" olarak adlandırılan bu temele dayanır. Yerleşik bir şema üzerine yeni bilgiler edinildiğinde (asimilizasyon) uyumsuzluk ve bir çatışma, dengesizlik oluşuyorsa, mevcut şema değiştirilir (accomodation) ve yeniden düzenlenir. Örneğin Latin harfleriyle okuyup yazmaya alışık birinin aynı karakterlerle okunup yazılan bir dili öğrenmesi Kiril alfabesiyle okuyup yazan birinden daha kolay olacaktır. Ancak yeni dili öğrenebilmek için mevcut şemalarını değiştirmesi gerekecektir. Piaget, çocukların gelişimlerinde 4 ana aşama olduğunu ortaya koyar: Genelde gelişimin ilk iki yılında gerçekleşir. İçgüdüsel hareketlerin ağırlıkta olduğu bu dönemde önce kendini çevresindeki objelerden ayırır. Daha sonra hareket edebildiğini ve objeleri hareketlendirebildiğini anlar. İpleri, giysileri çekiştirme gibi. En son olarak obje sürekliliğini (object permanence) sağlar ve nesneleri algılamadığı zaman onların var olmaya devam ettiklerini kavrar. Bu dönemde bebeklerde görülen en yaygın özellik nesnenin sürekliliğini kavrayamaması nesnelerin büyüklük ve hacimlarinin farkında olmamasıdır. refleksleren şemelera geçilir,doğadan ayrışım gerçekleşir,ertelenmiş taklit,monolog,hedefe yönelik davranışlar gerçekleştirilir,nesne sürekliliği,bu dönem gelişim özellikleridir Genelde 2-7 yaşları arasında yaşanır. Objeleri kelime ve resimlerle simgeleyebilmeyi öğrenir ve "dil" kullanmaya başlar.Benmerkezcidir, kendinden başkalarının bakış açılarını algılamakta zorlanır. Objeleri sadece tek bir özelliklerine göre sınıflandırabilir. 2 dönemden oluşur. 2-4 yaş sembolik ve 4-7 yaş sezgisel dönem. paralel oyun,oyunun simgeleşmesi,toplu monolog,kişilerin sürekliliği,animizm,tek yönlü düşünce bu dönemde görülen gelişimsel özelliklerdir. Genelde 7-11 yaş arası yaşanır. Olaylar ve nesneler hakkında mantık yürütebilir. Sayıların korunmasını genelde 6 yaşında, kütlenin korunmasını genelde 7 ve ağırlığın korunmasını genelde 9 yaşında kavrar. Nesneleri birkaç özelliklerine göre gruplayabilir ve organize edebilir (büyükten küçüğe, hafiften ağıra doğru gibi) somut işlemler yapılır,çok yönlü sınıflama yapılır,korunum kavramı kazanılır,ben merkezci düşünce tarzından kurtulur göreli düşünmeye başlar. Soyut hipotezler üzerine mantık yürütebilir, varsayıma dayanan, geleceğe yönelik, ideolojik problemlerle ilgilenmeye başlar. Bu da demektir ki çocuklar geç algıdan erken algıya ilerlerler. Böyl
ece ergen egosantrizmi başlamış olur. Safiye Ayla Safiye Ayla Targan (14 Temmuz 1917, İstanbul – 14 Ocak 1998, İstanbul), Türk Klasik Türk müziği sanatçısı. “"Çile Bülbülüm Çile"” ve “"Yanık Ömer"” gibi şarkıların da aralarında bulunduğu kendisiyle özdeşleşen pek çok eser yorumlayan Ayla, Klasik Türk müziğinin efsanevi sanatçılarındandır. 1907’de (kimi kaynaklara göre 1902) İstanbul’un Kadırga semtinde dünyaya geldi. Babası, Hicazîzade Hafız Abdullah Bey, annesi Suudi Arabistan’dan gelip küçük yaşta Osmanlı sarayına girmiş ve daha sonra çıkarılmış Seyyide Hanım’dır. Safiye Ayla henüz doğmadan babası Abdullah Bey, üç yaşındayken ise annesi hayatını yitirdi. Kimsesiz kalan Safiye Ayla Sadabad Sarayı olarak inşa edilmiş Kağıthane'deki Çağlayan Darüleytamı'na bırakıldı ve ilkokulu bu kurumda bitirdi. I. dönem Bursa milletvekilliği yapan Şeyh Servet Efendi tarafından evlat edinildi ve Bursa Muallim Mektebi'ne kaydoldu. Okul yaşamı Bursa, Konya ve Adana’da çeşitli okullarda devam etti. Müziğe küçük yaşta piyano çalarak başladı. Geçirdiği hastalıklar sonucu Muallim Mektebi’nden diploma alamadan ayrıldı ve Eyüp'te bir ilkokula öğretmen yardımcısı olarak atandı. Bu dönemde Eyyubi Mustafa Efendi ile tanıştı; ondan usul ve makam öğrendi. Ardından Yesari Asım Bey’den de müzik dersleri aldı. İlk plağını 1930’da Columbia Plak Şirketi adına doldurdu. Yesari Asım Bey’in “"Sevda Yaratan Gözlerin"” ve “"Bekledim de Gelmedin"” şarkılarını seslendirdi. Kısa süre içinde meşhur oldu. Darüttalim Musiki Heyeti'nin bir konserinde sahneye çıkan sanatçı, siyah önlükle sahneye çıkmasına maarif müfettişlerinin tepkisi nedeniyle bir süre sonra öğretmenlikten ayrıldı ve gazinolarda çalışmaya başladı. Hafız Ahmet Irsoy, Selahattin Pınar, Saadettin Kaynak ve Udi Nevres Bey'in müzik bilgilerinden yararlandı. Küçükçiftlik Parkı'nda ve Mulen Ruj Gazinosu'nda sahneye çıkan Ayla, assolistliğe yükseldi. 1932'de İstanbul Vali Yardımcısı Nuri Bey'in evinde verilen bir davette, Atatürk’ün huzurunda ilk kez şarkı söyledi ve kendisinin en beğendiği seslerden biri oldu. Mustafa Kemal Paşa adına düzenlediği konserde Sadettin Kaynak’ın Kurtuluş Savaşı’nı konu alan ""Yanık Ömer"" adlı bestesini seslendirmiş ve konser sonunda Mustafa Kemal “Bu şarkının Batı müziği tarzında çoksesli düzenlemesinin güzel olacağını ifade etmişti. Atatürk’ün ölümünden sonra onun vasiyeti yerine getirmek için girişimlerde bulunan Ayla, Muammer Sun’a orkestrasyonunu hazırlatıp Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde çok sesli seslendirerek bant kaydını gerçekleştirdi. Safiye Ayla, sanat yaşamı boyunca başta İstanbul Radyosu olmak üzere Türkiye radyolarında sayısız konser verdi, beş yüzden fazla plak doldurdu. Doldurduğu plaklar satış rekorları kırdı. Büyük beğeni toplayan sesiyle ünü yurt sınırlarını aştı. Hüseyin Sadeddin Arel’in başkanlığı sırasında İstanbul Belediye Konservatuarı İcra Heyeti’nde görev aldı. Konservatuar İcra Heyeti’nde çalışırken tanıştığı besteci Şerif Muhittin Targan ile 8 Nisan 1950 tarihinde evlendi. Evlilikleri 1967’de eşinin vefatına kadar sürdü. Evlendikten sonra gazino sahnelerinden uzak kalan Ayla; ayda bir verdiği Saray Sineması Konserleri’nde dinleyicilerle buluştu. 1951’de başladığı bu konserleri 1974’e kadar sürdürdü. En son sahne konserini Atatürk’ün anısına Türk Kültürüne Hizmet Vakfı yararına 1987’de İstanbul AKM’de verdi. Eserleri ölçüye uyarak, iyi bir diksiyonla, düzgün, aynı zamanda da coşkun, çekici bir tavırla okurdu. Sesindeki pürüzsüz akış en tiz perdelerde bile kaybolmazdı. Zamanın gözde şarkılarıyla fantezilerini olduğu kadar, Rumeli türküleriyle klasik örnekleri de içine alan repertuvarlarıyla geniş bir dinleyici kesimince çok sevildi. ""Seninle doğan güldür bu gönül"" ve ""Aşk yaprağına konarak koza öresim gelir"" adlı iki de bestesi bulunan Safiye Ayla, 1942'de Rey Kardeşler'in ""Alabanda"" revüsünde Kraliçe Mimoza rolünü canlandırarak oyunculuk yapmıştır. Sanatçı, 14 Ocak 1998’de, İstanbul 'da yaşamını yitirdi. Cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. 1968 yılında hazırladığı vasiyetname üzerine mal varlığının tamamı Türk Eğitim Vakfı’na bağışlanmıştır Enver Paşa Enver Paşa (, doğum adı: İsmail Enver, اسماعيل انور‎; 22 Kasım 1881 – 4 Ağustos 1922), Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında etkin olan Osmanlı askeri ve siyasetçisi. 3. Ordu ve Kafkas İslam Ordusu komutanlığı yapmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önemli önderleri arasında bulunmuş, 1913'te Bâb-ı Âli Baskını adı verilen askeri darbeyle cemiyetin iktidara gelmesini sağlamış, 1914'te Almanya ile askeri ittifaka önayak olarak Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na girmesine öncülük etmiş, savaş yıllarında ""Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili"" sıfatıyla askeri politikayı yönetmiştir. I. Dünya Savaşı'nın yenilgi ile sonuçlanması üzerine, Almanya ve Rusya'da Türk halklarının bir araya getirilmesi amaçlı pek çok mücadelede bulunmuş, Sovyet hükûmetinin desteğini kaybettikten sonra Orta Asya'daki Türk halklarını ayaklandırmak amacıyla gittiği Türkistan'da Bolşeviklere karşı yaptığı bir çatışma sırasında ölmüştür. 1914'te Padişah Abdülmecit'in torunu (Şehzade Süleyman'ın kızı) Naciye Sultan'la evlenerek Osmanlı hanedanına damat olmuştur. Bu evlilikten Türkân Mayatepek (ö.1989) ve Mahpeyker Ürgüp adlı kızları ve Ali Enver Akoğlu (1921-1971) adlı bir oğlu vardır. Enver Paşa, Genel Kurmay eski başkanlarından Kazım Orbay'ın da kayınbiraderiydi. 1881’de İstanbul Divanyolu'nda dünyaya geldi. Babası bayındırlık teşkilatında inşaat teknisyeni Hacı Ahmet Paşa (kendisi aynı zamanda Malta sürgünlerindendir), annesi Ayşe Dilara Hanım’dır. Baba tarafından soyu Gagavuz Türklerine dayanır. Ailenin 5 çocuğundan en büyüğüdür.. Önce Nafia Nezareti (Bayındırlık Bakanlığı)’nda fen memurluğu yapan daha sonra Surre Emini (Surre-i Hümâyûn Alayı Emini) görevine getirilen ve sivil paşalığa yükselen Hacı Ahmet Paşa'nın tayinleri nedeniyle çocukluğu farklı şehirlerde geçti. Kardeşleri Nuri (Nuri Paşa-Killigil), Kâmil (Killigil-Hariciyeci), Mediha (General Kazım Orbay ile evlenecektir) ve Hasene'ydi (Selanik Merkez Kumandanı Nazım Bey ile evlenecektir). Üç yaşında evlerinin yakınındaki İbtidaî Okulu'na (ilkokul) gitti. Daha sonra Fatih Mekteb-i İbtidaîsi'ne girdi ve ikinci sınıftayken babasının Manastır'a tayin olması nedeniyle bırakmak zorunda kaldı. Yaşı küçük olmasına karşın 1889'da Manastır Askeri Rüştiyesi’ne (ortaokul) kabul edilmeyi başardı ve oradan 1893’te mezun oldu. Eğitimine 15. sırada girdiği Manastır Askerî İdadisi'nde devam etti ve 1896 yılında 6. sırada mezun oldu. Harp okulu'na geçti ve bu okulu 1899'da 4. sırada piyade teğmeni olarak bitirdi. Harp Okulu'nda okurken kendisi gibi henüz öğrenci olan amcası Halil Paşa ile birlikte tutuklandı ve Yıldız mahkemelerinde yargılanıp serbest bırakıldı. Harp Akademisini 2. olarak bitirdi ve 23 Kasım 1902'de Kurmay Yüzbaşı olarak Üçüncü Ordu'nun emrinde Manastır 13. Topçu Alayı 1. Bölüğü'ne verildi. Manastır, Koçana ve Üsküp’te çeşitli askeri görevlerde bulunduktan sonra 1904’te kolağası (önyüzbaşı), 30 Ağustos 1906’da binbaşı oldu. Ekim 1907'de Manastır civarında eşkiya takibi ile görevlendirildi. 1908 yılına kadar devam ettiği bu görev sırasında Bulgar çetelerine karşı verdiği mücadeleler, onda milliyetçilik fikrinin gelişmesinde rol oynadı. Çatışmalarda bacağından yaralanarak bir ay hastanede kaldı. Bu bölgedeki çalışmalarından ötürü 4. ve 3. Mecidiye, 4. Osmaniye nişanlarıyla altın Liyakat Madalyasına layık görüldü. Amcası Yüzbaşı Halil Bey ile konuşarak merkezi Paris’te bulunan Jön Türk Hareketi’nin Selanik’teki bir kolu olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne (sonraki adıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti) katılmayı kabul etti. (Tahminen Mayıs 1906) Bursalı Mehmet Tahir Bey'in rehberliği ile cemiyete, on ikinci üye olarak kabul edildi. Kendisine Cemiyetin Manastır şubesini kurma görevi verildi. İttihat ve Terakki’nin başlattığı ihtilal hareketleri içinde yer alan Binbaşı Enver Bey, kızkardeşi Hasene Hanım'ın eşi olan ve sarayın adamı olarak bilinen Selanik Merkez Kumandanı Kurmay Albay Nazım Bey’i öldürme planı içinde yer aldı. 11 Haziran 1908 günü gerçekleşen suikast girişimi Nazım Bey'in ve onu öldürmekle görevli fedai Mustafa Necip Bey'in yaralanması ile sonuçlanırken Enver Bey, Divan-ı Harb’e sevkedildi. Ancak İstanbul’a gitmek yerine 12 Haziran gecesi dağa çıkıp ihtilal başlatmak üzere Manastır'a doğru yola çıktı. Resne'de Resneli Niyazi Bey'in dağa çıktığını öğrenince Manastır yerine Tikveş'e yöneldi ve cemiyeti orada yaymaya çalıştı. Ohrili Eyüp Sabri Bey de onu izledi. Bu hareket padişah tarafından II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinde önemli rol oynadı. Dağa çıkan subaylar arasında en kıdemlisi olduğu ve önemli faaliyetler gerçekleştirdiği için Enver Bey, bir anda “"hürriyet kahramanı"” olarak kabul edildi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askeri kanadının en önemli isimlerinden birisi oldu. Meşrutiyetin ilanından sonra Makedonya Genel Müfettişliği ve Berlin Askeri Ataşeliği gibi görevlerde bulundu. 5 Mart 1909’da Berlin Askeri Ataşesi olarak görevlendirilen Enver Bey, bu görev sırasında Alman kültürü ile tanıştı ve çok etkilendi. İstanbul’da 31 Mart Olayı’nın patlak vermesi üzerine geçici olarak yurda döndü. İsyanı bastırmak üzere Selanik'ten İstanbul'a giden ve komutanlığını Mahmut Şevket Paşa'nın üstlendiği Hareket Ordusu’na katıldı; hareketin kurmay başkanlığını Kolağası Mustafa Kemal Bey'den devraldı. İsyan bastırıldıktan sonra II. Abdülhamit tahttan indirilmiş, yerine Mehmet Reşat geçmişti. Kurulan İbrahim Hakkı Paşa kabinesinde Harbiye Nazırlığı görevi beklenildiği gibi Enver Bey’e değil, Mahmut Şevket Paşa’ya verildi. Enver Bey, isyan bastırıldıktan sonra tekrar Berlin’e gitti. 1911’de İstanbul’a döndü ve Sultan Mehmet Reşat’ın yeğeni Naciye Sultan ile nişanlandı. Arnavutluk’ta çıkan isyan üzerine gittiği İşkodra’da isyanın bastırılmasında etkili oldu. Daha sonra Berlin’e geçtiyse de İtalyanlar’ın Trablusgarp’a saldırmaları üzerine yurda döndü. Enver Bey, İtalyanlara karşı bir gerilla savaşı y
ürütülmesi fikrini İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerine kabul ettirdikten sonra Kolağası Mustafa Kemal Bey ve Paris Ataşemiliteri Binbaşı Fethi (Okyar) Bey gibi isimlerle bölgeye gitmeye koyuldu. İstanbul'dan bir gemiyle 25 Eylül 1911 tarihinde yola çıktı. Gizli görevde olduğu için önce bir doktor, daha sonra da Suriyeli bir tüccar kılığında yolculuk yaptı. 15 Ekim 1911'de İskenderiye'ye ulaştı, oradan da deve üstünde çok zorlu bir yolculuğun ardından 22 Ekim 1911'de Trablusgarp'a geçti. Bingazi ve Derne'deki kuvvetlerin başına geçti; Hanedan damadı olmasının da kazandırdığı saygınlıkla 20 bin kişiyi seferber etmeyi başardı ve adına para bastırarak bölgeye hakim oldu. Bir yıl süren mücadele sonunda, Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine diğer Türk subaylarla birlikte İstanbul'a çağrıldığı için bölgeyi 25 Kasım 1912'de terk etti. İtalyan kuvvetlerine karşı verdiği başarılı mücadele nedeniyle 1912'de yarbaylığa yükseldi. Balkan Savaşı’na katılmak üzere diğer gönüllü subaylarla birlikte Bingazi’den ayrılan Yarbay Enver Bey, düşman kuvvetlerinin Çatalca’da durdurulmasında önemli rol oynadı. I. Balkan Savaşı yenilgi ile sonuçlanmıştı. Kamil Paşa hükümeti, kendilerine Londra Konferansı’nda önerilen Midye-Enez sınırını kabule yanaşıyordu. İttihatçıların kendi aralarında yaptığı ve Enver Bey’in de katıldığı toplantıdan zor kullanarak hükümeti devirme kararı çıktı. 23 Ocak 1913 günü Enver Bey’in öncü rolü oynadığı Bâb-ı Âli Baskını gerçekleşti. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nâzım Paşa, Yakup Cemil tarafından öldürüldü; Enver Bey, Mehmet Kamil Paşa’ya istifasını imzalattı ve padişahı ziyaret ederek Mahmut Şevket Paşa’nın sadrazam olmasını sağladı. Böylece İttihat ve terakki Cemiyeti askeri darbe ile iktidarı ele geçirmiş oldu. Bâb-ı Âli Baskını'ndan sonra, Enver Bey, Bulgar ordusu başka cephelerde savaşmakta olduğundan, direnişle karşılaşmadan, 22 Temmuz 1913'te Edirne'ye girdi. Bu gelişme üzerine saygınlığı artan Enver Bey, “"Edirne Fatihi"” unvanını aldı. Rütbesi albaylığa (18 Aralık 1913), kısa bir süre sonra da generalliğe (5 Ocak 1914) yükseltildi. Hemen ardından istifa ettirilen Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’nın yerine Harbiye Nazırı oldu. Bu arada, Sultan Mehmet Reşat’ın yeğeni Emine Naciye Sultan ile Baltalimanı'ndaki Damat Ferit Paşa Konağı'nda yapılan düğünle evlenerek “"Damad-ı Şehriyari"” oldu (5 Mart 1914). Harbiye Nazırı olduktan sonra orduda bazı düzenlemeler yapan Enver Paşa, binden fazla yaşlı subayı ordudan tasfiye etti, genç subayları önemli görevlere getirdi. Orduda Fransız modeli yerine Alman stilini uyguladı, birçok Alman subayı Türk ordusunda danışman olarak görevlendirildi. Alaylı subayların çoğunun işine son verdi, ordunun gençleşmesini sağladı. Üniformalar değiştirildi; orduda okur yazarlığın artmasına çalıştı ve bunun için “"enveriye yazısı"” denilen bir alfabe uygulamaya kondu. Mahmut Şevket Paşa'nın suikast sonucu öldürülmesinden sonra kurulan Said Halim Paşa kabinesinde ve onun görevden çekilmesi üzerine 1917'de kurulan Talat Paşa kabinesinde de devam ettiği Harbiye Nazırlığı, 14 Ekim 1918’e kadar sürdü. Harbiye Nazırı Enver Paşa, 2 Ağustos 1914’te Rusya’ya karşı gizli bir Türk-Alman ittifak anlaşması imzalanmasında önemli rol oynadı. 10 Ağustos’ta Boğazlar’dan girmesine izin verilen iki Alman kruvazörünün 29 Ekim’de Rus Çarlığı liman ve gemilerine saldırması için gerekli onayı verdi. 14 Kasım’da Fatih Camii’nde okunan Cihad-ı Ekber ilanı ile devlet, resmen I. Dünya Savaşı'na katılmış oldu. Enver Paşa, ülke 1. Dünya Savaşı’na girdikten sonra Harbiye Nazırı olarak askeri harekâtın yönetimini eline aldı. 3. Ordu'nun Doğu Cephesi’nde Rus kuvvetlerine karşı giriştiği Sarıkamış Kış Harekâtı'nın komutanlığını üstlendi. Ocak 1915’te gerçekleşen harekâtta Türk birlikleri tam bir bozguna uğradı. Enver Paşa, ordunun komutasını Hakkı Hafız Paşa’ya bırakıp İstanbul’a döndü ve savaş boyunca başka hiçbir cephede komutanlık üstlenmedi. Uzun bir süre İstanbul basınında Sarıkamış hakkında herhangi bir haber veya yayın yapılmasına izin vermedi. 26 Nisan 1915’te Harbiye Nazırlığı’nın yanı sıra Başkomutan Vekili olan Enver Paşa, Eylül ayında korgeneralliğe yükseldi. Sarıkamış Harekatı ile Çanakkale Zaferi arasında sadece 61 gün vardır. Her ikisinde de Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Enver Paşa’dır. 1877-1878'deki 93 Harbi sırasında da yerli Ermenilerin Osmanlı'ya karşı yayılmacı Rus ordularının yanında çarpıştığını ve de cephe gerisinde isyanlar çıkarttığını bilen Enver Paşa, 2 Mayıs 1915’te Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya gönderdiği gizli telgraf ile isyancı Ermenilerin bölgeden uzaklaştırılmasını istedi. “"Ermeni Tehciri"” diye anılan uygulama, Talat Paşa tarafından başlatıldı ve 27 Mayıs’ta Tehcir Kanunu çıkartılarak yürürlüğe konuldu. 1917'de Kut ül-Amare’de İngiliz Generali Tawnshend’in tutsak alınması ve Kafkasya cephesinde Ruslara karşı elde edilen başarılar üzerine Enver Paşa’nın rütbesi orgeneralliğe yükseltildi. Filistin, Irak ve Suriye'de Osmanlı ordusunun İngilizler karşısında sürekli yenilgiye uğraması üzerine Osmanlı Devleti'nin savaştaki yenilgisi kesinleşti. 14 Ekim 1918'de Talat Paşa kabinesi, ateşkes anlaşmalarını kolaylaştırmak için istifa ettiğinde Enver Paşa’nın harbiye nazırlığı görevi de sona erdi. İngilizler'in İttihat ve Terakki üyeleri hakkında yakalatma emri çıkarmasından sonra partili arkadaşlarıyla birlikte bir Alman torpidosuyla yurttan ayrıldı, önce Odessa'ya, oradan da Berlin'e gitti; daha sonra Rusya'ya geçti. İstanbul’da Divan-ı Harp, rütbelerini geri aldı ve gıyabında ölüm cezasına çarptırdı. 1 Ocak 1919'da hükümetçe askerlikten ihraç edildi. 1918-19 kışlarını kimliğini gizleyerek Berlin’de geçiren Enver Paşa, İttihat ve Terakki’yi yeniden örgütleme çalışmalarına girdi. Almanya'daki devrimci ayaklanmalara katılmak için Berlin'de bulunan Sovyet siyaset adamı ve gazeteci Karl Radek ile görüştü ve onun davetiyle Moskova'ya gitmek üzere yola çıktı. Ancak üçüncü denemesinde, 1920’de Moskova’ya gitmeyi başardı ve orada Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’le, Lenin'le görüştü. 1-8 Eylül 1920 tarihinde Bakü'de gerçekleşen Birinci Doğu Halkları Kurultayı'na Libya, Tunus, Cezayir ve Fas'ı temsilen katıldı. Ancak kongre önemli sonuçlar getirmedi. Sovyetlerin Türkiye ve başka Müslüman ülkelerdeki milliyetçi hareketleri gerçekten desteklemediği izlenimi alarak Ekim 1920’de Berlin’e döndü. 15 Mart 1921’de Talat Paşa’nın öldürülmesinden sonra İttihat ve Terakki’nin başlıca önderi durumuna geldi. 1921'de tekrar Moskova'ya giden Enver Paşa, Ankara Hükümeti'nin Moskova'ya gönderdiği Bekir Sami Bey başkanlığındaki Türk delegeleriyle görüştü. Anadolu'daki Millî Mücadele hareketine katılmak istediyse de kabul edilmedi. TBMM'de bulunan bazı eski ittihatçılar, onun Mustafa Kemal Paşa’nın yerini almasını istiyorlardı. Temmuz 1921'de Batum’da bir İttihat ve Terakki Kongresi topladı. 30 Temmuz'da Ankara'ya Yunan saldırısı başlayınca bir kurtarıcı gibi Anadolu'ya girmeyi umut eden Enver Paşa'nın bu umudu Eylül ayında kazanılan Sakarya Meydan Muharebesi ile boşa çıktı. 1921 yılının Ekim ayında Orta Asya Müslümanlarını, sömürgeci İngilizlere karşı birleştirme ve bir İslam birliği kurma niyetiyle Teşkilât-ı Mahsusa eski liderlerinden Kuşçubaşı Hacı Sami ve diğer ittihatçılarla birlikte Batum’dan Buhara’ya gitti. Enver Paşa'nın el yazısı vesikalarına sahip olan Murat Bardakçı da Enver Paşa'nın Turancı değil, İslamcı olduğunu yazar İslam Devleti'ni kurmak için büyük uğraşlarda bulundu ve Ruslara karşı savaşan Basmacıları örgütlenip Basmacı İsyanı'nı başlamasına destek verdi; fakat sonucu değiştirmesi mümkün olmadı. 1922 Şubat’ında komutasında topladığı Basmacı birlikleri ile Duşanbe’yi ele geçirdi ve oradaki Sovyet garnizonunu tutsak aldı. Ardından Horasan üzerine yürüyerek Kızıl Ordu birliklerinin Buhara ve Horasan’dan çekilmelerini istedi. 28 Haziran 1922’deki Kafiran Savaşı’nı kaybettikten sonra dağlara çekilmek zorunda kaldı. 4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı sırasında Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında Agop Melkovian komutasındaki Bolşevik Ruslara karşı yapılan bir çarpışmada üzerine düşen havan topuyla hayatını kaybetti ve Çeğen köyüne gömüldü. Naaşının taşınması, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Eylül 1995'te yaptığı Tacikistan gezisi sırasında gündeme geldi. Yetkililerin temaslarından sonra, başkent Duşanbe'nin yaklaşık 200 km doğusundaki Belçivan kentine bağlı Obtar köyünde bulunan Enver Paşa'nın mezarı, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Münif İslamoğlu başkanlığındaki uzmanlar ve bilim adamlarından oluşan 8 kişilik bir heyet tarafından 30 Temmuz 1996'da açıldı. Diş yapısından Enver Paşa'ya ait olduğu anlaşılan cenaze, Tacikistan'daki siyasi karışıklıklar nedeniyle zorlukla başkent Duşanbe'ye getirilebildi. Burada Türk bayrağına sarılı tabuta konularak İstanbul'daki resmi tören için hazırlandı. 3 Ağustos 1996'da İstanbul'a getirilen naaşı bir gece Gümüşsuyu Askeri Hastanesi'nde tutuldu. Ölüm yıldönümü olan 4 Ağustos 1996 tarihinde, Şişli Camii'nde 8 imamın kıldırdığı cenaze namazının ardından Şişli'deki Abide-i Hürriyet Tepesi'nde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Bakanlığı'nca ortak olarak hazırlanan, Talat Paşa’nın yanındaki mezara defnedildi. Törene dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Millî Savunma Bakanı Turhan Tayan, Devlet Bakanı Abdullah Gül, Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna, Kültür Bakanı İsmail Kahraman, ANAP Milletvekili İlhan Kesici ve İstanbul Valisi Rıdvan Yenişen'le Enver Paşa'nın torunu Osman Mayatepek'le diğer yakınları katıldı. Adnan Menderes Ali Adnan Ertekin Menderes (1899, Aydın – 17 Eylül 1961, Bursa), 1950-60 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanlığını yapmış, İstiklal Madalyası sahibi Türk siyasetçi, devlet adamı ve hukukçu. Başbakanlık görevini 1950–1960 yılları arasında sürdürmüştür. Demokrat Parti'nin (DP) kurucuları arasında yer almıştır ve 1950–1960 yılları arasında genel başkanlık görevini üstlenmiştir. 27 Mayıs darbesi'nin ardından, 17 Eylül 1961 tarihinde asılarak idam edilen
tek Türkiye Başbakanıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi 1990 yılında çıkardığı yasayla, Menderes ve onunla beraber idam edilenlere itibarlarını iade etmiştir. Siyasal kariyerine Serbest Cumhuriyet Fırkası'nda başlamış olan Menderes, partinin kendini feshetmesinin ardından Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP) katılmıştır ve ilk defa 1931 Türkiye genel seçimleri'nde Aydın milletvekili olarak meclise girmiştir. Ayrıca 1935, 1939 ve 1943 Türkiye genel seçimleri'nde de CHP Aydın milletvekili olarak tekrar meclise girmiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün ardından CHP'nin başına geçen İsmet İnönü'nün bütün üretim araçlarını devletleştirme faaliyetlerine karşı çıkmıştır. Dörtlü Takrir olayı ve parti içi muhalefetten dolayı 1945 yılında CHP'den ihraç edilmiştir. 1945'te, CHP'den birlikte ihraç edildikleri arkadaşları Celâl Bayar, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan ile Demokrat Parti'yi kurmuştur. Parti katıldığı ilk seçimde TBMM'de 61 sandalye kazanmıştır. 1950 Türkiye genel seçimleri'nde DP %52.7, CHP ise %39.4 oy almıştır. DP 13 puan farkla kazanmıştı ancak seçimde kullanılan çoğunluk sistemi nedeniyle DP 420, CHP ise sadece 63 milletvekili çıkarmıştır. 19. Türkiye Hükûmeti'ni kurarak başbakanlık görevine başlamıştır. Bu görevini 1960 yılına kadar sürdürmüştür. Başbakanlığı döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %7.8 oranında büyüdü ve Türkiye'nin GSMH'si Dünya toplamının binde 6.43'ünden, binde 7.52'sine yükselmiştir. 27 Mayıs Darbesi'nden sonra Yüksek Adalet Divanı 9 ay 27 gün süren yargılama süreci sonunda idam cezasına çarptırılmış ve 17 Eylül 1961 tarihinde idam edilmiştir. 1899'da, Aydın'ın Koçarlı ilçesinin Çakırbeyli köyünde toprak ağası varlıklı bir çiftçinin oğlu olarak doğdu. Doğduğu yere ait bilgi Aydın'da doğduğu ile ilgilidir; ancak nüfus cüzdanında İzmir geçer. Kırım Tatarı asıllı olan büyük babası Hacı Ali Paşa Konya'dan Tire taraflarına göç etmiştir İbrahim Ethem Bey ile Tevfika Hanım'ın oğludur. Kız kardeşi Melike küçük yaşta ölmüştür. I. Dünya Savaşı öncesinde önce Karşıyaka'da forvet, daha sonra Altay'da kalecilik olmak üzere futbol oynadı. İlkokuldan sonra, İzmir Amerikan Koleji'nden mezun oldu. I. Dünya Savaşı'nda yedeksubay eğitimi gördü, fakat zehirli sıtma hastalığına yakalandığı için cepheye gidemedi. Kurtuluş Savaşı'na katıldı ve İstiklal Madalyası aldı. İzmir'in ünlü ailelerinden, Evliyazade Fatma Berin Hanım (1905 - 22 Nisan 1994) ile evlenmiş, ondan Yüksel, Mutlu, Aydın olmak üzere üç oğlu olmuştur. Milletvekili seçildikten sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti ve 1935 yılında mezun oldu. Aydın'da, 1930'da, kısa süreli Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın bir kolunu organize etti. Partinin kendini feshetmesinden sonra Cumhuriyet Halk Partisi'ne geçti. Daha sonra 1931 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Aydın milletvekili seçildi. Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü CHP'nin başına geçince İnönü'nün bütün üretim araçlarını devletleştirme faaliyetlerine karşı çıktı. Menderes en sert çıkışını ise "çiftçiyi topraklandırma yasası" görüşülürken yaptı. Mevcut tasarının 6. maddesi devlet elindeki topraklarla birlikte o bölgedeki toprak ağalarının elindeki toprakların tarıma elverişli yerlerde 5.000 dekardan elverişsiz yerlerde ise 2.000 dekardan fazlasının kamulaştırılıp köylüye dağıtılmasını öngörüyordu. Menderes "(Menderes'in kendisi de bir toprak ağasıydı. Aydın'daki 30.000 dönümlük Çakırbeyli Çiftliği Menderes'e dedesinden kalmıştı.)" ve diğer bazı milletvekilleri, özel mülkiyete tecavüz edilmek istendiğini belirterek bu tasarıya karşı çıktılar. Bu tasarı üzerine Menderes, Türkiye'de zaten tüm arazilerin %70'ten fazlasının devletin mülkiyetinde olduğunu ve İsmet Paşa'nın geriye kalan özel mülkleri de devletleştirerek Sovyetler Birliğindeki gibi tarımı kolhozlaştırmak istediğini açıklayarak üç arkadaşıyla birlikte "Dörtlü Takrir"i verdi. Dörtlü takrir olayı ve parti içi muhalefetten dolayı 1945 yılında CHP'den ihraç edildi. 7 Aralık 1945'te, CHP'den birlikte ihraç edildikleri arkadaşları Celâl Bayar, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan ile Demokrat Parti'yi kurdu. 1947'de yapılması gereken seçimler CHP tarafından bir yıl öne alındı. Bu seçimleri CHP %85 oy oranı ile kazandığını ilan etti ancak seçimlerde "açık oy - gizli tasnif" usulü uygulandığı için seçimlerin şaibeli olduğu iddia edildi. 1946 seçimlerinden sonra muhalefet ve iktidarın arasında şiddetli kavgalar görülmeye başladı. DP ve CHP'nin arası günden güne açılıyordu. Ancak Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 12 Temmuz 1947'de yayımladığı 12 Temmuz Beyannamesi ile CHP içindeki sertlik yanlılarını durdurdu. Muhalefete karşı sert bir tutum takınan başbakan Recep Peker istifa etti. Demokrat Parti genel başkanı Celal Bayar da, dönemin "Milli Şef"i İsmet İnönü'nün demokratik seçimlere izin vermesini sağlamak için "Devr-i Sabık yaratmayacağız" dedi (yani iktidara geldikten sonra yapılan yanlışların ve yolsuzlukların hesabını sormayacağız). Bunun üzerine bazı DP'liler partilerinden istifa ederek, 19 Temmuz 1948'de Mareşal Fevzi Çakmak önderliğinde, Osman Bölükbaşı ile birlikte Millet Partisi'ni kurdular. 1950 yılında seçimlerden önce seçim yasası da değiştirilerek seçimlerde yargı güvencesi ve "gizli oy - açık tasnif" sistemi getirildi. 14 Mayıs 1950'de yapılan seçimlerde DP %52.7, CHP ise %39.4 oy aldı. DP 13 puan farkla kazanmıştı ancak seçimde kullanılan çoğunluk sistemi nedeniyle DP 420, CHP ise sadece 63 milletvekili çıkardı. TBMM başkanlığına Refik Koraltan, cumhurbaşkanlığına DP genel başkanı Celâl Bayar seçildi. Yeni cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Menderes'i başbakan olarak görevlendi. Aslında pek çok kişi bu görev için Fuad Köprülü'nün getirilmesini bekliyordu. Yeni hükümet 22 Mayıs'ta göreve başladı. Köprülü bu kabinede dışişleri bakanı oldu. Adnan Menderes'in 10 yıllık başbakanlık döneminde Türk iç ve dış politikasında büyük değişimler oldu. 1. Menderes Hükümetinin ilk icraatı fazla masraf olduğu gerekçesiyle devlete ait otomobilleri satmak oldu. Menderes döneminde, paralara mevcut cumhurbaşkanının resminin basılması uygulamasını kaldırılmış, tekrar ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ün resimleri basılmaya başlanmıştır. Daha sonra, o döneme kadar Türkçe okunan ezanın Arapça okunması serbest bırakıldı. Yeni kurulan DP hükûmeti, 6 Haziran 1950'de, askeri darbe planladıkları gerekçesiyle başta Genelkurmay Başkanı Nafiz Gürman olmak üzere bütün üst komuta kademesi dâhil olmak üzere 15 general ve 150 albayı re'sen emekliye sevk etti. 1951 yılında Menderes hükümeti Türkiye'nin Kore Savaşı'nda Birleşmiş Milletler kuvvetlerine Türk Tugayı ile katılmasına karar vererek CHP'liler tarafından çok tartışılan bir karara imza attı. Bu, aslında Türkiye'nin Soğuk Savaş'ta Batı Bloğu tarafında yer aldığını göstermek için yaptığı bir siyasi manevraydı. Bunun neticesinde, Türkiye 1952'de NATO'ya tam üye olarak kabul edildi. Aynı yıl NATO'nun isteği üzerine komünizme karşı gayri-nizamı harp yapacak Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonraki adıyla Özel Harp Dairesi kuruldu. 1953 yılında CHP'nin tek-parti iktidarı sırasında edindiği malları haczedildi ve hazineye aktarıldı. Halkevleri kapatıldı ve Köy Enstitüleri Öğretmen Okulları'na dönüştürüldü. 1950-1954 yıllarında Türkiye ekonomide kalkınma dönemine girdi. Bu dönemde serbest piyasa ekonomisine geçişe hız verildi. Yabancılara petrol arama ve çıkarma izni verildi. Yabancı sermayeyi teşvik yasası çıkarıldı. Gelen krediler özellikle tarım alanında kullanmaya başlandı. Tarımda makineleşme çalışmaları yoğunlaştırıldı. Marshall Planı'nın da katkısıyla ülkede yeni sanayi tesisleri kuruldu. 1954 yılında Türkiye Vakıflar Bankası kuruldu. Bu dönemde Türkiye'nin Gayri safi millî hasılası yılda ortalama %9 oranında büyüdü. 2 Mayıs 1954 tarihinde yapılan seçimlerde DP büyük bir zafer kazandı. Oyların %57'sini alarak iktidarını tek başına devam ettirdi. Bu oy oranı, 150 yıldan beri fasılalarla batılılaşmaya, modernleşmeye ve demokrasiyi uygulamaya çalışan Türkiye tarihinde demokratik bir seçimde bir siyasi parti tarafından ulaşılan en yüksek orandı ve bir daha da bu orana ulaşılamadı. DP 502, CHP %35,9 oy oranı ile 31, CMP %4 oy oranı ile 5, bağımsızlar 3 milletvekili çıkardı. 17 Mayıs'ta Menderes 3. kabinesini açıkladı. Bu kez kendisine daha yakın isimleri bakan olarak seçmişti çünkü önceki 4 yıl içinde İçişleri Bakanı 5, İşletmeler Bakanı 5, Çalışma Bakanı 5, Ulaştırma Bakanı 4, Gümrük ve Tekel Bakanı 4 kez değişmişti. 1955 yılında ekonomide tıkanmalar başlamıştı. Dış borçlar giderek artıyordu, ödeme dengesi bozulmuştu, döviz girişi yeterli değildi. Bu durum ülkede çeşitli sıkıntılara neden olmaya başladı. DP meclis grubunda ekonomik gelişmeler nedeniyle huzursuzluk giderek artıyordu. Yine bu dönemde Birleşik Krallık'ın, egemenliği altında bulunan Kıbrıs'tan yeni düzenlemeler yaparak çekilmek istemesi üzerine 29 Ağustos 1955'te Londra'da Yunanistan, Birleşik Krallık ve Türkiye arasında üçlü görüşmeler başladı. Görüşmelerin ilk turunda hiçbir sonuç alınamadı. Yunanistan adanın kendi kaderini kendisinin belirlemesi gerektiğini, Birleşik Krallık üçlü bir askeri yönetimi, Türkiye ise statüko bozulacaksa adanın kendisine verilmesini istiyordu. Bu arada Kıbrıs'ta 1 Nisan 1955'te faaliyete geçen ve Kıbrıslı Türklere saldırmaya başlayan, Türk köylerini yakıp yıkan, EOKA'ya karşı, Türk halkının savunmasını yapacak bir örgütlenme ihtiyacı duyan Kıbrıs Türkleri, çeşitli küçük mukavemet grupları oluşturmuştu. 27 Temmuz 1957'de Adnan Menderes'in talimatı ile Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) Fatin Rüştü Zorlu ve Korgeneral Daniş Karabelen'in önderliğinde Rıza Vuruşkan, Burhan Nalbantoğlu, Rauf Denktaş ve Kemal Tanrısevdi tarafından Lefkoşa’da Türk Mukavemet Teşkilatı kuruldu. Menderes tarafından örtülü ödenekten finanse edilen TMT, küçük grupları birleştirerek, tüm Kıbrıs adasına yaygın, her Türk köyünde varlık gösteren, Rumların EOKA örgütüne karşı çarpışan güçlü bir mukavemet teşkilatı olmuştur. Kıbrıs konusunda Londra'da ikinci tur görüşmeler yapılırken 6 Eylül 1955 gecesi İstanbul'da bazı gazetelerin Sel
anik'te Atatürk'ün evine bomba atıldığını yazması üzerine azınlıklara karşı olaylar çıktı. Ağırlıklı olarak Rumlara karşı yönelen olaylarda 73 kilise, 8 ayazma, 1 havra, 2 manastır, 4.340 dükkân, 110 otel ve lokanta, 21 fabrika ve 3.600 ev saldırıya uğradı, 1 papaz olaylar sırasında öldürüldü. Tarihe 6-7 Eylül Olayları olarak geçen bu olaylar sebebiyle TBMM olağanüstü toplandı. DP İstanbul milletvekili Aleksandros Hacopulos "Olayların oluş şekli tertip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır." dedi ve kolluk kuvvetlerin olaylar sırasında gösterdiği kayıtsızlığa dikkat çekti. Bunun üzerine hükümet adına konuşan Başbakan yardımcısı Fuad Köprülü hükümetin olaylardan haberi olduğunu ancak gün ve saatinin muayyen olmadığını açıkladı. Bugün hâlâ 6-7 Eylül Olayları'nın DP hükümeti-Özel Harp emri ve bilgisi dahilinde bir tertip olduğu, çeşitli çevrelerce ve Özel Harp Dairesi eski başkanlarından Em. Org. Sabri Yirmibeşoğlu tarafından da doğrulanmaktadır. 6-7 Eylül Olayları sonrasında bazı milletvekillerinin ceza yasasına ispat hakkı getirilmesini istemesi kargaşaya yol açtı. Hükümetin karşı çıktığı yasa tasarısının kabulü için çalışan 9 milletvekili DP'den ihraç edildi. Bunun üzerine 10 milletvekili de DP'den istifa etti. 15 Ekim 1955'te DP büyük kongresi yapıldı ve Menderes tekrar genel başkan seçildi. 22 Kasım 1955'te toplanan DP Meclis Grubu izlenen ekonomi politikaları ile ilgili gensoru açılmasını kabul etti. 29 Kasım'da grup tekrar topladı. Toplantıda meclis grubunun istifa baskılarına dayanamayan Ticaret ve Ekonomi Bakanı Sıtkı Yırcalı ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan istifa etti. Grup daha sonra kürsüye Fatin Rüştü Zorlu'yu çağırdı ve Döviz Komitesi üyesi de olan Dışişleri Bakanı'nın bütün görevlerinden istifa etmesi için tempo tutmaya başladı. Bunun üzerine Fatin Rüştü Zorlu bütün görevlerinden istifa etti. Daha sonra Menderes'i alkışlarla karşılayan grup 3 bakanı indirdikten sonra güvenoyu verdi. Aralarında Hüsamettin Cindoruk'un da bulunduğu, DP'den istifa edenler 20 Aralık 1955'te siyasal alanda liberal, iktisadi anlamda devletçi Hürriyet Partisi'ni (HP) kurdu. Mecliste siyaset sertleşmeye başlamıştı. 7 Eylül 1957'de Fuad Köprülü DP'den istifa etti. Hükümet seçimleri bir yıl erkene aldı, Seçim Yasası'nı değiştirerek seçimlerde partilerin ittifak yapmasını önleyecek maddeler ve partisinden istifa eden bir kişinin 6 ay geçmeden başka bir partiden milletvekili seçilmesini engelleyecek bir madde ekledi. Basın bu maddeye "Köprülü Maddesi" adını taktı. 27 Ekim 1957'de seçimler yapıldı. DP %48 oy alarak 424 milletvekili çıkardı. CHP %41 oy oranı ile 186, HP ve CKMP ise 4'er milletvekili ile meclise girdi. Bu durumda muhalefet %52 oy oranı ile 178 sandalye, DP ise %48 oy oranı ile ile 424 sandalye almış oluyordu. Bu yüzden muhalefet azınlık iktidarı deyimini kullanmaya başladı. Menderes 1957 seçimlerinden sonra İstanbul'da imar çalışmalarına ağırlık verdi ve Barbaros Bulvarı, Büyükdere Caddesi, Vatan Caddesi, Millet Caddesi ve Edirne Asfaltı (şimdiki E-5 otoyolu) yollarını açtı. Bu arada, en ileri teknolojilerin Türkiye'ye getirilmesi ve yeni nesillere öğretilmesi için Amerikan Ford Vakfı'nın yardımıyla Ankara'da Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ni, Trabzon'da da Karadeniz Teknik Üniversitesi'ni kurdu. Böylece, 1773 yılında Padişah I. Abdülhamit tarafından "Mühendishane-i Bahr-i Hümayun" adıyla kurulan İstanbul Teknik Üniversitesinden 180 sene sonra Türkiye'de iki tane daha teknik üniversite kurulmuş oldu. 17 Şubat 1959'da Kıbrıs konusunda Yunanistan'la imzalanan ikili antlaşmanın ardından üçlü görüşmeler için Birleşik Krallık'a giden Menderes'in, uçağının Londra Gatwick Havalimanı yakınlarında alçalırken düşüp parçalanmasına karşın kazadan yara almadan kurtulması ise muhalefetle kısa süreli bir yumuşamaya yol açtı. 1959 yılında Menderes Hükümeti'nin ortaklık anlaşmasını imzalamasıyla Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Menderes iktidarlarının önceki döneminde alınan borçların geri ödenememesi ve dış ticaret açığının çok artması yüzünden 1958 yılından itibaren Türkiye ekonomisi zorluklar yaşamaya başladı. Cumhuriyet tarihinin en yüksek oranlı devaülasyonu yapıldı, dolar 2 liradan 9 liraya çıkarıldı. Türkiye 600 milyon dolar dış borcunu ödeyemeyeceğini açıklayarak moratoryum (borçların ödenemeyeceği ve yeni bir ödeme planına bağlanması ilanı) ilan etti ve IMF ilk stand-by anlaşması imzalandı.. Menderes, liberal ve dışa açık bir iktisat görüşüne sahipti, özel girişime geçmiş iktidarlara göre daha fazla serbesti tanıdı. Ekonomik girişimleri önceleri toplumun yoksul kesimini mutlu etti, ancak uzun vadede ekonominin dengesi bozuldu, aşırı dış alıma sebep oldu. Sanayileşme ve ekonomik gelişmeyle birlikte kırsal kesimden İstanbul gibi büyük şehirlere göç hızlandı. Bu yüzden büyük şehirlerde ilk gecekondu mahalleleri oluşmaya başladı. Menderes, en çok eleştiriyi, dışa bağımlılık politikaları yüzünden almıştır. Tek parti döneminde kurulan bazı traktör ve basma fabrikaları Menderes döneminde özelleştirildi veya ekonomik olmadıkları için kapatıldı. Nuri Demirağ tarafından kurulduktan sonra İsmet İnönü tarafından devletleştirme kapsamına alınan uçak ve uçak motoru fabrikaları, Eskişehir tank fabrikası ve Kırıkkale silah fabrikası Menderes döneminde NATO standartlarına uymadıkları gerekçisiyle kapatıldılar. Nuri Demirağ, THK aleyhine açtığı davasını kaybettikten sonra, Türkiye'de adalet kavramının gelişmesi için tek-parti diktatörlüğünün devrilerek çok-partili demokratik düzenin getirilmesi gerektiğine inanmıştı. Bu düşünceyle siyasete atıldı. 1945 yılında Türkiye’nin ilk muhalafet partisi olan Millî Kalkınma Partisi’ni kurdu. Parti, 1946 ve 1950 seçimlerinde meclise giremedi. 1954 seçimlerinde Demokrat Parti'den adaylığını koydu, Sivas milletvekili oldu. 1930'ların sonlarında başlatılan Banknot Matbaası kurma işi İkinci Dünya Savaşı nedeniyle aksadı; ancak 1951 yılında kuruluş süreci yeniden başlatıldı ve 1958 yılında Ankara'da Banknot Matbaası kurularak, ilk banknotların Birleşik Krallık'ta basılmaya başlanmasından 120 sene sonra Türkiye Cumhuriyeti banknotlarının artık Türkiye'de basılması sağlandı. Menderes'in Başbakan olarak tek başına iktidarda bulunduğu 1950-1960 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %7.8 oranında büyüdü ve Türkiye'nin GSMH'si Dünya toplamının binde 6.43'ünden, binde 7.52'sine yükseldi. İlk olarak CHP hükümetinin 1948'de kurduğu imam hatip kursları imam hatip liselerine dönüştürüldü, bunların sayıları arttı. Menderes'in 1957 seçimleri öncesinde bazı bakanlarıyla beraber Said Nursî'yi ziyarete gitmesi gibi olaylar, bazı çevreler tarafından irticayı hortlatmakla ve oy avcılığıyla suçlandı. Eleştirilen bir diğer nokta ise, Türkiye'nin dış politikada NATO ile birlikte hareket etmesi ve Cezayir'in bağımsızlık savaşı sırasında Fransa'nın iç meselesi olduğu görüşünün benimsenip 1958'deki Cezayir'in bağımsızlığı oylamasında çekimser oy kullanılmasıdır. 1955 Yılından itibaren ekonomideki sıkıntıların ve 6-7 Eylül olayları gibi sebeplerle ülkede siyaset sertleşmeye başladı. 1954 seçimleride Osman Bölükbaşı'yı tekrar milletvekili seçtiği için Kırşehir ilçe yapıldı (Adnan Menderes konuyla ilgili mecliste "Türkiye'nin hiçbir vilayetinde yüzde 3'ten fazla oy almayan bir partiye mensup milletvekilini iki seçimde de seçen Kırşehir'in, bir içtimai ve siyasi bünye itibarıyla anormallik göstermekte olduğunu inkâr etmek mümkün değildir, evet biz açık konuşuruz" şeklinde konuşmuş ve Osman Bölükbaşı da cevaben; "Vilayeti kaldırdınız, bizi de kaldırın da zulmünüz tamam olsun" demiştir.) Ayrıca İsmet İnönü'nün seçim bölgesi Malatya ikiye bölünüp Adıyaman vilayeti kuruldu. İktidara karşı yazılar yazan 83 yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın dâhil, gazeteciler birer birer hapise atılmaya başlandı. Adalet Bakanı Esat Budakoğlu TBMM'de muhalefetin soru önergesi üzerine 1954-1958 yılları arasında 238 gazeteci'nin iktidara karşı yazılar yazmak suçundan mahkûm olduğunu açıkladı. CHP ve Hürriyet Partisi'nin birleşme çabası karşısında DP'liler 1957 seçimlerinden önce seçim yasasını değiştirerek partilerin ittifak yapmasının önleyen maddeler eklendi ve DP'den istifa eden Fuad Köprülü'nün başka bir partiden milletvekili seçilmesini engellemek için partisinden istifa eden bir kişinin 6 ay geçmeden bir başka partiden milletvekili olamayacağı şeklinde bir hüküm kondu. 1959 yılında ABD'ye bir gezi yaparak ilave maddi kaynaklar isteyen Menderes'e, artık Marshall Yardımı fonlarının bitmek üzere olduğu hatırlatıldı ve istekleri reddedildi. 1961 seçimleri öncesinde İskenderun Demir-Çelik, Seydişehir Alüminyum, Keban Barajı ve İstanbul Boğaziçi Köprüsü gibi tesislerin temellerini atmak isteyen Menderes, yakın arkadaşı ve bakanı Dr. Lütfi Kırdar'ı nabız yoklamak için Sovyetler Birliği'ne gönderdi. Sovyetler Birliği'nin konuya olumlu yaklaşması üzerine, Menderes de Temmuz 1960'da Moskova'ya giderek, orada kredi anlaşmalarını imzalamaya karar verdi. Bu arada DP Vatan Cephesi'ni kurdu. Artık radyoda her gece Vatan Cephesi'ne katılanların isimleri okunuyordu. Bu olay karşısında İstanbul'da bazı vatandaşlar ajans haberlerini dinlemeyenler derneği'ni kurdular. Bu tarz olayların yaşanması ülkeyi kamplaşmaya itti. 1960 yılında ise muhalefet ve iktidar arasındaki ilişkiler kopma noktasına geldi. CHP genel başkanı İsmet İnönü 29 Nisan'da seçim gezisine gittiği Uşak'ta DP binasından atılan çay bardağının İsmet Paşa'nın yanındaki bir gazeteciye isabet etmesiyle başlayan olaylar ve benzerinin İstanbul'da da yaşanması üzerine CHP parti grubu Başbakan ve İçişleri Bakanı hakkında soruşturma önergesi verdi ancak DP'lilerin çoğunlukta olduğu meclis bu önergeyi reddetti. Bir başka gerginlik ise 9 Mayıs'ta Menderes hükümetinin ABD ile yaptığı ikili anlaşmaları meclisin kabul ettiği oturumda yaşandı. Muhalefetin milletvekilleri ABD ordusu'nın doğrudan veya dolaylı bir saldırı karşısında Türk topraklarına gelmesi gibi hükümlerin yer aldığı ikili anlaşmalara karşıydılar ve böyle anlaşmaların hiçbir Avrupa ülkesi ile yapılmadığının altını çiziyorlardı. CHP'li bazı milletveki
llerinin bazı cuntacı subaylarla sürekli temas halinde olduğu istihbaratını alan Hükümet, bu durumu soruşturmak için "Tahkikat Komisyonu"nu kurdu. 15 DP milletvekilinden oluşan komisyon hem suçlama hem de yargılama hakkına sahipti ve kararlarına itiraz edilemiyordu. Ayrıca uygun gördüğü toplantıları ve yayınları yasaklama hakkına sahipti. Komisyonun ilk işi Muhalefet partisi CHP aleyhine soruşturma açmak oldu. Bu durum karşısında "bu yolda devam ederseniz sizi ben de kurtaramam" dediği ve birkaç ay önce Güney Kore'de gerçekleşen askeri darbeye gönderme yaparak "Türk ordusu Kore ordusundan daha az şerefli değildir" diye konuştuğu için TBMM tarafından, "askeri darbeyi teşvik ettiği" gerekçesiyle İsmet İnönü'ye 12 oturum meclisten men cezası verildi. CHP Meclis Grubu'nun duruma itiraz etmesiyle olaylar iyice büyüdü ve sonunda CHP milletvekilleri polis zoruyla meclisten çıkartıldı. Meclis dışında ise üniversitelerde hükümete karşı protestolar düzenleniyordu ve 28 Nisan 1960 tarihinde İstanbul Üniversitesi öğrencisi Turan Emeksiz hükümete karşı İstanbul Üniversitesi'nde düzenlenen bir protesto mitinginde polisin açtığı ateş sonucu öldü. Hüseyin Onur ise sol bacağı kesilerek kurtarıldı. Hukukun üstünlüğünü savunan Yargıtay Başkanı Bedri Köker, Yargıtay Başsavcısı Rifat Alabay, Yargıtay 2. Başkanlarından Haydar Yücekök, Yargıtay Üyeleri Melehat Ruacan, Kamil Çoşkunoğlu, Faik Uras ve İlhan Dizdaroğlu 'görülen lüzum üzerine' re'sen günde emekliye sevkedildiler. 5 mayıs 1960'ta Ankara Kızılay Meydanı'nında 555K parolasıyla büyük bir protesto mitingi düzenlendi. 21 Mayıs'ta ise Harp Okulu öğrencileri ve subaylardan oluşan yaklaşık 1000 kişi Ankara'da hükümet aleyhinde sessiz bir yürüyüş yaptı. Sonunda 27 Mayıs 1960 sabaha karşı saat 4'te radyoda Kurmay Albay Alparslan Türkeş TSK olarak yönetime el koyduklarını belirtti ve askeri darbenin sebeplerini bir radyo bildirisi ile halka duyurdu. Menderes ise 27 Mayıs 1960 günü Kütahya'da Albay Muhsin Batur tarafından gözaltına alınarak Ankara'ya götürüldü. Daha sonra da ve diğer tutuklu Demokrat Parti üyeleri ile birlikte Yassıada'da hapsedildi. Darbeci subaylar ise Cemal Gürsel başkanlığında kurulan Millî Birlik Komitesi ve kurucu meclis ile beraber ülke yönetimini devraldı. Yeni bir anayasa oluşturulması için ülkenin önde gelen hukuk profesörlerinden bir anayasa komisyonu kuruldu. Menderes ve diğer DP üyeleri ise bulundukları Yassıada'da kurulan Yüksek Adalet Divanı tarafından yargılanmaya başladı. Yapılan oturumlar her gece radyoda Yassıada Saati programında halka duyuruluyordu. 9 Temmuz 1961 tarihinde Anayasa Komisyonu'nun hazırladığı yeni anayasa için yapılan halk oylamasında %61,7 oy oranı ile kabul edilerek yürürlüğe girdi. 1961 Anayasası'nın referandum sürecinde, hayır oyu yönünde propaganda yapmak serbest olmadığı halde, Aydın, Bolu, Bursa, Çorum, Denizli, İzmir, Kütahya, Manisa, Sakarya, Samsun ve Zonguldak vilayetlerinde 1961 Anayasası çoğunluk tarafından reddedildi. Menderes, 13 ayrı davadan yargılandı ve Bebek Davası dışındaki bütün davalardan suçlu bulundu. 27 Mayıs darbesini yapan cuntacıların özel olarak kurdukları mahkeme olan Yüksek Adalet Divanı 9 ay 27 gün süren yargılama süreci sonunda 14 kişinin idamına, 31 kişinin de ömür boyu hapse mahkûm edilmesine karar verdi. Geri kalan 418 sanığa ise 6 ay ile 20 yıl arasında değişen hapis cezaları veya beraat kararı verildi. Akabinde Pakistan devlet başkanı Muhammed Eyüb Han ve İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi, Amerika Birleşik Devletleri başkanı Kennedy, Fransa cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, Birleşik Krallık Kraliçesi II. Elizabeth, Almanya Başbakanı Konrad Adenauer idamların durdurulması için Cemal Gürsel başkanlığındaki Millî Birlik Komitesi'ne çağrıda bulundular. Cemal Gürsel başkanlığındaki Millî Birlik Komitesi; Celâl Bayar, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu dışındakilerin idam cezasını affetti. Celâl Bayar'ın cezası yaş haddi nedeniyle ömür boyu hapse çevrildi. Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül 1961 tarihinde ve adet olduğu üzere sabaha karşı, o gün başarısız bir intihar teşebbüsünde bulunan, tutanaklara da geçen; tutuklu kaldığı süre içerisinde görevli bazı askerlerce sözlü ve fiziksel olarak şiddet gören Adnan Menderes ise İmralı Adası'nda 17 Eylül 1961'de sağlık muayenesini yapan doktor heyetinden sağlam raporu alınmasının akabinde, öğleden sonra saat 13:21'de idam edildi. O dönem iktidara gelenlerin talebiyle idamlar yargı mensubu Salim Başol tarafından onaylanmıştır. Ölümünden yalnızca 29 gün sonra yapılan 1961 seçimlerinde Demokrat Parti'nin devamı olduğunu söyleyen Adalet Partisi, yüzde 34,8 oy oranı ile 158 milletvekili çıkardı ve yüzde 36,7 oy alan CHP'nin ardından ikinci parti oldu. 1961 seçimlerinde, Adnan Menderes'in oğlu Yüksel Menderes'i Aydın'dan milletvekili adayı gösteren Yeni Türkiye Partisi ise yüzde 13.7 oy oranı ile TBMM'de üçüncü büyük parti grubu oldu. Bunu takip eden 1965 seçimlerinde Adalet Partisi, 1961 seçimlerinde bir kısım DP oylarını alan YTP'yi de eritip %52,87 oranında oy aldı ve tek başına iktidara geldi. Yüksek Adalet Divanı kararlarının ve Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun idamının haklılığı ve meşruluğu uzun yıllar tartışma konusu oldu. 22 Mayıs 1987'de İmralı'daki mezarlarının nakline ve isimlerinin bazı tesislere verilmesine ilişkin yasa teklifi TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi. Ancak Menderes ailesinin cenazelerin devlet töreniyle naklini istemesi ve bu talebin kabul görmemesi nedeniyle nakil gerçekleşemedi. Sonunda 11 Nisan 1990'da, Adnan Menderes ve onunla birlikte idam edilen arkadaşlarının İmralı'daki mezarlarının Bakanlar Kurulu'nun uygun göreceği bir yere devlet töreni ile nakledilmesini öngören yasa tasarısı TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi. Aynı kanun ile itibarları da iade edilmiş oldu. Meclisteki oylamada ANAP ve DYP milletvekilleri evet oyu kullanırken Sosyaldemokrat Halkçı Partililerin büyük çoğunluğu "çekimser", bir kısmı da "ret" oyu kullandı. Aynı gün DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel ve arkadaşlarının Yassıada kararlarının yok sayılması, Menderes ve arkadaşlarının adli sicil kayıtlarının silinmesine ilişkin yasa önergesi ise ANAP'lıların oyları ile reddedildi. Naaşları, 29. ölüm yıldönümü olan 17 Eylül 1990 tarihinde İmralı'dan dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve yüzbinlerce vatandaşın katıldığı bir törenle İstanbul, Topkapı'da, Vatan Caddesi ile Topkapı Mezarlığı arasında kendisi ile birlikte Polatkan ve Zorlu için yapılan anıt mezara nakledildi. Menderes'in 1958 yılında hizmete açtığı bu caddenin adı 1994 yılında dönemin belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın teklifiyle Adnan Menderes Bulvarı olarak değiştirildi. Menderes'in adı, İzmir'deki uluslararası havalimanına (Adnan Menderes Havalimanı), Aydın'da kurulan üniversiteye (Adnan Menderes Üniversitesi), İstanbul'daki Adnan Menderes Bulvarı, Adana'da ise kendi yaptırdığı Seyhan Barajı'nın gölü kıyısındaki Adnan Menderes Bulvarı dâhil Türkiye'nin birçok şehrinde çeşitli caddelere verildi. 1929'da Berin Menderes ile evlenen Menderes'in bu evlilikten üç çocuğu oldu. Büyük oğlu Yüksel Menderes, Dışişleri Bakanlığı'nda görev yaptıktan sonra siyasete atılarak Adalet Partisi'nden (AP) iki dönem üst üste Aydın milletvekili seçildi. 8 Mart 1972'de Ankara'daki evinde intihar ederek yaşamına son verdi. Ortanca oğlu Mutlu Menderes ise bir dönem Demokratik Parti'den, bir dönem de AP'den Aydın milletvekili seçildi. 1 Mart 1978'de, Ankara'da geçirdiği trafik kazasında yaşamını kaybetti. Küçük oğlu Aydın Menderes de uzun yıllar siyasetle ilgilendi. 1996 yılında geçirdiği trafik kazası sonucu yaşamının son 15 yılını felçli olarak geçiren Aydın Menderes, 2011 yılında öldü. Adnan Menderes'in, ikisi Yüksel Menderes'ten, biri de Mutlu Menderes'ten olmak üzere üç torunu vardır. Adnan Menderes 1950'li yıllarda uzun süre opera sanatçısı Ayhan Aydan ile birliktelik yaşadı. Aydan 27 Mayıs Darbesi sonrasında Yassıada Davaları'na çağrıldı; "Bebek Davası"'nda Menderes ile münasebette bulunmak ve bu münasebetten olan bebeği öldürmekle suçlandı. "Ben bu adamı sevdim" diyerek aşkını itiraf etti ve bebeğinin doğum sırasında öldüğünü anlattı. Örtülü ödenek davasında ise Adnan Menderes'in Ayhan Aydan'ın eski eşine belli aralıklarla ödeme yaptığı anlaşıldı. Erdal İnönü Erdal İnönü (d. 6 Haziran 1926, Ankara – ö. 31 Ekim 2007, Houston), Türk bilim insanı ve siyasetçi. 16 Mayıs ve 25 Haziran 1993 tarihleri arasında yaklaşık 1.5 ay süreyle başbakanlık görevine vekalet etmiştir. Ayrıca 1991–1993 yılları arasında Başbakan yardımcılığı görevini üstlenmiştir. 1986–1993 yılları arasında Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) genel başkanlığı görevini sürdürmüştür. Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün oğludur. İnönü 1983 yılında 12 Eylül Darbesi'nin ardından siyasi faaliyetler serbest bırakılınca bütün öğretim ve yöneticilik görevlerinden ayrılmıştır ve aynı yıl Haziran ayında SODEP'i kurucu üyeleri arasında yer almıştır ve ilk genel başkanı olmuştur. Kurucu üyeliğinin Güvenlik Konseyi'nce veto edilmesine karşın, Aralık 1983'te yeniden SODEP genel başkanlığına seçilmiştir. 1984 Türkiye yerel seçimleri'nde partisi %23.4 oy alarak 2. sırada yer almıştır. 1985 yılında SODEP Halkçı Parti ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) adı altında birleşmesinin ardından 1986 yılında partinin genel başkanı olmuştur. Partisi 1986 Türkiye milletvekili ara seçimleri'nde %22.6 oy alarak 3. sıraya düşmüştür ve İnönü İzmir milletvekili olarak meclise girmiştir. 1991 Türkiye genel seçimleri'nin ardından SHP Süleyman Demirel'in genel başkanlığını yaptığı Doğru Yol Partisi (DYP) ile bir koalisyon hükümeti kurmuştur ve İnönü Başbakan yardımcısı olmuştur. 1993 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi'nde Demirel Cumhurbaşkanı seçilince Başbakanlık görevine başlamıştır. Tansu Çiller DYP'nin genel başkanı seçilince ve hükümet kurunca İnönü, başbakan yardımcılığı görevini üstlenmiştir. 1995 yılında aktif siyasetten ayrılana kadar Dışişleri Bakanlığı görevini sürdürmüştür. Erdal İnönü, İsmet ve Mevhibe İnönü'nün üç
çocuğunun (Ömer ve Özden) ortancası olarak 6 Haziran 1926 tarihinde Ankara'da dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. 1943'te Ankara Gazi Lisesi, 1947'de Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik-Matematik Bölümü'nü bitirdikten sonra ABD'ye gitti. California Teknoloji Enstitüsü'nde (Caltech) fizik dalında yüksek lisans (1948) ve doktora (1951) dereceleri aldı. Bir süre Princeton Üniversitesi'nde araştırma yaptıktan sonra 1952'de Türkiye'ye döndü. Asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'nde 1955'te doçent oldu. 1957'de Sevinç (Sohtorik) İnönü'yle evlendi. 1958-60 arasında Princeton Üniversitesi'nde ve Oak Ridge Princeton National Laboratory'de konuk araştırmacı olarak bulundu. Ardından kuramsal fizik profesörü olarak Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne (ODTÜ) girdi. ODTÜ'de Teorik Fizik Bölüm başkanlığı (1960-64), Fen ve Edebiyat Fakültesi dekanlığı (1965-68) yaptı. 1968'de ABD'ye giderek Princeton ve Columbia üniversitelerinde bir yıl süreyle konuk profesör olarak ders verdi. 1969'da yurda dönerek ODTÜ rektör vekilliğine, 1970'te de rektörlüğüne seçildi. Mart 1971'de rektörlükten ayrılarak yalnızca öğretim ve araştırma görevlerini sürdürdü. 1974'te fizik dalında TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü kazandı. Aynı yıl altı ay kadar Princeton Üniversitesi'nde konuk araştırmacı olarak çalıştı. 1975'te Boğaziçi Üniversitesi'ne geçti. Bir yıl sonra aynı üniversitenin Temel Bilimler Fakültesi dekanlığına getirildi. Altı yıl süren bu görevden sonra 1982'de, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) İstanbul'da kurulan Temel Bilimler Araştırma Enstitüsü (Feza Gürsey Enstitüsü) müdürlüğüne atandı. Mayıs 1983'te, 12 Eylül Darbesi'nin ardından siyasi faaliyetler serbest bırakılınca bütün öğretim ve yöneticilik görevlerinden ayrıldı ve 6 Haziran 1983'te Sosyal Demokrasi Partisi'nin (SODEP) kurucu üyesi ve ilk genel başkanı olarak siyasal yaşama atıldı. Kurucu üyeliğinin Haziran 1983'te Millî Güvenlik Konseyi'nce veto edilmesine karşın, Aralık 1983'te yeniden SODEP genel başkanlığına seçildi. SODEP ile Halkçı Parti'nin (HP) birleşmesinde yapıcı bir rol oynadı. SODEP'in 2-3 Kasım 1985'te Halkçı Parti ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) adı altında birleşmesinden sonra, SHP genel başkanlığını partinin ilk genel kuruluna kadar Halkçı Parti genel başkanı Aydın Güven Gürkan'a bıraktı. Haziran 1986'daki kurultayda genel başkanlığa getirildi. 28 Eylül 1986'da yapılan ara seçimlerde İzmir'den Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) seçildi. Haziran 1987'deki SHP kurultayında yeniden SHP genel başkanlığına, 30 Kasım 1987'deki erken genel seçimlerde de ikinci kez İzmir milletvekilliğine seçildi. İnönü liderliğindeki SHP, iktidardaki Anavatan Partisi'nin (ANAP) ağır bir hezimete uğradığı 1989 yerel seçimlerinde oyların yüzde 28.7'sini alarak birinci parti konumuna yükseldi; SHP, başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere 67 il merkezindeki belediye başkanlıklarının 39'unu elde etti. İnönü, parti içinde Deniz Baykal, İsmail Cem ve Ertuğrul Günay'ın başını çektiği muhalefet grubuna karşı, kurultayları (Haziran 1988'de İsmail Cem'e, Aralık 1989, Eylül 1990 ve Ocak 1992'de de Baykal'a karşı) kazanarak genel başkanlık görevini sürdürdü. Kasım 1991'deki erken genel seçimlernde oyların yüzde 20'sini toplayabilen SHP üçüncü parti olunca parti içi muhalefet yitirilen oyların sorumluluğunu İnönü yönetimine yükledi. Ama seçimlerden birinci parti olarak çıkan Doğru Yol Partisi'nin (DYP) SHP ile koalisyon hükümeti kurması, hükümette başbakan yardımcılığını üstlenen İnönü'nün parti içindeki durumunu güçlendirdi. Aynı seçimlerde SHP listelerinden seçime katılan Halkın Emek Partisi (HEP) adaylarından 18'i milletvekili seçildi. HEP kökenli Leyla Zana ile Hatip Dicle'nin neden oldukları TBMM'deki yemin krizinden sonra Erdal İnönü, iki milletvekilinin partiden istifasını istemek zorunda kaldı. Bunun üzerine SHP’den ayrılan HEP kökenli milletvekilleri Demokrasi Partisi'ni (DEP) kurdular. 25-26 Ocak 1992'deki 7. Olağanüstü Kurultay'da İnönü'ye karşı bir kez daha yenilen ve parti yönetimini ele geçirme umutlarını kaybeden Deniz Baykal ve muhalefet grubu "Yeni Sol", SHP'den ayrılarak Cumhuriyet Halk Partisi'ni (CHP) yeniden kurdu (Eylül 1992). Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ani ölümü ve ardından Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra yaklaşık 1.5 ay süreyle başbakanlık görevine vekalet etti. 12-13 Haziran 1993 tarihlerinde gerçekleştirilen DYP kongresinden önce, 6 Haziran tarihinde sürpiz bir kararla SHP'nin de DYP gibi lider değişikliğine gitmesi gerektiğini açıklayarak partisinin yapılacak ilk kurultayında aday olmayacağını açıkladı. 11-12 Eylül 1993'te yapılan SHP 4. Olağan Kurultayı'nda genel başkanlığa Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın seçildi. 18-19 Şubat 1995'te SHP ile CHP'nin birleştiği kurultayda CHP'nin "Onursal Genel Başkanı" seçildi. Kurultaydan hemen sonra DYP-CHP koalisyon hükümetinin CHP kanadında yapılan atamalarda dışişleri bakanı oldu. 1995 yılının ekim ayında, hem koalisyondaki görevinden, hem de aktif siyasetten ayrıldı. Nisan 2001'de CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın bazı uygulamalarına tepki göstererek CHP'den istifa etti. Son yıllarında sosyal demokrat çevrelerden yapılan tüm ısrarlara rağmen aktif siyasete dönmedi. Üç kez milletvekili seçilen İnönü, 17. (ara seçim), 18. ve 19. dönemlerde İzmir milletvekilliği yaptı. Sosyalist Enternasyonal başkan yardımcılığı görevinde bulundu (1992-2001). TÜBİTAK Bilim Kurulu, Atom Enerjisi Komisyonu, UNESCO Yürütme Konseyi üyeliği ve Türk Fizik Derneği başkanlığında bulunan Erdal İnönü'nün fizik alanında önemli çalışmaları vardır. Uluslararası bilim dergilerinde de yer alan araştırmalarının en önemlisi, 1951'de Macar asıllı Amerikalı atom fizikçisi Eugene Wigner ile Princeton Üniversitesi'nde ortak yaptığı çalışmadır. "Grupların İndirgenmesi ve Gösterimi Üstüne" adlı bu çalışma gruplar kuramında genel bir yöntem niteliği kazanarak, matematiksel fiziğin temel yöntemleri arasına girmiştir. "İnönü-Wigner Grup İndirgenmesi" adıyla bilinen çalışması (1951), çağdaş matematiksel fiziğin temel kavramlarından biri kabul edilir. Erdal İnönü, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) kuruluşuna katkıda bulundu ve TÜBİTAK Temel Araştırmalar Enstitüsü'nde kurucu müdürlük görevini yürüttü. 2004 yılında, fizik alanında Nobel’den sonraki en önemli ödül olan Wigner Madalyası’nı alan İnönü, bu ödülü Feza Gürsey’den sonra alan ikinci Türk oldu. İnönü ayrıca Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki bilimsel çalışmaları ile bilinir. 2002'den tedavisi başlayana kadar Sabancı Üniversitesi ve TÜBİTAK Feza Gürsey Enstitüsü'nde görev yaptı. Nisan 2006'da kan kanseri teşhisi konan Erdal İnönü, Amerika Birleşik Devletleri'nde bir süre tedavi gördü. Başarılı geçen ilk tedavinin ardından Türkiye’ye dönen İnönü, kanser hastalığına bağlı zatürre teşhisi ile 20 Ağustos 2007 tarihinde yeniden hastaneye kaldırıldı. Tetkikler sonucunda, ilk tedavi döneminde kontrol altına alınan lösemi hastalığının tekrar ortaya çıktığı belirlendi ve yine ABD’ye götürüldü. 31 Ekim 2007 günü kan kanseri tedavisi gördüğü hastanede, 81 yaşında yaşamını yitirdi. Cenazesi 2 Kasım Cuma günü akşam saatlerinde Türk Hava Yolları’nın tarifeli uçağıyla Ankara’ya getirildi. Definine ilişkin ilk tören 3 Kasım Cumartesi günü saat 11.00’de TBMM’de yapıldı; cumartesi gününe dek cenazesi Gülhane Askerî Tıp Akademisi'nde (GATA) korundu. İnönü’nün naaşı devlet töreninin ardından, doğduğu Pembe Köşk’ün bahçesine getirildi. İnönü için burada da bir tören gerçekleştirildi. Daha sonra eşi Sevinç İnönü’nün isteği doğrultusunda İstanbul’a götürülen İnönü’nün cenazesi, 4 Kasım Pazar günü Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki aile kabristanında toprağa verildi. Erdal İnönü'nün başlıca bilimsel yapıtları; Erdal İnönü'nün diğer yapıtları; Esprili, alçakgönüllü kişiliği ile bilinen İnönü, günlük yaşantısında halkın arasına karışmaktan çekinmezdi. Omuzlara alınmaktan, gösterişten hoşlanmaz, omuzlara alınmak istendiğinde "İnönü Yatışı" adı verilen hareketle boylu boyunca sırt üstü yere uzanarak buna engel olurdu. Sigaradan hiç hoşlanmazdı. Zaman zaman TBMM'ye yürüyerek ve korumasız gelirdi. Lisp Lisp, kullanımda olan en eski ve en güçlü programlama dillerinden biridir. John McCarthy'in 1958'de icad ettiği dilden türetilmiş birçok dile verilen genel ad olmakla birlikte, günümüzde çoğunlukla ANSI Common Lisp'in kısa adı olarak kullanılır. Diğer yaygın lehçeleri Emacs Lisp (elisp), Scheme, ve AutoCAD'in Autolisp'idir. Lisp lehçesi Scheme, bir dönem MIT'de lisans öğrencilerine ilk programlama dersi olarak öğretilmekteydi. Bu derste Bilgisayar Programlarının Yapısı ve Yorumlanması (Structure and Interpretation of Computer Programs) kitabı kullanılmaktaydı. Dersin başında öğrencilere geometri ile coğrafya arasında nasıl bir ilişki varsa, programlama ile bilgisayar arasında da böyle bir ilişki olduğu anlatılmaktaydı. Ancak son yıllarda bu ders artık Python ile işlenmeye devam etmektedir. ANSI ANSI, (İngilizce: "American National Standards Institute", Türkçe: Amerikan Ulusal Standartlar Enstitüsü), ABD'de endüstiyel standartları hazırlayan ve yayınlayan bir özel şirkettir. ABD federal devletinin standart enstitüsü ise NIST'dir. ANSI, ISO ve IEC üyelerindendir. Eski adı "Amerikan Standartlar Enstitüsü" (American Standards Association)'ydü. ANSI, 1918 yılında beş mühendislik kuruluşu ve üç devlet kurumu ile birlikte Amerikan Mühendislik Standartları Komitesi ( AESC )olarak kuruldu. 1928 yılında, Amerikan Standartlar Birliği ( ASA), 1966 yılında Amerika Birleşik Devletleri Standartları Enstitüsü( USASI ) olmuştur. Mevcut adı 1969 yılında kabul edilmiştir. 1918 yılında kuruluşta bulunan bu beş kurucu mühendislik kurumu: ISO ISO (International Organization for Standardization), Uluslararası Standartlar Teşkilâtı, Uluslararası Elektroteknik Komisyonu'nun çalışma sahasına giren elektrik ve elektroni
k mühendisliği konuları dışında, bütün teknik ve teknik dışı dallardaki standartların belirlenmesi çalışmalarını yürütmek gayesiyle resmi olarak 23 Şubat 1947 tarihinde Cenevre'de kurulan uluslararası teşkilât. Uluslararası Standartlar Teşkilâtına üye ülkelerin sayısı 162'dir. Teşkilât üyesi olan millî birimler kendi ülkelerinde standartlar konusunda en yetkili kuruluşlardır. Her ülke teşkilatta yetkili bir organ tarafından temsil edilir. Standartlaştırma, ölçme, adlandırma ve yabancı adları çeşitli dillere çevirmeyle, makinelerin, deney idarecilerinin, aletlerin, işlemlerin, yüzeylerin, malzemelerin ve parçaların taşıması gereken özelliklerin ve bu özelliklerin arz edilme biçiminin tespiti gibi konular Uluslararası Standartlar Teşkilatının faaliyet sahasına girer. Bu teşkilat talep üzerine özel bir ilmi standart konusunu çözüme bağlamak üzere uluslararası teknik komiteler kurarak bu komitelerin çalışmalarının neticelerini Uluslararası Standart (IS) olarak yayımlar. Teknolojik ihtiyaçlardan dolayı ISO standartları, her beş yılda bir gözden geçirilir ve gerekli değişiklikler yapılır. ISO kalite belgesi, aşağıda yer alan tüm ISO kalite belgelerinin her birini tanımlamak amacıyla üretilmiş bir ifadedir. ISO belgesiyle bahsedilen standard çoğu zaman ISO 9001 olmakla birlikte çok karıştırılan husus, standard ve belgenin farklı anlamlar taşımakta olmasıdır. ISO ile başlayan yanında bir takım sayılar bulunan ifadeler ilgili yönetim sistemine ait ISO' nun geliştirdiği standard kodlarını göstermektedirler. Örnek: ISO 9001, ISO 22000 vb. ISO (International Organization for Standardization) kısaltmasının yanında yer alan rakam standardın kodu ve sondaki yıl bilgisi içeren diğer rakamsa, ilgili standardın son revizyonuna ait yılı göstermektedir. Örnek: ISO 9001:2015, ISO 22000:2016 vb. ISO Belgesiyse, herhangi bir ISO kalite standardının kurumda hazırlanıp, uygulanmaya başlamasını takiben işletmede Akredite belgelendirme kuruluşlarının onaylanmış "Baş Denetçileri" tarafından gerçekleştirilen denetimler neticesinde, uygulanan standardın gerekliliklerini karşılaması durumunda verilemekte olan ISO Sertifikasıdır. Çoğu zaman ISO standard kodlarıyla ISO kalite belgesi anlamsal olarak karıştırılmakta ve anlam karmaşasına neden olabilmektedir. Uluslararası standartlar organizasyonu ISO 9001 ve ISO 14001 gibi Uluslararası Standartları geliştirmekte, ancak belgelenedirme yapmamakta ve iso kalite belgesi vermemektedir. Belgelendirme işlemleri, akredite belgelendirme kuruluşları tarafından gerçekleştirilmekte ve bu sebeple ISO (International Organization for Standardization) bir şirket veya kuruluşa ISO belgesi vermemektedir. Bununla birlikte ISO, belgelendirme kuruluşlarının akredite olma süreçleriyle ilgili sertifikasyon standardı geliştirmiştir. Özet olarak, ISO (International Organization for Standardization); standardları üretir, bu standardları uygulayan işletmelerin ISO sertifikasyon süreçlerine dahil olmaz, IAF (Uluslararası Akreditasyon Forumu) belgelendirme kuruluşlarını Akredite eden kurumdur, ISO kalite belgelendirme süreçleri IAF ve IAF üyesi kurumlar tarafından erçekleştirilip onaylanan kurum ve kuruluşlarca yürütülmektedir. (Bakınız TURKAK ve TSE vb.) John McCarthy (bilgisayar bilimcisi) John McCarthy (d. 4 Eylül 1927 - ö. 24 Ekim 2011), Amerikalı bilgisayar bilimci ve bilişsel bilimci. Yapay zekâ terimini ve Lisp programalama dilini icat etmiş, çok kullanıcılı zaman paylaşımlı sistemlerin gelişmesinde öncü rol oynamıştır. Özellikle sembolik yapay zeka araştırmalarına öncü ve yönlendirici katkılarda bulumuştur. Bilgisayar bilimine katkılarından dolayi 1971'de Turing Ödülü'ne layık görülmüştür. McCarthy, 1948'de Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'den matematik lisansı, 1951'de Princeton Üniversitesi'nden yine matematik dalında doktora almıştır. MIT'de ve Stanford Üniversitesi'nde çalışmış, 2000 yılında ise Stanford Üniversitesi'nden emekli olmuştur. 24 Ekim 2011 tarihinde hayata gözlerini yummuştur. Association for Computing Machinery Bilgisayar Derneği (İng: Association for Computing Machinery; kısaca ACM), bilgisayar bilimleri alanındaki en eski mesleki kuruluştur. 1947'de kurulmuş, günümüzde 80.000 üyeye ulaşmıştır. Mesleki ve akademik yayınları ile toplantı faaliyetlerinin yanı sıra, bilişim dalının en önemli ödülü kabul edilen Turing Ödülü'nü vermesiyle de bilinir. Merkezi New York şehrindedir. Dünya genelini kapsayan üyelik sistemi ile bilişim teknolojisinin çeşitli alanları ile uğraşan profesyonellere ve öğrencilere kaynak sağlamaktadır. ACM(Association for computing machinery) 1960'lı yıllardan bu yana, bilgisayar bilimleri alanında bazı öncü mesleki ve bilimsel dernekler ile birlikte, bilgisayar teknolojisinin hızla değişen kapsamına yönelik müfredat önerileri sunan kuruluştur.Bilgisayar bilimi alanı gelişmeye devam ettikçe ve bilgi işlemle ilgili yeni disiplinler ortaya çıktıkça, mevcut müfredat raporlarını güncellemek ve yeni bilgisayar disiplinleri için ilave raporları hazırlamak bu kuruluşun görevleri arasındadır. Kuruluş aşağıda belirtilen bilgisayar alt disiplinleri için lisans müfredatı yönergeleri sunmaktadır: Özel İlgi Gruplarının ve profesyonellerin oluşturduğu 170, öğrencilerin oluşturduğu 500 bölüm bulunmaktadır. Bilişim teknolojisinin 34 farklı alanı ile ilgilenen Özel İlgi Grupları vardır. Özel İlgi Grupları, belirli alanlardaki yeni buluşların tanıtıldığı yerler olarak ünlenen düzenli konferanslara sponsor olmaktadır. Özel İlgi Grupları birçok akademik dergi, magazin ve e-haber bültenleri yayınlamaktadır. ACM International Collegiate Programming Contest gibi bilişimle ilgili faaliyetlere ve Garry Kasparov ile IBM Deep Blue arasındaki satranç maçı gibi etkinliklere de ACM sponsor olmaktadır. "Tam Liste için: ACM Özel İlgi Grupları" ACM Press (ACM Basın) çeşitli dergi ve bültenler yayımlamaktadır. Bilgisayar tarihindeki pek çok ünlü tartışma bu yayınların sayfalarında yer almıştır. ACM tüm yayınlarının bulunduğu ve bilgisayar konusunda yeryüzündeki en büyük bilgi kaynağı olan dijital bir kütüphaneye sahiptir. Kütüphanede güncel ACM yayınlarına ek olarak dergilerin ve konferans tutanaklarının çevrimiçi arşivleri bulunmaktadır. Çevrimiçi hizmetlerinin arasında "Ubiquity" ve "Tech News Digest" gibi güncel bilişim teknolojileri bilgilerini içeren forumlar da bulunmaktadır. ACM'nin en büyük rakibi IEEE Computer Society (Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü Bilgisayar Derneği)'dir. İki kurum arasında pek fark olmasa da IEEE daha çok donanım ve standartlara ağırlık verirken, ACM'nin teorik yönden bilgisayar bilimine ve son kullanıcı uygulamalarına odaklandığı söylenebilir. İki kurum arasındaki diğer bir keskin olmayan farksa ACM'nin bilişimciler için; IEEE'ninse (her ne kadar en büyük alt grubunun Bilgisayar Derneği olsa da) elektrik-elektronik mühendisleri için kurulmuş olmasıdır. Aslında iki organizasyon büyük ölçüde örtüşmektedir. "Bilgisayar Bilimi Müfredatının Geliştirilmesi" gibi projelerde birlikte çalışırlar. ACM Başkanı Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'den David A. Patterson'dır. ACM; Başkan, Başkan Yardımcısı, Sayman, Eski Başkan, Özel İlgi Grupları Yönetim Kurulu Başkanı, Yayınlar Yönetim Kurulu Başkanı, Özel İlgi Grupları Yönetim Kurulundan 3 Temsilci ve 7 üyeden oluşan bir komite tarafından yönetilmektedir. ACM'de hizmetlerin ve ürünlerin kalitesini sürdürmede merkezi personele yardım eden çeşitli komitelerden ve alt gruplardan oluşan dört yönetim kurulu vardır. Bu komite bilgi işlem dünyasıdaki kadınların desteklenmesi, bilgilendirilmesi, teşvik edilmesi ve bu kadınlarla çalışmak için kurulmuştur. Dr. Anita Borg Bilgi işlemle ilgilenen lise seviyesindeki kız öğrencilerden, bu konuda çalışan kadınlara kadar çeşitli kaynaklar sağlayan ACM-W komitesinin önde gelen bir destekcisidir. ACM-W uluslararası platformda da aynı hizmetleri vermektedir. Turing Ödülü Turing Ödülü, modern bilgisayar biliminin kurucularından sayılan Alan Turing anısına, 1966'dan beri her yıl Association for Computing Machinery (ACM) tarafından bilişim dünyasına katkıda bulunanlara verilen bir ödüldür. Ödüle değer görülen katkılarda "kalıcı olma ve bilgisayar bilimi dünyasına önemli bir etki yapma" koşulu aranmaktadır. Bilişim konulu en önemli ödül olduğu düşünülen Turing Ödülü bilgisayar dünyasının Nobel Ödülü olarak da anılmaktadır. Ödül, adını Manchester Üniversitesi'nde reader olarak çalışan Britanyalı matematikçi ve yazar Alan Turing'den almıştır. Alan Turing teorik bilgisayar bilimi ve yapay zekanın kurucusu olarak kabul edilmektedir. Her yıl ACM Awards Banquet'te sahibini bulan Turing Ödülü'ne değer görülen araştırmacılar ACM konferanslarına konuşmacı olarak katılma hakkını da elde etmektedirler. Turing Ödülü 2003 yılına değin $25.000 maddi desteği içermiştir. Para ödülü 2003 yılında $100.000, 2007-2013 yılları arasında ise $250.000 olmuş ve Intel ile Google tarafından sağlanmıştır. 2014'te ise para ödülü $1 milyona çıkarılmış ve Google tarafından karşılanmaya başlamıştır. 50 yılı aşkın tarihinde ilk ödül 1966 yılında Carnegie Mellon Üniversitesi'nden Alan Perlis tarafından alınırken 2006 yılında IBM'den Frances E. Allen bu ödülü kazanan ilk kadın olmuştur. 1975 yılında ise ödül ilk kez birden çok araştırmacıya (yapay zekâ konulu araştırmaları için Allen Newell ve Herbert Simon'a) verilmiştir. Turing Ödülü sahiplerinin ülkelere göre dağılımı aşağıdaki tabloda gösterilmektedir. Çift vatandaşlık sahibi kişiler için, ait oldukları ülkelere 1'er puan eklenmiştir. Tcl Tcl, John K. Ousterhout tarafından geliştirilen bir programlama dilidir. Yaygın kullanımını büyük ölçude TK kütüphanesi ile beraber dağıtılan TK grafik sistemine ve platformdan bağımsız olarak grafik arayüzleri geliştirilmesini sağlayabilmesine borçludur. John K. Ousterhout John K. Ousterhout (d. 15 Ekim 1954), Tcl programlama dilini icat eden bilgisayar bilimcisidir. Stanford Üniversitesi'nde bilgisayar bilimleri profesörü olarak görev yapmaktadır. Bahâîlik Bahailik ( "Bah
á'iyyat", "Bahá'iyya") bütün insanlığın ruhani birliğini vurgulayan tek tanrılı bir dindir. Üç ana prensip Bahai öğretileri ve itikadı için bir temel oluşturur: Tanrı birliği yani tüm yaradılışın kaynağı olan tek bir Tanrı vardır, din birliği yani tüm büyük dinler aynı ruhani kaynağa sahiptirler aynı Tanrıdan gelirler ve insanlığın birliği yani  bütün insanlar eşit yaratılmıştır, çeşitlilik içinde birlik ile bir araya getirilmiştir; ırkların ve kültürlerin bu çeşitliliği takdire ve kabule değer görülmelidir. Bahai İnancının öğretilerine göre insanın amacı dua, tefekkür ve insanlığa hizmet yoluyla Allah'ı tanımayı ve sevmeyi öğrenmektir. Bahailik 19. yüzyılda Bahaullah tarafından İran'da kurulmuştur. Bahaullah, Babî hareketiyle olan ilişkisi sebebiyle hapsedilmiş ve İran'dan Osmanlı İmparatorluğu'na sürgün edilmiştir. Öldüğü zaman, kırk yıldan fazla bir süredir resmi olarak hâlâ ev hapsinde idi. Din, oğlu Abdülbaha'nın önderliğinde Avrupa'da ve Amerika'da ilerleme kaydetti fakat doğduğu yerde, o zamanın İran'ında halen yoğun bir zulme maruzdu. Abülbaha'nın ölümünden sonra ise Bahai toplumunun liderliği, bir kişiden hem seçilmiş yapılar hem atanmış kişilerden oluşan bir idari düzene evrilerek yeni bir safhaya girdi. Bugün dünyada 200'den fazla ülkede 5 milyonun üzerinde Bahai olduğu tahmin edilmektedir. Bahai öğretisine göre din tarihi, her biri zamanın ihtiyaçlarına ve insanların kapasitesine uygun bir din kuran ilahi elçiler dizisi sayesinde ortaya çıkmış olarak görülmektedir. Kutsal Bahai yazıları özellikle Musa, İsa ve Muhammed gibi İbrahimî şahsiyetlerden bahseder ve ayrıca diğer Bahai yazını Krişna, Buda ve başkaları gibi Dharma dinlerindeki şahsiyetlerden de söz eder. Bahailer için en son gelen elçiler Bab ve Bahaullah'tır; fakat gelecekte, geleceğin ihtiyaçlarına ve insan kapasitesine göre yeni elçiler gönderilecektir.  Bahai inancına göre, art arda gelen her peygamber sonra gelecek peygamberin haberini vermiştir ve Bahaullah'ın hayatı ve öğretileri önceki kutsal kitapların zamanın sonu vaatlerini yerine getirmiştir. İnsanlığın kolektif bir evrim sürecinde olduğu anlayışı vardır ve şimdiki zamanın ihtiyacı barışın, adaletin ve birliğin küresel boyutta aşama aşama kurulmasıdır. Bahai kelimesinin Türkçedeki kullanımı “Bahailik yanlısı kimse” şeklindedir ve yine Türk Dil Kurumu, Bahailiği “XIX. yüzyılda Babilik'ten doğup İran'dan başka Avrupa ve Amerika'da da yayılmış olan bir din” olarak tanımlar. Bu kelime Arapçada “görkem” ve “nur” gibi anlamları bulunan Baha (بهاء) sözcüğünden türemiştir. 1800'lerde İran'da Babî inancının uzantısı olarak doğan bir dindir. Bahâîliğin ortaya çıkışında İran toplumunun içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartların önemli bir yeri vardır. 19. yüzyılın başlarında İran’da kurtarıcının beklendiği bir dönemdir. İran’da idarenin son derece baskıcı bir yönetim anlayışı içinde olması ve kitlelerin ekonomik olarak giderek ezilmesi gibi hususlar, insanların kendilerini adalete kavuşturacak bir kurtarıcı beklemesine neden olmuştur. İran hükümeti ülkedeki iç ve dış karışıklıklara bir çözüm getirememiştir. Halk ülkedeki huzursuzluktan oldukça rahatsız olmuştur. Hükümetin ülkede tam olarak otorite kuramaması ulemanın halk üzerindeki etkisinin artmasına sebep olmuştur. Bu sebepler doğrultusunda Bahâîlik kendisine taraftar bulmakta zorlanmamıştır. Irkçılık, sınıfçılık ve dinî grup taassuplarının hakim olduğu bir dönemde renkleri, ırkları ve dinleri ne olursa olsun bütün insanların bir olduğu iddiasıyla ortaya çıkan Bahâîliğin dikkatleri üzerine toplaması normal sayılabilir . Bahâî Tarihi, 1844'te Bab'ın "(Seyyid Ali Muhammed)" yeni bir çağın gelmekte olduğunu ve yeni bir peygamberin geleceğini ilan etmesiyle başlar. Bahâîliğin kurucusu, lakabı Bahaullah olan Mirza Hüseyin Ali'dir. 21 Nisan 1863'te Bağdat'ta sürgünde iken peygamberliğini ilan etmiştir. Seyyid Ali Muhammed (Bab) (Bab, Arapça'da kapı demektir), kendisinin tüm Müslüman âleminin beklediği kişi olan "Kaim", "Mehdi" olduğunu 23 Mayıs 1844'te Şiraz'da ilan etti. Binlerce kişi Bab'a inanarak "Babi" oldu. Bu gelişmeler ve onun eski dinî yapıya göre çok yenilikçi ve radikal fikirleri ortaya koyması İran'da işkencelere ve baskılara yol açtı. Bab, 1850'de Tebriz şehrinde kurşuna dizildi. Birçok Babi ise yine İran'da değişik feci işkence yöntemleri ile öldürüldü. Bab'ın ölümünden sonra Babi'lere Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) liderlik etti. Bahaullah ve beraberindekiler İran Kaçar yönetiminin baskısıyla, Osmanlı Devleti ile yapılan görüşmeler sonunda Bağdat'a sürgün edildi. Bahaullah 1863'te burada, Bab'ın gelişini müjdelediği kişinin kendisi olduğunu ve insanlık tarihinde bütün önceki dinlerin gelmesini vadettiği "Dünya'nın bir vatan gibi olacağı, insanların artık savaş yapmayı öğrenmeyecekleri" Mehdi çağının gelmiş olduğunu ilan ederek Bahâî Dini'nin yeni ilkelerini açıkladı. Öte yandan, Bahaullah'a inanmayıp, ona karşı da çıkan, Bahaullah'ın üvey kardeşi Mirza Yahya, “Subh-i Ezel” adlı ayrı bir inanca öncülük etmiş ve daha sonrasında Kıbrıs'a sürgün edildikten sonra, günümüzde Kıbrısta yaşayan Ezelilerinde temelini atmıştır. Kardeşi Kıbrıs'ta sürgündeyken, Bahaullah'ta hayatının 40 yılı Osmanlı Devleti'nin topraklarında geçirmiştir. Osmanlı Devleti'nin Bahaullah ve Bahâîlere sürgün dışında bir baskısı olmamıştır, İran'daki gibi hayatlarına yönelik şiddet görmemişlerdir.12 Aralık 1863'te vardığı Edirne'de bu tarihten itibaren 5 yıla yakın yaşadı. Bahâî Dünya Merkezi İsrail'in Hayfa şehrindedir. 1868'ten itibaren Bahaullah ve ailesinin ve beraberindeki inananlarının o tarihte Osmanlı toprağı olan Akka Kalesine (bugün İsrail'de Akdeniz kıyısında) sürgün edilmesi ve orada vefatına kadar yaşamaya devam etmesi sonrasında Akka'nın hemen yanındaki Hayfa şehri, Bahâî Dünya Merkezi'nin yeri oldu. Bahâîlik Birleşmiş Milletler'de temsil edilmekte ve Dünya'daki gayrisiyasi alanlarda sosyoekonomik projelere katkıda bulunmak için çalışmaktadır. Bahâîlikteki bâzı öğretiler; Temel yasaları ve dinin şeri hükümlerini içeren Kutsal kitap olan "Kitab-ı Akdes" ("En Kutsal Kitap", "Akdes Kitabı"), "İkan Kitabı" ["Kitab-ı İkan"- Tevrat, İncil ve Kur'an'daki bâzı ayetlerin açıklamasını ve bâzı ilahiyat konularını içeren bir kitap. İkan, Arapça'da kesin bilgi demektir(ikan, yakin, yakinen vb.)], "Saklı Sözler" ("Kelimat-ı Meknune"), "Kurdun Oğlu Risalesi" gibi kitaplardır. Bahâîler, tüm dinlerin Kutsal Kitaplarının (Tevrat, İncil, Kur'an, Bhagavad Gita ve diğerleri) tek bir sistemin parçaları ve insanlığın ortak dinsel mirası olduğuna, kutsallıklarını yitirmediğine inanırlar. Bahâîlikte dua, namaz ve oruç gibi yasalar vardır. Namaz, bireysel yapılan bir tapınmadır ve toplu namaz yoktur. 2-21 Mart tarihleri arasında Kutsal Sayı 19'dan oluşan bir Bahâî ayı süresince oruç tutulur. Dua, namaz, oruç bireyin kendi sorumluğundadır; temel amacı yaşamı konusunda onu meditasyona yöneltmek, karakterini düzeltmesinde yol göstermektir. Dünyanın Güneş etrafındaki bir tam dönüşünü bir yıl kabul edildiği Bahâîlikte, Takvim her biri 19 gün olmakla 19 aya bölünmüştür. Artık kalan 4 gün ise Gregoryen Takvimine göre şubata denk gelen ay olan "mülk ayı" 'na ilave edilmiştir. Bahâî takviminde ilk ay Baha Ayı olup, yılbaşı kabul edilen 21 Mart Nevruz Bayramı olarak kutlanır. Takvimin son ayı olan Âlâ ayında ise 19 gün boyunca oruç tutulur ve Güneş'in Koç Burcu'na girmesiyle oruç terk edilerek Nevruz Bayramı kutlanır. Bahailiğe göre "dünya barışı sadece mümkün olmakla kalmayıp aynı zamanda kaçınılmazdır." Barışa, insanların eski davranış kalıplarına inatla sarılmasının sebep olacağı akla hayale sığmaz dehşetteki olaylardan sonra mı ulaşılacak, yoksa şimdi müşaverelerle belirecek iradenin tasarrufu ile mi kucak açılacak; bu, tüm dünya sakinlerinin önündeki bir seçimdir. Dünyanın tek bir ülke olması, insanlığın vatanı olarak yeniden örgütlenmesi ve yönetimi için ilk temel şart, insanlığın birliğini kabul etmektir. Dünya barışını kurma çabalarının başarısı için bu ruhani prensibin evrensel ölçüde kabulü gereklidir. Bunun için, evrensel olarak beyan edilmeli, okullarda öğretilmeli ve sosyal yapıda içerdiği organik değişikliğe hazırlık olarak her millete devamlı olarak ifade edilmelidir. En zararlı ve inatçı kötülüklerden biri olan ırkçılık barışın en büyük engellerinden biridir. Irkçılık uygulaması, bahanesi ne olursa olsun, insanlık onurunun en çirkin bir şekilde ihlalini teşkil eder. Zengin ve yoksul arasında ölçüsüz farklılık, şiddetli bir ıstırap kaynağı olarak Dünya'yı, hemen hemen savaşın eşiğine getiren bir istikrarsızlık halinde tutmaktadır. Makul ve meşru bir vatanseverlik dışında, dizginlenmemiş bir milliyetçiliğin yerini daha geniş temelli bir bağlılığın, tüm insanlık sevgisinin alması gerekir. Bahaullah şöyle demektedir: "Dünya tek bir ülke ve insanlar onun vatandaşlarıdır." Dünya vatandaşlığı kavramı, bilimin ilerlemesi sebebiyle Dünya'nın tek bir mahalleymiş gibi daralmasının ve milletlerin tartışmasız şekilde birbirine bağımlı olmasının doğrudan bir sonucudur. Dünya milletlerinin hepsini sevmek insanın kendi memleketini sevmesini dışlamaz. Dinsel çatışmalar tarih boyunca sayısız savaşlara ve çarpışmalara neden olmuş, ilerlemeye büyük bir engel teşkil etmiş, her dinden veya dinsiz insanlar için gitgide menfur hale gelmiştir. Bütün dinlerin mensupları, bu çatışmanın ortaya çıkardığı temel sorunlara bakmaya ve açık seçik cevaplar aramaya razı olmalıdırlar. Kadınların özgürlüğü, iki cins arasında tam eşitliğin sağlanması, barışın daha az kabul edilmekle beraber, en önemli ön şartlarından biridirp. Ancak kadınlar insan girişiminin her alanında tam ortaklığa kabul edilirse, uluslararası barışın boy vereceği ahlâkî ve psikolojik ortam oluşabilir. Tüm din ve ırklar birdir: “Hiç şüphesiz hangi milletten, hangi ırk veya dinden olursa olsun, tüm insanlık ilhamını bir İlahi Kaynaktan almaktadır ve tek Tanrı'nın kuludur.” Birçok kaynağa göre Bahâî dini, yeni dinî akımlar arasında sayılmaktadır. Bâzı görüşlere göre, 19. yüzyılda doğmuş, başlıca büyük dinler ve diğer
inançları sentezlemeye çalışan hümanist ve barışçıl bir dinsel harekettir; bâzılarına göre bir din sayılmamaktadır. Bahâîliği bir din olarak kabul edenler arasında, tarihsel kökeni nedeniyle onu "İbrahimi dinler" arasında sayanlar da vardır. Başta İslâm, Hristiyanlık ve Musevilik inananlarının Bahâîlik ile çatıştığı ve karşı olarak öne sürdüğü noktaların başında "son din, son peygamber inanışı" sayılabilir; çünkü bu üç dinin mensuplarında da, doğru yolda olma, bir daha başka peygamber gelmeyeceği inancı görülebilir. Örneğin Müslümanlıktaki son din kavramı gibi, Hristiyanlıkta Yeni Ahit'te geçen "Alfa benim, Omega da benim" -yani ilk benim, son da benim- sözlerinden kaynaklanan sonluk inanışı, Musevilikte de temelini kutsal kitap Tanah'tan alan, Tanrı'nın seçilmiş tek dini olma inancı vardır. Bahâîliğe göre ise bu ifadelerin kastettiği şey, bu dinlerin peygamberlerinin aslında aynı dini ve aynı öğretileri diriltmekte olduğu; dolayısıyla dinlerin bu noktada birbiriyle çelişik olmadığıdır. Bahâîlik, Dünya'nın birçok ülkesinde resmî din olarak tanınmakla birlikte bâzı yerlerde bu söz konusu değildir. Özellikle doğduğu ülke olan İran'da başlangıcından itibaren meydana gelen baskılar ve ölümler sonrasında, Dünya'nın birçok kıtasına Bahâîlerin göçü yaşandı. Doğuşundan itibaren geçen 150 yıllık sürede bu göçler yüz binlerle sayılabilecek kadardır. İran'daki Bahâîler halen kamu hizmeti ve üniversite öğrenimi haklarından yoksun durumdadırlar. Bahâî Mabetleri (Arapça'da "Meşriku'l Ezkâr" olarak bilinir), her dinden kimsenin sessiz olmak koşuluyla bildikleri şekilde ibadet edebilecekleri mekânlardır. Şimdiye dek her kıtada bir tane olacak şekilde yedi tapınak inşa edilmiştir. Bu tapınakların ortak özeliği, bir kubbelerinin ve dokuz girişlerinin olmasıdır. Bu dokuz giriş Dünya'da dokuz dinin varolduğuna ilişkin Bahâî inancını yansıtır. İlki Aşkabat'ta 1908'de hastane, okul, hotel gibi başka birçok birimi içeren bir kompleks olarak inşa edilmişti. 1938’e kadar hizmet veren bu tapınak Sovyet rejimi tarafından ibadete kapatıldı; 1962’de bir depremle yıkıldı. 1953 yılında ABD'nin Illinois eyaletinde Şikago'nun kuzeyinde bir Bahâî mabedi tamamlandı. "(Bakınız: resim)" Daha sonra inşa edilen mabetler sırasıyla şu ülkelerdedir: Uganda(Kampala), Avustralya (Sidney yakınında), Almanya (Frankfurt’un dışında), Panama (Panama City yakınında), Batı Samoa (Apia), Hindistan (Yeni Delhi), Şili (Santiago) Hindistan, Yeni Delhi’deki Bahai Mabedi, 1986’da tamamlandı ve pek çok mimari ödül aldı. Şili, Santiago'daki Bahai Mabedi ise Ekim 2016'da tamamlandı ve 19 Ekim 2016'da kapılarını açtı. Bahâîler; kadını toplum hayatının tüm aşamalarında yer alması için teşvik ederler. Ancak bu teşvik Umumi Adalet Evi Kanunları mucibinde erkekler tarafından sınırlandırılır. Kadınlar, Mahalli ve Millî Adalet Evi’ne üyelik hakkına tam olarak sahiptirler. Mahalli ve Merkezi Ruhani Mahfil’lerin her ikisine de üye olabilmeleri idari işlerde tam bir hakka sahip olmaları anlamı gelir. Bahâîler, Abdülbahâ’nın bu görüşünü kabul ederler. Bu görüşün arkasında ilahi bir yol göstericilik olduğunu ve bir hikmet bulunduğunu ifade ederler. Kadınların, Yüce Adalet Evi üyeliğinden muaf tutulmaları, kadın ile erkeğin işlevlerinde eşitlik olmaması gerçeği, taraftarlardan herhangi birisinin diğerinden, yaratılışça daha üstün veya daha aşağı olduğu veya haklara sahip olmadıkları anlamına gelmemektedir. Bahâî dininde kadın yeryüzünde erkekle eşit haklara sahip, dinde ve toplumda önemli yeri olan bir varlıktır. Kadın erkek herkesin ödevi, Emri tebliğ etmek ve öğretmektir. Kadının kendisi için mümkün olan en yüce mertebeden men edildiği sürece erkeğin de mukadder mertebesine yükselebilmesi mümkün görülmez . Bahâî dininde beşeri faziletlerin kadın ve erkeğe eşit derecede ait olması sebebiyle, Tanrı huzurundaki saygınlık cinsiyete değil, yüreğin temiz ve aydın olmasına bağlıdır . Bahâîler, kadının ilerleme ve becerilerindeki eksikliğini, onun fırsat ve eğitimindeki eşitlik ihtiyacına bağlı olduğunu belirtirken, bu eşitlik ona verilmiş olsaydı, kadının da kabiliyet ve kapasitede erkeğin muadili olacağını savunmuşlardır. Yine Bahâîler, insanların mutluluğunun ve esenliğinin kadın ve erkeğin eşit derecede gelişmesine bağlı olarak gerçekleşeceğini, zîrâ onların her ikisinin de birbirlerinin yardımcısı ve tamamlayıcısı olduğunu savunur . Bahâullah, tüm hanımların eğitilmesini emrederek, kadın-erkek herkesin eşit haklara sahip olduğunu ve her iki cinsiyetin eğitimlerinde farklılık olmaması gerektiğini bildirmiştir. Tanrı katında cinsiyetin bir özelliği yoktur. Düşüncesi temiz, eğitimi üstün, ilmi başarıları büyük, hayırseverliği fazla olanlar ister kadın, ister erkek olsun, ister siyah, ister beyaz olsun tüm meziyetleriyle mümtaz olurlar ve bundan başka bir fark da yoktur . Kadınla erkeğin eşitliği Bahâî öğretileri tarafından garanti edilse de, toplumsal rollerinin kadına yüklediği bâzı kaçınılmaz sorumlulukları vardır. İstedikleri mesleği seçme hakkına sahip olsalar da kendi doğurdukları çocukların ilk öğretmeni olmak durumundadırlar . Bahâîler kadınların iştirak etmesinin uygun olmadığı bâzı meselelerin varolduğunu söylerler. Örneğin bir düşman hücumu karşısında, toplumun hararetli bir savunma içinde bulunduğu zamanlarda hanımlar askeri hizmetlerden muaf tutulmuşlardır. Türkmenistan Türkmenistan, resmî adıyla Türkmenistan Cumhuriyeti, 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılışından sonra bağımsızlığını kazanan Orta Asya Türk cumhuriyeti. Türkmenistan, (Azerbaycan, Kazakistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Özbekistan, ve Türkiye ile birlikte) günümüzdeki yedi bağımsız Türk devletinden biri olup TÜRKSOY'un üyesidir. Resmî para birimi Manat'tır. Yönetim şekli cumhuriyettir. Türkmenistan, BM, İKÖ, BDT, IMF gibi uluslararası kuruluşlara üyedir. Orta Asya ülkelerinden olan Türkmenistan güneyden İran, batıdan Hazar denizi, kuzeyden Kazakistan, kuzeydoğudan Özbekistan, güneydoğudan Afganistan'la çevrilidir. En yüksek yerleri Köyten Dağı (3319 m.) ve Kopet Dağı (2942 m.)'dır. Hazar Denizi'nin hemen yanıbaşında yer alan ve tuz yönünden zengin olan Karaboğaz Gölü, Türkmenistan toprakları içinde yer alır. Türkmenistan akarsu yönünden fakirdir. Etrek ırmağının bir bölümü Türkmenistan'ın içinde yer almaktadır. Tejen ve Murgap adlı akarsuları Karakum çölü içinde kaybolmaktadır. Amu Derya ırmağının çok az bir kısmı Türkmenistan sınırları içinde yer alır. Bunun dışında önemli bir akarsuyu yoktur. Ancak su ihtiyacının karşılanması için 1300 km uzunluğundaki Karakum kanalı yapılmıştır. Bu kanal güneydedir. Topraklarının beşte dördünü Karakum çölü kaplamaktadır. Güney kısmında Kopet dağ kütlesi ve yaylalar yer alır. Topraklarının %3.5'i tarım alanı, % 17'si otlak, kalanı ya kısmen otlak olarak kullanılabilen çöl veya tamamen çöldür. Türkmenistan'a kurak ve sıcak bir iklim hâkimdir. Yaz aylarında sıcaklık bazen 50 dereceye kadar çıkar. Kış aylarında ise bazen -25 dereceye kadar düştüğü olur. Bölge, 13. yüzyılda Cengiz Han tarafından işgal edildi. Daha sonraki yüzyıllarda İran hükümdarı, Hive hanları, Buhara emirleri ve Afgan beyleri arasında çekişmelere neden oldu. 1868'de Ruslar, Hazar Denizi'nin doğu kıyısına çıktılar ve Kradsnovodsk limanını kurdular. 1881'de çıkan bir Türkmen ayaklanması bastırıldı ve bölge Türkmenistan'a katıldı. Ekim Devrimi'nden sonra Türkmenler, geçici bir hükümet oluşturdular, ama Kızıl Ordu 1919'da Aşkabat'ı, 1920'de de Krasnovodsk'u işgal etti; Sovyet rejimi ilan edildi ve Türkmenistan, Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti içinde özerk bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti oldu. 1924'e kadar Transhazar bölgesi, Türkistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti içinde yer alıyordu, Türkmenistan'ın günümüzdeki öbür bölgeleri de Buhara ve Harezm Sovyet halk cumhuriyetlerine bağlıydı. 27 Ekim 1924'te SSCB'nin merkezi yürütme komitesi, Orta Asya topraklarının sınırlarını belirleme kararı aldı ve Türkmenistan, Buhara ve Harezm cumhuriyetlerinin toprakları Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan arasında paylaşıldı. Türkmenistan, eski Buhara ve Harezm cumhuriyetlerinin Türkmen bölgelerini içine aldı ve Sovyetler Birliği'nin bir federal Sovyet sosyalist cumhuriyeti oldu. 1989'dan başlayarak SSCB'de gerçekleştirilen reformlar sonucunda SSCB'yi oluşturan diğer cumhuriyetler gibi bağımsızlığın ilan edildiği ülkede, 27 Ekim 1990'da cumhurbaşkanlığına seçilen Saparmurat Niyazov 18 Mayıs 1992'de yeni anayasanın kabulünden sonra yapılan seçimde, yeniden cumhurbaşkanı seçildi. 21 Aralık 2006'da Niyazov'un ölümünden sonra 2007'deki seçimlerden Kurbankulu Berdimuhammedov galip geldi ve halen devlet başkanlığını yürütmektedir. Türkmence, Ural Altay dil grubunun Altay kolunu oluşturan batı Türkçesinin bir versiyonudur. Türkmenistan'da yaşayan 6 milyondan fazla Türkmen ile İran, Afganistan ve Rusya gibi ülkelerde yaşayan yaklaşık 3 milyon Türkmen tarafından konuşulmaktadır. Türkmenistan'da konuşulan Türkmence yazı diline sahip olduğundan ayrı bir dil olarak tanımlanabilir. Ancak diğer Türkmen ağızlarıyla, Oğuz boyundan olduğu için Azerbaycan Türkçesiyle ve Türkiye Türkçesiyle çok yakın akraba bir dildir. Türkmenistan'da silahlı kuvvetler, ülkenin savunma bakanlığına bağlıdır. Aktif personel sayısı 22.000, rezerv personel sayısı 110.000'dir. Kendi sınır güvenliğini kendisi sağlamaktadır. Askerlik süresi 2 yildir. Üniversite okuyan veya okumayan ayrımı yapılmamaktadır. Türkmenistan 18 Mayıs 1992'te yürürlüğe konan anayasayla yönetilmektedir. Ülkenin kalıcı tarafsızlık beyannamesi Birleşmiş Milletler tarafından 1995'te kabul edildi. Ülkede çok partili demokratik sisteme geçilmiş olmasına rağmen tek parti yönetiminden yeterince çıkılamadı. Mevcut partiler: İletişim başta olmak üzere birçok alan üzerinde devlet tekeli sürmektedir. Türkmenistan Hükumeti, yaygın insan hakları ihlalleri için eleştiriliyor ve hükümet vatandaşları için yabancı seyahat ile ilgili ciddi kısıtlamalar getirdi. Ülkede ayrıca azınlıklara baskı da yapılmaktadır. Sınır Tanımayan Gaze
teciler'in 2014 Dünya Basın Özgürlüğü Raporu'nda Türkmenistan 180 ülke arasından 178. olmuştur. 179. Kuzey Kore, 180. Eritre'dir. Ülkede iletişimde de devlet tekeli vardır. Ayrıca Facebook, Twitter ve YouTube sansürlenmişdir. Eylül 2015'te Türkmenistan, Monako ile hisselerini paylaştığı, Türkmenistan Devlet Uzay Ajansı tarafından Amerika Birleşik Devletleri yapımı bir uydu fırlatmıştır. TürkmenSat 1/MonacoSAT, Türkmenistan'ın ilk haberleşme uydusudur. Telekom: GSM operatörleri: Uzay ajansı: Uydu: Televizyonlar (tümü devlete aittir): Başlıca radyolar: Ayrıca hükümet karşıtı olan Azatlyk Radyosu'da (Hürriyet Radyo) faliyet göstermektedir. 2012 sayımına göre nüfusun %85.6'sını Türkmenler, %5.8'ini Özbekler, %5.1'ini Ruslar oluşturur. Beş ana Türkmen boyundan oluşan Türkmenistan'da idari yapı da bu beş boya göre şekillenmiş ve 5 vilayet (il) kurulmuştur. Türkmenistan ekonomisi büyük ölçüde doğal gaz satışına ve pamuk üretimine bağlıdır. Madencilik haricindeki sanayi azdır. Türkmenistan dünyanın en büyük dördüncü doğal gaz üreticisi durumundadır ve bu üretim nedeniyle ekonomik reforma temkinli bir yaklaşım vardır. 1998 - 2002 yılları arasında doğal gaz satışında ve dış borçların çevrilmesinde zorlanması ardından 2004 yılında işsizlik %60 seviyesine ulaşmıştır. Ülke içinde doğal gaz ücretsiz dağıtılmaktadır. Doğal gaz çıkarımını ve dağıtımını bir tek devlet şirketi Türkmengaz yapmaktadır. Kazakistan, Rusya, Afganistan ve Pakistan'a uzanan doğal gaz boru hatları da mevcuttur ve Hazar Denizi'nden Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye aracılığıyla Avrupa'ya da doğal gaz boru hattı döşenmesi planlanmaktadır. Petrol ise ülkede çok ucuz fiyatlara satılmaktadır. Petrol çıkarım ve dağıtımını Türkmennebit adlı devlet şirketi yapmaktadır. Bunun haricinde Lukoil'in Aşkabat'ta bir benzin istasyonu ve Shell'in Aşkabat ofisi mevcuttur. Ülkedeki en önemli turistik yerler Türkmenbaşı, Awaza, Merv (Marı) ve Darvaza'dır (Cehennem Kapısı). Türkmenbaşı, limanından dolayı gelişen ticareti ve petrol rezervinin yanı sıra sahil turizmi için oldukça uygun bir kenttir. Merv ise 19. yüzyılda dönemin en güçlü Türkmen boyu olan Teke Türkmenleri'nin başkentliğini yaptığı için tarihi yerler mevcuttur. Ülkedeki önemli inşaatların büyük kısmını Türk firması Polimeks ile Fransız firması Bouygues yapmaktadır. Ayrıca birkaç küçük inşaat firması ile petrol sondaj firmaları da vardır. Devlet konutları ücretsizdir. Ülke elektrik enerjisi ihtiyacının tamamını kendi üretir. Ülkede son yıllarda enerji santrallerini yenileme ve ihtiyaçları karşılama adına yeni santral yapımları hız kazanmıştır. Enerji tesislerinin büyük kısmını Çalık Enerji gibi Türk firmaları gerçekleştirmektedir. Ayrıca İran ve Afganistan'a da elektrik ihracatı yapılmaktadır. Sanayi tesisleri daha çok Aşkabat'ta yoğunlaşmıştır. Başkentin yanı sıra Türkmenabat (Çarçou) ve Türkmenbaşı (Krasnovodsk) da önemli sanayi kentleridir. Türkmenistan, dünyanın en büyük dokuzuncu pamuk üreticisidir. Ülkenin sulanan alanlarının yarısında pamuk ekilidir. 2011 yılında, Türkmenistan 1.1 milyon ton ham pamuk üretmiş, üretilen bölgelerin başında ise Lebap ve Mary gelmiştir. Türkmenistan, Rusya, İran, Türkiye ve Çin başta olmak üzere pek çok ülkeye ham pamuk ihraç etmektedir. Ayrıca ülke önemli bir tahıl ürünleri üreticisidir. Mary en ve Balkan gelişmiş vilayetidir. 1991'deki bağımsızlık ilanının ardından ülke tarafsız ülkelerden olmuştur ve bu doğrultuda bir siyaset izlemektedir. 2006'dan beri Bağımsız Devletler Topluluğu'nda de facto devlettir. Ülkede spora çok önem verilmektedir. Türkmenistan'da en beğenilen spor dalları, okçuluk, cirit atma, ata binme, tenis, boks ve güreştir. Bunların yanı sıra futbol, voleybol ve hentbol da ülkede popülerdir. 2017 Asya Spor Oyunları Aşkabat'ta gerçekleştirileceği için çok sayıda spor tesislerinin inşaatı 2010'da başlayıp planlandığı tarihte bitmiştir. Günümüzde, Saray kültürü ile halk kültürünün karışımı bir "Türkmen mutfağı" ortaya çıkmıştır. Birçok saray yemeği, halk tarafından benimsenmiştir. Türkmenistan'da Televizyon Kuruluşu vardır ve Altın Asır, Yaşlık, Miras, Türkmen Avazı, Türkmenistan, Aşkabat TV ve Türkmenistan Sport adlı 7 kanaldan yayın yapmaktadır. Ülkede özel televizyon yayını bulunmamaktadır. Ülke, Kazakistan, Özbekistan, Afganistan, İran'a komşudur. En uzun sınırı Özbekistan ile en kısa sınırı ise Kazakistan iledir. Türkmenistan'ın bağımsızlığını kazanmasının ardından 27 Ekim 1991'de yapılan ilk devlet başkanlığı seçimleri sonucunda Saparmurat Türkmenbaşı devlet başkanlığına seçildi ve ölümüne (21 Aralık 2006) kadar bu görevini sürdürdü. Türkmenistan'ın ikinci ve halen görevde olan cumhurbaşkanı ise 11 Şubat 2007 tarihinde oyların %89,2'sini alarak seçilen Kurbankulu Berdimuhammedov'dur. Karşıyaka Karşıyaka, İzmir'in bir ilçesi. İzmir Körfezi'nin kuzey kıyısında yer alır. Yamanlar Dağı'nın eteği ile deniz arasında kalan kısımda şehir dokusu ile büyük ölçüde bütünleşmiş bir ilçedir. Yamanlar ve Sancaklı adlı bağlı iki mahallesi bulunmaktadır. İlçenin güneyinde Bornova, doğusunda Bayraklı, batısında Çiğli, kuzeyinde Menemen ilçeleri yer almaktadır. Karşıyaka, 1865 yılında İzmir-Menemen demiryolunun hizmete girmesiyle yerleşime açılmış ve özellikle 1874 sonrasında İzmir merkez (Konak) ile vapur seferlerinin başlatılmasıyla gelişmiş bir yerleşim yeridir. Karşıyaka, körfezin kuzeyinde yaklaşık 84 km'lik bir alana yerleşmiştir. Rakımı 1-700 metre arasında değişir. İlçe nüfusu 2015 yılı itibarıyla 333.250 kişidir. İlçe nüfusunun 157.457 kişisi erkek, 175.793 kişisi ise kadındır. Karşıyaka, burada vefat eden Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın adıyla anılan ve söz konusu tarihlerde Atatürk'ün eşi Latife Hanım'ın ailesi Uşşakizadelere ait olan ve yakın geçmişte bir anı evi olarak restore edilmiş köşk ve bunun dışında İzmir Levanten Köşkleri tanımına giren birkaç tarihî yapı ile tanınır. Yerleşim alanı İzmir şehir merkezinin karşısında bulunması sebebiyle "Karşıyaka" adını almıştır. 19. yüzyıl Batı kaynaklarında "Kordelio" adı altında anılmıştır. "Batılı Kordelyo" ismini önceleri Haçlı Seferleri komutanı İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard ile bağlantılandırmışlar ise de, buralara hiç gelmemiş olan kralın Kordelyo ismi ile ilişkisi olabileceği tezi daha 19. yüzyıl kaynaklarında reddedilmiştir. 13. yüzyıl Bizans kaynaklarında bölgede yer alan ve yeri tam olarak tespit edilemeyen "Kordeleon" adlı bir yerleşimin bahsi geçmektedir ve ismin kökeninin bu tarihlerden de geriye götürülebileceği savunulmuştur. Buna göre Kordelyo'nun öz bir Anadolu ismi olabileceği söz konusu edilmekte ve etimolojik olarak Gordion, Gördes, Kardakçı Dağı, Kardamyla gibi benzer Anadolu isimleri ile bağı bulunabileceği öne sürülmüştür.. Sanskritçe'deki ""grha-"", Slav dillerindeki ""grad"", Latince'deki ""hortus"" ve Almanca/İngilizce'deki ""garden"" kelimeleri ile bağlantılı olarak, "herhangi bir amaçla tecrit edilmiş yer, kesik, kale, bahçe" gibi anlamlar taşıyabilen Hititçe/ Luvice'deki ""gurta"" kelimesi ile Pelasgların/Luvilerin/Lidyalıların dillerinde ""geçit, boğaz, vadi"" anlamına gelen ""ela"" bileşmesi ve sonradan eski antik Yunanca ve çağdaş Yunanca'da yer isimlerinin sonuna gelen -ieon, -eio son ekinin aktarılmasıyla oluşturulduğu öne sürülmüştür. İlçede "Karşıyaka SK" adındaki bir spor kulübü faaliyet göstermektedir. Bu kulüp; tenis, futbol, basketbol, yelken, voleybol, karate, judo, masa tenisi, kürek, golf, atlı spor, ragbi ve hokey alanlarında faaliyet gösteren bir kulüptür. Basketbol takımı 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı Kupası ve Türkiye Kupası Şampiyonu olmuştur. Ayrıca yine aynı yıl Basketbol Süper Ligi Şampiyonudur. Mustafa Kemal Atatürk kronolojisi Andorra Andorra Prensliği, güneybatı Avrupa'da, Pirene Dağları'nda, denize kıyısı olmayan, Fransa ve İspanya arasında küçük bir ülkedir. Bir zamanlar dünyadan soyutlanmış olan Andorra; artık turizm ve bir vergi cenneti olma özelliği ile zengin bir ülkedir. Andorra'nın bağımsızlığını kazanmasını, bölgeyi MS 803'te Müslümanlardan geri alan Şarlman'ın ve imparatorluğunun bir bölümünü 819'da İspanya'daki Urgel piskoposuna bağışlayan oğlu I. Louis'nin (Sofu) sağladığı kabul edilir. 1278 yılında Andorra biri İspanya'da, öteki Fransa'da bulunan iki prensin ortaklaşa yönetimine bağlanmış ve ülkenin sınırları netleşmiştir. Anılan yıldan beri ülkenin sınırları hiç değişmemiştir. Kurulan feodal düzen, Fransız Devrimi sırasında geçici olarak kalkmakla birlikte, 1806'da Napolyon tarafından yeniden kuruldu. Andorra, o günden bu yana Urgel piskoposu ve Fransa devlet başkanı tarafından ortaklaşa yönetilir; bunların ikisine de her yıl sembolik bir vergi ödenir. Tahminen yılda 10,2 milyon turist ağırlayan Andorra ekonomisinin, gayrisafî yurtiçi hasılasının yaklaşık %80'ini turizm gelirleri oluşturmaktadır. Tarımsal alanda toprak alanının sadece %2'si ekilebilir olan ülkede tütün tarımı ağırlıktadır. Hayvancılık faaliyetinde yerli koyunların yetiştirildiği ülkenin imalat sanayisini sigara, puro ve mobilya üretimi oluşturmaktadır. Avrupa Birliği üyesi olmadığı halde Avrupa Birliği ülkeleriyle doğrutan ihracat faaliyetinde bulunan ülkenin kendine ait bir para birimi bulunmayıp ülkeyi çevreleyen Avrupa Birliği ülkesi İspanya ve Fransa'nın para birimleri yaygın olarak kullanılmaktadır. 1 Ocak 2002'den bu yana ülkede Avrupa Birliği'nin resmi para birimi euro da yaygın kullanıma sahiptir. Andorra, %100 istihdam gösteren, 2009 Haziran ayındaki istatistiklere göre, dünyanın en düşük işsizlik oranlarından birine sahip ülkedir. Symbian Symbian, ortak bir işletim sistemi kurmak üzere yola çıkmış olan bir şirkettir. Symbian şirketinin bugünkü hissedarları Nokia (%47.9), Ericsson (%15.6), Sony Ericsson (%13.1), Panasonic (%10.5), Siemens (%8.4) ve Samsung (%4.5) dur. Symbian işletim sistemini kullanan birkaç farklı arabirim bulunmaktadır. Bunlar arasında UIQ ve Nokia'nın Seri 60 ve Seri 80 arabirimleri bulunur. Seri 60 Nokia tarafından geliştirilmiş Smartphone yazılımı platformudur. (Smartphone, e-posta ve
İnternet tarama gibi görevlerin bazılarını bilgisayar gibi yapabilen ilave uygulamalar yükleyebilen ve kullanabilen telefondur.) Seri 60 platformu, Smartphone yapmak için gerekli kullanıcı arabirimi (UI) ve yazılımın ve uygulamaların tümünü içerir. Symbian İşletim sisteminin yüklü olduğu bir cep telefonu, birçok amaca birden hizmet edebilmektedir. Kuruluş, 17 Aralık 2010 tarihinde internetteki varlığına, sitelerini de kapatarak son vereceğini açıklamıştır. Alpullu, Babaeski Alpullu, Türkiye'nin Kırklareli ilinin Babaeski ilçesine bağlı bir kasabadır. TCDD İstanbul-Kapıkule yönünde olup, Alpullu demir yolu istasyonu bulunmaktadır. Kasaba, temeli 25 Aralık 1925 tarihinde atılmış, 26 Kasım 1926 tarihinde işletmeye açılarak Türkiye'de ilk şeker üretimi yapmış olan Alpullu Şeker Fabrikası ile birlikte gelişmiştir. 1964 yılında belediye statüsüne geçmiştir. Alpullu Şeker Fabrikası'na bağlı lojmanların bulunduğu tesis içinde Atatürk'ün kaldığı Atatürk köşkü ve müzesi bulunmaktadır. Yine bu alan içerisinde tenis kortu, yüzme havuzu ve halı saha bulunmaktadır. PKK PKK, Türkçe tam adı ile Kürdistan İşçi Partisi (Kürtçe: Partiya Karkerên Kurdistanê / پارت ی کار که‌رێن ی کوردستان, ), Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu, Irak'ın kuzeyi, Suriye'nin kuzeydoğusu ve İran'ın kuzeybatısını kapsayan bölgede devlet kurmayı amaçlayan ve bu amaçla söz konusu toprakların Türkiye sınırları dahilinde kalan kısmına sahip olabilmek için askeri hedeflere, köy korucularına ve sivillere karşı stratejik ve sansasyonel saldırılar düzenleyen yasa dışı ayrılıkçı silahlı örgüt. KADEK (Kürtçe: "Kongreya Azadî û Demokrasiya Kurdistanê", Türkçe: "Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi") ve Kongra-Gel ("Halk Kongresi") isimlerini de kullanmıştır. PKK, “Kuzey Kürdistan kurtarıldığında, Kürdistan’ın diğer parçalarının da kurtarılacağına” inandığını ve hedefinde hâlâ bağımsız bir Kürdistan fikrinin olduğunu açıklamıştır. 1974 yılında Abdullah Öcalan tarafından kurulan PKK'nın ideolojisi, 1990 yılına kadar Marksizm-Leninizm, ardından demokratik konfederalizm üzerine kurulu olmuştur. Bazı politikacı ve yazarlara göre, PKK gerek geçmiş dönemde gerekse günümüzde eylemleri için çeşitli Marksist-Leninist örgütler veya partiler ile iş birliği yapmıştır. Nitekim örgüt, 12 Mart 2016 tarihinde Halkların Birleşik Devrim Hareketi bileşenleri ile birleşerek Türkiye'de faaliyet yürüten bazı komünist ve Marksist-Leninist silahlı örgütlerle ortak bir cephe oluşturmuştur. Bununla birlikte PKK'nın bazı ülkelerden maddi, manevi ve politik destek gördüğü öne sürülmektedir. Türkiye'deki eylemlerinin finansmanının büyük bir kısmı Türkiye dışından sağlanmaktadır. PKK; Avrupa Birliği ülkeleri, NATO, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Kanada, Kazakistan ve bölgedeki Türkiye, Suriye, Irak, İran gibi ülke ve uluslararası kuruluş tarafından terör örgütü olarak tanınmaktadır. Birleşmiş Milletler, Rusya, Çin, Hindistan, İsviçre, Mısır, İsrail, Tunus, Suudi Arabistan, Ukrayna, Birleşik Arap Emirlikleri ise PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmeyen ülke ve kuruluşlardan bazılarıdır. PKK'nın ideolojik yapısı Marksizm-Leninizm, Maoculuk, Kürt milliyetçiliği, Apoculuk ve demokratik konfederalizm'dir. Abdullah Öcalan, PKK'yı "Kürt proleter devrimci hareketi" ve "ulusal kurtuluş mücadelesi" olarak tanımlamıştır. PKK; Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu (bazen Türkiye Kürdistanı olarak adlandırılır), Irak'ın kuzeyi, Suriye'nin kuzeydoğusu ve İran'ın kuzeybatısını kapsayan bölgede devlet kurmayı amaçlamaktadır. Mehmet Ali Birand ile yaptığı ve 16 Haziran 1988 tarihli "Milliyet" gazetesinde yayınlanan röportajında Öcalan "Amacımız Türkiye'den toprak koparmak değil, aşamalı şekilde bir gerçeğin kabul edilmesini sağlamaktır. Her şey size bağlıdır." ifadelerini kullanmıştı. Şeyh Said İsyanı sonrası çıkarılan Şark Islahat Planı çerçevesinde Kürt illerinde olağanüstü hal ilan edildi. Halka açık yerlerde Türkçe dışında bir dil konuşulması yasaklandı (Madde 13). Konuşanlara para cezası verilmesi kararlaştırıldı. Türkçe olmayan köy, ilçe ve il isimleri Türkçeleştirildi. Kurtuluş Savaşı dönemindeki Kürt millî isyanlarının ilki olarak Koçgiri İsyanı'nı gösterebiliriz. Bunun ardından Ağrı Dağı İsyanları ve Dersim İsyanı akla ilk gelen isyanlardır. Bu isyanlarda binlerce sivilin ölümüne neden olunmuştur. Ölen sivillerin yanı sıra bölgedeki halk da zorunlu göçlere tabii tutulmuştur. 1980 darbesiyle Türkiye'de sağ-sol birçok siyasi grupla beraber Kürt solu da büyük zarar görmüştür. Bunlardan birisi Diyarbakır Cezaevi'dir. Bu ceza evindeki işkence ve kötü muamelelere tabii tutulan tutukluların büyük çoğunluğu PKK'ya katılmış ve onun ana omurgasını oluşturmuştur. 1984 yılında bu cezaevinden tahliyelerin başlamasıyla beraber PKK hızla güç kazanmaya başlamıştır. PKK'nın bu hızla yayılmasıyla devlet buna karşı NATO üyesi ülkelerde kurulan ve varlığı Uğur Mumcu tarafından ortaya çıkarılan Özel Harp Dairesi kontrolünde gizli bir teşkilatlanma oluşturarak JİTEM'i kurdu. Hedef PKK'yı ve ona giden desteği ortadan kaldırmaktı. Bu doğrultuda çeşitli idaalara göre JİTEM adına çalışan askerler ve bu askerler tarafından görevlendirilen siviller bölgede birçok faili meçhule ve işkencelere karıştı, insanlar köylerinden göç ettirildi. Arif Doğan ve Ayhan Çarkın'ın iddialarına göre JİTEM PKK ile mücadelede birçok yol kullandı. JİTEM tarafından yapılan pek çok eylemde olay yerine bırakılan PKK, ERNK, HRK bildirileri ile olay PKK tarafından yapılmış gibi gösterildi. Faaliyet alanı büyük ölçüde Türkiye toprakları olmakla birlikte, Batı Avrupa'da, Suriye, Irak ve İran topraklarında da etkinlik göstermektedir. Türkiye İşçi Partisi 16 Eylül 1967'de Diyarbakır, 24 Eylül'de Silvan, 1 Ekim'de Siverek, 8 Ekim'de Batman, 15 Ekim'de Tunceli, 22 Ekim'de "Doğu Mitingleri" düzenlemiştir. 23 Mayıs 1971'de Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) kurulmuştur. Abdullah Öcalan'ın örgütsel geçmişi 1974'te Marksist bir yapı olan Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği (ADYÖD) ile başlamaktadır. Grup, bu dönemde büyük ölçüde öğrencilerden oluşmakta ve başında Abdullah Öcalan bulunmaktadır. Ankara'da kurulan organizasyon kısa bir süre içinde Güneydoğu Anadolu'ya taşınmış ve bölgedeki genç Kürtler arasında propaganda faaliyetlerinde bulunmuştur. 27 Kasım 1978 tarihli kuruluş bildirgesine kadar olan dönem Apocular olarak adlandırılmaktadır. Apocular ismi özellikle Dikmen toplantısından sonra yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Öcalan'ın politik fikirlerinin geliştiği ve ülke içinde 1970'lerin ortasına kadar gelişen yapılarla bağlantılarını kurmuş ve tanıtmıştır. Bu dönemin sonlarında fikirlerini harekete koymak için Güneydoğu Anadolu'da var olan feodal yapıda yer bulması ve bu yapıyı kendi amaçları için şekillendirmesi ve kendi amaçlarının da bölgenin yapısı altında şekillenmesi fikrini benimsediler. Apocuların çekirdek grubu 16 kişiden oluşmaktadır. Yıllar içinde bu on altı kişiden sadece Öcalan grupta kalmış, bazıları kendi kuruluşunda rol oynadıkları yapı tarafından öldürülmüştür. 27 Kasım 1978'de Diyarbakır'ın Lice ilçesi Fis mahallesinde yapılan bir toplantıyla (1. Kongre) "Kuruluş Bildirgesi"ni düzenler ve adını Kürdistan İşçi Partisi olarak değiştirir. PKK, bu bildirgeyle hareket alanını genişlettiğini de ilan eder ve yeni bir safha olan şehir eylemleri metotlarını uygulamaya başlar. Marksist, Leninist temelli ayrılıkçı bir organizasyon olması sebebiyle sağ organizasyonlarla da çatışmaya girmiştir. Bu dönemde Başkan olarak Abdullah Öcalan, Başkan yardımcısı olarak Cemil Bayık, Yürütme kurulu başkanı olarak Şahin Dönmez, Asker sorumlusu olarak Mehmet Karasungur, İstihbarat sorumlusu olarak Mazlum Doğan, Yürütme kurulu üyesi olarak Mehmet Hayri Durmuş, Yürütme kurulu üyesi olarak Öcalan'ın eşi olan Kesire Yıldırım yer aldı. Kuruluş bildirgesiyle bölgede varlığını geliştirme ve sosyal yapıya bürünme devresine girmiştir. 43.000 olayın yaşandığı dönemde, PKK Şehir Çatışmaları döneminde aktif bir yapıdadır. 12 Eylül 1980 büyük oranda şehir çatışmaları dönemini sona erdirse de organizasyonun eylem kabiliyetini ortadan kaldırmamıştır. PKK'nın çatışmaları sadece karşıt görüşlerin çatışması olmakla kalmayıp 30 Temmuz 1979'da Cuma Tak önderliğindeki grup tarafından Urfa Milletvekili Mehmet Celal Bucak'a düzenlenen suikastla, devletle iş birliği içinde olmakla ve Kürtleri sömürmekle suçladığı aşiretlere de yönlendirmiştir. 1980 darbesi öncesi diğer komünist ve Marksist-Leninist gruplar gibi yapılanmış ve propagandasını silahlı eylemlerle duyurmuştur. 12 Eylül Darbesi ülke içinde yaşamın sekteye vurulmasını amaçlayan faaliyetlere karşı bu faaliyetleri yürüten bireylerin etkisiz kılınması amacı ile yürütülmüştür. Öcalan, ülkeyi terk etmiş ama onunla ülke dışına çıkmayan PKK militanları darbe grubunca yakalanıp hapsedilmişlerdir. Bu grup daha sonra cezaevi direniş hareketinin çekirdeğini oluşturacaktır. 1979'da Öcalan'ın Suriye'ye geçmesinde; Devrimci Gençlik'in temellerini attığı eğitim kamplarının kurulması ve 12 Eylül Darbesi'nin ülke içindeki eylem alanını kapatması etken olmuştur. Türkiye'deki askeri yönetim, sosyalist ve komünist organizasyonların, Öcalan'ın Lübnan çağrısına cevap vermesine sebep olmuştur. 1982-84 yılları Öcalan'ın organizasyonun yeniden şekillendirmesine yardımcı olmuştur. Abdullah Öcalan darbe döneminde Suriye'nin gözetiminde Bekaa Vadisi'ne yerleşmiş ve buradan organizasyonun yeniden yapılandırılmasını planlamıştır. Bu dönemin Abdullah Öcalan için çok önemli olduğunu daha sonra kendi yazdığı anılarında açıklanmıştır. 1984 senesiyle PKK yeni bir yapıya bürünmüştür. Kendisine Mao Zedong'nun "halk devrimi" yöntemini seçmiş ve Suriye'nin desteklemesiyle Güneydoğu Anadolu'da gerilla savaşı yöntemlerini uygulamaya başlamıştır. Bununla birlikte Öcalan 'Uzun süreli halk savaşı' ilan etti. 'Uzun süreli halk savaşı' 1.'stratejik savunma', 2:'stratejik dengeleme' ve 3:'stratejik saldırı' başta olmak üzere üç aşamadan ibaretti. Bunun ilk aşamasının yöntemini 'Silahlı Propaganda' olarak nitelendirerek Kü
rdistan Kurtuluş Güçleri (Kürtçe: "Hêzên Rizgarîya Kurdistanê", HRK) kuruldu ve üç birlik oluşturdu: 'Agit' kod adılı Mahsun Korkmaz komutasındaki '14 Temmuz Silahlı Propaganda Birliği' Eruh-Şırnak-Pervari bölgesine, Abdullah Ekinci komutasındaki '21 Mart Silahlı Propaganda Birliği' Hakkâri-Çukurca-Şemdinli ve Ali Ömürcan komutasındaki '18 Mayıs Silahlı Propaganda Birliği' ise Van-Çatak bölgelerine saldıracaktı. Ancak Ali Ömürcan'ın birliği hücuma geçemedi. 15 Ağustos 1984 akşam 21:30'da Eruh ve Şemdinli'de PKK ilk büyük ölçekli silahlı eylemini gerçekleştirdi. 25 Ekim 1986'da Lübnan'da yapılan 3.kongresinde HRK lağvedilerek yerine Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu (Kürtçe: "Artêşa Rizgarîya Gelê Kurdistanê", ARGK) kuruldu. 1991-1992 yılında örgütün artan eylemleri 1993'te doruk noktasına ulaştı. 24 Mayıs 1993'te Bingöl-Elâzığ karayolunu kesen PKK militanları, eğitimlerini tamamlayarak görev yerlerine sevk edilen silahsız 33 eri otobüslerden indirerek kurşuna dizdi. PKK'lılar, 13 er, bir polis ve 8 vatandaşı da kaçırdılar. Olayın ardından düzenlenen operasyonda, 10 PKK'lı öldürüldü ve kaçırılanlar kurtarıldı. Bu dönem örgütün hayatta ve ülkeler arası yapıda kalabilmek için ideolojisini büyük ölçüde yeniden gözden geçirdiği dönemdir. Komünizm (Marksist-Leninist) yerine sosyalizm benimsenmekte ve kadın erkek eşitliğini savunduğunu göstermek üzerede kadınlarda erkek davranışlarını öne çıkarmaya ve cinsel öğeleri göz ardı etme politikası uygulanmaktadır. Parti içinde dine karşı tolerans gösterilmesi bu yapının uzantısıdır. Bu değişimlerle PKK, Kürt devleti söyleminden vazgeçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti devleti altında otonom bir yapı amaçladığını söylemeye başlamıştır. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti'nin savunma harcamalarına ayırdığı miktar bütün harcamalarının %10'una kadar yükselmiştir. Bu dönemdeki askeri faaliyet yoğunluğunu devam ettirebilmek ordu bütçesi için 8 milyar ABD doları yıllık harcama seviyesine ulaşılmıştır. Mayıs 1997 harekatının Türkiye'ye faturası ise 300 milyon dolar olmuştur. 5 Temmuz 1993 tarihinde 100'e yakın PKK mensubu, Kemaliye'nin Başbağlar Köyü'nde sivilleri kurşuna dizip evleri ateşe verdi. 31 kişi öldü, 3 kişi yaralandı. Katliamı PKK üstlendi ve Abdullah Öcalan Davası'nda PKK'nın eylemlerine örnek olarak gösterildi.. PKK lideri Abdullah Öcalan olaydan habersiz olduğunu ve olayın sorumlusunun Dr. Baran kod adlı bir PKK sorumlusu olduğunu ifade ederek, katliamı PKK'nın düzenlediğini kabul etmiştir.. 30 Haziran 1996'da "Zilan" kod adlı PKK'lı kadın militan Zeynep Kınacı, Tunceli'de vücuduna sardığı bombaları İstiklal Marşı'nın okunduğu sırada tören alanında patlattığı olay. Olayda ikisi astsubay, toplam 6 asker hayatını kaybetti. Zeynep Kınacı, aynı zamanda o tarihe kadar intihar eylemi gerçekleştiren ilk kadın militandı. 25 Ekim 1996'da ikinci bir canlı bomba olayı daha gerçekleşti. Adana'da Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü bahçesindeki polislerin arasına dalan PKK'lı Leyla Kaplan üzerindeki bombayı patlattı. Olayda 3 polis hayatını kaybetti. 29 Ekim 1996'da, Sivas'ta Cumhuriyet Bayramı'nın kutlandığı sırada Güler Otaş üzerindeki bombayı patlattı. Saldırıda üçü polis, biri sivil 4 kişi hayatını kaybetti. 13 Nisan 1998'de PKK'nın eski ikinci adamı olup örgütten iltica ederek Mesut Barzani'nin yanına sığınmış Şemdin Sakık (Kod adı: Parmaksız Zeki) ve kardeşi Arif Sakık, Özel Harekât birimleri tarafından ele geçirilerek Türkiye'ye getirilmişlerdir. 29 Ağustos 1998'de Abdullah Öcalan MED TV'de yayınlanan basın toplantısına telefon bağlantısıyla katılarak tek taraflı ateşkes ilan etmiştir. Buna Türkiye Cumhuriyetinin başbakanı Mesut Yılmaz şöyle yanıtlamıştır: "Eğer Türk devleti ile savaşmakta çaresizliğini anlayıp da teslim olmak için bir adım atıyorsa, ben bunu olumlu görürüm. Devamının gelmesini bekleriz. Ama eğer kendine Avrupa'da siyasi platformda yer kazanmak için bir oyun peşindeyse boşunadır. Hiçbir zaman muhatap alamayız." 16 Eylül'de Türk Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde Suriye'ye hitaben şöyle konuşmuştur: "Bazı komşularımız bizim iyi niyetimizi, gösterdiğimiz yakınlığı yanlış değerlendirmişlerdir. Uzun zamandan beri Apo denilen eşkıyayı kendi ülkelerinde barındırıp, onu destekleyerek Türkiye'yi terör belasına bulaştırmışlardır. Şunu açıkça söylemek istiyorum: Türk milleti artık bu konuda göstereceği iyi niyetin sonuna gelmiştir. Sabrımız tükenmek üzeredir. Sabrımızı taşırmasınlar." 1 Ekim'de TBMM'nin açış konuşmasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: "Tüm uyarılarımıza ve barışçı açılımlarımıza rağmen hasmane tutumdan vazgeçmeyen Suriye'ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kere daha tüm dünyaya ilan ediyorum." Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, 6 Ekim'de Türkiye'yi ziyaret ederek arabuluculuk girişiminde bulunmuş ve Türkiye bunu kabul etmiştir. 9 Ekim'de Abdullah Öcalan PKK Yunanistan temsilcisi Ayfer Kaya (kod adı: Rozerin) ve bazı arkadaşları ile birlikte Suriye'yi terk etmiştir. (Bu olay PKK'nın literatürüne "9 Ekim Komplosu" olarak geçmiştir.) Mısır Dışişleri Bakan Amr Musa 12 Ekim'de Ankara'ya gelerek Süleyman Demirel'e Suriye Devlet Başkanı Hafız Esed'in mesajını iletmiştir. 19 Ekim'de Adana'da yapılan Türkiye-Suriye görüşmesinin sonucu "Öcalan şu andan itibaren Suriye'de değildir ve kesinlikle Suriye'ye girmesine izin verilmeyecektir" hükmünü de içeren mutabakat metni imzalanmış ve 20 Ekim'de açıklanmıştır. Lazarus Mavros adına düzenlenmiş Kıbrıs Cumhuriyeti sahte pasaportunu taşıyan Abdullah Öcalan, 2 Şubat saat 11.33'te Melsa Deniz ve Yunanistan istihbarat mensubu Savvas Kalderides ile birlikte Kenya'nın başkenti Nairobi'ye gelmiş ve Yunanistan Büyükelçiliğine ait binaya yerleşmiştir. CIA'den haber alan Özel Kuvvetler Komutanlığı, Millî İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Şenkal Atasagun ile birlikte bir operasyonu hazırlamıştır. Öcalan'ın yakalanmasında Mossad'la iş birliği yapıldığına dair söylentiler Mossad tarafından yalanlanmıştır. Cavit Çağlar'a ait TC-CAG kuyruk numaralı Falcon 900 B tipi uçağı ile, Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Engin Alan'ın komuta ettiği operasyon timi Kenya'ya gönderilmiştir. Kenya hükûmeti 15 Şubat'ta Öcalan'ın sınır dışı edilmesini talep etmiş ve Öcalan da Hollanda'ya gitmek koşuluyla binayı terk etmeyi kabul etmiştir. Ancak Öcalan'ı havalimanına götüren araç aniden konvoydan ayrılarak kaybolmuştur. Öcalan 16 Şubat saat 3:00'da Türkiye'ye getirilmiş ve dönemin Başbakanı Bülent Ecevit yaptığı açıklamada "Dünyanın neresinde olursa olsun devletimizin onu ele geçireceğini söylemiştik. Bu devlet sözünü yerine getirdi, şehit analarına verilen sözü yerine getirdi." ifadelerini kullanmıştı. Abdullah Öcalan 29 Haziran 1999 tarihinde Türk Ceza Kanunu'nun muhtelif maddelerinde geçen ve 125. maddesinde müeyyidesi tespit edilen ""devletin birliğini bozmaya veya devletin hakimiyeti altında bulunan topraklarda bir kısmının devlet iradesinden ayırmaya kalkışmak"" suçundan yargılandı. Yargılanmasına 31 Mayıs 1999'da İmralı Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde başlanan davada Öcalan, PKK örgütünü kendisinin kurduğunu, örgütü sevk ve idare ettiğini, yakalandığı ana kadar örgütün kendisinin liderliği ve komutası altında faaliyetlerini sürdürdüğünü itiraf etti. 29 Haziran 1999 tarihinde Abdullah Öcalan, oybirliği ile idama mahkûm edildi. Karar Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından da onandı. Mahkemenin gerekçeli kararında Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ile içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle Türk Ceza Kanunu'nun 59. maddesinde düzenlenen "cezai sorumluluğu kaldıran veya azaltan nedenlerden" yararlandırılmamasına karar verildi. "Ankara 2 Numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi" tarafından ölüm cezası kararı verildi ancak karar uygulanmadı. İlk ifadesinde, yakalandıktan sonra kötü muameleye maruz kalmadığını söyledi ve PKK'nın ölümüne neden olduğu insanlardan özür diledi. Daha sonra ifadesinde PKK'nın 140 ayrı ülkeden destek gördüğünü ve eğer idam edilirse pek çok kan döküleceğini, canı bağışlanırsa çatışmaları bitirmeye çalışacağını söyledi. Bu davada Öcalan, Türk vatandaşı olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve onun ceza kanununu tanıdığını ve savunmasının hukuki değil siyasi olacağını belirtmiştir. Öcalan, 1 Ağustos 1999'da ateşkesin sürdürülmesini ve silahlı güçlerin Türkiye sınırlarının dışına çekilerek, sembolik barış gruplarının iyi niyetin bir göstergesi olarak Türkiye'ye gelmelerini ister. Ardından, örgüt tarafından PKK'nın silahlı güçleri sınırların dışına çekilerek, biri dağdan biri de Avrupa'dan olmak üzere iki barış grubu gönderilir. PKK, 2002'de kendisini feshetti ve yerine Kürdistan Demokratik ve Özgürlük Kongresi (KADEK) kuruldu. KADEK, Avrupa Birliğinin terör örgütleri listesinde yer almaktadır. Çözüm süreci, 2009 yılında Oslo görüşmeleri ile başlamış ve Öcalan tarafından yazılan, 2013 yılında Diyarbakır'da yapılan Sırrı Süreyya Önder tarafından okunan deklarasyonla halka açıklanmıştır. Örgüt yetkilileri Mart 2015'te silahlı mücadeleden vazgeçip, siyasi mücadeleye devam edeceklerini belirtmiştir. Fakat 20 Temmuz 2015'te Irak ve Şam İslam Devleti tarafından gerçekleştirilen Suruç saldırısı akabinde 22 Temmuz 2015'te iki polisin PKK tarafından öldürülmesi ile 2009 yılından beri sürmekte olan çatışmasızlık hali ve çözüm süreci askıya alınmıştır. Ağustos 2015'ten bu yana Şırnak'ın Silopi ve Cizre ilçelerinde özyönetim talebi ve birçok noktada hendek kazılması ve belediye başkanlarının tutuklanmasının ardından ildeki birçok mahallede sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş ve pek çok mahallede sokak çatışmaları çıkmıştır. Meydana gelen bu olaylarda birçok güvenlik görevlisi ve sivil hayatını kaybetmiştir. Çok sayıda okul, hastane, cami, kütüphane gibi devlet kuruluşları PKK tarafından saldırıya uğramıştır. PKK, Abdullah Öcalan ve 22 kurucu üyenin katılımı ile 27 Kasım 1978'de Diyarbakır’ın Lice İlçesi Fis (Ziyare
t) Köyü’nde “Kuruluş kongresini” gerçekleştirerek kurulmuştur. Bu ilk toplantı PKK tarafından "1. Kongre" olarak da kabul edilir. Yine aynı kongrede, kongre yerinin bilinçli olarak Diyarbakır olarak seçilmesinin nedenleri; "Kuzey Kürdistan’da merkez bir role sahip olması" ve "tarihte mücadelesiyle oynadığı bir kimliğe sahip olması” şeklinde belirtilmiştir. Kongrede öncelikle tüzük konusu ele alınmış, Öcalan tarafından hazırlanan "Tüzük ve Parti Programı" aynen kabul edilmiştir. Kabul edilen programda PKK'nın amaçlarından birinin de Türkiye'deki toprakların bir kısmını ele geçirme hedefi ortaya konulmuştur. Kongrede ayrıca "devletin güvenlik güçleri ve istihbarat kaynakları, Türk milliyetçi örgütleri ve bunların önde gelen liderleri, Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri’ndeki nüfuzlu ve popüler kişiler, güneydoğulu milletvekilleri, belediye başkanları, aşiretlerin ileri gelenleri ile sosyal şoven tüm sol örgütlerin" PKK'nın hedefleri arasında olduğu belirtilmiştir.. Mayıs 1979'de birçok örgüt mensubunun devlet güçleri tarafından yakalanması üzerine Öcalan, Haziran 1979 tarihinde Türkiye'den Suriye'ye geçmiştir. Ardından Türkiye’de bulunan üst düzey örgüt mensuplarına “etkili bir eylemle PKK’nın kamuoyuna ilan edilmesi” talimatını vermiştir. Bunun üzerine bir grup PKK mensubu, 30 Temmuz 1979 tarihinde Hilvan-Kurt başı Köyünde bombalı ve silahlı saldırı gerçekleştirmiş ve PKK’nın kuruluş bildirisinin sonuç bölümü olay yerine bırakılmıştır. 2. kongre 20-25 Ağustos 1982 tarihleri arasında Abdullah Öcalan başkanlığında, Suriye-Ürdün sınırına yakın bir kampta yapılmıştır. 2. kongrede silahlı eğitimin istenen seviyeye ulaştığı, militan sayısının artırıldığı ve İsrail'in Güney Lübnan'ı işgal etmesi sebebiyle Lübnan'da daha fazla kalınamayacağı gerekçe gösterilerek, Türkiye'ye girerek saldırılar gerçekleştirmek için Irak'ın kuzey bölgelerine gitmenin gerektiği ve ilk giriş yapılacak bölgenin Şırnak olması karar altına alınmıştır. 2’nci kongrenin ardından "büyük bir eylemle silahlı propagandadan gerillaya geçisin yapılması" ve günümüzde faaliyet gösteren Halk Savunma Güçleri'nin ilk yapılanması olan Kürdistan Kurtuluş Güçleri'nin (HRK) ilan edilmesi" talimatı verilmiştir. Bu durum, 15 Ağustos 1984 tarihinde Şemdinli ve Eruh’ta yapılan saldırılar ile gerçekleştirilmiştir. 3. kongre 25-30 Ekim 1986 tarihleri arasında Öcalan liderliğinde Lübnan'da bulunan Helvi Kampı'nda yapılmıştır. Bu kongrede silahlı grupların bölgede varlıklarını sürdürebildiği, önemli ölçüde kitle ve bazı uluslararası çevrelerin açık desteğinin sağlandığı, örgütünün kendisini dünya kamuoyuna tanıttığı değerlendirmeleri yapılmıştır. HRK'nin lağvedilerek yerine Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu'nun (ARGK) kurulması kararlaştırılmıştır. Buna bağlı olarak ARGK'ye bağlı bir yazılı tüzük oluşturulmuştur. Bunlarla birlikte örgüt içi ve dışı istihbarat birimleri oluşturulmuştur. 4. kongre 26-31 Aralık 1990 tarihleri arasında Irak'ın kuzeyinde bulunan Haftanin bölgesinde yapılmıştır. Bu kongreye Öcalan katılmamış, ancak talimat ve değerlendirmelerini kongreye ulaştırmıştır. Bu kongrede; örgütlenme ile ilgili olarak faaliyetlerin en üst seviyede siyasi büro ve askerî komite şeklinde birbirinden ayrılması, halk ayaklanmaları sürecine gelinmesinden dolayı örgütlenmelerin bu ihtiyaca göre şekillendirilmesi, basın yayın faaliyetlerinin geliştirilmesi gibi kararlar kararlar alınmış ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasına bağlı olarak klasik Marksist-Leninist yorumlamalarda değişime gidilmiştir. 5. kongre 8-28 Ocak 1995 tarihleri arasında Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilmiştir. Kongrede PKK programında ve tüzüğünde değişiklikler yapılmıştır. Bununla birlikte örgütün dış destek sağlaması ile ilgili örgüte yardım etmeleri kaydıyla her devlet, grup veya kişi ile ittifaka girilmesi kararlaştırılmıştır. Ayrıca Sürgünde Kürdistan Parlamentosu'nun (PKDW) oluşturulması gerektiği belirtilmiştir. PKDW'nin kurulmasına yönelik çalışmalar, bu amaçla oluşturulan komisyon tarafından 12 Ocak 1995 tarihinde resmen başlatılmıştır. Sonuç olarak 65 kişilik Sürgünde Kürdistan Parlamentosu'nun kuruluşu 12 Nisan 1995 tarihinde Hollanda’nın Lahey şehrinde ilan edilmiştir. 6. kongre Ocak-Şubat 1999 döneminde Irak'ın kuzeyinde bulunan Kandil Dağı'nda yapılmıştır. Öcalan’ın hazırlayıp gönderdiği rapor 6’ncı kongreyi yönlendirmiştir. Bu raporda örgüt yapısının yeniden şekillendirilmesinde yaşanan sorunlar belirtilmiştir. Olağanüstü olarak toplanan 7. kongre 2-23 Ocak 2000 tarihleri arasında Irak'ın kuzeyinde gerçekleştirilmiştir. Kongreye İmralı Adası'nda tutuklu bulunan Öcalan, 4 Aralık 1999 tarihli bir rapor göndermiştir. Kongrede, parti programı kökten değiştirilmiştir. Kabul edilen yeni programda "Ayrı devlet kurmanın 21. yüzyıl dünyasında fazla gerekli ve gerçekçi olmadığı" söylemlerini yeni programda kabul edilmiştir. Kongrede silahlı yapılanma ile ilgili olarak, örgütün Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu'nun Halk Savunma Güçleri (HPG) olarak isimlendirilmesi ve buna göre teşkilatlanması kabul edilmiştir. Bu kongreyle birlikte serhildan mücadelesinin başladığı da ilan edilmiştir. 8. kongre 4-14 Nisan 2002 tarihleri arasında yapılmıştır. Öcalan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) sunduğu savunmalar benimsenmiştir. Savunmada 21. yüzyılı büyük ölçüde etkileyecek yeni bir küresel sistemin şekilleneceği ve bunun "daha barışçıl, daha demokratik, daha özgürlükçü ve adil bir sistem" olacağı ifade edilmiş, bu bağlamda yeni stratejiler oluşturularak örgüt yapısının yenilenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Kongrenin ilk günü olan 4 Nisan 2002 tarihi itibarıyla "her alanda PKK adıyla yürütülen faaliyetlerin durdurulduğu" açıklanmış ve en üst örgütlenme olarak "Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi" (KADEK) adıyla yeni bir yapı oluşturulmuştur. Bu kongrede amaç olarak "tüm parçalardaki çözümü Demokratik Ortadoğu Birliği hedefi temelinde yürütmek, tüm Kürtlerin birlikteliğiyle demokratik sosyalizme doğru ilerlemek" olduğu ifade edilmiştir. 9. kongre (KONGRA-GEL 1’inci Genel Kurul Toplantısı) 27 Ekim-6 Kasım 2003 tarihleri arasında çeşitli ülkelerden gelen 360 üyenin katılımıyla Kandil Dağı’nda yapılmıştır. Öcalan’ın yazdığı rapor kongrenin ana hattını belirlenmiştir. Öcalan’ın ileri sürdüğü "demokratik ekolojik toplum" ifadesinin belirleyici rol oynadığı kongrenin açılış konuşmasında dile getirilmiştir. Bu kongrede KADEK feshedilerek "Kürdistan Halk Kongresi" (KONGRA-GEL) adıyla yeni bir yapı oluşturulmuştur. Bu değişimin nedenleri arasında "demokratik ekolojik sisteme uyumlu yapılanma", "Marksist-Leninist etkileri değiştiren yeni bir yapılanma" ve "egemen devletlerle barışçıl demokratik çözüm" olarak deklare edilmiştir. Kongrede KONGRA-GEL tarafından Kürtlere ait anayasanın olması konusuna vurgu yapılarak buna zemin oluşturacak "Demokratik Haklar Bildirgesi" hazırlanmıştır. Kongrede örgüt bünyesindeki yapılanmaya ilişkin basın-yayın komitesi, bilim-teknik komitesi, kültür-sanat komitesi, gençlik komitesi, adalet ve insan hakları komitesi, kadın komitesi oluşturulması kararları alınmıştır. 10. kongre (KONGRA-GEL 2. Olağanüstü Genel Kurul Toplantısı) 16-26 Mayıs 2004 tarihleri arasında, 252 üyenin katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Öcalan’ın Bir Halkı Savunmak isimli eseri, kongreye rapor olarak sunulmuştur. Kongrede tüzük değiştirilmiş, örgütün yapılanması ile ilgili yeni komitelerin kurulması kararlaştırılmıştır. 11. kongre (Yeniden Yapılanma Kongresi) 28 Mart - 4 Nisan 2005 tarihleri arasında, Irak’ın kuzeyinde, 205 üyenin katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Kongrenin açılış konuşmasında öncekilere benzer olarak Ortadoğu’daki ve dünyadaki sorunların çözümü için PKK'nın yeniden yapılanması ve kurulması gerektiği vurgulanmıştır. Öcalan bu yapılanmayı demokratik konfederalizm şeklinde ifade etmiştir. 12. kongre (KONGRA-GEL 3. Olağanüstü Genel Kurul Toplantısı) 4-21 Mayıs 2005 tarihleri arasında, Irak'ın kuzeyinde, 236 üyenin katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Kongrede içinde bulunulan dönem değerlendirilmiş, Öcalan’ın 21 Mart 2005 tarihinde ilan ettiği demokratik konfederalizm ilkeleri kabul edilmiştir. Bahsedilen bu modele göre İran'da, Türkiye'de, Suriye'de ve Irak'ta oluşacak bir Kürt yapılanmasında tüm Kürtler bir araya gelerek kendi federasyonlarını, birleşerek de üst konfederalizmi oluşturacaklardır. 13. kongre (KONGRA-GEL 4. Genel Kurul Toplantısı) 17-23 Nisan 2006 tarihleri arasında yapılmıştır. Kongre'de "Kürdistan’daki tüm toplumsal, siyasal, demokratik kurum ve kuruluşları demokratik ulusal birlik çizgisinde dayanışma ve birliği güçlendirmek için bir ulusal konferans" çağrısı deklare edilmiştir. Kongrede ayrıca Öcalan'ın serbest bırakılmasının temel bir ilke olduğu vurgulanmıştır. 14. kongre (KONGRA-GEL 5. Genel Kurul Toplantısı) 16-22 Mayıs 2007 tarihleri arasında, Irak’ın kuzeyinde 213 üyenin katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Kongrede birçok kararın yanı sıra sistemin adında da bir değişiklik yapmıştır. Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK)” ismi kabul edilmiş ve izleyeceği politikalar belirlenmiştir. Bu kongrede; bütün “Kürdistanlı güçlere ulusal konferans” çağrısı tekrar edilmiştir. Ayrıca birinci derecede ele alınması gereken konunun Öcalan’ın sağlığı olduğu belirtilmiş ve örgüt ile ilgili tek muhatap Abdullah Öcalan'dır.” açıklaması yapılmıştır. 15. kongre 10 Temmuz 2013 günü Kandil Dağı'nda yapılmıştır. Kongre'de YDG-H'nın oluşturulması benimsenmiştir. Yürütme Konseyi'ne Cemil Bayık getirilmiş, eski Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ise HPG'nin başına geçmiştir. Ayrıca özerk yapılanmaların her alanda yapılması fikri benimsenmiştir. Örgütün devlete, sivillere, köy korucularına ve karşıt gruplara karşı silahlı propaganda ve şiddet eylemlerine ağırlık verdiği 1984 yılından beri meydana gelen ölümlerde ciddi artışlar gözlenmiştir. PKK Güneydoğu Anadolu bölgesinde yeterli halk desteğini alamadığından ve güvenlik güçleri karşısında 20.000'den fazla kayıp verdiğinden sınır ötesine yerleşmeye çalışmıştır. Uzun süre Suriye'de kaldıysa da, bu hem yeterli olmamış, hem de 1998'den sonra bur
ada da barınma imkânı kalmamıştır. Körfez Savaşı'ndan sonra oluşan güç boşluğundan yararlanan PKK 1990'ların başında Kuzey Irak'a yerleşmiştir. Irak Savaşı (2003) ise PKK'ya daha geniş bir güç boşluğu sağlamış ve Kandil Dağı ve çevresine yerleşmiştir. Bu bölgede 10'dan fazla PKK kampı vardır. ABD, Irak'ı işgal ederken bu kampları ortadan kaldırma sözü vermiş, Bağdat Yönetimi ve yerel Kürt yönetimi de PKK faaliyetlerine izin vermeyeceklerini açıklamışlardır. Ne var ki zaman içinde Her üçü de PKK'yı bu bölgeden sökmeye güçlerinin yetmediğini ima etmişlerdir. Özellikle Barzani ve adamları ise PKK faaliyetlerine göz yummanın ötesinde silah da sağlamışlardır. Irak Ordusu'nun silahları PKK'lıların eline geçerken, bu silahlar sayesinde Türkiye'deki eylemleri artmıştır. 2006 yılının Temmuz ayında PKK Türk Büyükelçiliği'nin sadece 500 metre ilerisine Öcalan Kültür Merkezi adı altında bir propaganda ofisi açmıştır. Türkiye buranın kapatılması için nota verirken, Amerikalıların ilk açıklaması "Biz böyle bir merkez görmedik" şeklinde olmuştur. Temmuz 2006'da Türkiye'nin ABD'ye PKK kampları konusundaki tepkileri zirveye çıkmıştır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gerekirse sınır ötesi operasyonun tek taraflı olarak yapılacağını ilan etmiştir. Bu tepki bir haftada PKK terörüne verilen ölü sayısının 15'e ulaşması ile oluşmuştur. Bu uyarı Dışişleri ve diğer kanallardan da tekrarlanmıştır. Bu sert tepkiler üzerine ABD Başkanı George W. Bush ve Amerikan Dışişleri Bakanı Rice'dan PKK'ya karşı gerekenin yapılacağını söylemiştir. 30 Haziran 2007 tarihinde örgütün kamplarından kaçan biri kadın 4 kişi, Şırnak ilinin Silopi ilçesinde güvenlik güçlerine sığınarak pek çok itirafta bulundu. İtirafçılar, Türkiye Cumhuriyeti'nin düzenleyeceği sınırötesi operasyon söylentilerinin PKK mensupları arasında korku yarattığını belirtti. Basın mensuplarına da açıklama yapmalarına izin verilen itirafçılar şu açıklamalarda bulundular: ""Biz terör örgütüne kandırılarak katıldık. Örgütte yaşananlar karşısında gerçekleri gördük. Bize, "teslim olursanız Türkiye'de kötü muameleyle karşılaşırsınız" denildi. Ancak biz buna rağmen gelip güvenlik güçlerine teslim olduk. Bize söylenenlerin hiçbirinin doğru olmadığını gördük. Burada hiçbir kötü muameleye maruz kalmadık. Bizim gibi yüzlerce örgüt üyesi var. Eğer onlara bir güvence verilirse inanıyoruz ki hepsi gelip teslim olur. Son günlerde sınır ötesi operasyon söylentileri örgüt içinde korkuya neden oldu. Bütün kamplar boşaltıldı." Teslim olmak için Habur Sınır Kapısı'nı kullanan itirafçılar, örgütün uzaktan kumandalı mayınlarla gerçekleştirdiği eylemler için gerekli teçhizatı Kuzey Irak'tan temin ettiğini söylediler. Kandil Dağı'ndaki kamplara 2 ABD zırhlısının silah getirdiğini öne sürerek ajan olmakla suçlandıklarına ilişkin baskılara dayanamadıklarını ve bu nedenle de teslim olduklarını, bazı arkadaşlarının ise intihar ettiğini söylediler. Irak Türkmen Cephesine göre, son yıllarda yaşanan silahlı mücadeledeki başarısızlıklar sonucunda PKK ciddi bir eleman sıkıntısı yaşadı ve bunun sonucu olarak silah altına aldığı kişilerin yaşı 10-11'e kadar düştü. Alınan çocukların büyük kısmı ise 14-15 yaş civarında kızlardan oluşuyor. Birleşmiş Milletlerin bir raporuna göre ise tanık olunan en küçük yaş 7'dir. Koma Jinên Bilind (Özgür Kadın Kurultayı) isminde kadın militanların oluşturduğu bir gruba sahiptir. Kadın yapılanmasının tarihine bakıldığında Kesire Yıldırım ilk militanlar arasındadır. Almanya Kürtlerinin büyük bölümü, PKK ile derin bir bağa sahiptir. 1990'lı yılların başında özellikle Alman endüstrisi tarafından ucuz işçi olarak sevinçle karşılanan Kürtler, daha sonra içlerinden bir kısmının PKK'nın aktivitelerine olan destekleri ve ülke içinde yarattıkları huzursuzluklar sebebiyle "istenmeyen kişi" durumuna düşmüşlerdir. PKK taraftarı eylemlerde bulunan Kürtlerin sayısı Türkiye'ye göre 70.000, Alman hükümetine göre 11.000'dir, ancak PKK destekçisi gösterilerde bu rakamların çok üzerinde kişi yer almaktadır. PKK, Türkiye'deki eylemleri için Almanya'yı bir mobilizasyon üssü olarak kullanmakta, Almanya Kürtleri'nin bir kısmı tarafından desteklenmektedir. 1992 ve 1993 yıllarında PKK tarafından Almanya Türklerine karşı altı büyük saldırı dalgası düzenlenmiştir. Bu saldırılar Türk kökenlilerin iş yerleri ve evlerine yönelik bombalama ve kundaklamalar ile sokaklarda rastgele Türklere saldırılar şeklinde, korku ve terör yaratma amaçlı olarak düzenlenmiştir. PKK, 1993 yılından itibaren Almanya sınırları içindeki Türklerde korku yaratma amaçlı saldırılara başlamış, 4 Kasım 1993'te 50 farklı şehirdeki bir seri saldırıda bir kişinin ölümüne sebep olmuştur. PKK, Almanya'da çok sayıda basılı ve görsel medyaya sahiptir. Bu amaçla yayımlanan Serxwebun (Kürtçe: "Özgürlük") gazetesi PKK'nın propaganda organı olarak çalışmaktadır. 1995'e kadar Almanya'da periyodik olarak yayımlanan PKK taraftarı 76 farklı yayın bulunmaktadır. 1996'ya kadar PKK propogandası yapan MED TV, uydu yayını iptal edilerek 1996 yılında kapatılmıştır. Kanal, ardından Polonya ve Fransa tarafından da kapatılmış, yerini ise Roj TV almıştır. Örgüt genellikle dağlık olan kırsal alanlarda ve yoğun kentsel alanlarda faaliyet gösterir. Dağlık arazi PKK üyeleri için mağaralarda gizleme ve askeri hava operasyonlarından saklanma avantajı sunar. PKK militanlarının bir dönem Yunanistan ve Suriye istihbarat servislerinden eğitim, öğrenim ve lojistik destek aldığı ve buralardan edindiği taktikleri eylemlerinde kullandığı belirtilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı, Temmuz 2007 yılında, 1984-2007 arasında PKK militanlarından ele geçirilen silahlar ve kökenleri hakkında bir rapor yayınladı. Rapora göre silah toplam sayısı ve izlenebilir olanlar için kökeni aşağıdaki gibidir: Millî Savunma Bakanlığı’nın hazırladığı verilere dayanan rakamlara göre 1984 yılında ilk PKK eylemlerinin başlamasından bu yana 4.828 sivil, 7.946 güvenlik görevlisi (bunlardan 5.821’i Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu, 775’i emniyet görevlisi, 1350’si korucu) ve 28.000 civarında PKK'lı yaşamını yitirdi. Güvenlik görevlileri arasında en çok kayıp veren 10 il ise şöyle sıralanıyor: 1. Şırnak (302), 2. İstanbul (284), 3. Hakkâri (264), 4. Ankara (260), 5. Diyarbakır (233), 6. Konya (203), 7. Mardin (199), 8. Sivas (198), 9. Adana (186), 10. Van (177). İçişleri Bakanlığının açıkladığı verilere göre, 2002-2011 yılları arasında ülke genelinde meydana gelen terör olaylarında 81 polis, 734'ü asker olmak üzere toplam 815 güvenlik mensubu yaşamını yitirdi, 5.094 asker ve polis de yaralandı. Türkiye Cumhuriyeti ile PKK arasındaki çatışmalarda toplamda 30.000'den fazla insan ölmüştür. 1995'te Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı tarafından yapılan açıklamaya göre Batman'da 37 köy, 54 mezra, Bingöl'de 150 köy, 194 mezra, Bitlis'te 76 köy, 95 mezra, Diyarbakır'da 115 köy, 196 mezra, Hakkari'de 38 köy, 93 mezra, Tunceli'de 154 köy, 657 mezra, Şırnak'ta 96 köy, 110 mezra olmak üzere bölge genelinde 982 köy ve 1.674 mezranın boşaltılmış ve toplam 49.593 aile ve 310.921 kişinin göç etmiştir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)'na göre 3.500 civarında, İnsan Hakları Derneği (İHD)'ne göre 3.246, Göç Edenler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (GÖÇ-DER)'ne göre 4.500, Türkiye Büyük Millet Meclisi Göç Araştırma Komisyonu'na göre 2.663 köy ve mezra boşaltılmıştır. 1994 yılında PKK örgütüne yardım etme ve örgüt propagandası yapma suçlamasıyla savcılıktan TBMM'ye gönderilen fezlekeler işleme konularak Demokratik Toplum Partisi (DEP) miletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı. 1994 Aralık ayında, DEP milletvekillerinin tutuklanması ve çeşitli cezalara çarptırılması, Avrupa Parlamentosu tarafından tepkiyle karşılandı. Türkiye tarafından yapılan açıklamalarda milletvekillerin etnik kökenlerinden dolayı değil de PKK ile olan ilişkilerinden dolayı ceza aldıklarını belirtmesine rağmen, Avrupa Parlamentosu 15 Haziran 1995 tarihinde aldığı bir kararla, "eski DEP milletvekillerinin halen hapiste bulunması ve Kürt halkının haklarının tanınmaması nedeniyle" gümrük birliğini onaylamayacağını belirtti. Avrupa Birliği üyelerinden Almanya, geçmişte Türkiye'ye PKK'yla mücadelesinde kullandığı yöntemlere en sert tepkiyi gösteren ülkedir. Alman radyo ve televizyonları, Cizre'de bulunan ve Alman Yeşillerinden oluşan bir delegasyona dayanarak verdikleri haberde, "Türklerin, Kürtleri imhaya giriştiklerini" belirtti. Dönemin Alman Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher de "Türkiye'nin uluslararası anlaşmalara uymadığını" belirterek Avrupa Topluluğu'nu ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü'nü Türkiye'ye karşı harekete geçirmeye çağırdı ve Yunanistan, Danimarka ile Hollanda'nın desteğini aldı. Türkiye siyasi yapısı 1980'li yıllarda 1970'li yılları son yarısını arkasında bırakarak toparlanma dönemini yaşama izlenimini verirken bu karmaşık dönemden uzanıp gelen kadrosuyla PKK Türkiye'nin önünü tıkamaya çalışmıştır. PKK 1970'lerde kazandıkları beceriler ve Filistin/Suriye/Yunan/Ermeni becerilerini bünyesine katarak sağlam bir yapıyla ortaya çıkmıştır. Tabanını çok daha belirginleştirmiş; yurt dışı bağlantılarını sağlam temeller üzerine oturtmuş; söylemini yerel olgulardan çok milletler arası olgularla doldurmuş; en önemlisi desteğini Türkiye devletinin ulaşamayacağı yerlerden ve uyuşturucudan elde etmeye başlamıştır. PKK, devletler arası bir yapıya geçmiştir. PKK'nın sorunun kaynakları dışarıya taşıyarak yapılanması Türkiye devletinin daha önceki ayaklanmalarda uyguladığı bölgeye yönelik problemi çözme yollarını tıkamıştır. 1930'lardaki toprak reformunun bu bölgeye uzanamaması devletin ağaları mutlu etmek zorunda kalmasının bir uzantısıdır. PKK sorunu, güneydoğu sorunu olmaktan çıkartmış ve bölge halkının olaylara olan etkisini azaltmıştır. PKK; Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşmiş Milletler ve NATO ve bölgedeki Türkiye, Suriye, Irak, İran gibi birçok ülke ve uluslararası kuruluş tarafından terör örgütü olarak kabul edilmektedir. Ayrıca; Amerika Birleşik Devletleri'nin uyuşturucu kaçakçıları listesinde yer almaktadır
. T.C. Emniyet Genel Müdürlüğünün yayınladığı "Türkiye'de hâlen faaliyetlerine devam eden başlıca terör örgütleri" listesinde ""PKK/KONGRA-GEL (Kürdistan Halk Kongresi-KHK)"" adıyla yer almıştır. Mukataa Osmanlı maliye tarihinin en önemli konularından biri, devlet harcamalarında finansman aracı olan mukataa kurumudur. Osmanlı maliyecileri, bu kurum aracılığıyla devletin nakit ihtiyacını karşılama, iç borçlanmayı sağlama ve özel sektörü finansman sürecine dahil etme amacını öngörmüşlerdir. Hazinenin gelir kaynaklarından biridir. Devlete ait bir arazi veya vâridâtın (gelirin) bir bedel karşılığında kiraya verilmesi veya geçici olarak devredilmesidir. Devlete gelir getiren kaynakları kiralayanlara ise 'mültezim' ismi veriliyordu. Mukataanın önemine göre, mültezim, bir şahıs olabileceği gibi, bir ortaklık da olabilmekte veya birkaç mukataa topluca bir mültezime verilmekteydi, ayrıca mukataa topraklarının gelirleri doğrudan hazineye aktarılmaktaydı. Baki Çakır, Osmanlı Mukataa Sistemi, İstanbul: Kitabevi, 2003. Kartal Kartallar, atmacagiller (Accipitridae) familyasına üyedir. Kartal türleri çok geniş bir yelpazede dağılan yırtıcı kuşları kapsar. Türkiye'de genellikle dağlık bölgelerde yaşarlar. Kartallar genel olarak diğer uçan yırtıcılardan daha iri ve daha güçlüdürler ve kafa yapıları daha büyüktür. Diğer yırtıcı kuşlar gibi eğri gagaları, kaslı bacakları ve güçlü pençeleri vardır. Eğri gaga yapısı avlarının etlerini söküp almaya yardımcı olurken, kaslı bacakları ve kilitlenebilen pençeleri sayesinde kendilerinden daha ağır avları bile uçarak taşıyabilirler. Kartalların görme yetenekleri çok gelişmiştir. Yüksek irtifalarda süzülürken yeri tarayarak avlarını hissettirmeden tespit edebilirler. Gözbebeklerinin kafataslarına oranla çok büyük oluşu, gelişmiş görme yeteneklerinin anahtarıdır.Ayrıca kartallar diğer kuşlara göre çok daha yüksekten uçarlar. En yükseğe uçan kuşlar kartallardır. Genel yaşam alanları ormanlar ve dağlardır. Yuvalarını yüksek kayalıklara ve uzun ağaçların üst kısımlarına yaparlar. Yuvaya bıraktıkları bir ya da birkaç yumurtanın kuluçka dönemi altı-sekiz hafta sürer. Kuluçkadan çıkan yavrulardan büyük olanı, genellikle diğer yavruları öldürür. Anne ve baba ölümü durdurmak için herhangi bir müdahalede bulunmaz. Yavru yavaş gelişir ancak üç ilâ dört yaşına giren kartalların yetişkin tüyleri çıkar. Kaya kartallarının yaklaşık olarak kanat açıklığı 3 metreyi bulur. Estonya Estonya Cumhuriyeti, Kuzey Avrupa'da bulunan bir Baltık devletidir. Batısında ve kuzeyinde Finlandiya Körfezi, doğusunda Rusya ve güneyinde ise Letonya Cumhuriyeti ile sınırları vardır. Başkenti Tallinn'dir. Estonya toprakları anakara ve Baltık Denizi’ndeki 2,222 adadan oluşur. Nemli karasal iklim görülür. Estonya topraklarındaki ilk insan yerleşimleri en az MÖ 6500’e dayanır. Alman, Danimarka, İsveç ve Rus egemenliği altında kaldıktan sonra ülke Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru bir milli uyanış yaşamış ve 24 Şubat 1918’de Ruslardan bağımsızlığını kazanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1940 yılında Estonya Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmiş, bundan bir yıl sonra Nazi Almanyası’nın işgaline uğramış, 1944 yılında yine Sovyetler Birliği’ne bağlanmıştır. Estonya tam bağımsızlığını 20 Ağustos 1991 yılında kazanmıştır. Bağımsızlığın ilan edilmesinden bu yana Estonya üniter parlamenter cumhuriyet yapısını korumaktadır. 1.3 milyon civarındaki nüfusuyla Estonya, Avrupa Birliği’nin, Euro Bölgesi’nin, NATO’nun, OECD’nin ve Schengen Bölgesi’nin en az nüfuslu ülkelerinden biridir. Estonya’nın bilinen en eski yerleşim yeri Pärnu nehri kıyısındaki Pulli yerleşim yeridir. 11,000 yıl öncesinde insanların yaşamış olduğu düşünülmektedir. Tunç Çağı Estonya’da MÖ 1800’lü yıllarda başlamıştır ve bu dönemde yüksek tepelerin üzerinde korunaklı yerleşim yerleri inşa edilmiştir. Avcılık-balıkçılık-toplayıcılığa dayalı yaşamdan tarım toplumuna geçiş MÖ 1000 yılı civarında başlamış, MÖ 500 civarında, Demir Çağı’na gelindiğinde tarım toplumu tam olarak kendini gerçekleştirmiştir. Demir Çağı’nın ortalarında savaşa dayalı bir yaşam biçimi ortaya çıkmıştır. Birçok İskandinav destanı Estonyalılarla karşılaşmadan söz eder. Bunlar arasındaki en önemli olay Estonyalıların İsveç kralı İngvar’ı öldürmesidir. 1030 yılında I. Yaroslav Estonyalıları mağlup etmiştir. 11. yüzyılda Estonyalılar çevre adalara ve İsveç’e deniz seferleri düzenlemişlerdir. Estonya’nın pagan dini uygulamalarına dair çok az şey bilinmektedir. Ruhsal ayinlerin şamanlar tarafından yönetildiği, kutsal koruluklarda, özellikle meşe ağaçlarının bulunduğu yerlerde ibadet ettikleri bilinmektedir. Estonya 1227'de Almanların Kılıç Kardeşliği ve Danimarkalılar tarafından fethedilmesiyle Hristiyanlaştırılmıştır. Estonya; tarihin değişik dönemlerinde Danimarka, İsveç, Polonya ve Rusya egemenliği altına girmiştir. 1700 yılında Büyük Kuzey Savaşı başlamış ve on yıl içinde Estonya’nın tamamı Rus İmparatorluğu tarafından fethedilmiştir. 19. yüzyılda aktif bir milliyetçilik akımı baş göstermiş, önce kültürel boyutlara ulaşmış, daha sonra Estonya millî kimliğinin oluşturulmasına kadar varmıştır. Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi’yle Bolşeviklerin yönetimi ele geçirmesinden ve Alman ordularının Rus ordularına karşı zaferler kazanmasından sonra Rus Kızıl Ordu geri çekildi ve Alman birlikleri Estonya’ya ilerledi. Bu sırada, 23 Şubat 1918’de Estonya bağımsızlığını ilan etti. Alman birlikleri Estonya’yı ele geçirdi. Brest Litovsk Barış Anlaşması imzalandı. Almanlar 1918 yılının Kasım ayına kadar Estonya’da kaldıktan sonra tamamen geri çekildi. Böylece Bolşevik birlikleri Estonya’ya ilerledi. Bu da 14 ay sürecek olan Estonya Bağımsızlık Savaşı’nın başlamasına neden oldu. Sovyet Rusya’ya karşı Estonya Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılmasından sonra 2 Şubat 1920’de Tartu Barış Anlaşması imzalandı. Estonya bu tarihten itibaren bağımsızlığını yaklaşık yirmi yıl elinde tuttuktan sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Estonya 6 Ağustos 1940 tarihinde Sovyetler Birliği tarafından ilhak edilmiş, bundan yaklaşık bir yıl sonra Alman orduları Estonya’yı ele geçirmiş, 22 toplama kampı kurmuş, Estonyalı Yahudileri, Çingeneleri ve Sovyet savaş mahkûmlarını toplu kıyımdan geçirmiştir. Almanların ve Sovyetlerin çekişmeleri sırasında Estonya nüfusunun %25’inin hayatını kaybettiği düşünülmektedir. İkinci Dünya Savaşı sırasında 90,000 civarında Estonyalı ölmüştür. 1944 yılında Estonya yeniden Sovyetler Birliği’ne dâhil olmuştur. 20 Ağustos 1991 tarihinde, Sovyetler Birliği'nin çökmesi ile birlikte, Şarkı Devrimi ile bağımsızlığını tekrar ilan etmiştir. 20 Ağustos "Estonya Ulusal Bayramı" olarak kabul edilmektedir. 31 Ağustos 1994'te Rus askerlerinin ülkeden çekilmesi ile Estonya Batı Avrupa ve diğer bölgelerdeki ülkelerle ilişkilerini bağımsız olarak yönetme hakkını almıştır. Ülke, 29 Mart 2004 tarihinde NATO'ya, 1 Mayıs 2004 tarihinde ise Avrupa Birliği'ne katılmıştır. Estonya parlamenter yapıya sahip temsilî demokrasinin uygulandığı bir cumhuriyettir. Çok partili siyasi sistemin bulunduğu ülkede hükümetin başında başbakan bulunur. Estonya’da politik kültür kendini koruyarak, değişmeden devam eder. Siyasi güç uzun süreden beri siyasette olan birkaç parti arasında paylaşılır. Bu durum diğer Kuzeybatı Avrupa ülkeleri için de benzer niteliktedir. Estonya'da yasama yetkisine Estonya Parlamentosu (Estonca: Riigikogu) sahiptir. Parlamento üyeleri 4 yıllık süre için seçilir. Estonya, temsili demokrasinin uygulandığı parlamenter bir cumhuriyettir. Estonya siyasi sistemi 1992 yılında tasarlanan anayasal metine uygun olarak işler. Estonya Parlamentosu’nda 101 milletvekili bulunur. Milletvekilleri hükümeti devletin yönetiminde esas olarak etkiler. Parlamento aynı zamanda devlet bütçesini, vergileri, devletin gelir ve giderlerini belirleyen mekanizmadır. Parlamento Cumhurbaşkanı da dâhil olmak üzere devletin üst kademe memurlarını seçer ve atamalarını yapar. Buna ilaveten Cumhurbaşkanından gelen teklifle Ulusal Mahkeme başkanının, Estonya Merkez Bankası’nın yönetim kurulu başkanının, Savunma Birlikleri Genel Kurmay Başkanı’nın da atamalarını gerçekleştirir. Parlamento üyelerinin hükumete soru önergesi sunma hakları vardır. Estonya hükumeti cumhurbaşkanının aday gösterdiği, parlamentonun onayladığı başbakan tarafından kurulur. Hükumet başbakan dâhil on iki bakandan oluşur. Estonya’da çok gelişmiş bir e-devlet ve e-hükumet sistemi vardır. Seçimlerde internet oylaması sistemi kullanılmaktadır. İlk internet oylaması Estonya’da 2005 yılındaki yerel seçimlerde gerçekleştirilmiştir. Estonya, 15 ayrı yönetim birimine bölünmüştür. Bu bölgeler iktisadî ve coğrafî yapılarına göre birbirinden ayrılmıştır. Bu bölgeler, eyalet değil de, ayrı yönetim birimleri olarak değerlendirilmelidirler. Estonca’da Maakond adı verilen bölgeler ülkenin en büyük idari alt birimleridir.  Her bölge idaresinin başında bir bölge valisi bulunur. Bölge valileri Estonya Hükumeti tarafından beş yıllık bir süre için atanır.  Estonya 57,3 enlem ve 59,5 boylamları arasında yer alır. Estonya Baltık Denizi'nın doğu kıyılarında, rakımı 50 metre olan bir alandadır. Çoğunluğu kireç taşı ile kaplı ülkenin %50'si ormanlardan oluşur. En yaygın ağaç türleri çam, ladin ve huş ağaçlarıdır. Estonya doğal kaynaklardan yoksun olan bir ülkedir. Estonya çoğunluğu çok küçük olan 1.400 göle sahiptir. Bunlardan en büyüğü 3.555 km² olan Peipsi Gölü'dür. Denize, çoğunlukla bataklık olan, 3.794 kilometre kıyısı vardır. Ülkede 1.500'e yakın ada vardır ve bunlardan Saaremaa ve Hiiumaa en büyük olanlarıdır. Ülkede çok sayıda nehir de vardır. Bu nehirlerin en uzunları Võhandu (162 km), Pärnu (144 km) ve Põltsamaa (135 km) nehirleridir. En yüksek noktası, ülkenin güneydoğu bölgesinde bulunan 318 metre yüksekliğindeki Suur Munamägi tepesidir. Ülkenin en çok karla kaplı olan kesimi güneydoğusudur. Kar yağışı genellikle Aralık ortalarından Mart sonlarına kadar sürebilir. Estonya ılıman iklim alanının kuzey kısmında kalır ve deniz
iklimi ile karasal iklim arasında bir iklime sahiptir. Mevsimlerin uzunlukları neredeyse birbirlerine eşittir. Bir Avrupa Birliği üyesi olarak Estonya, dünyanın en büyük ekonomik bölgelerinden biri üzerinde yer almaktadır. 1999 yılı, 1998 Rusya Ekonomik Krizi etkisiyle, 1991'de bağımsızlığını ilan ettiğinden beri Estonya'nın geçirdiği en ağır ekonomik kriz dönemidir. Estonya Kasım1999'da Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olmuştur ve bu dönemde Avrupa Birliği ile müzakerelere başlamıştır. Estonya'da enerji üretimi ve dağıtımı, telekomünikasyon, demiryolları ve diğer kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi halen devam etmektedir. Estonya 2002 yılında Avrupa Birliği ile yaptığı müzakereleri tamamlamış ve birliğe üye olmuştur. Bu dönemde Estonya, birliğin genişleme sürecinde, yeni üye ülkeler arasında ekonomisi zamanında Kıbrıs Cumhuriyeti'nden sonra en güçlü olan ülke olarak belirlenmiştir. Estonya ekonomisi hızla gelişen, birçok Finlandiya menşeli firmanın yatırım yaptığı bir yapıdadır. Estonya ekonomisi özellikle Bilişim Teknolojisi alanında güçlüdür. Kişi başına düşen gayri safi millî hasılası 12.300 Amerikan Doları ile Baltık Ülkeleri arasında en yüksek olanıdır. 2000 yılı itibarıyla millî geliri 20 milyar dolar dolaylarındadır. Ekonomisi bilgi teknolojisine dayalı olarak büyümektedir. Elektronik, makine ve ileri teknolojiye dayalı üretim öne çıkmış durumda. İsveç ve Finlandiya'daki uluslararası kuruluşlar üretimlerinin büyük kısmını Estonya'da gerçekleştirmektedirler. Millî gelirin oluşumunda yabancı sermayenin payı üçte birdir. İhracatın yarısına yakını yabancı sermayeli firmalar tarafından yapılmaktadır. Dengeli bir bütçe, sıfıra yakın devlet borcu, sabit oranlı gelir vergisi, serbest ticaret rejimi, para kurulu tarafından desteklenen tamamen dönüştürülebilir para birimi, güçlü Euro kuru, rekabete dayalı ticari bankacılık sektörü, yabancı yatırımcılara yönelik olumlu yatırım ortamı, yenilikçi e-hizmetler ve mobil tabanlı hizmetler Estonya’nın serbest piyasa tabanlı ekonomisinin karakteristik özellikleridir. Estonya tükettiği elektriğin yaklaşık %75’ini kendisi üretmektedir. 2011 yılında elektriğin %85’i bitümlü şist kullanılarak üretilmiştir. Odun, torf ve biokütle gibi alternatif enerji kaynakları birincil enerji üretiminin yaklaşık %9’luk bir kısmını oluşturmaktadır. 2009’da yenilenebilir rüzgâr enerjisi tüketilen elektriğin %6’sını sağlamıştır. Estonya ihtiyaç duyduğu petrol ürünlerini batı Avrupa’dan ve Rusya’dan ithal etmektedir. Bitümlü şist enerjisi, telekomünikasyon, tekstil, kimyasal ürünler, bankacılık, hizmet sektörü, gıda ve balık sektörü, kereste, gemi inşaatı, elektronik ürünler ve ulaşım Estonya ekonomisinin anahtar ögeleridir. 2016 verilerine göre Estonya’daki işsizlik oranı %6.4 olarak hesaplanmıştır ki bu oran AB ülkeleri ortalamasının altındadır. Estonya, Avrupa’daki en az borç sahibi ülkedir. Estonya'nın yaklaşık %70'i etnik Estonlar, nüfusun kalanı ise genellikle eski SSCB'den ülkeye göç etmiş azınlıklardan oluşur. Başkent Tallinn'in de içinde bulunduğu Harjumaa bölgesi ülkenin en gelişmiş bölgelerinden biridir. Ülkenin resmi dili Fince'yle akraba bir dil olan Estonca'dır. Rusça ülke içinde ağırlıklı olarak konuşulan dillerden biridir. Etnik Ruslar ülkenin kuzeydoğusundaki Ida-Viru bölgesinde yoğunlaşmaktadır. Günümüzde Estonya etnik olarak çok unsurlu görünse de aslında bu çok unsurlu olma durumuna ülkenin sadece nüfusu yoğun olan iki bölgesinde rastlanmaktadır. Estonya’daki on beş bölgeden on üçünde nüfusun %80’ini Estonlar oluşturmaktadır. Bu bölgeler arasında en homojen olanı Eston nüfus oranının %98.4 olduğu Hiiumaa bölgesidir. Başkent Tallinn’in de yer aldığı Harju bölgesinde Estonların oranı %60, Ida-Viru bölgesinde ise Estonların oranı %20’dir. 2012 yılında yapılan sayıma göre Estonya'nın etnik yapısı: Estonlar Fin-Ugor halkları içerisinde yer alan bir Ural kökenli halktır. Baltık bölgesine Finler gibi Urallar'dan göçmüşlerdir. Finlere çok yakın bir halktır. Tallinn ülkenin başkenti ve en büyük şehridir. Estonya’nın kuzey kıyısında Finlandiya Körfezi boyunca uzanır. Ülkede 33 şehir ile köy ve kasaba olmak üzere birçok yerleşim yeri bulunmaktadır. Estonya nüfusunun %70’i şehirlerde yaşamaktadır. Estonya Töton Şövalyeleri tarafından 13. yüzyılda Hristiyanlaştırılmıştır. Reform sırasında Protestanlık yayılmış ve Estonya’daki ilk Luteryen Kilisesi 1686 yılında resmi olarak açılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Estonya’nın %80’i Protestan’dı. Günümüzde ise Estonyalıların birçoğu dini bütün olmadıklarını söylemektedir çünkü din 19. yüzyıldaki feodal Alman egemenliğiyle ilişkilendirilmektedir.  Dentsu Communication Institute şirketinin yaptığı araştırmaya göre Estonya dünya üzerinde oran olarak en yüksek ateist nüfusa sahiptir. Halkın %75.7'sinin herhangi bir dini inancı yoktur. Eurobarometer'in 2005 yılında yaptığı araştırmaya göre de Estonların sadece %16'sı tanrının varlığına inanmaktadır. Bu oranla birlikte Avrupa Birliği içinde de en yüksek ateizm oranına sahip ülke konumundadır. Estonya anayasası dini özgürlüğü, kilisenin ve devlet yönetiminin ayrı tutulmasını ve kişisel inancın mahremiyetini garanti altına almaktadır. Estonya'da en yaygın din diğer İskandinav Ülkeleri'nde olduğu gibi Hristiyanlık dininin Lütercilik mezhebidir. Ülkede yaşayan Rus azınlıklar genel olarak Hristiyanlık'ın Doğu Ortodoksluk mezhebindendir. Ülkede Yahudi cemaati ile az sayıda da olsa Tatar ve Azeri kökenli azınlıklardan kaynaklanan Müslüman bir nüfus da mevcuttur. Eston geleneklerinde, halen, eski Pagan Dini'nden kalma etkiler vardır. Bugün, Estonya'da bulunan dini inançları yüzde ve sayı yönünden belirtecek olursak: Ülkede az sayıda Protestan ve Pagan da mevcuttur. Ülkedeki Müslümanların topluca ibadet edebildiği tek cami havaalanının yakınında bulunan Turath Islamic cultural center içerisindeki mescittir. Estonya'nın resmi dili olan Estonca, Ural Altay Dil Ailesi'nin Ural koluna bağlı Fin-Ugor dilleri grubuna bağlıdır. Bu yüzden Finlandiya Körfezi’nin diğer tarafında konuşulan Fince’ye çok yakın bir bağa sahiptir. Avrupa’da Hint Avrupa Dil Ailesi'ne bağlı olmayan birkaç dilden biridir. Bazı kelimelerin ödünç alınmasından dolayı birbirleriyle örtüşüyor olmasına rağmen Estonca ve Fince dilleri köken bakımından, coğrafi olarak en yakın komşularıyla akraba değildir. İsveççe, Litvanca ve Rusça dillerinin hepsi Hint Avrupa Dil Ailesi'ne bağlıdır. Rusça, halen kırk ve yetmiş yaşları arasındaki Estonyalı’lar arasında en fazla konuşulan ikinci dildir. Çünkü Rusça, Sovyet Estonyası’nın 1944’ten 1991’e kadar resmi olmayan diliydi. Sovyet döneminde Rusça zorunlu olarak öğretilmekteydi. 1998’de Sovyetler Birliği’den gelen (Genellikle Rusya) birinci ve ikinci kuşak göçmen sanayi işçileri Estonca konuşmuyordu. Ancak, 2010 yılına gelindiğinde etnik olarak Estonyalı olmayanların arasında Estonca konuşanların oranı %64,1’e kadar yükseldi. Estonyalıların en fazla öğrendikleri diller arasında İngilizce, Rusça, Fince, Almanca ve İsveççe bulunmaktadır. Estonya’daki örgün eğitimin tarihi manastır ve katedral okullarının kurulduğu 13. ve 14. yüzyıllara dayanır. Estonya dilindeki ilk okuma kitabı 1575’te yayımlanmıştır. Estonya’nın en eski üniversitesi İsveç Kralı II. Gustaf Adolf tarafından 1632 yılında kurulmuş olan Tartu Üniversitesi’dir. Günümüzde Estonya’daki eğitim genel eğitim, mesleki eğitim ve hobi eğitimi olmak üzere üçe ayrılmıştır. Eğitim sistemi okul öncesi öğrenim, ilköğrenim, ortaöğrenim ve yükseköğrenim olmak üzere dört kademeden oluşmaktadır. Ülke çapında geniş bir okul ve destekleyici eğitim kurumu ağı kurulmuştur. Estonya eğitim sistemi devlet, belediye, kamusal ve özel eğitim kurumlarından oluşmaktadır. Şu anda Estonya’da 589 okul vardır. Estonya’da yükseköğrenim üç kademeye ayrılmıştır: lisans eğitimi, lisansüstü eğitimi ve doktora eğitimi. Bazı alanlarda (temel tıbbi bilimler, veterinerlik, eczacılık, diş hekimliği, mimar-mühendislik ve sınıf öğretmenliği programı) lisans ve lisansüstü eğitim birleştirilmiştir. Ayrıca 2002 ve öncesinde bakalorya derecesi alanlar 1 Eylül 2002’deki Bologna Süreci’nin uygulanmasından sonra lisansüstü eğitimi bitirenlerle eşit tutulmuşlardır. Devlet üniversiteleri uygulamalı yüksek eğitim kurumlarına nazaran çok daha özerk konumdadır. Üniversitenin akademik hayatını düzenlemenin yanı sıra üniversiteler yeni müfredat düzenleyebilir, giriş şart ve koşullarını belirleyebilir, bütçeyi, kalkınma planını onaylayabilir, rektör seçebilir ve varlıklarıyla ilgili konularda kısıtlı kararlar alabilir. Estonya’daki devlet üniversiteleri ve özel üniversitelerin sayısı ne çok az ne de çok fazladır. En büyük devlet üniversiteleri Tartu Üniversitesi, Tallinn Teknoloji Üniversitesi, Tallinn Üniversitesi, Estonya Yaşam Bilimleri Üniversitesi, Estonya Sanat Akademisi, Estonya Müzik ve Tiyatro Akademisi; en büyük özel üniversite ise Audentes Uluslararası Üniversitesi’dir. Estonya halkı, Küba ile birlikte dünyada en yüksek (%99,8 gibi bir) okuma yazma oranına sahiptir. Estonya kültürü ülkenin dili olan Estonca ile temsil edilen yerel mirasın ve İskandinav kültür ögelerinin birleşiminden oluşmaktadır. Tarihi ve coğrafyasından dolayı Estonya kültürü Alman, Fin, Balt ve Slav kültürlerinden ve bir zamanlar coğrafya üzerinde egemenlik kurmuş olan İsveç, Danimarka ve Rusya kültürlerinden etkiler taşımaktadır. İskandinav ülkelerinin genel geçer kültürlerinde olduğu gibi Estonya kültüründe de doğa gerçeklikleri ve geleneksel yaşam büyük önem taşımaktadır. Dünya çapında en çok tanınan Estonyalı besteciler Arvo Pärt, Eduard Tubin ve Veljo Tormis’tir. 2014 yılında Arvo Pärt yaşayan besteciler arasında eserleri en çok icra edilen besteci olmuştur. Estonya 2001 yılında düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması’nda Tanel Padar’ın seslendirdiği Everybody adlı şarkıyla birinci olmuştur. Estonya edebiyatının temelinde lirik halk şiiri vardır. Estonya edebiyatının en çok bilinen düzyazı eserlerini vermiş yazarı eserleri günümüzde de yaygın bir şekilde okunan Oskar Luts’tur. 20. ve 21. Yüzy
ılın en popüler yazarları arasında Tõnu Õnnepalu ve Andrus Kivirähk gösterilmektedir. Estonya’nın mimari tarihi ülkenin kuzey Avrupa’daki çağdaş gelişimini yansıtmaktadır. UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan Tallinn’in ortaçağdan kalma şehir merkezi bahsedilmeye değer, mimari güzelliklerin toplandığı bir alandır. Buna ilaveten ülkenin birçok yerinde Hristiyanlık öncesi zamanlardan kalma, yüksek tepelere kurulu korunaklı kaleler, çok sayıda ortaçağdan kalma kale ve kilise vardır. Ülkenin kırsal kesimlerinde ise yüzyıllar öncesinden kalma çok sayıda konak varlığını sürdürmektedir Spor faaliyetleri de Estonya kültüründe önemli bir yer kaplamaktadır. 1918 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra Estonya ayrı bir ülke olarak ilk kez 1920 Yaz Olimpiyatları’na katılmıştır. Estonya bugüne kadar düzenlenen olimpiyatlarda en çok madalyayı atletizm, halter, güreş alanlarında kazanmıştır. Kimyasal element Element, aynı cins atomlardan oluşan ve kimyasal yollarla kendinden daha basit ve farklı maddelere ayrılamayan saf maddelere verilen isimdir. Kimyasal elementler aynı atom numarasına sahiptirler. Atom numarası atomdaki proton sayısını (cekirdek yükünü) gösteren sayıdır. Bir elementin böylece tüm atomlarında aynı sayıda proton bulunur. Proton sayıları aynı, nötron sayısı (kütle numaraları [= proton sayısı + nötron sayısı]) farklı atomlara izotop denir. Toplam 118 adet element bulunmuştur. Bunların 94 tanesi Dünya üzerinde doğal olarak bulunmaktadır. 80 adet element sabit izotopa sahiptir. Bu elementler, atom numarası 43 ve 61 (teknetyum ve prometyum) dışında atom numarası 1'den 82'ye kadar olan atomlardır. Atom numarası 83 ve daha fazlası olan atomlar (bizmut ve fazlası) kesinlikle sabit değildirler ve radyoaktif özellikler barındırırlar. Atom numarası 83'ten 94'e kadar olanlar sabit değillerdir. Bir element insan vücudunda yüzde miligram mertebesinde bulunursa bu elemente makroelement (majörelement, plastik element) denir. Diğerlerine nazaran daha az oranda (yüzde mikrogram mertebesinde) bulunanlara ise izelement (oligoelement, minörelement, katalitik element) adı verilir. Minörelementler genellikle enzim, hormon gibi vücutta önemli fonksiyonu olan maddelere bağlı olarak görev yaparlar. Na, K, Ca, Mg, Cl, HCO, PO, HPO gibi iyonlar halinde bulunurlar. Elektrolit dengeyi sağlarlar. Ayrıca vücutta su dengesinin ve osmotik basıncın ayarlanması iyon halindeki elementlerle sağlanır. Hemoglobinde, miyoglobinde demir (Fe) bulunur, çeşitli enzimlerin yapısında da metal iyonları bulunmaktadır. Bunların haricinde silisyum (Si), alüminyum (Al), kalay (Sn) ve arsenik (As) de az miktarda bulunabilir. Kurşun (Pb) ve kadmiyum (Cd) da yiyecek kapları ve kirli hava ile vücuda girebilir. Oktay Sinanoğlu Oktay Sinanoğlu, (d. 25 Şubat 1935; Bari, İtalya - ö. 19 Nisan 2015; Florida, ABD) Türk kimyager, moleküler biyofizikçi ve biyokimyager. Türkiye'de akademik çalışmalarıyla olduğu kadar, Türkçe ile ilgili politik görüşleriyle de tanınmaktadır. Babası Nüzhet Haşim Sinanoğlu'nun başkonsolos olarak görev yaptığı İtalya'nın Bari şehrinde doğdu. II. Dünya Savaşı'nın başlamasının ardından 1939'da ailesiyle Türkiye'ye döndü. Oktay Sinanoğlu, 1953 yılında TED Ankara Koleji'nden birincilikle mezun oldu. 1953 yılında okul bursu ile ABD'ye gitti. 1956'da Amerika Birleşik Devletleri'nde, Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nden kimya mühendisi olarak mezun oldu. 1957'de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde yüksek lisansını tamamladı. Aynı yıl "Sloan Ödülü"nü kazandı. Doçentlik tezini tamamlamasının (1958-1959) ardından Berkeley'de kuramsal kimya alanında doktorasını tamamladı (1959-1960). Doktora danışmanı Kenneth Pitzer'di. 21 Aralık 1963 tarihinde Yale Üniversitesi'nde öğrenci olan Paula Armbruster ile evlendi. Evlilik töreni The Branford College Chapel of Yale'de yapıldı. Bu evliliğin ardından, Dilek Sinanoğlu ile evlendi ve bu evliliğinden ikiz çocukları oldu. 19 Nisan 2015 tarihinde Amerika'nın Florida eyâletinde hayatını kaybetti. Ünlü sanatçı Esin Afşar'ın ağabeyidir. Karacaahmet Mezarlığı'nda annesi Rüveyde Sinanoğlu ve kız kardeşi Esin Afşar Aral'ın yanına defnedilmiştir. 1960'ta Yale Üniversitesi'nde öğretim üyesi oldu. 1 Temmuz 1963 tarihinde kimya alanında tam profesörlük unvanı alarak, 20. yüzyılda Yale Üniversitesi'nde "tam profesörlük" unvanını en genç yaşta kazanan öğretim üyesi olduğu açıklandı. İlerleyen zamanlarda, son yüzyılda tam profesörlük unvanını alan en genç ikinci öğretim üyesi olduğu ortaya çıktı. Yale Üniversitesi'nin son 300 yıllık tarihinde tam profesörlük unvanını alan üçüncü en genç öğretim üyesi olduğuna inanılmaktadır. 1964 senesinde Yale Üniversitesi'nde teorik kimya bölümünü kurdu. Yale'deki görevi boyunca, "Atom ve moleküllerin çok-elektron teorisi" (1961), "Çözgeniter kuramı" (1964), "Kimyasal tepkime mekanizmaları kuramı" (1974), "Mikrotermodinamik"(1981) ve "Değerlik kabuğu etkileşim kuramı" (1983) çalışmalarını gerçekleştirdi. 1988 senesinde, laboratuvar ortamında birleştirilecek olan kimyasalların, birleştirmenin ardından nasıl tepki vereceklerini öngörebilmek amacıyla, kendi geliştirdiği matematik teorilerine dayanan devrimsel bir yöntem olan ve "Sinanoğlu indirgemesi" olarak adlandırılan yöntemini yayınladı. Yale'de 37 sene çalıştıktan sonra, 1997'de emekli oldu. Yale'de çalıştığı süre boyunca, çeşitli Türk üniversitelerine, TÜBİTAK'a ve (JSPS)'ye danışmanlık yaptı. 1962 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti Oktay Sinanoğlu'na danışman profesör ünvânı verdi. 1975 yılında çıkartılan özel kanunla devlet tarafından kendisine "cumhuriyet profesörü" unvanı verildi. 1966'da kimya dalında "TÜBİTAK Bilim Ödülü"nü, 1973'te kimya dalında "Alexander von Humboldt Research Award"ı ve 1975'te "International Outstanding Scientist Award of Japan"ı kazandı. 1973'te "fahrî büyükelçi" olarak Japonya'ya gönderildi. Sinanoğlu ayrıca Nobel ödülü için iki defa aday gösterildi. 1997 yılında Yale'den emekli olmasının ardından Yıldız Teknik Üniversitesi'nde profesör olarak çalışmaya başladı ve 2002 senesinde kadar Yıldız Teknik Üniversitesi kimya bölümünde çalışmaya devam etti. Sinanoğlu birçok bilimsel kitap ve makale yazdı ve birçoklarına da katkıda bulundu. Ayrıca "Hedef Türkiye" ve "Bye Bye Türkçe"(2005) gibi eserlere de imza attı. Yaşamı boyunca kuantum mekaniği'ne birçok katkıda bulundu. P.A.M. Dirac'in de üzerinde uğraştığı ancak çözemediği "Kuantum mekaniği'nde Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği yüksek simetrileri" problemini çözdü.. Türkiye'de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok toplumda bir Türkçe bilinci oluşturmaya adadı ve Türkçenin yabancı dillerin istilası altında olduğunu vurguladı. Eğitim dilinin Türkçe olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savundu. Türkçede bulunan yabancı kökenli olduğunu söylediği bazı kelimelere çeşitli karşılıklar önerdi. Ayrıca Türkçenin matematiksel yapısından dolayı en iyi bilim dili olduğunu söylemektedir C vitamini C vitamini, askorbik asit olarak da bilinir, suda eritilebilen ve birçok görevi olan vitamin. Çoğu Hayvanlar ve bitkiler, kendi C vitaminlerini glukozdan üretebilirler. İnsanlar, bazı meyve yarasaları, hint domuzu ve insan benzeri primatlar C vitamini üretemediklerinden bunu besinlerden almak zorundadırlar. Askorbik asit üzerinde ilk bilimsel araştırmalar 1907'de Holst ve Frolich tarafından yapılan deneylerle başlar. Araştırmalarını sürdüren Holst ve Frolich birçok besin maddesinin ve bu arada özellikle yeşil sebze ve meyvelerin skorbüt hastalığını önleyici etkileri olduğunu bulmuşlardır. C. Funk 1912'de skorbüt hastalığının besinlerde bulunan bir faktörün eksikliği sonucu oluştuğu düşüncesini ortaya koymuş ve bu maddeye "antiskorbutik vitamin" adını vermiştir. Daha sonra Drummond 1920'de antiskorbutik vitamin için "Vitamin C" adını kullanmıştır. Zilva ve çalışma arkadaşları (1918-1929) limondan antiskorbutik faktörü yoğunlaştırma üzerinde çalışmışlar ve hemen hemen saf askorbik asit bazı fiziksel ve kimyasal özellikleri belirlenerek izole edilmiştir. Zilva bu çalışmaları esnasında 2,6-diklorofenolindofenolün (2,6-DCPIP) vitamin çözeltisi tarafından indirgendiğini de bulmuştur. Zilva deneylerini sürdürürken Szent-Gyorki 1928 yılında portakal, lahana ve hayvanların adrenal bezlerinden askorbik asidi ayırmış fakat 1932 yılına dek bu maddenin antiskorbüt vitamini olduğunu anlayamamıştır. Buluşunu yayımlamadan King bu araştırmadan habersiz "heksuronik asit" ile aynı olduğunu kabul ettikleri kristal maddenin limon suyundan izolasyonunu bildirmiştir. Bundan sonra birçok bağımsız araştırıcılar özellikle Tillmans, Vedder, Nelson, Harris ve Von Vargha vitaminin kimliğini saptamışlar ve glikozdan sentezini gerçekleştirmişlerdir. "Askorbik asit" ismi Szent-Gyorki'e izafeten verilmiştir. Askorbik asit ve vitamin C, L-ksiloaskorbik asidin günümüzde yaygın olarak kullanılan iki ismidir. Bununla beraber tarihsel gelişimi sırasında cevitamik asit, antiskorbutik vitamin, heksuronik asit, skorbutamin ve redoxon olarak adlandırılmıştır. Diğer kimyasal isimleri; L-askorbik asit, 3-Oxo-L-glufuranolaktonel (enol form), L-3-ketotreoheksuronikasitlaktondur. Askorbik asit bir monosakkarit türevi olup yapıca glikoza ve diğer altı karbonlu monosakkaritlere benzer. Renksiz, beyaz, dikdörtgen kristallerdir. Çok hafif özel bir kokusu vardır. Ekşi tatta ve asit reaksiyondadır. Optikçe aktiftir. Polarize ışığı sağa çevirir. Asetonda çok zor çözünür. Eter, petrol eteri, benzen, kloroform ve yağlarda çözünmez. C vitamini kimyasal olarak askorbik asidin ışığı sola döndüren enantiyomeridir. Ticari C vitamini genelde askorbik asit kristallerinden veya askorbik asidin kalsiyum veya sodyum tuzlarından oluşmaktadır. C vitamini (askorbik asid) omurilik, akciğer ve göz gibi pek çok hayvansal dokunun sulu bölümlerinde oldukça yüksek yoğunlukta (milimolar ve üstü) bulunur. Bazı meyveler yüzde 1'den fazla (~6 mM) içerebilir. İnsan kanı plazmasında normal olarak 0,1 mM düzeyinde bulunur. Çoğu organizma C
vitaminini sentezleyebilmesine rağmen, insanlar dahil birkaçı onu diyetle almak zorundadırlar. Enediol yapısından ötürü, hayli düşük bir ilk pKa sergiler (4,2 civarında) ve buna bağlı olarak da çoğu dokularda monoanyon olarak varolur. 3- pozisyonundaki hidrojen de, ki en asidik olanıdır, tek elektronlu oksidasyon reaksiyonlarında çıkarılan hidrojen atomudur. C vitamininin kesin ölçümü hem onun biyokimyasal hem de farmakokinetik özellikleri için zorunludur. Biyolojik sistemlerde askorbik asidin rolü, C vitamininin in vivo fonksiyon ve gerekleri iki faktörle birlikte ele alınmalıdır: Birincisi, C vitamininin hem antioksidan hem de bir enzim kofaktörü olarak hareket etme yeteneği dahil biyokimyasal özellikleridir. İkincisi, bağırsakta emilmeyi, serum konsantrasyonunu, hücresel dağılımı, kullanım ve dışarı atılımını içeren farmakokinetiğidir. Askorbik asit bütün canlı dokularda bulunur. Doğada çok yaygın şekilde bulunan bu vitaminin en zengin kaynaklarını taze meyve ve sebzeler ve çiğ et oluşturur. Meyveler arasında en çok askorbik asit içerenler; limon, portakal, greyfurt, kivi, ananas, çilek ve frenk üzümüdür. Elma, armut ve erik ise bunlara göre daha az miktarda askorbik asit içerir. Bu meyvelerden özellikle sitrus meyveleri (limon, portakal, greyfurt), kivi ve domatesin dış kısımları (kabuk) askorbik asit bakımından zengindir. Sebzeler, özellikle kuşburnu, karnabahar, lahana, ıspanak, kuru soğan, biber, turp, tere, maydanoz ve yer elması askorbik asit bakımından en zengin kaynaklardandır. Aşağıdaki tabloda çeşitli sebze ve meyvelerin askorbik asit değerleri görülmektedir. Askorbik asit sadece meyve ve sbzelerde bulunan bir madde olmamakla beraber birçok hayvansal ürünlerde de bu maddeye rastlamak mümkündür. Örneğim İnek karaciğerinin 100 g'da yaklaşık 0,036 g Askorbik asit bulunmaktadır. Sebze ve meyvelerin askorbik asit değeri türüne, yetiştiği toprağa, iklime ve olgunluk derecesine göre değişir. Genellikle ham meyve ve sebze iyice olgunlaşmışından daha çok askorbik asit içerir. Yine güneş ışığından çok yararlanan bitkilerin askorbik asit değeri az olanlardan daha yüksektir. Askorbik asit oksijen tutma özelliğine sahip olması nedeniyle antioksidan olarak kullanılır. Yağların ve yağlı besinlerin uzun süre saklanabilmesi, beyaz renkteki sebze ve meyvelerin kararmasının önlenmesi için kullanılır. Ayrıca çabuk soğutularak dondurulumuş meyveler erime sırasında doğal renk ve kokularını yitirir. Bunlara dondurmadan önce saf askorbik asit katmakla bu sakıncalar önlenebilmektedir. Oksijen hoşa gitmeyen değişiklikleri yapmadan önce askorbik asit tarafından tutulur. Bu şekilde dondurulumuş kayısı, şeftali, elma, üzüm, muz, armut, ananas gibi meyvelerde 25 yıldan beri askorbik asit antioksidan olarak yeğlenerek kullanılır ve yaygın biçimde de gıda sanayiinde kullanılır. Sadece tek yanlı zincir hidroksil grubunun konfigürasyonunda değişiklik gösteren sentetik izomer eritorbik asid de kuvvetli bir antioksidandır fakat tam tersine pek az vitamin aktivitesi vardır. Yine de doğal olarak oluşur ve belli mantarlarda askorbatın yerini alır. Bundan başka askorbik asit birçok preparatlarında, besin ve içeceklerin vitamince zenginleştirilmesinde kullanılır. Askorbik asit kuvvetli bir indirgeyici ajandır; 280 mV'lik düşük bir redoks potansiyeline sahip olması onun hemen tüm diğer okside olan serbest radikallerle reaksiyona girme termodinamik potansiyelinin varolduğu anlamına gelir. Demir ve bakır tuzlarının askorbattan HO ve hidroksil radikallerinin oluşumunu desteklediği iyi bilinir ki bu muhtemelen onun bazı koşullarda sitotoksik olabilmesi veya prooksidan olarak davranmasıyla ilgilidir. Askorbik asit tipik peroksil radikallerle suda tepkimeye girer; daha aktif triklorometilperoksil radikaliyle 100 kat daha hızlı tepkimeye girer. Askorbat molü başına yakalanan peroksil radikallerinin sayısı, düşük askorbat yoğunluklarında 2'den, yüksek askorbat yoğunluklarında 0'a kadar değişiklik gösterir. Bunun nedeni yüksek askorbat seviyelerinde radikal yakalamayla rekabet eden kendi kendini sonlandıran reaksiyonlardır. C vitamini (askorbik asid), insanlar için zorunlu bir besindir. C vitamininin vücudun çoğu dokusuna sağlamlığını veren kolajenin üretiminden alyuvarların işlemesine kadar çok sayıda görevi vardır. Beslenme rejiminde askorbatın eksikliği iskorbüt hastalığına yol açar. Bu hastalık, halsizlik, kolayca kanayan diş etleri, ciltte morluklara neden olan deri altında küçük kanamalar, saçların kıvrılması, hiperkeratosis, eklem ağrısı, nefes darlığı ve letarji (uyuşukluk) şeklinde kendini gösterir. C vitamini eksikliğinin önemli bir erken belirtisi de bitkinliktir. Ağır skorbüt günde 50–100 mg C vitamini ile engellenebilir (1 mg = 1 miligram = 1/1000 g = 0,001 gram). Günde 50–1500 mg alan insanlar klinik belirtisiz skorbüt halindedirler. İnsanlığın büyük çoğunluğu, batı toplumları dahil, bu durumdadır. Bunun nedeni ağır skorbütü engelleyen miktarın ötesinde C vitamini alımının tıpta (ortomoleküler tıp dışında) daha kabul edilmemiş olmasındandır. Bu durumun temel belirtileri zayıf bağışıklık sistemi, alerji, kanser, mide ülseri ve kalp ve damar hastalıklarına elverişliliktir. James Lind'in 200 yıl önce denizciler üzerinde yaptığı iskorbütle ilgili çalışmasında bitkinlikten sözedilmektedir ve bu, Ulusal Sağlık Enstitüsü'nün son çalışmalarında da C vitamini eksikliğinin ilk belirtisi olarak geçmektedir. En son 1989'da Ulusal Bilimler Akademisi Gıda ve Beslenme Heyeti tarafından tavsiye edilen günlük C vitamini alım miktarı 60 mg'dır. Ancak son veriler bu tavsiyelerin dayandığı verilerin hatalı olabileceğini ve tavsiye edilen alım miktarının günde 60 mg'dan fazla olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu konular aşağıda daha geniş olarak ele alınacaktır. Ayrıca belirli popülasyonların daha fazlasına ihtiyaç duyduğunu gösteren kanıtlar da vardır. Sonuç olarak hamile kadınlara günde 70 mg, emzikli kadınlara günde 95 mg ve sigara içenlere de günde 100 mg tavsiye edilmektedir. Pauling 1970 yılında yayınladığı araştırmasında günlük miktarın 2-3 g olması gerektiğini ileri sürmektedir. Birleşik Krallık'ta yapılan çalışmalar yetişkinler için günlük alınması gereken miktarın 30 mg, SSCB'de yapılan çalışmalar ise bu miktarın 70–700 mg olduğunu göstermiştir. Günlük askorbik asit gereksinimi olarak çeşitli kaynaklar tarafından önerilen miktarlar arasında farklılıklar vardır. Bunun sebebi askorbik asit ihtiyacımızın ampirik esaslara dayandığıdır. Günlük askorbik asit gereksinimi yaş ve cinsiyete bağlı olarak da değişmektedir. Askorbik asidin vücutta birçok kimyasal tepkimenin normal olarak yürümesi için gerekli oluşu, dış etkenlerin bu vitaminin dokulardaki durumunu etkilemesi bireyin gereksinimini arttırmaktadır. Askorbik asidin dokularda doymuş düzeyde bulunması gebelik, emziklilik, zehirlenme, bakteri toksinleri veya enfeksiyonlara, soğuk, yaralanma, hırpalanmalar gibi streslere karşı konulması için önemlidir. Ayrıca sporcuların normalden daha fazla askorbik aside ihtiyaçları olduğu bildirilmiştir. Aynı şekilde yanık ve ameliyatlarda günlük gereksinimin arttırılması gerekir. Ağızdan doğum kontrol hapları alınması, hamilelik, sigara içilmesi gibi durumlarda da gereksinim artabilmektedir. Askorbik asidin yetersizliği başladığında idrar ve kandaki askorbik asit miktarı azalmaktadır. Radyoizotopla yetişkinler üzerinde yapılan denemelerde, normal askorbik asit alımında vücut dokularında ortalama 1500 mg kadar askorbik asit bulunmaktadır. Askorbik asitsiz bir diyet alınmaya başlandıktan sonra bu miktar günlük %2,6'lık bir hızla azalarak 84-97 gün sonra 300 mg'a kadar inmektedir. Bu düzeyde idrarda askorbik asit görülmemekte, kan plazmasındaki miktar 0,3 mg/100 mL'ye inmektedir. Bu durumda askorbik asit eksikliğine bağlı klinik belirtiler görülmeye başlamaktadır. Klinik belirtilerin hafif şekilleri yorgunluk, iştah azalması, yaraların iyileşmesindeki gecikme ve isteksizliktir. Yetersizlik arttıkça klinik belirtiler ağırlaşmakta ve sırası ile büyümede duraklama, anemi, enfeksiyonlara karşı direncin azalması, diş etlerinin şişmesi ve kanaması, diş kaybı, eklemlerde şişmeler, ateş, kanamalar ve kemiklerde kırılmalarla belirlenen skorbüt hastalığı görülmektedir. Bazı araştırmacılar askorbik asidin kanser ve kalp hastalığının önlenmesinde, sıradan soğuk algınlığının önlenmesi şeklinde bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde rol oynadığını belirtmektedirler. Bütün canlı dokularda bulunan askorbik asit (C vitamini) vücutta birçok kimyasal tepkimenin normal olarak yürümesi için gereklidir. Doğada yaygın olarak bulunan bu vitaminin en zengin kaynakları taze meyve ve sebzelerdir. Dış etkenlerin bu vitaminin dokulardaki durumunu etkilemesi bireyin gereksinimini arttırmaktadır. Bu bakımdan çeşitli farmasötik preparatları halinde kullanılmaktadır. Beslenme ve sağlık açısından insan yaşamında önemli bir vitamin kaynağı olan askorbik asidin besinlerde UV-spektrofotometrik yöntem ile miktar tayininde termal bozundurma, katalitik dönüşüm, UV ışın ile bozundurma ve alkali ile muamele gibi zemin düzeltmeleri yapılmaktadır. Besinlerdeki askorbik asit, vücuda alındıktan birkaç saat sonra ince bağırsaktan emilerek kana geçer. 100 mg ve daha az vitamin alındığında bunun %80-90'ının emildiği belirtilmiştir. Bu esnada kandaki düzeyi kısa süre için yükselir. Kan dolaşımı ile dokulara taşınır ve fazlası böbreklerden idrarla dışarı atılır. Gereğinden fazla alınan askorbik asidin bir bölümü de monosakkaritlerde olduğu gibi karbondioksit ve suya okside olur. Askorbik asidin kandaki ve idrardaki düzeyleri alınanla orantılıdır. Günlük 60–75 mg askorbik asit alanlarda serum askorbik asit düzeyi 0,75 mg/dL olarak bulunmuştur. Vitamin yetersiz alındığında kan ve idrardaki miktarlar azalır. Kan ve idrardaki vitamin miktarının azlığı dokularda yeterli miktarda askorbik asidin bulunmadığının işareti sayılır. Bu nedenle kanda ve idrardaki vitaminin düzeyi bireyin askorbik asit yönünden yeterli beslenip beslenmediğinin saptanmasında gösterge olarak kabul edilir. Askorbik as
idin vücut çalışmasında birçok işlevi vardır. Son yıllarda yapılan araştırmalar, askorbik asidin bağ dokularından olan kollojen sentezinde görev aldığını ortaya koymuştur. Askorbik asidin kan damarlarının kuvvetli olmasında da görev yaptığı sanılmaktadır. Vitamin yetersizliğinde kan damarları zayıflamakta ve ufak darbelerle kanamalar görülebilmektedir. Askorbik asidin vücudu enfeksiyonlardan ve bakteri toksinlerinden koruduğu yolundaki gözlemler tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Enfeksiyonlar vücut doku ve sıvılarındaki askorbik asit miktarını azaltmaktadır. Enfeksiyonlarda beyaz kan hücrelerinde askorbik asit düzeyi düştüğünden bağışıklığın zayıfladığı sanılmaktadır. Normal askorbik asit gereksiniminin karşılanması ile dokulardaki miktarın yeterli düzeyde tutulabildiği rapor edilmiştir. Bununla birlikte şiddetli enfeksiyon ve bakteri zehirlenmelerinde alınan askorbik asit miktarının arttırılması gerektiği görüşünde olanlar da vardır. Askorbik asidin steroid hormonlarının sentezinde de görev aldığı bildirilmiştir. Askorbik asit yetersizliğinde, adrenalin bezi %270 oranında büyüme göstermektedir. Askorbik asidin efinefrin ile yara ve iltihaplanmaya karşı etkinlik gösteren steroidlerin sentezinde rolü olduğu bildirilmiştir. Askorbik asit diğer bazı besin öğelerinin vücutta kullnılması için de yardımcıdır. Askorbik asidin demir, kalsiyum, B vitaminlerinden tiamin, riboflavin, folik asit, pantotenik asit, A ve E vitaminlerinin vücutta daha elverişli olarak kullanılmalarında gerekli olduğu rapor edilmiştir. Bunun yanında aşırı askorbik asit alımının bağırsaklarda asiditeyi arttırarak B vitamininin emilimini azalttığı da bildirilmiştir. Askorbik asidin bu alandaki görevi oksidasyon redüksiyon olaylarındaki etkinliğindendir. Folik asidin etkin şekli olan tetrahidrofolik aside dönüşmesi askorbik asidin yardımı ile olmaktadır. Diğer B vitaminlerinin kullanılmasındaki etkinliği ise bağırsak florasının olumlu yönde değişmesini ve dolayısı ile daha çok B vitamini sentezlenmesini sağlamasındandır. Askorbik asit, bazı toksik öğelerin etkisini azaltmaktadır. Örneğin vücuda alınan nitritlerin kanser yapıcı nitrozoma dönüşümünü önlemektedir. Askorbik asidin hücre çalışmasında görev alan birçok öğe ile ilişkisi olmasına karşın bu ilişkilerden birçoğunun gerçek mekanizması henüz yeterince açıklanamamıştır. Bununla birlikte askorbik asidin vücut çalışmasında çok yönlü ve önemli görevleri olduğu kesin olarak bilinmektedir. Askorbik asit yan etkileri oldukça az olan bir ilaç etken maddesidir. Fazla miktarda alındığında diyare ve karın ağrısı yapabilir. Yüksek dozda askorbik asit ile tedavi gören gebelerden doğan bebeklerde skorbüt oluşmasının kolaylaştığı saptanmıştır. Yapay C vitaminiyle bitkilerden elde edilen C vitamini arasında herhangi bir kimyasal veya etkisel fark yoktur. Bununla birlikte en uygun olanı C vitaminini doğal besinlerden almaktır. Doğal besinlerin dışında C vitamini çeşitli şekillerde alınabilir. Ağız yoluyla tablet olarak yutulabilir. Ancak eczanede satılan C vitaminlerinin dozu genelde düşük olmakla beraber, kilo başına fiyatı da yüksek olabilmektedir. En ucuz ve en uygun şekli toz halinde, %99,5 veya daha yüksek saflıkta, tıbbi askorbik asit kristalleridir. (Teknik saflık düzeyindeki askorbik asit tüketilmemelidir.) Günlük doz (2-5 g) küçük dozlara bölünerek büyük bir bardak su veya meyve suyuna karıştırılarak yutulabilir. Asitlikten rahatsız olanlar bir bardak suya askorbik asit koyup yarı miktarda sodyum bikarbonat (kabartma tozu) ekleyerek asitliği yok edebilirler. Bu durumda sodyum askorbat içilmiş olunur. On yaşından küçük çocuklara yaşları kadar gram askorbik asit verilmesi tavsiye edilir. Ağır hastalıklarda, özellikle viral enfeksiyonlarda ve kanserde hastalara damardan, günde 20 ila 300 mg sodyum askorbat verilmesi her zaman ağrıların, ateşin ve diğer semptomların hızla azalmasına, kanser dışında çoğu zaman hastanın iyileşmesine ve kanserli durumdaki hastanın ömrünün önemli ölçüde uzamasına yol açmaktadır. Yüksek dozlu C vitamini alımını ortomoleküler tıbbın babası olarak nitelendirilen çift paylaşılmamış Nobel Ödülü sahibi Linus Carl Pauling yaygınlaştırmıştır. OCaml Ocaml, Fransız Ulusal Bilişim ve Uygulamaları Araştırma Kurumu'nda (INRIA) Xavier Leroy tarafından geliştirilen, ücretsiz ve özgür bir lisans altında sunulan, ML programlama dilleri ailesine mensup, hem yorumlanan hem de derlenip doğal makine koduna dönüştürülebilen gelişmiş bir fonksiyonel programlama dilidir. Douglas Adams Douglas Noel Adams, (d. 11 Mart 1952; Cambridge, Birleşik Krallık - ö. 11 Mayıs 2001; Santa Barbara, Kaliforniya) İngiliz bilimkurgu yazarı. 11 Mart 1952'de Birleşik Krallık'ın Cambridge kentinde doğdu, 11 Mayıs 2001'de ABD'nin Kaliforniya eyaletinin Santa Barbara kentinde öldü. Okula Essex'de gitti. Cambridge'de St. Johns College'e devam ederken Footlights tiyatro kulübünde görev aldı. Pek çok iş denedi. Hastanede hizmetlilik, inşaat işçiliği, kümes temizlikçiliği, bir Arap aile için korumalık yaptı. Daha sonra BBC'de "Dr. Who" dizisinde yapımcılık ve senaryo editörlüğü yaptı. Dr. Who'nun üç bölümünü yazdı. Monty Pyton grubundan Graham Chapman ile birlikte çalıştı. BBC'de yayımlanan "The Hitchhiker's Guide to the Galaxy" (Otostopçunun Galaksi Rehberi) adlı radyo oyunu ile ünlü oldu. Oyun, kitap olarak da yayımlandı. Bu radyo oyunundan aynı adlı bir bilgisayar oyunu da üretti. Daha sonra "Bureaucracy" ve "Starship Titanic" adlı bilgisayar oyunları üzerinde de çalıştı. Starship Titanic sonradan bir kitap olarak da yayımlandı, ancak Adams'ın hem oyun hem de kitap üzerinde çalışacak zamanı olmadığından kitabı Terry Jones yazdı. İleri derecede bir Beatles hayranıydı. Adams, 1991'de avukat Jane Belson ile evlendi, 1994'te Polly adlı bir kızları oldu. Yazar, 49 yaşında spor yaparken bir kalp krizi sonucunda Santa Barbara'da yaşama gözlerini yumdu. Adams, çok çalışkan olmamakla ünlüydü. Genelde başkalarının itmesi ile kitaplarını yazardı. Yapıtlarında beklenmedik dönüşlerle ve çılgınca olaylarla dolu canlı, hicivli bir stil kullandı. Günlük yaşam ile dalga geçti. Adams'ın hayranları, kitaplarından alınma bir jargon kullanmaktan hoşlanırlar. Adams'ın yapıtlarından hoşlananlar, genelde Terry Pratchett'in yapıtlarını da sevebilirler. Otostopçunun Galaksi Rehberi dizisindeki elektronik cep rehberi, yazıldıktan onlarca yıl sonra bugünün internet dünyasında başta Wikipedia olmak üzere bireysel katılımla geliştirilen ansiklopedi, sözlük ve forumlara fikir öncülüğü etmiştir. Ancak roman içerisinde geçen rehber evrenin sonsuz kaynaklarını inceleyen uzay gezginleri tarafından gelen bilgilerle zenginleştirildiği için milyonlarca içerik bilgi ve yazı barındıran günümüz kaynaklarından önemli bir farkı bulunmakta ve Dünya başlığı Otostopçunun Galaksi Rehberi'nde iki kelime ile açıklanmaktadır: "Çoğunlukla Zararsız" "Otostopçunun Galaksi Rehberi" dizisinin kitapları: "Dirk Gently" dizisi: Diğer Yayınları: Yanardağ Yanardağ ya da volkanik dağ, magmanın (Dünya'nın iç tabakalarında bulunan, yüksek basınç ve yüksek sıcaklıkla erimiş kayalar) yeryuvarlağının yüzeyinden dışarı püskürerek çıktığı coğrafi yer şekilleridir. Güneş Sistemi'nde bulunan kayalık gezegen ve uydularda (bazıları çok aktif olan) birçok yanardağ olmasına rağmen, bu olgu, en azından Dünya'da, genellikle tektonik plaka sınırlarında görülür. Ne var ki, sıcak nokta yanardağlarında önemli istisnalar vardır. Yanardağların araştırıldığı bilim dalına "volkanoloji (yanardağ bilimi)" denir. Öte yandan magma düşük oranlarda (%52'den az) silikat içerirse lava "mafik" adı verilir ve püskürürken çok akışkan hâle gelir. Uzun mesafelerce akabilir. Mafik lav akışının iyi bir örneği, İzlanda'nın neredeyse coğrafî merkezindeki bir püskürme yarığının aşağı yukarı 8.000 yıl önce oluşturduğu Büyük Thjórsárhraun akıntısıdır. Bu lav akıntısı, 130 km ötedeki denize varıncaya kadar akmaya devam etmiş ve 800 km²'lik bir alanı kaplamıştır. Felsik ve mafik terimleri yerine bazen daha eski olan "asidik" ve "bazik" terimlerinin kullanıldığı görülür; ancak bu terimler artık daha az kullanılır olmuşlardır. Yanardağlar genellikle ya tektonik plaka sınırlarında ya da sıcak noktalarda yer alırlar. Yanardağlar uyuyan (etkin olmayan) ya da faal (aktif -neredeyse sürekli çıkış ve kesikli püskürmeler) olabilirler, önceden tahmin edilemeden hâlâ değiştirebilirler. Karadaki yanardağlar genellikle, çıkışların yıllar içinde sürekli birikmesiyle koni ya da kül konisi şeklini alırlar. Suyun altında ise, yanardağlar genellikle fazlasıyla dik sütunlar oluşturur ve yıllar içinde okyanus yüzeyine çıkarak yeni adacıklar hâline gelirler. Yanardağ etkinlikleri genellikle depremler, sıcak su kaynakları, çamur kazanları ve kaynaçlar gibi yer etkinlikleriyle beraber görülürler. Püskürmelerden önce genellikle düşük şiddette depremler görülür. Şaşırtıcı olsa da, volkan bilimciler, etkin (aktif) yanardağların sınıflandırılmasında fikir birliğine varmamışlardır. Bir yanardağın yaşam süresi, birkaç aydan birkaç milyon yıla kadar değişebilir. Bu tür bir sınıflandırma yapmak, insanların, hatta bazen uygarlıkların bile varlık süreleri göz önüne alındığında anlamsız görünebilir. Örneğin, yeryüzündeki yanardağların birçoğu, geçen birkaç binyılda birçok kez püskürmüşlerdir, ama günümüzde herhangi bir etkinlik göstermemektedirler. Bu tür yanardağların uzun ömürleri göz önüne alındığında çok etkin oldukları söylenebilir. Ancak ömürlerimiz düşünülürse etkin değildirler. Bu tanımı daha da karmaşıklaştıran ise, harekete geçen ama püskürmeyen yanardağlardır. Bu yanardağlar etkin midir? Bilim insanları genellikle, püsküren ya da yeni gaz çıkışları veya beklenmedik deprem etkinliği gibi hareketlilikler gösteren yanardağları etkin olarak kabul ederler. Birçok bilim insanı, yazılı tarihte püskürdüğü bilinen yanardağların da etkin olduğunu kabul ederler. Yazılı tarihin bölgeden bölgeye farklılıklar gösterdiğini, örneğin Akdeniz'de 3.000 yıl geriye, ABD'nin Büyük Okyanus kıyısında 300 yıl, Havai'de ise
200 yıl geriye kadar gittiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Uyuyan yanardağlar, şu an (yukarıdaki tanıma göre) etkin olmayan, ama her an hareketlenmesi ya da patlaması muhtemel yanardağlardır. Sönmüş yanardağlar ise, bilim insanlarının bir daha püskürmelerini olası görmedikleri yanardağlardır. Bir yanardağın gerçekten sönmüş olup olmadığının belirlenmesi zordur. Örneğin, çanakların milyonlarca yıllık ömürleri olduğu bilindiğinden, on binlerce yıl püskürmemiş bir çanağın sönmüş değil uyuyan olarak tanımlanması gerekir. Yellowstone Ulusal Parkı'nda bulunan Yellowstone Çanağı, en az 2.000.000 yaşındadır ve 70.000 yıldan beri hiç püskürmemiştir, fakat bilim insanları tarafından sönmüş olarak tanımlanmaz. Doğrusu, çanak sık sık depremler yarattığı, etkin bir jeotermal sistemi bulunduğu ve yüzeyi hızlı değiştiği için, birçok bilim insanı tarafından çok etkin bir yanardağ olarak kabul edilir. Yeryuvarlağının iç kesimlerinin çoğu gibi, magmanın hareketleri ve dinamikleri de fazla iyi anlaşılamamıştır. Ancak bir püskürmenin yanardağın altında bulunan katı bir tabakaya (Dünya'nın kabuğuna) doğru magmanın hareket ederek bir "magma odacığı"nı işgal etmesinin ardından geldiği bilinmektedir. Sonunda, odacıktaki magma yukarı doğru itilir ve gezegenin yüzeyine lav olarak yayılır ya da yükselen magma civardaki yer şekillerinde bulunan suyu ısıtır ve patlamalı buhar çıkışlarına neden olur. Bu çıkışlar ya da magmadan kaçan gazlar, kaya, kül, volkanik cam veya volkanik külün kuvvetli bir şekilde fırlatılmasına yol açar. Püskürmeler daima kuvvetli olmasa da, akıntı veya büyük patlamalar şeklinde olabilirler. Karada bulunan çoğu yanardağ yok edici plaka marjlarında oluşurlar, yani okyanus kabuğu, daha yoğun olduğu için kıta kabuğunun altına itilir. Hareketli bu plakaların arasındaki sürtünme okyanus kabuğunun erimesine neden olur ve düşen yoğunluk yeni oluşan magmanın yükselmesine yol açar. Magma yükseldikçe kıta kabuğundaki zayıf alanlardan geçer ve bir veya daha çok yanardağ olarak püskürür. Örneğin, St. Helens Yanardağı, okyanus plakası olan Juan de Fuca Plakası ve kıta plakası olan Kuzey Amerika Plakası arasındaki marjdan içeride, karadadır. Duman olarak düşünülen, su buharı ve çoklukla kükürt buharlarıyla karışmış çok büyük miktarlarda ince tozdur. Ateş gibi görünen ise püsküren maddelerin parlamasıdır. Parlamanın nedeni, yüksek sıcaklıktır ve bu parlama toz ve buhar bulutlarından yansır ve bu yansıma da ateşe benzer. Bir yanardağın en şüpheli bölümü, genellikle kabaca dairesel olan ve içindeki menfez(ler)den (yarıklardan) gaz, lav ve püskürtü şeklinde magma çıkan krateridir. Bir kraterin boyutları büyük olabilir ve bazen derinliği de çok fazla olabilir. Bu tarzda çok büyük şekillere genellikle kaldera denir. Bazı yanardağlar yalnızca kraterlerden oluşurlar ve dağları neredeyse hiç yoktur, fakat çoğu kez krater, inanılmaz yüksekliklere ulaşabilen dağın tepesindedir. Ana bir kraterle sonlanan yanardağlara genelde konik denir. Yanardağ konileri genelde daha küçük boyutlarda, arada püskürmelerle havaya fırlatılan (püskürtü) kaya kütlelerinin de bulunduğu seyrek külden oluşmuş yapılardır. Yanardağın kraterinde içinden sürekli buhar çıkışı ve kül ve kaya püskürmesi olan birden fazla koni bulunabilir. Bazı yanardağlarda bu koniler dağın derinliklerindeki yarıklarda yer alabilir. Bilim, henüz yanardağ püskürmelerinin tam olarak ne zaman meydana geleceğini tahmin edememektedir, ancak geçmişte püskürme olasılığını tahmin etmekte ilerlemeler kaydedilmiştir. Volkan bilimciler, püskürmeleri tahmin etmek için aşağıdaki belirtileri kullanırlar: Yanardağlar uyanırlarken ve püskürmeye hazırlanırlarken her zaman sismik hareket (küçük depremler ve sarsıntılar) gösterirler. Bazı yanardağlar sürekli düşük düzeyde sismik faaliyet gösterirler ama bu faaliyetteki bir artış, patlamaya işaret edebilir. Ortaya çıkan depremlerin türleri, nerede başlayıp bittikleri de önemli sinyallerdir. Volkanik sismisite üç ana biçimde görülür: kısa dönemli depremler, uzun dönemli depremler ve dalgalı sarsıntı. Kısa dönemli depremler fay depremleri gibidirler. Bunlar, magma yukarı doğru çıkarken gevrek kayanın kırılmasından ortaya çıkarlar. Bu kısa dönemli depremler magmanın yüzeye yakın bir yerde büyüdüğünü işaret eder. Uzun dönemli depremlerin, bir yanardağın "tesisat sistemindeki" gaz basıncının artışına işaret ettiği düşünülür. Bu depremler, ev tesisatlarında bazen duyulan tangırtıları andırır. Bu salınımlar, yanardağ kubbesinin altındaki magma odacıkları düşünülürse, bir bölmedeki akustik titreşimlere eşdeğerdir. Dalgalı sarsıntı, yüzey altında sürekli bir magma hareketi olduğu zaman ortaya çıkar. Sismik örüntüler, karmaşık ve yorumlanması zor olgulardır. Ancak artan faaliyet, özellikle de uzun dönemler baskın olmaya başlayıp dalgalı sarsıntılar olunca korku yaratırlar. Aralık 2000'de, Meksika'daki Ulusal Felaket Önleme Merkezi'ndeki bilim insanları, Meksika Kenti dışındaki Popocatépetl Yanardağı'nın püskürmesini iki gün öncesinden tahmin ettiler. Tahmin, İsviçreli bir volkanbilimci olan M. Chouet tarafından yapılan ve uzun dönemli salınımların artışı üzerine sürdürülen araştırmalar sonucunda yapıldı. Hükümet 10 binlerce kişiyi şehirden uzaklaştırdı . 48 saat sonra, yanardağ püskürdü. Bu püskürme, Popocatépetl Yanardağı'nın bin yıl boyunca karşılaşılan en büyük püskürmesiydi. Yanardağın şişmesi, yüzeye yakın bir yerde magma biriktiğini gösterir. Etkin bir yanardağı gözlemleyen bilim insanları genellikle dağın eteklerindeki eğimi ölçer ve şişmedeki değişim oranını gözlerler. Artan bir şişme oranı, özellikle de kükürtdioksit çıkışlarında ve dalgalı sarsıntılarda bir artış varsa, kısa bir süre içinde gerçekleşebilecek bir püskürme ya da patlamayı işaret eder. Siyaset bilimi Siyaset bilimi, politika bilimi ya da politoloji, siyasi teorileri ve siyasi teorilerin pratiklerini inceleyen, siyasi sistemler ve siyasi davranışlar alanıyla ilgilenen bir sosyal bilim alanıdır. Siyaset bilimi geçmişte dar anlamda devlet ve iktidar kavramları üzerine araştırmalar yapmaktayken günümüzde, siyasi kararların tahlili, sosyal grupların karar ve etki ilişkilerindeki rolü, siyasi katılma, sosyal yapı ve iktidar ilişkisi, siyasi değişme ve gelişme gibi konuları da incelemektedir. Uluslararası alanda faaliyet gösteren aktörler arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalıdır. Uluslararası ilişkiler bir bilim olarak 1919'da, Galler'in Aberystwyth kentinde doğmakla birlikte ilk yıllarında Britanya'da gelişmiştir. Bu dönemde disipline hakim ekol, idealizmdir. Savaş sonrası ağırlık merkezi ABD'ye kaymış, hakim paradigma da realizm olmuştur. 1960'lardaki davranışsalcı devrimden etkilenen disiplin daha sonraları pek çok altdala ayrılmıştır. Günümüzde postmodern yaklaşım tarzının benimsenmesiyle uluslararası ilişkiler farklı bir boyut kazanmış, devletler politika üretirken bireysel açılımlara yer vermeye başlamıştır. Liberalizm ve neo-realizmden sonra konstrüktivizm, postyapısalcılık ve bağımlılık çalışmaları en önemli ekolleri ortaya çıkarmıştır. Ayrıca neur-gramsci okulda uluslararası ilişkiler kritik bir bakış açısıyla incelenmektedir. GNU Compiler Collection GNU Compiler Collection (GNU Derleyici Koleksiyonu, genelde GCC olarak kısaltılır), GNU Projesi tarafından üretilen ve çeşitli programlama dillerini destekleyen bir derleyici sistemidir. GCC, GNU araç zincirinin önemli bir parçasıdır. Henüz tamamlanmamış GNU işletim sisteminin resmî derleyicisi olmanın yanı sıra, diğer birçok modern Unix benzeri işletim sistemleri tarafından standart derleyici olarak benimsenmiştir (örneğin GNU/Linux, BSD ailesi ve Mac OS X). GCC, çok çeşitli işlemci mimarilerine taşınmış; ticari, perakende ve kapalı kaynak yazılım geliştirme ortamlarında yaygın bir araç olarak konuşlanmıştır. GCC, birçok gömülü platformlarda kullanılabilir (örneğin Symbian, AMCC ve Freescale Power Architecture tabanlı çipler). Derleyici, PlayStation 2 ve Dreamcast gibi video oyun konsolları dahil çok çeşitli platformları hedef alabilir. Orijinal adı, sadece C programlama dilini desteklediği için GNU C Compiler (GNU C Derleyicisi) olan derleyicinin ilk sürümü 1987 yılında piyasaya sürüldü. Aynı yılın Aralık ayında C++ programlama dilinin de derleyicisi oldu. Daha sonra FORTRAN, Pascal, Objective-C, Java, Ada ve diğer diller için geliştirildi. GCC, Özgür Yazılım Vakfı tarafından GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılmaktadır. Hem bir araç, hem de bir örnek olarak özgür yazılımın gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Richard Stallman Richard Matthew Stallman (İnternet ortamında kullanılan kısaltması rms; d. 16 Mart 1953), ABD'li özgür yazılım aktivisti, sistem uzmanı ve yazılım geliştiricisi. GNU Projesi ve Özgür Yazılım Vakfı'nın kurucusudur. Eylül 1983'de, Unix-benzeri işletim sistemi oluşturmak amacıyla işletim sistemi çekirdeği (kernel) hariç bir işletim sistemi için gerekli olan tüm yazılımları içeren dev bir özgür yazılım koleksiyonu olan "GNU Projesi" ni hayata geçirmiştir. 70'lerin sonu ve 80'lerin başında MIT'de AI (Yapay Zekâ) konusunda çalışmalar yaptığı sırada mesai arkadaşlarının geliştirdikleri yazılımların kaynak kodlarını ticaret amacıyla kapatmalarına karşı isyanı bugüne kadar devam etmektedir. Stallman'a göre yazılım kodlarının gizlenmesi beraberinde birçok sorunu getirmekteydi. Bunlardan en çok yaşananı, bir firma veya şahsın açık kaynak kodlu bir yazılımı alıp birkaç değişiklik yaptıktan sonra kaynak kodunu kapatarak ticari amaçla kullanmasıydı. Böylesi bir döngü dünyadaki tüm geliştirilen yazılımların zamanla kapalı kaynak haline gelmesine yol açabileceği için Stallman MIT'deki hacker faaliyetlerini ve enerjisini, özgür yazılım savunuculuğuna yöneltmiştir. Stallman'ın savunuculuğunu yaptığı özgür yazılım aslında dünyanın birçok başka yerinde zaten uygulanmaktaydı. University of California, Berkeley'de vücuda gelen BSD bunun başta gelen örneğidir. BSD geliştirdiği yazılımları, ki aralarında TCP/IP protokol takımı gibi İnternet'in belkemiğini oluşturan kodlar da vardır, tamamen aç
ık şekilde herkesin takdirine sunmaktaydı. BSD de, Stallman'ın yaşadıklarına benzer şekilde kendi geliştirdiği kodların bir başkası tarafından alınarak üstü kapatılıp ticaret amacıyla kullanılmasını yaşamıştır: AT&T, Sys V adı verilen Unix sürümü içinde BSD'nin geliştirdiği ve TCP/IP'yı da içeren birçok kodu kullandı ve daha sonra trajikomik bir şekilde BSD'yi AT&T'nin kendi telif hakkındaki yazılımları kullandığı iddiasıyla 1992'de mahkemeye verdi. Ancak mahkeme AT&T'nin aleyhine sonuçlandı ve BSD kendi Unix sürümünü FreeBSD olarak serbestçe dağıtmaya başlayabildi. Stallman, açık kaynak kodlarının gizlenerek ticarileşmesinin yerine herkesin daha cok katkıda bulunabileceği bir sistem oluşturmak için GPL (GNU General Public Licence) lisans altyapısını öne sürmüştür. GPL lisansı ile hem son kullanıcı hem de yazılım geliştiriciler açısından daha faydalı ve verimli bir yazılım ortamı amaçlanmıştır. Özgür Yazılım Vakfı'nın yaygınlaştırdığı GPL gibi özgür lisanslama yöntemleri ADSL Modemler, Wireless (Wifi) cihazların ("Embedded Linux" gibi uygulamalar sayesinde) üst düzeyde performansı en hesaplı şekilde sunmasını sağlamıştır. Bu bağlamda Internet protokolü yazılımlarının (örneğin "TCP/IP Stack") 90'lı yıllarda Internet'in patlamasına yol açması gibi günümüzde ADSL, WiFi, GPRS/EDGE/3G cihazlarının milyarlarca insan tarafından benimsenip kullanılmasının da teknolojilerin özgür şekilde geliştirilip herkese açık şekilde sunulması sayesinde gerçekleşmiş olduğundan bahsedilebilir. Özgür Yazılım Vakfı donanım parçalarını birbirine bağımlı kılacak şekilde üreten üreticilere karşı da harekete geçmiştir. Bazı dizüstü bilgisayar üreticileri, dizüstülerin içinde kullanılan Mini PCI WiFi kartların sadece kendileri tarafından sağlanan Mini PCI kartla çalışabilecek şekilde ayarlamaktaydı. Mini PCI standardının amacına aykırı ve yedek parça fiyatlarının yükselmesine yol açabilecek bu uygulamaya karşı FSF gerekli önlemleri almış olup, konu ile ilgili bilgilendirme yazısını kamu bilgisine sunmuştur. Stallman bilgisayar olarak Quanta Computer üretimi Lemote YeeLong marka netbook kullandığını söylemektedir. Bu netbookta işletim sistemi olarak bir GNU/Linux sürümü olan gNewSense yüklü olup, booter olarak Linux MIPS - PMON kullanmaktadır. Şubat 2011 tarihlerinde yedincisi düzenlenen Bilgisayar Mühendisliği Öğrencileri Kongresi'nde bir konuşma yapmak üzere Yeditepe Üniversitesi Bilgisayar Topluluğu'nun davetlisi olarak Türkiye'ye geldi. Bu ziyaretinde 26 Şubat 2011'de Yeditepe Üniversitesi'nde, 27 Şubat 2011'de de Ankara'da bir konuşma yapmıştır. 27 Şubat 2015 ve 2 Mart 2015 tarihleri arasında İstanbul ve Ankara'da gerçekleştirilen üç etkinliğe katıldı. Stallman Mart 2015'te tekrar geldiği Türkiye'de bu üç etkinliğin ardından Ankara Üniversitesi tarafından 11.si düzenlenen Bilgisayar Mühendisliği Öğrencileri Kongresi'nde de 6 Mart 2015 tarihinde konuşmacı olarak yer aldı. Avrupa Öğrencileri Forumu AEGEE, (Fransızca: Association des États Généraux des Étudiants de l'Europe), Avrupa Öğrencileri Forumu, Avrupa'nın en büyük öğrenci organizasyonlarından biridir. Adını demokrasinin doğum yerlerinden biri olan Ege Denizi'nden (Aegean Sea) ve Fransız Devrimi'nin şafağında kurulan ilk parlamentodan, "Etats Généraux"dan alır. AEGEE, Avrupa'daki toplumlar ve ülkeler arasında zorla yaratılmış düşmanlık ve ön yargılardan arınmış bir Avrupa fikrini gençlerin oluşturabileceği düşüncesinden hareket ederek, farklı kültür ve milletlerden gelen gençler arasında işbirliği ve dayanışmayı geliştirmek için ekonomik ve politik olarak bağımsız gençlik etkinlikleri düzenlemektedir. AEGEE, Avrupa'daki tüm ülkelerin sahip olduğu çeşitlilikleri ve farklılıkları bir kültürel zenginlik olarak gören, kendi ülkelerinde, şehirlerinde ve Avrupa'da sivil toplum alanında aktif olan gençlerin bir araya getirdiği Avrupa'nın en büyük disiplinlerarası öğrenci kuruluşudur. AEGEE bütünleşmiş bir Avrupa'yı, sınırlarötesi işbirliğini, ve akademik bir çevre içinde entegrasyonu savunur. Herhangi bir politik partiye veya siyasi görüşe bağli olmayıp, ulusal düzeyde değil, sadece yerel bazda örgütlenir. (AEGEE-Türkiye yerine AEGEE-Adana ,[AEGEE-İstanbul], AEGEE-Ankara, AEGEE-İzmir, AEGEE-Çanakkale gibi) AEGEE, 1985 yılında Paris’te birkaç üniversite öğrencisinin girişimiyle kurulmuştur. Kuruluştaki temel amaç, o dönemlerde oldukça gündemde olan ‘Avrupa’ kimliğini ve kavramını Avrupalı gençler arasında tartışmaya açmak ve geleceğin Avrupa’sını bu tartışmalar sonucunda şekillendirmektir. Başlangıçta sadece o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkelerine açık olan AEGEE, Avrupa'nın sadece Avrupa Ekonomik Topluluğu ile sınırlanamayacağı görüşünün etkisiyle diğer ülkelere de yayılmış, Sovyet Bloğu’nun çökmesinin hemen ardından da Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki gençlere ulaşmaya başlamıştır. Mihail Gorbaçov (Eski SSCB Devlet Başkanı), Vaclav Havel (Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı), Árpád Göncz (Macaristan Cumhurbaşkanı), Catherine Lalumière (Avrupa Konseyi Genel Sekreteri), Jacques Santer (Avrupa Birliği Başkanı), Bronisław Geremek (Polonya Dışişleri Bakanı ve AGİT Eski Başkanı), Kenneth Edwards (Avrupa Rektörler Konferansı Başkanı) AEGEE’nin Avrupa çapındaki hamileri arasında yer almaktadır. AEGEE, kar amacı gütmeyen bir organizasyon olup, herhangi bir politik taraf tutmaz. Bütün projeler ve aktiviteler, Gönüllü olarak çalışan üyeler tarafından yürütülmektedir. AEGEE’nin dört temel çalışma alanı vardır. Bunlar; AEGEE, ülke bazlı değil, şehir bazlı örgütlenmiştir. Bunun temel sebebi, birleşik bir Avrupa düşüncesinin savunucu olmasıdır. AEGEE’nin bu düşünceye yönelik belli amaç ve politikaları vardır; Dernek, 1985'te ilk EGEE etkinliğinde doğmuştur: Kurucusu Frank Biancheri tarafından Paris'te düzenlenen ve Paris, Leiden, Londra, Madrid, Milano ve Münih'ten öğrencilerin katıldığı bir toplantı. 1987'de AEGEE-Europe, François Mitterrand'ı Avrupa Komisyon tarafından finanse edilen bir öğrenci değişim programı olan Socrates'in finansal olarak desteklenmesini sağlayarak büyük bir başarıya imza atmıştır. 1988'de, dernek EGEE olan ismini AEGEE olarak değiştirmiştir. 1989'da AEGEE Doğu Avrupa'daki Demir Perde'nin ilerisine açılabilen ilk Avrupa kurumlarından biriydi. 1992'de AEGEE - İstanbul, AEGEE ağına kabul edilmiş ve böyle Türkiye'deki ilk lokal olmuştur. 1995'de merkez ofis Brüksel'e taşınmış,aynı yıl Ankara AEGEE ağına kabul edilmiştir. ve Ağ Türkiye'deki diğer şehirlerin katılımına açılmıştır. 1998'de AEGEE, Kıbrıs'a ilk gezisini düzenlemiştir; AEGEE-Magusa (Famagusta) 2001'de ağa katılmıştır. 2001 ve 2002'de AEGEE, Güney Doğu Avrupa ve Akdeniz bölgesinde, barış ve sürekliliğe odaklanan çeşitli büyük projeler düzenlemiştir. 2003, AEGEE'nin Kafkaslar'a düzenlediği ilk alan gezisini görmüştür. AEGEE-Avrupa, Kıbrıs'daki ara bölgede ilk uluslararası öğrenci konferansını düzenlemiştir. Nisan 2009, AEGEE-Europe Genel Kurulu "Agora", yaklaşık 600 Avrupalı öğrencinin katılımıyla, AEGEE-Mağusa tarafından Lefkoşa'da düzenlenmiştir. AEGEE, çoğunluğu dört ana eylem alanından (Aktif Vatandaşlık, Yüksek Eğitim, Barış ve Süreklilik, Kültürel Değişim) biriyle bağlantılı olan, çok çeşitli projeler düzenler. C Sharp C# ("si şarp" şeklinde telaffuz edilir), Microsoft'un geliştirmiş olduğu yeni nesil programlama dilidir. Yine Microsoft tarafından geliştirilmiş .NET Teknolojisi için geliştirilmiş dillerden biridir. Microsoft tarafından geliştirilmiş olsa da ECMA ve ISO standartları altına alınmıştır. C programlama dilinde bir tam sayı değişkeni 1 atırmak için ++ soneki kullanılır. C++ dili adını, C diliyle Nesneye Yönelimli Programlama yapabilmek için eklentiler (C With Classes) almıştır. Benzer şekilde C++ diline yeni eklentiler yapılarak ((C++)++) bir adım daha ileriye götürülmüş ve tamamen nesneye yönelik tasarlanmış C# dilinin isimlendirilmesinde, + karakterlerinin birbirlerine yakınlaşmış hali ve bir melodi anahtarı olan C# Major kullanılmıştır. Bu dilin tasarlanmasına Pascal, Delphi derleyicileri ve J++ programlama dilinin tasarımlarıyla bilinen Anders Hejlsberg liderlik etmiştir. Birçok alanda Java'yı kendisine örnek alır ve C# da java gibi C ve C++ kod sözdizimine benzer bir kod yapısındadır. .NET kütüphanelerini kullanmak amacıyla yazılan programların çalıştığı bilgisayarlarda uyumlu bir kütüphanenin ve yorumlayıcının bulunması gereklidir. Bu, Microsoft'un .Net Framework'u olabileceği gibi ECMA standartlarına uygun herhangi bir kütüphane ve yorumlayıcı da olabilir. Yaygın diğer kütüphanelere örnek olarak Portable.Net ve Mono verilebilir. Özellikle nesne yönelimli programlama kavramının gelişmesine katkıda bulunan en aktif programlama dillerinden biridir .NET platformunun anadili olduğu bazı kesimler tarafından kabul görse de bazıları bunun doğru olmadığını savunur. C#, .NET orta seviyeli programlama dillerindendir. Yani hem makine diline hem de insan algısına eşit seviyededir. Buradaki orta ifadesi dilin gücünü değil makine dili ile günlük konuşma diline olan mesafesini göstermektedir. Örneğin; Visual Basic .NET (VB.NET) yüksek seviyeli bir dildir dersek bu, dilin insanların günlük yaşantılarında konuşma biçimine yakın şekilde yazıldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla VB.NET, C#.NET'ten daha güçlü bir dildir diyemeyiz. Programın çalışması istenen bilgisayarlarda framework kurulu olması gerekmektedir. (Windows 7 ve Windows Vista'da .NET Framework kuruludur) ECMA tarafından C# dilinin tasarım hedefleri şöyle sıralanır: C# konusunda eleştiriler tabii ki var. En önemlisi using ile hangi referansları kullanacağımızı çok iyi bilmeliyiz. Ayrıca süslü parantez "{}" ve noktalı virgül ";" karakterlerini çok sevmemiz ve asla unutmamamız gerekmektedir. Erzurum Erzurum, Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık yirmi dokuzuncu şehri. 2015 itibarıyla 779.321 kişilik nüfusa sahiptir ve 999 kişi göç vermiştir. Nüfus bakımından Doğu Anadolu Bölgesi'nin en büyük üçüncü ilidir. Denizden yüksekliği yaklaşık 1900 m olan Erzurum, tarihin ilk dönemlerinden beri yerleşim yeridi
r. Şehir, tarihî eserleri ve kış sporları tesisleriyle de tanınır. Yüzölçümü bakımından Türkiye'nin en büyük dördüncü ili olan Erzurum'da, temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olup şehir son yıllarda kış turizmiyle de öne çıkmaktadır. Soğuk iklimi sebebiyle sanayisi gelişmemiştir. 25.066 km² yüzölçümüne sahip il arazisinin %15,17'si tarımsal amaçlı olarak kullanılabilir konumdadır. Şehrin bilinen ilk adı, Doğu Roma İmparatoru II. Theodosius’un (408-450) ismiyle ilişkili olan Theodosiopolis’ti. Ermeniler ise burayı Karin adıyla anmaktaydı. Romalıların istilasından evvel Erzurum'un bulunduğu yerde Ermenilerin "Karin" diye adlandırdıkları bir şehir olduğu bilinir. Belâzürî, bölgeye egemen olan kişinin ölümü üzerine yerini alan Kali adlı eşi tarafından kurulduğu için Kalikale adı verilen şehre Araplar’ın Kālîkalâ dediklerini söyler. 11. yüzyıldan sonra ise Türkler, Theodosiopolis için Erzen adını kullanmışlardır. Basılan Selçuklu paralarında şehrin adı Erzenü’r-Rûm (ارزن الروم), Erzen-i Rûm (ارزن روم) ve Erz-i Rûm (ارز روم) şeklinde yazıldığı görülmüştür. Daha sonra bu ad Arz-ı Rûm (ارض روم - ارضروم) olmuş ve son olarak bugünkü Erzurum şeklini almıştır.Hudûd el-âlem isimli kitapta; bu şehrin müstahkem bir kalesi bulunduğu için, her taraftan gelen gazilerin nöbet tutarak şehri korudukları ve şehirde tüccarların çok olduğu bildirilmektedir. Tabiat şartlarının ve coğrafi konumunun uygun ve elverişli olması yanı sıra , önemli uygarlık ve medeniyet merkezi olarak bilinen yerlere yakınlığı, Erzurum'un Anadolu'da en eski yerleşim merkezlerinden birisi olmasını sağlamıştır. Günümüze kadar yapılan kazılar sonucu bulunan bazı taş araçlar Erzurum ve yöresindeki yerleşimin geçmişini 'yontma taş devri' ne kadar götürmektedir. Ayrıca Karaz, Pulur, Güzelova Höyük, ve Sos Höyük buluntuları, Erzurum'un İlk Tunç Çağı'ında Karaz Kültürünün merkezi konumunda olduğunu göstermektedir. Erzurum, tarih öncesinden günümüze dek pek çok medeniyeti barındırmıştır. Erzurum'un tarihi MÖ 4000'e kadar uzanmaktadır.Urartular, Kimmerler, İskitler, Hititler, Medler, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Sasaniler, Emeviler, Selçuklular, Moğollar, İlhanlılar, Safeviler, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti, il topraklarını kontrolleri altında tutmuştur. Doğu Anadolu'nun en büyük kenti olan Erzurum'un MÖ 4900 yıllarında kurulduğu tahmin edilmektedir. Erzurum'u da içine alan bölge tarih boyunca Hurriler, Asurlar, Kimmerler, İskitler ("Sakalar") bölgede hakimiyet kurmuşlardır. Medler tarafından kuşatılamayan bölge Persler tarafından MÖ 6. yüzyılda istilâ edilmiştir. MÖ 4. yüzyılda İran'ı mağlup eden Makedonya Kralı İskender bölgede hüküm sürmüştür.Daha sonra İskender'in ölümü üzerine önce Selokidlerin sonra ise Romalı'ların eline geçen bölge, Romalılar ile Partlar arasında büyük savaşlara sebep olmuştur. Roma İmparatorluğunun bölünmesi sebebiyle MS 395 yılında Erzurum, Doğu Romalılara (Bizanslılara) verilmiştir. Daha sonraki dönemde Sasaniler ve Bizanslılar tarafından yönetilmiştir. Hititler'in sınır bölgesinde olan Erzurum'un pek çok savaşlara sahne olmasının sebebi tarihi göç ve istilâ yolları üzerinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. MS 422 yılında Bizanslılar Erzurum yakınlarında " Theodosiopolis" şehrini kurdular. Daha sonra Erzurum ve "Theodosiopolis" Müslüman Komutan Ömer bin Hattab'ın komutasındaki İslam Orduları tarafından 633 yılında fethedildi. Müslümanların eline geçen bölgenin nüfusu çok sürede hızla arttı ve 200 bin oldu. O dönemde dünyanın en büyük şehirleri arasında olan Erzurum daha sonra İslâm devletlerinin birbiriyle çekişip iç mücadeleye başlamaları ve sonuç itibarıyla zayıf düşmeleri neticesinde Bizanslılar diğer şehirleri ve Erzurum'u geri aldılar. 1048 yılında Selçuklular Pasinler meydan muharebesinde Bizanslıları mağlup ettiler. Böylece 1071 Malazgirt meydan muharebesinden 22 yıl önce Erzurum'u; Tuğrul Bey, kardeşi Çağrı Bey ve Süleyman Şah'ın babası Şahzade Kutalmış Bey feth etmiş oldular. Bu süreçte Bizansla yapılan anlaşma üzerine Erzurum Bizans'a geri iade edildi. Selçuklu Sultanı Alparslan'a bağlı komutanlardan Ebul Kasım, 1071 Malazgirt zaferinden sonra Bizans'ı mağlup ederek Erzurum'u fethetti. Anadolu'da ilk Türk Beylerbeyliği olan Saltık (Saltuk)oğulları " Saltuklular Beyliği " kuruldu. Erzurum 1202 yılına kadar Saltuklular Beyliğinin başşehri olmuştur. 1071-1202 döneminde: Melik Ebul Kasım (1071-1103), Melik Ali (1103-1174), Melik Nasreddin Mehmed (1174-1884), Melikşah (1184-1202), Melik Alâeddin (1200-1202) hüküm sürmüşlerdir.Erzurum 1202 yılında Konya 'da bulunan Anadolu Selçuklularına tabi bir vilâyet oldu. 1242 yılında Moğollar tarafından istilâ edildi. Bu istilânın ardından Erzurum ve yöresini İlhanlılar ele geçirmiş oldular. 1202-1335 yıllarında Erzurum'da hüküm süren İlhanlılar'dan sonra bölge Eretna ( Ertenç) Türk Beyliğinin himayesine girdi. 1300'lü yılların sonunda Erzurum'u önce Karakoyunlular sonra da Timur kuşattı. Karakoyunlular bölgede 15 'nci asrın ortalarına kadar hüküm sürdüler. 1467'de Akkoyunlular'ın önderi Uzun Hasan'ın gerçekleştirdiği ani bir baskın sonucu Cihan Şah'ın ölümüyle Karakoyunlu devleti yıkıldı, Erzurum Akkoyunlular 'ın eline geçti. Akkoyunlu Devleti, Safevi hükümdarı Türk asıllı Şah İsmail tarafından 1508'de tamamen ortadan kaldırıldı. Safevilerin eline geçen Erzurum, safeviler döneminde çok geriledi. 1514 yılında Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Erzurum'u fethetti. Safeviler Erzurum'u geri aldılar. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman Erzurum'u kesin olarak Osmanlı topraklarına katmıştır. Erzurum Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir eyâlet merkezi olarak çok gelişti. Trabzon - Tebriz ticaret yolu üzerinde olması ve kalesinden dolayı serhat şehri statüsüne sahip oluşu, Erzurum'u, Osmanlıların İran'a yaptığı seferlerin askeri üssü konumuna getirmişti. Günden güne gelişerek; ticaret, kültür, san'at, sanayi ve askeri merkez haline geldi. Osmanlılar tarafından Erzurum merkezli kurulan eyaletin sınırları dahilinde; Erzurum, Gümüşhane, Erzincan illeri ve Muş'un Malazgirt, Bingölün Kiğı ilçeleri yer alıyordu. 1600'lü yılların ortalarında Erzurum eyaleti 49.324 km² yüzölçümüne sahipti. 1591 yılında Erzurum halkı ile yeniçeriler arasında meydana gelen olaylara yönetimin müdahalesi gerekli olmuş ancak bu olaylar başka isyanların çıkmasına da zemin hazırlamıştı. Bölgede sayıları artan yeniçeriler ile Erzurum halkı arasında vergilerle alakalı problemler yaşandı. Erzurum'a yerleşmiş olan yeniçerilerden şikayetçi olan halk, bazı yeniçerileri orada öldürdü. Haberin İstanbul'a ulaşmasından sonra yeniçeriler tepkilerini gösterdiler. Bu olaylar üzerine Osmanlı veziriâzamı Ferhad Paşa görevinden alındı ve Erzurum'a heyet gönderildi. Gönderilen bu heyet bir kale içinde birçok Erzurumluyu asarak idam ettirdi. Birkaçı da İstanbul'a gönderilerek çengellere vurulup idam edildi. 1620'lerde Erzurum beylerbeyi olan Abaza Mehmed Paşa, Sultan II. Osman’ın öldürülmesi üzerine Erzurum’da yeniçerileri öldürmeye başladı. Ancak Yeniçeriler diz kapağındaki yanık üzerinden tanınmaya çalışılınca ilgisiz halk da "Yeniçeri" denilerek öldürülüyordu. Abaza Paşa'nın ilerleyişi, IV. Murad’ın tahta çıkarılmasından sonra sevkedilen kuvvetlerce durdurulunca Abaza Paşa Erzurum’da kaleye kapandı. Bir uzlaşı sonrası tekrar Erzurum beylerbeyiliğine getirildiyse de aynı şiddetle davranmaya devam etti. 1626’daki bir sefer nedeniyle kendisinden yardım istenmesine rağmen bunu bir tuzak sanarak emrindekilerle Erzurum Kalesi’nden çıkıp orduya saldırdı. Esir aldığı yeniçerilerin boyunlarını vurdu ve Dişlenk Hüseyin Paşa’yı öldürdü. Esir aldığı yayabaşı ve bölükbaşılarından dördünü dörder parça ettirip Erzurum Kalesi burçlarına astırdı. Ayrıca Erzurum taraflarında ne kadar yeniçeri ve topçu bulduysa onların da tamamını öldürdü. Doğu seferine çıkan Halil Paşa, Ağustos 1627'de Erzurum'da Abaza Paşa ile müzakerelerde bulduysa da bundan bir sonuç alamadı. Bunun üzerine Erzurum'u kuşattı. Erzurum kuşatması kasım ayında kaldırıldı. 1628'de ise Hüsrev Paşa’nın düzenlediği sefer sonunda teslim olan Abaza Paşa, IV. Murad tarafından affedildi. Abaza Paşa'nın ayaklanmasından önce ise yeniçeriler ile Erzurum halkı karşı karşıya gelmiş idi. Erzurum, 1828- 1829, 1878 ve 1916 'da üç defa Rus istilâsına uğramıştır. Rusların çok büyük tahribatlar yaptığı bu istilâlar geçici olmuştur. 1877-1878 'de Ahmet Muhtar Paşa, Ruslar'ı doğuda birkaç defa bozguna uğratmasına rağmen, Rusların sürekli takviye almaları sebebiyle sonuç Ruslar'ın lehine gelişmiştir. Ahmet Muhtar Paşa, Rus General Arshak Ter-Gukasov 'u Karayazı yakınlarında vuku bulan Halyaz meydan muharebesinde (21 Haziran, 1877 ) ; Rus Başkomutanı Melikof'u da Zivin Meydan Muharebesinde (25-26 Haziran 1877 ) mağlup etti. Rus Çarı, bu yenilginin üzerine General Melikof 'u azletti ve akabinde Ahmet Muhtar Paşa, Rus ordusu ile Kars ve Gümrü arasında Gedikler Meydan Muharebesinde üçüncü defa karşılaştı ve Rus ordusunu mağlubiyete uğrattı. Yahniler Meydan Muharebesini 34 bin Türk askeri, 74 bin Rus askerini mağlup ederek kazandı. Ruslar çok sayıda kuvvet yığınca Ahmet Muhtar Paşa, ordusunu Erzurum'a çekti. Sonradan Rusların aldıkları takviye yardımlar 9 Kasım 1877 - 13 Temmuz 1878 döneminde bölgeyi işgal altında tutmalarını sağlamıştır. 1890 Haziran'ında Erzurum'da bir kiliseye arama yapmak için girilmek istenince, Osmanlı askerleri ile Ermeniler arasında çatışma yaşandı. Çıkan çatışma 20 Ermeni ve 3 askerin ölümüyle sonuçlandı. II. Abdülhamit döneminde (1890'lar) aralarında Erzurum'un da bulunduğu bir bölgede varlık gösteren Hamidiye Alayları özellikle Ermenilere karşı katliamlara girişti. 1895'te hedef haline gelen çok sayıda Ermeni esnafın dükkanı yağmalandıktan sonra yakıldı ve esnaf Ermeniler hırpalandı veya öldürüldü. Bunu, Ermeni mahallelerine yönelme ve öldürme, yağma, tecavüz, kadın kaçırma ve zorla Müslümanlaştırma takip etti. 15 Mayıs 1915’te, Erzurum’daki bir Alman yetkili çevre köylerdeki Ermeni ahalisinin sürgününü ilk kez rapor etti. Daha sonra da sürülenlerin yoksulluk sıkıntısından söz ett
i. 2 Haziran’da ise Erzurum’daki konsolos yardımcısı Scheubner-Richter, "sevkiyata dair bütün gerekli malzemeler, her türlü alet, edevat, taşıma araçlarının yok denecek kadar az" olduğundan söz etti ve "bunun sonucu sürgüne gönderilenlerin yarısından azı gönderildikleri yere canlı olarak ulaşacaktır" diye bir saptamada bulundu. 27 Şubat 1918 günü Ermeni çeteler Erzurum'un Alaca köyünde Türkleri öldürdü ve Erzurum'da Türk çarşıları yakılmaya başlandı. 26-27 Şubat 1918 gecesi Erzurum'da 3000 ila 8000 Müslüman öldürüldü. Rus Yarbay Tverdohlebof, Şubat 1918 sonlarında Erzurum'a yakın köylerdeki Türklerin "ortadan kaybolduklarını", 1917 yılı ilkbaharında Ermeni çetelerin bölge halkının elindeki silahları toplamak amacıyla halka zulmettiğini ve işkence yaptığını belirtir. Daha sonra Rus ordusu çekildikçe katliamların daha da arttığı, Erzurum'a çekilirken yoldaki Türk köylerinde halkın öldürüldüğünü, Ilıca'da kaçamayan sivil halktan yaklaşık 800 Müslüman Türkün öldürüldüğü Rus subaylar Yarbay Tverdohlebof ve Yarbay Grizyanov ve bazı akademisyenler tarafından belirtilmektedir. Anadolu' nun en eski yerleşim yerlerinden biri olan Erzurum, Hititlerden Bizanslılara kadar pek çok millet ve devlet tarafından istilâ edildi ve hüküm sürüldü. Doğu-batı yol güzergâhında bulunan Erzurum'dan gerek göçler ve gerekse bölgede yaşanan savaşlar nedeniyle eski medeniyetler, tarih içerisinde kaybolmak suretiyle günümüze kadar ulaşamadılar. Erzurum, Türklerin Anadolu'ya ilk olarak girişi diye bilinen 1071 yılından 22-23 yıl önce, İbrahim Yınal ve Kutalmış komutanların önderliğinde Türkmenler tarafından 1048 yılında (Pasinler Savaşı) fethedilmiş ve Erzurum'a yerleşilmiştir. Anadolu 'da kurulan ilk Türk beyliği olan Saltuklu Beyliği Erzurum'da kurulmuş ve Erzurum'u başkent edinmiştir. Yaklaşık bin yıldır Erzurum'da Türk - İslâm medeniyeti yaşanmakta ve yaşatılmaktadır. Tarihi süreçle Erzurumla ilgili aşağıdaki anektodlar önem arz etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ilk Cumhurbaşkanı olan Türk siyasetçi ve devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk 23 Nisan 1920'de, Ankara'da, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışında, Erzurum mebusu sıfatıyla Meclis ve Hükûmet Başkanlığına seçilmiştir. Erzurum, Cumhuriyet döneminde de il oldu ve hızlı bir şekilde gelişmeye başladı. Günümüzde Doğu Anadolu Bölgesinde en gelişmiş ve en büyük şehirdir. Şehirlerarası trafik plâka numarası 25, telefon kodu 442 dir. Erzurum, 2 Eylül 1993'te çıkarılan 504 sayılı kanun hükmünde kararname ile büyükşehir unvanı kazandı. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 20 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. 2008 yılında çıkarılan 5747 sayılı kanun ile ilde yeni ilçeler kuruldu. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu. Kasım 1942'de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunuyla birlikte Türkiye'de özellikle gayrimüslimleri etkileyen bir süreç yaşandı. Belirlenen borçları bir ay içinde ödemeyenler Aşkale ve Erzurum'daki çalışma kamplarına yollanarak çeşitli işlerde çalıştırıldılar. Ocak 1943'teki ilk kafile gönderilecekleri çalışma kampları için Aşkale'ye doğru trenle gitti. Aşkale'ye ilk gelen gayrimüslim kafilelerin sayısı nedeniyle yer problemleri ortaya çıkması üzerine devamında yola çıkan kafileler Erzurum'a gönderildi. Aşkale ve Erzurum’da kalan mükellefler, Ağustos 1943'te yük vagonlarına bindirilerek Eskişehir'e yollandı. Varlık Vergisi mükellefi olan gayrimüslimler, Aşkale'de karayolundaki karları temizlemiş; Erzurum'da karayolunun kardan kapanmasını engellemiş, şehrin sokaklarını süpürmüşlerdi. Çoğu yaşı büyük olan 20'yi aşkın gayrimüslim mükellef ise Erzurum'da öldü. Gayrimüslimlerden ödeyemeyecekleri kadar ağır vergilerin istenmesi nedeniyle tepki çeken Varlık Vergisi, gerek yurt içinde, gerek ise yurt dışında çeşitli eleştirilere yol açtı. Erzurum'un, çevresi dağlarla çevrilidir. Erzurum yüksek bir yaylanın güney batı bölümünde yer alır. Şehir merkezi Palandöken dağlarının Batı ve Güney kısım eteğinde kuruludur. Şehrin batısı ve kuzeyi açık, ova görünümündedir. Erzurum il geneli dağlarla çevrilidir. Erzurum yüzölçümünün; %64'ü dağlık, % 20'si plato ve %12'si yaylalardan oluşmaktadır. Erzurum ilinin bir bölümü Karadeniz Bölgesindedir. Diğer bir bölümü ise Doğu Anadolu Bölgesi'nde yer almaktadır. Anadolu'da deniz seviyesinden 1959 metre yükseklikteki tek büyük yerleşim yeridir. . Yerleşme alanı yer yer 2000 metreye kadar yükselen bir ova üzerinde bulunur. Bölge kuzeyde Dumlu, güneyde Palandöken Dağları ile çevrilidir. Erzurum'dan geçen İpek Yolu ve verimli ovaları bölgenin tarih boyunca yerleşme alanı olarak seçilmesinde önemli rol oynamıştır. Zaman zaman şiddetli depremlere maruz kalan şehir ve çevresi önemli ölçüde zarar görmüştür. İlin kuzeyinde Rize ve Artvin, kuzeydoğusunda Ardahan, batısında Bayburt ve Erzincan, doğusunda Kars ve Ağrı, güneyinde Bingöl ve Muş bulunmaktadır. 20 ilçesi vardır. Türkiye 'nin en yüksek ve en soğuk illerinden biri olan Erzurum'da sert kara iklimi hüküm sürmektedir. Genel olarak kışlar çok soğuk ve karlı; yazlar ise çok sıcak ve kurak geçer. Hemen hemen yılın 2-3 ayı bölge karla örtülüdür. Yaz özellikle kendini Haziran ayı ve Temmuz ayı ortalarına kadar hissettirir. Yağış miktarı m² ye 460 mm dir. Bölgede eriyen karlarla akarsular beslenir. İlin Karadeniz Bölgesi'nde yer alan kuzey kesimleri haricindeki büyük kısmı Doğu Anadolu Bölgesi'nde yer alır ve karasal iklime sahiptir. Erzurum rakımının fazlalığı ve kar yağışının yoğun olması (Yılın 70 günü kar yerde kalır) güneş ışınlarının uzaya tekrar geri yansımasına sebep olur. Bu yüzden Erzurum, Türkiye'nin en çok güneş gören illerinden biri olmasına rağmen, en soğuk illerindendir. Yazın sıcaklık +35 dereceyi görürken kışın sıcaklık -30 dereceye kadar iner. Erzurum, İlkbahar başlangıcında karların erimesiyle birlikte yeşile bürünmeye başlar. Ağustos ayı başlarında kuru rüzgar esintileri ağaç yapraklarını ve ekinleri sarartır. Ağustos ayı sonları ve Eylül ayında Erzurum çevresi sapsarı bozkır görünümündedir. Daha önceki dönemlerde yüzölçümünün %9 u orman ve fundalık olan, sarıçam ve meşe ağaçlarının yetiştiği Erzurum bu açıdan günümüzde oldukça eksiktir. Türkiye'nin 29. büyük kenti olan Erzurum büyükşehir olduktan sonra Merkez ilçe 2008 yılında 5747 sayılı kanun ile Palandöken, Aziziye ve Yakutiye olmak üzere 3 ilçeye ayrılmış, yine aynı kanun ile daha önce ilçe olan Ilıca'nın ismi Aziziye olarak değiştirilmiş ve Büyükşehir Belediyesine bağlanmıştır. Şehir merkezinin nüfus verileri yıllara göre aşağıdaki gibidir: İl Nüfusu: 762.021'dir (2016). İlin yüzölçümü 25.006 m²'dir. İlde km²'ye 30 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe:253 kişi ile Palandöken’dir) İlde yıllık nüfus %0,04 oranında azalmıştır . Valiliğin denizden yüksekliği: 1923 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre 20 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 1.177 mahalle bulunmaktadır. İl sınırları içinde sırasıyla şu etnik gruplar yaşamaktadır: Erzurum İl Nüfusu: 760.476 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 25.006 km²'dir. İlde km²'ye 30 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 254 kişi ile Palandöken’dir) İlde yıllık nüfus azalışı oranı %0,20 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 20 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 1.177 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Aziziye (%3,88- Pazaryolu (-%7,34) Erzurum'un ekonomisini genel olarak tarım - hayvancılık ve sanayi - ticaret unsurları oluşturmaktadır. Sanayi siciline kayıtlı 69 kuruluş vardır. 2 tane organize sanayi bölgesi vardır. Bölgenin geçmiş dönemlerde de ipek yolu üzerinde olması, şehrin ekonomi alanında gelişmesini sağlamakla birlikte ticari anlamdaki önemini de ortaya koymaktadır. 1957 yılında Erzurum'da kurulmuş olan Atatürk Üniversitesi , şehirde ticari anlamda da canlılık sağlamaktadır. Erzurum, Türkiye'nin ve Doğu Anadolu bölgesinin en önemli ticaret merkezlerinden biridir. Bölgede, Oltu ilçesinde çıkarılan ve yarı kıymetli maden özelliğinde olan Oltu taşı ve bu taştan yapılan özel aksesuarlar, takı ve benzeri eşyalar bölge insanı ve esnafı için geçim kaynağıdır. Daha önceleri bölgede mevcut olup, Palandöken dağı kış spor tesisleri ile sınırlı olan kış turizmi, özellikle son yıllarda önemli kazanımlar elde etmiş ve bölge geneline yeni altyapı ve tesisler olarak dağılmıştır. Bu özelliği ile Türkiye sınırlarını aşarak alanında dünyanın sayılı merkezlerinden biri haline gelmiştir. Spor tesislerinin bölge turizmine ve ekonomisine önemli katkıları söz konusudur. Yüz ölçümü itibarıyla Türkiye'nin dördüncü büyük ili olma özelliğine sahip Erzurum, toplam 2.533.000 hektarlık bir yüzölçüme sahiptir. Ekonomi tarım ve hayvancılığı dayanmaktadır. 460 bin hektarlık tarım arazisinin 306 hektarlık bölümü sulanabilir konumda olup, 268 bin hektarlık bölümünde ekim yapılmaktadır. Bitkisel üretimi ; tahıllar, yem bitkileri, baklagiller, endüstri bitkileri, yumrulu bitkiler, yağlı tohumlar oluşturmaktadır. Ekili alanların; 181 bin hektarında tahıl, 937 hektarında baklagiller, 3 bin hektarında yumrulu bitkiler, 2 bin hektarında endüstriyel bitkiler, 80 bin hektarında yem bitkileri, bin 500 hektarında meyve, 780 hektarında sebze yetiştirilmektedir. Bitkisel üretimin değeri günümüzde 240 bin TL. civarında gerçekleşmektedir. Tahıl türlerinden en fazla buğday, arpa ve çavdar ekimi; sanayi bitkilerinden ise çoğunlukla şeker pancarı, patates ve ayçiçeği ekimi yapılmaktadır. Yaklaşık 4 bin çiftçi 40 bin hektarlık alanda organik tarım yapmaktadır. 2012 yılı itibarıyla 154 bin tona yakın ürün elde edilmiştir. Organik tarım uygulamalarını buğday, yonca, yem bitkileri, çayırotu, meyve ve bal üretimi oluşturmaktadır. Erzurum'da meyve olarak; elma, armut, ceviz, kayısı, erik, kiraz, vişne ve kızılcık yetişmektedir. 2012 yılı verilerine göre Erzurum’da yaklaşık olarak 760 bin küçükbaş, 550 bin büyükbaş hayvan bulunmakta; 15 bin
ton et , 358 bin ton süt , 7 bin ton tereyağı, 70 bin ton peynir , 50 bin ton yoğurt üretimi yapılmaktadır. Bal üretimi ise bin 500 tona yakındır. Erzurum ekonomisi başta tarım olmak üzere, hizmet ve inşaat sektörlerinden oluşmaktadır. Erzurum şehir merkezindeki günlük ticari hareketliliğe yön veren en önemli etkenlerden birisi de yaklaşık 70.000 öğrencisi olan Atatürk Üniversitesidir. Yaz aylarında üniversite öğrencilerinin şehirde olmaması ile oluşan ekonomik durgunluk bariz bir şekilde hissedilir. Erzurum'da imalat alanında; üretimde önde gelen sektörler olarak faaliyet göstermektedir. Sanayi Sektörü günümüzde beklenilen düzeyde olmasa da Erzurum ekonomisine belirli bir oranda katkı sağlamaktadır. 2011 yılı verilerine göre bu alanda Erzurum'da toplam beş yüzden fazla şirket kurulmuştur. Sanayi sektöründe faaliyet gösteren işletmeler, küçük ve orta ölçekli özelliktedir. Bu özelliklerinden dolayı söz konusu işletmeler, sadece yerel pazarlara yönelik üretim yapmakta ve düşük bir oranda istihdam sağlamaktadırlar. "İmalat sanayi": Sanayi yönünden merkez ilçe Aziziye, Erzurum ilinin diğer ilçelerine göre en gelişmiş olanıdır. İlçe sınırları dahilinde Erzurum Organize Sanayi Bölgesi yer almaktadır. Erzurum'un en önemli sanayi kuruluşu, 1956 yılında üretime başlayan ve kamuya ait olan Erzurum Şeker Fabrikası'dır. T.Ş.F.A.Ş.(Türkşeker) Erzurum Şeker Fabrikası şehrin ekonomik kalbi konumundadır. Erzurum Organize Sanayi Bölgesinde sanayi parsellerinin toplam alanı yaklaşık 87 bin dönümdür. Çalışan kişi sayısı 2.500'dır. Birinci Organize Sanayi Bölgesi Erzurum-Aziziye ilçe sınırları dahilinde konuşlandırılmıştır. 2012 yılı itibarıyla 2. Organize Bölge Sanayi şehir merkezine 5 kilometre uzaklıkta, Güney Taşsırtı mevkiinde 216 hektarlık bir alana kurulma aşamasındadır. Sanayide elektrik kullanım oranı % 20 civarındadır. Şehirdeki Kültür merkezi birçok kültürel faaliyetlerin icrasına imkân sağlamaktadır. Ayrıca Erzurum Devlet Tiyatrosu tarafından birçok oyun sergilenmektedir. Şehirdeki 4 sinema salonu faaldir. İhsan Doğramacı Vakfı Özel Bilkent Erzurum Laboratuvar Lisesi her ay Bilkent Senfoni Orkestrası'nın konserlerine ev sahipliği yapmaktadır. Erzurumlular yüzyıllarca hayvancılık ve tarımla uğraşmış, günümüze kadar da bu gelenek süregelmiştir. Yazın yoğunlukla yaylalara çıkılmış, sonbaharda ise şehre inilmişir. Böylelikle şehir ve göçebe hayatı birlikte yürütülmüş, sürekli göçebe hayatı yerine sadece yaz aylarının yaylalarda yaşanıldığı bir şehir hayatı tercih edilmiştir. Dadaş, Türkiye'de Erzurum denince halk arasında akla gelen ilk ifadedir. Dadaş kelimesi Erzurum'da ve yöresinde yerleşik veya menşe-i olarak bu yörenin insanını ya da özellikle bu yöreye ait bir halk oyunu olan Erzurum barlarını oynayan oyunculardan her birini ifade eder. Bu sebeple dadaş ifadesi üzerinde fikir beyan edenler, bunu Erzurum ve bar sözcükleriyle ilişkilendirirler. Genel olarak Erzurum yöresinde "1- Erkek kardeş, 2- Yiğit, delikanlı, babayiğit kimse. 3- Mert, cesur. 4- Arkadaş, dost." anlamlarında kullanılır. Ayrıca "Ağabey, bar oynayan delikanlı, Erzurumlu arkadaş, hemşeri, geniş anlamı ile Erzurum bölgesinin efesi" şeklinde de ifade edilir. Üzerinde çok beyan ve açıklamalarda bulunulan "dadaş" ifadesi, yöre kültürünün sembolik söyleniş biçimidir. İçeriği yukarıda açıklandığı gibi oldukça zengin olup, Erzurum merkezinde, civar ilçe ve köylerinde yaşayan, özellikle etnik Türk kökenli insanların kendi aralarında veya onlara başkalarınca yapılan hitap şeklidir. Zaman zaman kişiye hitaben doğrudan söylenilebildiği gibi, bazen de yüceltme sıfatı olarak kullanılır. Dadaş olmak tarihi kahramanlıklar, dostluklar, sevgi ve saygı diyalogları, insanlar arasındaki sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın adeta alt yapısını oluşturan en önemli unsurdur. Anadolu 'da özellikle olumlu anlamda Erzurum halkı için kullanılan bu ifade kültürel içerik taşır. Erzurum denince akla dadaş, dadaş denince de akla bar gelir.. Bar, Erzurum ve yöresinde oynanan folklorik özellikteki halk oyunlarının genel adıdır. Bu özelliğinden dolayı "bar" kelimesi bilinen sözlük anlamları dışında yörede ; ""el ele tutuşmak, birliktelik, bağlamak, topluluk, birlikte oynamak"" gibi manalarda yorumlanır. "Bar", antropologlara göre Türklerin orta Asya'dan getirdikleri millî bir oyundur. Bu sebepten dolayı çok eski bir geçmişe sahiptir. Ortaya çıkış nedeninin ise; yaşanan iklim, coğrafya ve tarihi olaylar olduğu ifade edilmektedir. Ünlü Türk seyyah İsmail Habip Sevük 1943 yılında kaleme aldığı "Yurttan Yazılar" adlı eserinde ; Erzurum'daki halk oyunlarının asırlardan beri bar adıyla anıldığını, Dadaşların "aşk, sevgi, mertlik, yardımlaşma, kahramanlık" gibi duygularını sembolize ettiğini bildirmektedir. Erzurum ili ve yöresi halk oyunları açısından çok zengin bir bölgedir. Günümüzde bu zenginlik bütün güzellikleriyle ve aslına uygun olarak bölgede yaşatılmaktadır. “ Bar “ terimi, günümüz öncesi Türk şair ve yazarlarını farklı algılamalara da götürmüştür. Sadettin (Sadi) Akatay (1904-1944), ünlü ""Bar"" şiirinde "barı" : " "kahramanlık, yiğitlik, erlik destanı , yüzyılların ardından kopup gelen bir vakar" " olarak tanımlarken ; Nejat Ünal " "Bar bir savaş oyunudur yiğitlere yaraşır" " ifadesini kullanmıştır. Günümüzde, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında düzenlenen halk oyunları program ve yarışmalarına,Erzurum'daki “ "Halk Oyunları ve Türküleri Derneği" ” nin “ "Halk Oyunları Ekipleri" ” azami ölçüde katılmaya özen göstermekte ve bu anlamda önemli başarılar elde etmektedir. Erzurum barı ; "erkek ve kadın barları" olmak üzere iki katagoride oynanmaktadır. İsmail Habip Sevük " "Yurttan Yazılar" " adlı eserinin " "Dadaş ve Bar"" 'la ilgili bölümünde ; " "iyi bilenler tarafından oynanınca seyrine doyum olmaz"" dediği "barların" oynanma şekli ve sırası ile ilgili olarak ; "" Gergin birer yay gibi duran dadaşların oynadığı ilk bar, barbaşının elindeki mendili bir bayrak gibi salladığı ve sanki vücudun akümülatörüne hareketin elektriği doldurulmaktaymış hissini veren Başbar'dır. ifadesine yer vermiştir. Erzurum ve yöresinde mahalli kıyafetler günümüzde de bilinmekte ve giyilmektedir. Özellikle Kadınların geleneksel giyimi "ihramdır". (Ehram) İhram genellikle 185 x 215 cm ebadında yünden özel olarak dokunmuş örtüdür. Şekil ve renk olarak farklı zümrelere hitap eder. Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında konuşulan Türkiye Türkçesi ; göçler, iklim, coğrafya ve dilin kendisine ait özelliklerinden dolayı Anadolu 'da çeşitli ağızlarla konuşulmaktadır. Erzurum'da kullanılan Türk şivesinin Doğu Anadolu ağızları içindeki konumu (Türkoloji) Prof. Dr. Leyla Karahan'ın “ Anadolu Ağızları nın Sınıflandırılması” (Türk Dil Kurumu yayınları: 630, Ankara 1996) adlı çalışmasına göre; Erzurum, Aşkale, Ovacık, Narman grubundadır. İletişimde ve medyada kullanılan teknolojik ürünlerin günden güne gelişmesi ve artması Türkiye genelinde İstanbul ağzının yaygınlaşmasına ve yöresel ağızların giderek azalmasına hatta kaybolmasına sebep olmakta ise de Erzurum şehir merkezi ilçe ve köylerinde konuşulan şive diğer bölgelere kıyasla kendine özgü yapısını büyük ölçüde korumaktadır. Erzurum gelenekleri arasında olan 1001 hatimler şehrin en önemli şenliklerindendir. Özellikle Aralık ayında okunmaya başlayan 1001 hatimler yaklaşık 1 ay sürer. Tüm şehir halkı 1 ay içerisinde hatimler okur ve 1 ayın sonunda okunan hatimler Ulucamii'de tüm halkın katılımı ile bağışlanır ve Erzurum için dualar edilir. Erzurum'un manevi mimarlarından olan Alvarlı Efe'nin beyitlerinden de okunur. Erzurum merkez ve yöresine özgü yemekler: Bilinen Türk mutfağına ek olarak Erzurum'un geleneksel mutfağı; Ayran aşı (yayla çorbası), herle aşı, kesme çorbası, paça çorbası, çeşitli türde et yemekleri özellikle son yıllarda Erzurum'un simgelerinden biri haline gelen Cağ kebabı ( "kırmızı et dönerin, odun ateşinde koyun eti ve özel katkı karışımla hazırlanıp yatay olarak ateşte pişirilen türü") , kuymak, tereyağlı peynir helvası, kurut, hıngel, tirit, haşıl, kiriş, çaşır, lor dolması, kartol pancarı(patates yahnisi), çeç pancarı, çortuti pancarı, şile, şalgam dolması, pazı ve lahanadan yapılan etli-zeytinyağlı yemekler, ekşili dolma, evelik dolması ve kuzu kulağı (bitki) kavurması; ebegümeci, pirpirimden (semizotu) oluşur. "Tatlılar" ;dökme tepsi tel kadayıf ve kadayıf dolması, burma tatlısı yörenin en bilinen ve sevilen tatlılarıdır. "Hamur işi olarak"; tatar böreği, erişte plavı, tereyağlı su böreği, sini ketesi-içli kete-tandır ketesi , açık ekmek ( "lavaş" ) - pide ("tandırda"), gugul ( "tereyağlı" ) yapılır. Kahvaltıda ve hemen hemen her öğün yemek sonrası az da olsa tüketilen göğermiş (kerti) lor, civil peynir ve koyun peyniri de yörede meşhurdur. Erzurum'da kış turizmi gelişmiştir. Şehrin en önemli turizm kaynağı Çifte Minareli Medrese ve merkeze üç kilometre uzaklıktaki Palandöken Dağı'dır. Palandöken Dağı 2011 yılında Üniversite Oyunları'na ev sahipliği yapmıştır. Erzurum Kalesi ve Saat Kulesi; Erzurum'a hakim, şehir merkezinde bir tepe üzerinde yer almaktadır. Özellikle Saat Kulesinden şehrin panoramik gürüntüsünü izlemek, günümüzde yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekmektedir. Özellikle son yıllarda yapılan "tarihi eserleri ortaya çıkarma" çalışmaları çerçevesinde, Erzurum Kalesi çevresindeki çarpık yapılaşma görüntüsü veren ve tarihi eserleri gölgeleyen binaların kısmı yıkım çalışmaları, kale surlarını ve iç kalenin varlığını iyice belirginleştirmiştir. Erzurum Kalesi, şehir merkezinde yer aldığı tepenin en uc noktasında bir iç kale ve bu iç kaleyi çevreleyen bir dış kaleden oluşmaktadır. İç Kale sekiz burcu ile günümüze kadar varlığını koruyabilmiş olmasına rağmen Dış Kale konumundaki ikinci kat sur kısmen mevcuttur. İç kale duvar kalınlıkları 2-2.5 m. arasındadır. Kalenin ilk inşâ tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte M.S. 5. yüzyılın ilk yarısında Bizanslılar tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Tarih boyunca Asurlular, Sasaniler, Persler, Araplar, Romalılar ve Bizanslılar arasında sık sık el değiştiren ve
11. yüzyılda Türkler'in eline geçen Erzurum Kalesi İç kale kısmında, ilk Türk-İslam eserlerinden Saltukoğulları dönemine ait Kale Mescidi (Kale Camii) yer almaktadır.. Kale Selçuklu ve Osmanlılar döneminde onarılmıştır. Üç kat surla çevrili olan kalede, yüzon burç ve kule bulunmaktaydı. Tebriz Kapı, Gürcü Kapı, Uyucan Kapı ve Yeni Kapı olmak üzere dört kapısı vardı. İkinci kat surun günümüzde kısmen mevcudiyetine rağmen Üçüncü kat sur (Şehri tam olarak çevreleyen sur) tamamen kaybolmuştur. Kalenin kurulu bulunduğu tepenin yüksekliği 1950 metredir. Erzurum'un Selçuklular tarafından fethi döneminde, kale ile ilgili olarak günümüze kadar anlatıla gelen menkıbeye göre: Erzurum kalesinin ihtişamı karşısında şaşkınlığa düşen Selçuklu Türkleri ' Bu kal'ayı kılıçla mancınıkla fethedemeyiz' derler. Birkaç hafta süren kuşatmanın akabinde "Esirleri iade etmek için biz kale tekfuruna gidiyoruz, siz bizim esirleri bize teslim edin bizde sizin kırk askerinizi (esiri) size verelim" derler. Kale tekfuru sevinir. Akşam karanlığında esir kılığındaki kırk Türk yiğidi kale kapısındaki muhafızlara saldırırlar. Oluşan panikten yararlanan Türk askerleri kaleyi fethederler. "Saat Kulesi",Erzurum'un şehir merkezindeki en yüksek tepesinde yer alan "İçkale" dedir. "Tepsi Minare" diye de geçmişte adlandırılmıştır. Saltukoğulları tarafından 12. asırda gözetleme kulesi olarak yapılmıştır. Gövdesi tuğla, kaidesi ise kesme taştandır. 19. yüzyılda üst kısmına ahşap külah ilave edilmiştir. Kale içerisinde bulunan "Kale Mescidi" nin minaresi olarak da kullanılmıştır. Kale mescidi kitabesinde "İnanç Beygu Alp Tuğrul Bey Ebi-l Muzaffer Kasım" yazılıdır. Erzurum Saat Kulesi (Tepsi Minare), Anadolu'daki en eski Selçuklu minaresidir. İlhanlılar döneminde yapılan önemli bir medrese yapısı olan Erzurum'daki Yakutiye Medresesi , Olcaytu zamanında Hoca Cemaleddin Yakut adına inşa ettirildi. Dört eyvanlı, kubbe altı revaklı medrese planındadır. "Erzurum Tabyaları," 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Erzurum'u düşmana karşı savunmak için yapılan ve silahlarla güçlendirilen askeri yapılardır. Erzurum'daki Cami ve Medreseler tarihi ve fiziki özellikleri itibarıyla "Tarihi özellikte olanlar ve Cumhuriyet döneminde yapılanlar" olmak üzere iki kategoride değerlendirilmektedir. Erzurum'da bulunan tarihi Camii ve Medreseler: Bu camiler günümüzde de kullanılan tarihi camilerdir. Erzurum için Camiler ve Medreseler şehri de denilebilir. Erzurum'daki tarihi camiler Saltuklular, İlhanlılar ve Osmanlılar döneminde yapılan camilerdir. Erzurum'da şehir dokusu günden güne değişmekte, bayındırlık hizmet ve çalışmalarının yanı sıra hızla yeni iskan alanları da oluşmaktadır. Şehrin deprem hattında kurulu olması şehirdeki yeni yapılaşmada dikkate alınmaktadır. Gerek resmi gerekse özel kurum ve kuruluşların hizmet binalarının da yeniden imar durumunda sağlamlık kriterinin yanı sıra fizikî çağdaş görünümde önem arzetmektedir. 2016-17 sezonunda Aziziye Belediyesi Termal Spor, Hentbol erkekler Türkiye Kupasında 3.oldu. 2017-2018 Sezonu sonunda, BB Erzurumspor süper lige yükseldi. Böylece 3 yılda 3.ligden süper lige çıkma başarısını gösterdi. Hentbol erkeklerde Aziziye Bld. Termal Spor süper ligden 1elige düşmüştür.. Palandöken Belediyesi ise voleybol erkekler 1.liginde yer almıştır. Ayrıca basketbol, voleybol 2. liginde ve BAL’da birer takımı daha bulunmaktadır. Erzurum, Buz hokeyinde İstanbul ile birlikte Türkiye'nin en başarılı ilidir. Süper liglerinde 3 takımı bulunmaktadır. (BB Erzurumspor ve Narmanspor) Ziraat Türkiye Kupası‘na 3.turdan katılan BB Erzurumspor, Altay’ı, 4.turda Tire 1922 Spor'u elemiştir. 5.turda her iki maçta da Trabzonspor A.Ş.'ye yenilerek elendi. Önemli spor tesisleri: Kâzım Karabekir Stadyumu (23.700), Buz Hokeyi Salonu (3.000), Murat Ertürk Güreş Salonu (5.000), Buz Pateni Salonu (2.000), Curling salonu (1.000), Kiremitliktepe Kayakla Atlama kuleleri (7.500), Palandöken(Ejder) ve Konaklı Kayak Merkezleri. Erzurum'da yüksek öğretim alanında : İlk ve orta seviyede eğitim-öğretim: Yaygın eğitim ise Halk Eğitim Merkezi aracılığıyla yürütülmektedir. *Metropol ilçelerin merkeze uzaklıkları, kaymakamlık ile valilik arasındaki uzaklıktır. Erzurum Yerel TV Kanalları Erzurum Yerel Radyo Kanalları Ayrıca Erzurum'da TRT Erzurum Radyosu bulunmaktadır. TRT kurumuna ait olan bölgesel radyo, 90.8 ve 105.1 frekanslarından Erzurum ve İlçelerinde Türkü, Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği yayınları ve yöresel programlar yayınlamaktadır. Erzurum Yerel Gazeteler Erzurum'da bir havaalanı, doğu - batı eksenli demiryolu vardır. Doğu -batı ve kuzey - güney yönünde karayolu ulaşım ağının kesişim noktasıyla ulaşım imkanları gelişmiştir. Isparta Isparta, Isparta ilinin merkez ilçesidir. 2014 yılı nüfus sayımına göre kent merkezinin nüfusu 207.266, merkez ilçeye bağlı belde ve köylerin nüfusu 21.464 olmak üzere Isparta şehri nüfusu 228.730'dur. Şehrin denizden yüksekliği (rakım) 1035 metredir. Şehir, yöreye özgü el dokuması halılarıyla ve gül yetiştiriciliğiyle tanınmaktadır. Isparta, nüfusu artan bir ildir. TÜİK'in yayınladığı 2014 Yılı ADNKS veri tabanına göre 228.730 olan merkez nüfusuyla Isparta; Akdeniz Bölgesi'nin en önemli kentlerinden biridir. Isparta ve çevresindeki yerleşim tarihi Paleolitik döneme kadar uzanmaktadır. Isparta' nın da önemli yerleşim merkezlerinden biri olduğu Pisidia bölgesine M.Ö. 2000’lerde Luvi ve Arzava toplulukları yerleşmiştir. Daha sonra bölgeye M.Ö. 1200'lerden itibaren Frigler, Lidyalılar, Persler ve Makedonyalılar egemen olmuştur. M.Ö. 323’te Büyük İskender’in ölümüyle beraber sırasıyla Seleukos, Bergama Krallığı ve sonrasında Roma hakimiyetine girmiştir. Roma İmparatorluğu döneminde önemli bir gelişme gösteren Isparta önemli bir piskoposluk ve ticaret merkezi oldu. Roma İmparatorluğunun bölünmesiyle Doğu Roma ve sonrasında Bizans topraklarında bulunan bölge 1204 yılında Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına katılmıştır. 1300 yılında Hamitoğulları Beyliği ve 1391 yılından sonra da Osmanlı topraklarına katılmıştır. II. Murad döneminde kesin olarak Osmanlı egemenliğine girmiştir. 16. yüzyılda güneybatı Anadolu’daki önemli pazarlardan biri olmuştur. İlk Yunan muhacirleri Anadolu'ya çıktıkları zaman buranın güzelliğini işitmişler ve Isparta anlamına olarak (İs-Barid) demişler. Bu kelime zamanla (Sparta - Isparta) şeklini almıştır. Yörenin yerleşme tarihi, paleolitik dönemle başlamaktadır. 1944 yılında Şevket Aziz Kansu döneminde yapılan incelemeler sonucunda Bozanönü Ovası'nın ortasında bulunan Kapıini Mağarası, üst paleolitik eserleri vermektedir. Keçiborlu’nun Gümüşgün (Baladız) yakınlarında Prof. Louis’in yaptığı kazılarda, Mezolitik çağına ait “Mikrolit” adı verilen çakmaktaşlarına rastlanmıştır. Tarih öncesi çağın üçüncü dönemi, neolitik devri olmuştur. Bu devre ait Yeniköy (Ş. Karaağaç) Höyüğü'ndeki buluntular bunu doğrulamaktadır. Toprak Tol Höyüğü ve Köşktepe’de rastlanan küp mezarlar ile ele geçen başka buluntular, Isparta’daki yerleşimin Kalkolitik dönemde de var olduğunu göstermektedir. Kalkolitik dönem sonrası Tunç Kültürleri, Pisidia ovasında oldukça yaygın bir biçimde gözlenebilir. Isparta şehir merkezi; Akdeniz Bölgesi'nin kuzeyinde, Antalya Bölümü, Göller Bölgesi'nde yer alır. Doğusunda Eğirdir, kuzeyinde Atabey ve Gönen ilçeleri, batısında Burdur İli bulunmaktadır. Merkez ilçeye en yakın ilçe, 22 kilometre ile Atabey'dir. Merkez ilçe Isparta; ilin dokuz ilçesi ile komşu değildir. Merkez ilçeye en uzak olan ilçe ise 175 kilometre ile Yenişarbademli'dir. Akdeniz iklimi ile karasal iklim arasında bir geçiş iklimine sahiptir. Kışları serin ve yağışlı yazları ise sıcak ve kurak geçmektedir. Çevresindeki göllerin iklim üzerinde önemli etkisi vardır. Yağışların büyük bir bölümü kış ve ilkbahar aylarında düşmektedir. Yıl içinde en çok yağış Aralık ve Ocak aylarında yaşanmaktadır. Aylık yağış miktarları Ağustos ayına kadar düzenli olarak düşmekte ve Temmuz, Ağustos aylarında en kurak dönemine ulaşmaktadır. Eylül'den itibaren yağış miktarı tekrar artmaya başlamaktadır. Bitki örtüsü bozkırdır. Isparta'nın Akdeniz iklimini yaşayamamasının nedenlerinden biri ise Toros Dağları'nın arkasında kalmasıdır. Dünya'nın en kaliteli güllerinin yetiştiği Isparta toprakları, Dünya Gül Yağı Üretimi'nin yaklaşık % 65’lik kısmını karşılayarak sektöründe dünyada birinci sırada yer almaktadır. Türkiye'nin en büyük çimento fabrikalarından biri olan "Göltaş Çimento" şehrin girişinde bulunmaktadır. Şehirde "Süleyman Demirel Organize Sanayi Bölgesi", "Isparta Deri Organize Sanayi Bölgesi", "Yalvaç Organize Sanayi Bölgesi" ve iki adet "Sanayi Sitesi" bulunmaktadır. "Süleyman Demirel Organize Sanayi Bölgesi"; şehir merkezine 26, Isparta Havalimanı'na 4 kilometre uzaklıktadır. Şehirdeki ilk yataklı tedavi kurumu olan "Gureba Hastanesi"; 1900 yılında halkın bağışlarıyla kurulmuş ancak 1914 yılındaki depremle kullanılamaz hale gelmiştir. 1915 yılında yeni hastanenin inşaatına başlanmasına rağmen I. Dünya Savaşı sebebiyle çalışmalar gecikerek 1922 yılında sona ermiştir. 30 yataklı bu hastane; cumhuriyetin ilanından sonra yapılan çalışmalarla 50 yatak sayısına ulaşmış ve "Verem Hastanesi" adını almıştır. Bu bina yıkılmış, günümüze ulaşmamıştır. 1945 yılında üç katlı Devlet Hastanesi'nin inşaatına başlanmış ve 1946 yılında tamamlanarak hizmete açılmıştır. Taş bina olarak adlandırılan bu bina, daha sonra yapılan ilavelerle Süleyman Demirel Üniversitesi'ne bağlı olarak kullanılmıştır. Şehirde Devlet Hastaneleri'nin yanı sıra Süleyman Demirel Üniversitesi'ne bağlı dört hastane bulunmaktadır: Isparta merkez ilçesine karayolu ile çevresindeki Antalya ve Afyon ve Konya illeri üzerinden ulaşılabilir. yolu ile Antalya'dan, ve yollarıyla kuzey yönünden, Isparta-Eğirdir arasındaki yoluyla da Konya yönünden şehir merkezine ulaşılabilir. Isparta Süleyman Demirel Havalimanı havayolu ile ulaşım sağlamaktadır. Türk Hava Yolları İstanbul - Isparta arası karşılıklı haftada 6 sefer düzenlemektedir. Merkez ilçedeki, 44 mahalle ve 3 belde kasabas
ı doğrudan Isparta'ya bağlı yerleşim birimleridir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Elhacıvaz, Hacıvaz (1591'de Hacı Ayvaz) gibi isimlerle anılan mahallenin adı 1935'de Gülcü Mahallesi olmuştur. Ününü, Isparta'nın en eski yerleşim yerlerinden biri olmasından çok, Isparta'da Isparta gülü'nün (Rosa Damacena) ilk yetiştirildiği yer olmasına borçludur. Müftüzade İsmail Efendi'nin 1888'de Bulgaristan'ın Kızanlık veya Kazanlık (Bulgarca: Kazanlık / Казанлък) şehrinden getirdiği gülleri Gülcü Mahallesi'ndeki arazisine dikmesiyle Isparta'da gülcülük başlamıştır. Isparta; hâlâ Türkiye gülyağı üretiminin %80'ini karşılıyor durumda olsa da günümüzde Gülcü Mahallesi'nin gülcülükle bir ilgisi kalmamış durumdadır. Isparta'da Cumhuriyetin kurulduğu 1923'ten 1940'lara kadar biri şehir merkezinde diğeri Yalvaç ilçesinde olmak üzere iki ortaokul eğitim hizmeti sağlamıştır. 1940 yılında Gönen Köy Enstitüsü kurulmuş ve buradan mezun olan öğretmenler şehirdeki eğitim faaliyetlerine katkı sağlamışlardır. 1950 yılında ilk lise açılmış, 1960 yılına kadar lise sayısı dokuza ulaşmıştır. 1969 yılında "Isparta Eğitim Enstitüsü" kurulmuştur. 21 şubat 1976’ tarihinde açılan "Isparta Devlet Mimarlik ve Mühendislik Akademisi" şehirdeki ilk yükseköğretim birimidir. Ayrıca aynı yıl "Meslek yüksekokulu" açılmıştır. 1992 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi kurulmuştur. Üniversite bünyesinde yer alan "Göller Bölgesi Teknokenti" bölge sanayisine destek olmaktadır. Şebnem Ferah Şebnem Ferah (d. 12 Nisan 1972, Yalova), Türk rock müzik sanatçısı. 12 Nisan 1972 tarihinde, Üsküp'ten Yalova'ya göç eden bir ailenin üç kızından en küçüğü olarak Yalova'da dünyaya geldi. Şebnem Ferah'ın müziğe olan ilgisi 5-6 yaşlarında başlamış ve müzikle tanışmasında ailesinin çok büyük rolü olmuştur. Ferah'ın ailesinde hemen hemen herkes müzikle iç içe ve evin her köşesinde enstrüman olduğu için müzik konusunda bilgili ve hazır olarak piyasaya atıldı. İlkokulda mandolin ve solfej dersleri almaya başladı, okul orkestrasında da solistlik yaptı. Liseyi Bursa Özel Namık Sözeri Lisesi'nde yatılı bir öğrenci olarak okudu ve bu dönemler Şebnem Ferah'ın kendisini tanımasına, tek başına ayakta kalmasına yardımcı oldu. Şebnem Ferah'ın müzik hayatı daha sonra okul orkestraları ve küçük topluluklarla devam etmiştir. Lise yıllarında "Pegasus" adlı grubuyla beraber çalışan ama kafasında bir kız grubu hayali olan Ferah, 80'lerin ortasında Bursa'da açılan bir stüdyo sayesinde Sedat Yıldırım Sarıca ile tanışmış ve bu hayalini 1988 yılında kurduğu "Volvox" grubuyla gerçekleştirmiştir. Müzik ile daha yoğun ilgilenebilmek için ODTÜ Ekonomi Bölümü'nü 2. sınıftan terk etmiş ve daha sonra İstanbul'a gelince İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne kaydolmuştur. Dr. Skull'un emeklilik konserinde Özlem Tekin ile birlikte ön grup olarak çıkmışlardır. 1994 yılında Volvox grubunun dağılması sonucu Şebnem Ferah bireysel çalışmalarına başlamıştır. Onno Tunç ve Sezen Aksu'nun karşılaşmasıyla müzik yaşamında yeni bir sayfa açılmıştır. 3 oktavlık bir ses aralığına sahiptir. 15 Kasım 1996 tarihinde "Kadın" adlı ilk solo albümünü Sezen Aksu ve Onno Tunç'un da destekleriyle Raks Müzik'ten çıkarmıştır. Bu albümünde İskender Paydaş, Tarkan Gözübüyük ve Demir Demirkan'la çalışmıştır. İlk klibini "Vazgeçtim Dünyadan" adlı parçasına çekmiştir. Gerek kaset ve CD satışları gerekse video klibiyle uzun süre listelerde bir numara olarak boy göstermiş ve daha sonra "Yağmurlar", "Bu Aşk Fazla Sana" ve "Fırtına" adlı şarkılarına klip çekmiştir. İlk solo konserini ise 4 Nisan 1997'de İzmir Ege Üniversitesi'nde yaklaşık 6000 kişiden oluşan büyük bir kalabalığa vermiştir. İzmir'deki konserin ardından Türkiye'nin çeşitli yerlerinde konserlerine devam etmiş ve bu konserlerin yanı sıra düzenli bar programları da yapmıştır. 1998 yılında ablası Aycan Ferah'ı kaybetti. Üzüntülü bir dönemin ardından, 2.5 yıllık bir aradan sonra 30 Haziran 1999'da "Artık Kısa Cümleler Kuruyorum" adlı ikinci albümünü çıkardı ve 10 Temmuz 1999 Perşembe günü ikinci albümünün ilk klibi "Bugün" müzik kanallarında boy göstermeye başladı. İlk albümünde olduğu gibi ikinci albümünde de İskender Paydaş ve Pentagram ekibiyle çalışan şarkıcı, albümün ikinci video klibini "Artık Kısa Cümleler Kuruyorum" şarkısı için yaptı, klibin yönetmenliğini Hakan Yonat yaptı. İkinci albümün ardından yine araya uzun bir stüdyo dönemi girer. 1999 yılında meydana gelen 17 Ağustos depreminde babası Ali Ferah'ı yitirdi. Acılarını hafifletmek ve yeni şarkılar üretmek için müziğe daha da sıkı sarılır. 18 Ekim 2001 tarihinde "Perdeler" adlı üçüncü albümü yayınlandı ve yine büyük beğeni topladı. Bu seferki albümde Şebnem , İskender Paydaş ve Pentagram üyeleriyle değil de sahnede birlikte çaldığı müzisyenlerle çalışmıştır. Bu albümden ilk video, albümle aynı adı taşıyan "Perdeler" şarkısına çekilir. Bu klipten kısa bir süre sonra "Sigara" şarkısına da klip çekilir. Ayrıca şarkıcı bu albümdeki "Perdeler" şarkısına Finlandiya'da Apocalyptica ile çalışarak yeni bir yorum da getirdi. 24 Nisan 2003'te "Kelimeler Yetse" adlı albümünü dinleyicilerine sundu. 28 Nisan 2003'te bu albümünün ilk videosu "Ben Şarkımı Söylerken" müzik kanallarında yayınlanmaya başladı. Bu albümden çekilen diğer video klipler ise sırasıyla "Mayın Tarlası" ve "Gözlerimin Etrafındaki Çizgiler" oldu. Türkiye'nin birçok şehrinde konserler verdi. 21 Haziran 2005'te Tarkan Gözübüyük prodüktörlüğünde 5. albümü "Can Kırıkları"nı yayınlayan Şebnem Ferah, ilk klibini de albümle aynı ismi taşıyan şarkısı "Can Kırıkları"na çekti. Önceki albümlerine oranla sert soundu ile dikkat çeken albümünün, 29 Temmuz 2005 günü Parkorman’da gerçekleşen gala konseriyle yeniden dinleyicileri ile buluşur. "Çakıl Taşları"na ikinci video çekildi. Yaklaşık 1 sene sonra "Hoşçakal" şarkısının video klibi Gürcan Keltek yönetmenliğinde Dijital Sanatlar ekibi tarafından çekilir, ancak gösterime girmez ve Ferah'ın yapımcı şirketi Pasaj Müzik tarafından videoya yayın yasağı getirilir. Aradan geçen uzun bir zaman sonra ise video internete düşmüştür. (Klipte ilginç olan bir nokta ise videonun, yönetmen Gürcan Keltek'in bu videodan daha sonra yayınlanan ve yönetmenliği kendisine ait olan Ferhat Göçer'in "Cennet" isimli video klibiyle birçok açıdan benzeşmesidir.) Sanatçı, PowerTürk 2007 Müzik Ödüllerinde "En İyi Konser" ödülünü almıştır. 10 Mart 2007 tarihinde Bostancı Gösteri Merkezi'nde Orhan Şallıel yönetimindeki "Istanbul Symphonic Project" orkestrası eşliğinde vermiş olduğu konserinin DVD'si ve iki CD'den oluşan performans albümü 7 Eylül 2007 tarihinde satışa sunulmuştur. Bu DVD ile Türkiye'nin en çok satan Konser DVD'si unvanını almıştır. PowerTürk 2008 Müzik Ödüllerinde ise "En İyi Kadın Sanatçı" ve yine "En İyi Konser" ödüllerine sahip olmuştur. En popüler pop müzik sanatçılarını geçerek, rock müzik adına Türkiye'de yeni bir dönemin başladığını göstermiştir. 6 Temmuz 2008'de Masstival 2008 kapsamındaki konseriyle konserlerine ara vererek yeni albüm çalışmalarına başlamıştır. Ayrıca kendisine TRT tarafından Eurovision 2009 ve 2010 için teklif gönderilse de Şebnem Ferah bu iki teklifi de kabul etmez. 16 Aralık 2009 tarihinde "Benim Adım Orman" albümü müzik marketlerindeki yerini aldı. Albüm satışa çıktığı ilk hafta listelere 1 numaradan giriş yaptı. İlk video klip "Yalnız" adlı şarkısına çekildi. 2. video klip "Eski" isimli şarkısına çekildi. Albüm ve sanatçı beklenen soundundan yumuşak, derin, alabildiğine karamsar temalarla dolu olduğu eleştirileri almıştır. Sanatçının annesi, İfadet Ferah 2 Temmuz 2011'de Yalova'da vefat etti. Bir röportajında şöyle der: Raks Müzik'in kapatılması nedeni ile bir süredir piyasada bulunmayan Kadın, Artık Kısa Cümleler Kuruyorum, Perdeler ve Kelimeler Yetse adlı albümleri 14 Şubat 2013'te Pasaj Müzik etiketi ile yeniden basılmış'tır. 9 Mayıs 2013 tarihinde piyasaya çıkan yedinci stüdyo albümü Od, çıktığı ilk hafta en çok satanlar listesine bir numara olarak girmiş ve uzun süre listelerde kalmıştır. Albümün adı olan Od, öz Türkçede kelime anlamıyla ateştir. Albümün çıkış parçası "Birileri Var" adlı şarkıdır. Albümde dokuz şarkının söz ve müziği Şebnem Ferah'a aitken, "Çok Yorgunum" adlı şarkının sözleri Nazım Hikmet'e, müziği ise Cem Karaca'ya aittir. Albümlerinin dışında da Şebnem Ferah'ı pek çok farklı çalışmada görmek mümkündür. Kimi şarkıcılara geri vokalleriyle, kimileriyle düet yaparak onlara eşlik etmiştir. Bunun yanı sıra birçok sanatçıyla beraber yardım konserleri vererek pek çok faaliyette bulunmuştur. Bülent Ortaçgil'e saygı albümünde bir Bülent Ortaçgil klasiği olan "Değirmenler" şarkısını da yorumlamıştır. "Müzeyyen Senar ile Bir Ömre Bedel" adlı albümde Müzeyyen Senar'a "Sarı Kurdelem Sarı" adlı Türk musikisi şarkısında eşlik ederek Türk Sanat Müziği söyleyebildiğini de kanıtlamıştır. Umay Umay'a "Hareket Vakti"nde (geri vokal olarak), Kargo'ya "Kalamış Parkı"nda, Teoman'a "İki Yabancı" ve "En Güzel Hikayem"de, Sezen Aksu'ya "Ne Haber Aşktan?"da eşlik etmiştir. Daha önce Sezen Aksu'nun seslendirmiş olduğu Ünzile'yi Onno Tunç'a saygı albümünde kendi yorumuyla tekrar müzikseverlere sunmuştur. Güldünya Şarkıları isimli toplama albümde yine bir Sezen Aksu parçası olan Masum Değiliz'i yorumlamıştır. 1997' de Haluk Levent ile "Anlasana" şarkısında düet yapmıştır. 2010 yılında; Karapaks'a "İki Yol" adlı şarkıda ve Gökcan Sanlıman'a "I Want To Break Free" adlı şarkıda eşlik etmiştir.Nilüfer'in 12 Düet adlı albümünde Erkekler Ağlamaz parçasını seslendirmiştir. Ayrıca bu albümün konserinde bu şarkıyla beraber kendi şarkılarını da seslendirmiştir.Ayrıca sanatçının adına çıkarılan, 2007 yılında amatör bir dergi olarak yayın hayatına başlayıp şu an . senesine erişmiş Şebokolik adlı dergi bulunmaktadır. "Little Mermaid" (Küçük Denizkızı) adlı çizgi filmde seslendirme yapmış ve ses izi(soundtrack)nde bulunan "O Dünyada" isimli şarkıyı seslendirmiştir. Toprak Sergen ve Aydan Şener'in oynadığı bir filmde ise, söz ve müziği Demir Demirkan'a ait olan " Ay Işığında Saklıd
ır" adlı şarkıyı seslendirmiştir. Ayrıca bir ara Akbank'ın reklam müziğini de seslendirmiştir. Çeşitli TV programlarına çıkmıştır. Bir zamanlar Pepsi'nin de reklam müziği olan "Daha Fazlasını İste" şarkısını da Kenan Doğulu ile birlikte seslendirmiştir. Teoman'ın yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı "Balans ve Manevra" filmi için yine Teoman'a ait olan "Gönülçelen" şarkısını seslendirmiştir. 2008 yılında da Finans Emeklilik için bir reklam filmi çeken Şebnem Ferah, bazı anlaşmazlıklar nedeniyle bu çalışmanın yayınlanmasına izin vermedi. Sonradan anneli-kızlı iki kişi ile yeniden çekildi ve yayınlandı. Kızın Şebnem Ferah'a olan benzerliği şaşırttı. Ayrıca seslendirmiş olduğu "Ünzile" şarkısı Kasım 2009'dan itibaren ÇYDD'nin reklamında kullanılmıştır. 2011 Yılında vodafone gençliğini yaşa/freezone kapsamında "Özgürce Yaşa" adlı bir tekli bestelemiş ve bunu yayınlamıştır. Şarkı gençliğin değeri üzerine yazılmıştır. 1997 yılında uyuşturucuyla mücadele kapsamında başlatılan, Devlet bakanı Işılay Saygın ve Başbakanlık Aile Araştırma Kurumuyla birlikte, Raks Eğitim Kültür ve Sanat Vakfı, Raksnet ve Genç tv'nin destek verdiği kampanya için hazırlanan şarkıda (sözler Hakkı Yalçın'a ve beste Özkan Turgay'a ait "İnsanca Yaşamak"), Gülşen, Harun Kolçak, Pınar Aylin, Emrah, Ebru Gündeş, Yılmaz Morgül, Emel Sayın, Levent Yüksel gibi 23 sanatçı, dört pop müzik grubu, Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe, İstanbulspor ve Zeytinburnuspor'dan futbolcuların yer aldığı vokal grubu ve 12 kişilik Yücel Elmas Çocuk Korosu ile birlikte seslendirdi. Klibini İzzet Öz'ün hazırladığı şarkı, cd olarak da yayınlandı. Cd içerisindeki şarkının yeni halindeyse, Şebnem Ferah, Serdar Ortaçla beraber şarkıyı yorumladı. Hürriyet'in düzenlediği 'Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı' için 8 Mart 2009'da TİM'deki Enbe Orkestrası'nın eşliğinde verilen konserde Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Aylin Aslım, Funda Arar, Aynur, Rojin ve Şevval Sam ile birlikte yer almıştır. Şarkıcının imza ve şarkı sözlerini içeren tişörtler Mor Çatı yararına satışa çıktı. 30 Ekim 2011'de Van depremi ertesi Maçka Küçükçiftlik park'ta yapılan Van İçin Rock yardım konserinde Hayko Cepkin, Aslı, Pamela, Duman, Gripin, Malt, Melis Danişmend, Moğollar, Redd , Haluk Levent ve Model Grubu gibi 40 rock grubu, müzisyeni ile beraber yer almıştır. İrlanda İrlanda (İrlandaca: Éire, İngilizce: Ireland) ya da resmî adıyla İrlanda Cumhuriyeti (İrlandaca: Poblacht na hÉireann, İngilizce: Republic of Ireland), kuzeybatı Avrupa'da bulunan ülke. Büyük Britanya Adası'nın batısındaki İrlanda Adası'nın yaklaşık altıda beşini kaplamaktadır. Kuzey doğusunda, Birleşik Krallık'a bağlı olan Kuzey İrlanda ile komşu olan İrlanda'nın batısı Atlas Okyanusu, doğusu İrlanda Denizi, güneydoğusu St George Kanalı, güneyi ise Kelt Denizi ile çevrilidir. Ülke, parlamenter demokrasi ve anayasal cumhuriyet ile yönetilmektedir. 6 Aralık 1921'de İngiliz-İrlanda Antlaşması gereğince, Serbest İrlanda Devleti adıyla İngiliz Milletler Topluluğu'na bağlı bir dominyon olarak kuruldu. Antlaşmanın yürürlük tarihinden 1 yıl sonra (6 Aralık 1922) tam bağımsızlığa kavuşmuştur. Ülke, 1 Ocak 1973'ten beri Avrupa Birliği üyesidir. 1916 Nisan'ındaki Paskalya Başkaldırısı'nın ardından gelen baskı döneminde, İrlandalı gönüllüler IRA ("Irish Republician Army", İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) çatısı altında örgütlenerek Britanyalılar'a karşı bir gerilla savaşına giriştiler. İngiliz başbakanı David Lloyd George biri Kuzey İrlanda, diğeri Güney İrlanda için olmak üzere iki parlamento kurarak kontrolü elinde tutmaya çalıştı. Gerçekten, protestan Kuzey İrlanda'da (Ulster) parlamento toplandı. Ancak katolik Güney İrlanda, İngilizlere ödün vermeyi reddetti. Bunun üzerine İngiliz başbakanı Lloyd George İrlandalı yurtseverler ile görüşme masasında barış yaptı. Antlaşma sonucunda Güney İrlanda uygulamada Serbest İrlanda Devleti adıyla bağımsızlığını kazandı (6 Aralık 1921 tarihli, İngiliz-İrlanda Antlaşması). Kuzey İrlanda ise Birleşik Krallık'a bağlı kaldı. Antlaşma sırasında statüsü, İngiliz Milletler Topluluğu'na bağlı bir dominyon olarak geçen İrlanda antlaşmanın yürürlük tarihinden 1 yıl sonra (6 Aralık 1922) tam bağımsızlığa kavuşmuş ve yüzyıllar süren işgalden sonra İngiliz güçleri İrlanda'nın büyük bir kısmından çekilmiştir. Fakat IRA'nın aşırı kanadı, Eamon de Valera'nın öncülüğünde, İrlanda'nın bir bölümünü bağımsız, bir bölümünü de yeniden İngiltere'ye bağlı kılan anlaşmayı kabul etmedi. Bunu, bu anlaşmayı destekleyenlerin ve anlaşmaya karşı olanların savaştıkları bir iç savaş izledi. Sonunda IRA, İrlanda'nın bölünmesine razı oldu. 1925'te gerçekleşen Bağımsız İrlanda ile Kuzey İrlanda arasındaki sınır belirleme görüşmelerinden sonuç çıkmadı. De Valera'nın Fianna Fáil partisi, 1927'de başbakan William Cosgrave'in hükümetine katıldı. 1932'de De Valera başbakan oldu ve Birleşik Krallık karşıtı birtakım ekonomik önlemler aldı. II. Dünya Savaşı'nda İrlanda tarafsız kaldı. 1948'de De Valera seçimleri kaybetti ve 1949'da İrlanda Cumhuriyeti ilan edildi. 1951'de De Valera yeniden başbakan, 1959'da ise cumhurbaşkanı oldu. 1972'de bir referandum ile Roma Katolik Kilisesi'nin devlet üzerindeki etkisi ortadan kaldırıldı. 1973'te protestan Erskine Childers cumhurbaşkanı oldu. Onu Cearbhall Ó Dálaigh (1974-1976), Patrick Hillary (1976-1990), Mary Robinson (1990-1997) izledi. İrlanda Cumhuriyeti, egemen, bağımsız ve demokratik bir devlettir. Parlamento, başkan ve iki meclisten meydana gelir. Bunlar Temsilciler Meclisi ve Senatodur. Cumhurbaşkanı 7 yıl süreyle 18 yaşından büyük seçmenler tarafından seçilir. Senato 60 üyeli olup, 11 üyesi başbakan tarafından tayin edilir. Meclis ise 166 üyelidir. Mahallî idâre için ülke 27 bölge konseyine ve 4 ilçe konseyine ayrılmıştır. İrlanda'nın orta bölümü, doğuda Dublin’den batıda Galway’e kadar uzanan bir düzlüktür. Bu düzlük otlaklardan ve ormanlardan meydana gelir ve Büyük Allen bataklığı da bu ovadadır. Ovanın çevresinde 900 m’yi geçmeyen dağlar vardır. Başlıca sıradağlar arasında Wicklow Dağları yer alır. 926 m yüksekliğindeki Lugnaquilla bu dağların en yüksek yeridir. Güneybatıda Kerry Dağlarında Macgillycudys Reeks Dağı(1040 ) Carrantuohill de zirveyi meydana getirir. Burası İrlanda'nın en yüksek dağıdır. Connemare Dağları, Mayo Dağları ve kuzeybatıdaki Donegal Dağları başlıca sıradağlarıdır. Bataklıklar ülkenin 1/6’ini kaplar. Bunlar genellikle Shannon Irmağının batısında yer alır. Britanya Adalarının en uzun ırmağı olan Shannon 385 km uzunluğundadır. Ülkenin diğer önemli ırmağı Liffey’dir. Önemli gölleri arasında yine İngiliz adalarının en büyük gölü olan Logh Neagh bulunur. Ayrıca göller bölgesinde Ree, Derg ve Killarney de önemli göller arasındadır. İrlanda ılıman bir deniz iklimine sahiptir. Temmuz ayında elde edilen sıcaklıklar güneyde 16° ile kuzeyde 14° arasında değişir. Kışlar nispeten sıcak geçer ve sıcaklık Ocak ayında 4° ile 7° arasında değişir. Ülkeye hakim olan Atlas Okyanusu'ndan gelen nemli rüzgarlar ülkenin yıl boyunca yağış almasına neden olur. Ülkenin yaklaşık yüzde sekseni yılda ortalama 762 ile 1270 mm arasında yağış alır. Yağışlar nedeniyle ülke oldukça ıslaktır. Çoğu günler sis tabakasıyla kaplıdır. Bitki örtüsü ve hayvanlar: İrlanda topraklarının yaklaşık üçte ikisi çayır ve meralardan meydana gelmektedir. Orman yok denecek kadar azdır. En çok rastlanan ağaçlar meşe, dişbudak ve akağaçtır. İrlanda tamamıyla bir kır ülkesidir. İrlanda ekonomisi tarıma ve endüstriye aynı derecede bağlıdır. Refah seviyesi yüksek olup, dünya devletleri arasında ilk on arasındadır. Ayrıca ülke düşük vergi oranları nedeniyle Google, Facebook, Apple ve Twitter gibi teknoloji şirketleri tarafından Avrupa üssü olarak kullanılmaktadır. Ovalardaki toprakları genellikle verimlidir. Tarımda yulaf ve patates yetiştiriciliği başta gelmektedir. Çalışan nüfusun üçte biri tarımla uğraşmaktadır. Diğer yetiştirdiği ürünler buğday, arpa ve şeker pancarıdır.. Topraklarının yaklaşık üçte ikisi çayırlık ve meralardan meydana geldiği için hayvancılık çok gelişmiştir. Yılın on ayında hayvanlar otlaklarda otlayabilir. Sığır yetiştiriciliği hayvancılıkta başta gelir. Dağlık bölgelerde ve cılız otlaklarda koyun yetiştiriciliği yapılır. Koşum hayvanı olarak at beslenir. Dört tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen İrlanda’da balıkçılık çok gelişmemiştir. 1977’de Balıkçılık Bakanlığının kurulmasıyla bir sanâyi hâlini almıştır. Ülkede çalışanların yaklaşık üçte biri imalat, madencilik ve inşaat sektörlerinde istihdam olmaktadır. Ağır sanayi ise gelişmemiştir. İmalat sanayinin büyük bölümü ise Dublin’de toplanmıştır. Başlıca endüstri, gıda, yapı malzemeleri, dokuma, giyim, kimya, metalurji, elektrik malzemeleri ve tütün sektörleridir. İrlanda, sanayideki kömür ve petrolden doğan enerji açığını hidrolik santrallerle kapatmaya çalışmaktadır. Yabancı sermâye sanâyinin gelişmesini de teşvik etmektedir. Halihazırda petrol ve yer altı gazı çıkarılmamak ile birlikte bu yöndeki araştırmalar devam etmektedir. Besin ürünleri ihrâcâtın yarısından fazlasını meydana getirir. Sığır eti ihrâcât toplamının dörtte birini teşkil eder. Canlı hayvan satışı da ihrâcatta önemli yer tutar. Diğer ihraç ürünleri kimyâsal maddeler, makineler, süt ürünleri, yumurta ve dokuma malzemeleridir. İhrâcatın onda dokuzunu İngiltere ile yapmaktadır. İrlanda dışarıdan ağır makine, nakliyat malzemeleri, petrol ve petrol ürünleri, tahıl ve hammaddeler satın alır. İthâlatın yarısını İngiltere’den sağlar. İrlanda 1973 yılında AET’ye katılmıştır. İrlanda'nın maden kaynakları sınırlıdır. Adanın muhtelif yerlerine dağılmış durumda küçük bakır, gümüş, kurşun, çinko, altın ve demir yatakları vardır. Az miktarda taş kömürü bulunur. Adanın geleneksel yakıtı peat denilen yarı karbonlaşmış nebati toprak örtüsüdür. İrlanda’nın toplam kara yolu uzunluğu 9722 km’dir. Demir yollarının uzunluğu ise 1988 km’dir. Hava ulaşımı, İrlanda Hava Yolları ile sağlanır. Ada olduğu için birçok limanı vardır. İrlanda’nın 100 gross tonluk 80 büyük gemisi bulunmaktadır. İrland
a’nın nüfûsu 4.757.976'dır. Kilometre kareye 53 kişi düşer. Nüfus yoğunluğu doğu ve kuzeyde yüksek, batıda ise düşüktür. Nüfus artışı % 0.5’tir. Nüfus azlığına göçler sebep olmaktadır. Göçlere özellikle kadınlar katılmaktadır. İrlanda Gaelcesi ve İngilizce olmak üzere iki resmî dili vardır.İngilizceyi konuşanlar daha çoktur. İrlanda dili bütün okullarda mecbûrîdir. İngilizce Seviyeleri de İrlanda Diline Nazaran Oldukça İyidir. İrlanda dilinin resmi adı Gaelik'dir. Nüfusun % 95’i Katolik, % 5’i Protestandır. 6-14 yaş arasında öğrenim mecburî olup, ücretsizdir. Ülkede 3415 ilkokul vardır. Orta öğretim kurumları özel olup, çoğunlukla dinsel kurumlar tarafından yönetilir. Devlet tarafından yardım görür. Yüksek öğrenim 1908 yılında kurulan Millî İrlanda Üniversitesi ile Dublin Üniversitesi tarafından sağlanır. Cumhuriyet (gazete) Cumhuriyet, 7 Mayıs 1924 tarihinden beri Türkiye'de yayımlanan günlük gazete. 2-8 Mayıs 2016 tarihleri arasındaki 51.695 adet tirajı ile 18. sırada yer almaktadır. "Cumhuriyet" gazetesinin isim babası Atatürk'tür. O sıralarda Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen ilk gazete olan "Yeni Gün"'ü yayımlamaya devam eden Yunus Nadi (Abalıoğlu), 7 Mayıs 1924 tarihinde Cumhuriyet'i iki ortağı Nebizâde Hamdi ve Zekeriya Sertel ile birlikte -günümüzde Pembe Konak adıyla anılan- eski İttihat ve Terakki Fırkası Genel Merkez binasında kurdu ve gazeteyi yönetmesi için Zekeriya Sertel'i görevlendirdi. Hüseyin Cahit (Yalçın)'in "Tanin"’i, Velid Ebüzziya'nın "Tasvir-i Efkâr"’ı ve Ahmet Emin (Yalman)'ın "Vatan"’ına karşı yayına başlayan gazete, o dönem için 1 milyona yakın nüfuslu şehirde 7 bin adet satıyordu. Gazetenin adının altında "Türkçe yevmi gazete, idare yeri İstanbul, Cağaloğlu" yazıyordu. İlk sayıda Yunus Nadi'nin sunuşu ve Mustafa Kemal ile yaptığı röportaj vardı. Baskı, elle dizilip rotatiflenirdi. İlk defa 1930'da linotip baskıyla beraber resimlerle yayımlandı. Gazetenin başlığının yazı tipi günümüze değin çok az değişti; sadece "u" harfiyle "t" harfinde küçük değişiklikler yapıldı. Reklamlara Latin alfabesine geçişle 1928'de çağdaşlaşma hâkim oldu. 1930'da küçük ilan yayımlarına başladı. Aynı yıl ilk renkli ilanı aldı ve ilk renkli fotoğrafı yayımladı. Fotoğrafçılar Namık Görgüç, Selahattin Giz idi. Dağıtımı 1934'e kadar Artin Efendi yaptı. Ayrıca posta yoluyla abone sistemi vardı. O yıllarda basın İstanbul'da toplanmıştı. Dağıtım ulusal çapta olmadığından bir günün gazetesi Eskişehir'den sonra ertesi gün elde olurdu. Ankara'dan sonra ise bir haftalık gazete okunurdu. Yunus Nadi 1924'ten 1945'e kadar başyazardı; bazen Zekeriya Sertel, Yakup Kadri, Abidin Daver, M. Nermi, Şükrü Kaya da başyazı yazdı. Yunus Nadi'den sonra 1991'e kadar gazetenin başyazarı oğlu Nadir Nadi Abalıoğlu oldu, diğer oğlu Doğan Nadi Abalıoğlu ise fıkra yazıyordu. İlk sayılarda yazarlar; Ziya Gökalp, Aka Gündüz, Hasan Bedreddin, Reşat Ekrem Koçu, Ahmet Rasim, Peyami Safa, Ahmet Refik, İsmail Habip, Abidin Daver, Cenap Şahabettin, Vedat Nedim, Halit Ziya, Cevat Fehmi Başkut, Mümtaz Faik, Fuad Köprülü, Halit Fahri idi. 1928'den sonra ilk sayfada Ramiz karikatürü yer aldı. İkinci sayfa bilim adamlarının yazılarına ayrılmıştı ve bu gelenek sürdü. 8 sayfalık gazete, İkinci Dünya Savaşı'ndan kaynaklanan kâğıt kıtlığı nedeniyle 4 sayfaya indi. 10 yıl sonra tirajı 25 bine, 1939'da 62 bine çıktı. İlk kapatılma 29 Ekim 1934'te 10 gün süreyledir. 1940'da hükümetin yayın politikasına aykırılıktan 90 gün kapalı kaldı. Özel sayfaları içinde çocuk, kadın, moda, sinema, iktisadiyat, tayyarecilik, askeri bahisler, tarih, spor, ilmî musahabe, mizah, röportaj sayfaları vardı. 1933'te 10. Yıl, 1938'de 15. Yıl ekleri verdi. 1936'da Mimar Sinan, Çanakkale özel sayıları. Haftanın filmleri sayfası 1930'da başladı. Latin harfli gazeteye geçişte promosyon da başladı, ucuzluk kuponları verildi. Güzellik ve müzik yarışmaları düzenledi. 1932'de Keriman Halis'in dünya güzeli seçilmesiyle satış arttı. En etkin kampanya Menemen'de şehit edilen Kubilay içindi. (23 Aralık 1930). 1925'te gazetenin Fransızca baskısı "Le Republique" adıyla çıktı ve 1952'ye dek yayımlandı. "Cumhuriyet" yayına başlarken kapatılan "Yeni Gün" 1931'de tekrar çıkarıldı. 1935'te gazete yanında kitap da yayımlandı. Kuruluşundan II. Dünya Savaşı'na kadar CHP'yi destekledi, Yunus Nadi 1939 seçimleriyle meclise girdi ve 6 dönem İzmir, Menteşe, Muğla milletvekillikleri yaptı. II. Dünya Savaşı'ndaki tutum sebebiyle Yunus Nadi ve gazete CHP'den DP'yi desteklemeye yönelince, Abidin Daver ile Yunus Nadi 1943 seçimlerinde aday gösterilmediler. 28 Haziran 1945'te Yunus Nadi vefat etti. Mirası Cumhuriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.'ye geçti. Çok partili döneme geçişte Demokrat Parti'yi destekledi; başyazarı Nadir Nadi de 1950'de DP listesinden bağımsız milletvekili seçildi. Ancak 1954'ten sonra DP iktidarına karşı sert bir muhalefet yürüttü. 27 Mayıs 1960'tan 12 Mart 1971 dönemine değin genelde asker-sivil aydın kesimin ilerici görüşlerini dile getiren etkili bir yayın organıydı. 12 Mart döneminde bir ara yönetimin el değiştirmesi sonucu tutucu bir gazete görünümü aldı. 1973'te yeniden eski çizgisine döndü. 20 Ağustos 1991'de Nadir Nadi'nin ölmesinden sonra bir yandan ortaya ekonomik sıkıntılar çıktı, bir yandan da yayın kurulu içinde anlaşmazlık baş gösterdi. Yayın yönetmeni Hasan Cemal'in politikasını beğenmeyen ve sermaye çevrelerine yaklaşıldığını ileri süren İlhan Selçuk ve Uğur Mumcu gibi yayın kurulu üyesi köşe yazarlarıyla onları destekleyen Cüneyt Arcayürek, Ali Sirmen, Ergun Balcı, Oktay Akbal, Melih Cevdet Anday'ın da aralarında bulunduğu 80 kişi 5 Kasım 1991'de gazeteden ayrıldı. Olayı protesto eden bir bölüm okurun gazete almayı bırakması üzerine günlük satış ortalaması 120 binlerden Aralık 1991'de 50 binlere kadar düştü. Bu durum üzerine Hasan Cemal ile yazı işleri müdürü Okay Gönensin Cumhuriyet'ten ayrıldı. Bir süre sonra ayrılanların bir bölümü geri döndü. 8 Nisan 1992'de yeni bir yayın kurulu oluşturuldu ve İlhan Selçuk vefatına kadar sürdüreceği başyazarlık görevine başladı. Selçuk, 21 Mart 2008 tarihinde saat sabah 04.30 sıralarında Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alındı ve iki gün sorgulandıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. 1 Temmuz 2008 sabahı, iddia edilen Ergenekon örgütü soruşturması kapsamında İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz'ün talimatıyla Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün Terörle Mücadele Şubesi tarafından gazetenin yeni açılmış Ankara bürosu aranmış ve Ankara temsilcisi Mustafa Balbay da evinden gözaltına alınmıştır. Gazetenin Ankara bürosundaki arama sona ermiş; emniyet güçleri 2 dizüstü bilgisayar, 1 bilgisayar kasası ve Mustafa Balbay'a ait bazı belgelere, savcılığa teslim etmek üzere tutanak tutarak el koymuşlardır. Gazetenin bir diğer köşe yazarı Erol Manisalı, 13 Nisan 2009 Pazartesi itibarıyla, yine Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındı. Daha sonra mahkemeye sevk edilen Erol Manisalı, üç ay tutuklu kaldı ve sağlık sorunları nedeniyle tahliyesine karar verildi. Okuyucuları tarafından CUMOK (Cumhuriyet Okurları) adında, bir sivil toplum hareketi kurulmuştur. 8 Mart 2015 tarihinde, gazetenin yeni genel yayın yönetmeni Can Dündar'ın girişimiyle sayfa düzeni ve tasarımında değişim yapıldı. "Cumhuriyet" gazetesinin bağlı bulunduğu Vakıf, 2 Nisan 2013’de yaptığı seçimle yönetimini değiştirmişti. Gazetede uzun yıllar yöneticilik ve yazarlık yapmış olan, aynı zamanda CHP eski milletvekili Alev Coşkun ve mevcut İzmir milletvekili Mustafa Balbay, bu seçimlere itiraz etti ve usûlsüzlük olduğu iddiasıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne şikâyette bulundular. Müfettişler, 15 Mayıs 2015 tarihinde yaptıkları denetleme sonucunda seçimlerin usûle uygun olduğuna karar verdi. Ancak Balbay ve Coşkun müfettişlerin kararıyla yetinmeyerek vakfa dava açtı. Bunun üzerine Vakıflar Genel Müdürlüğü, mahkemeye gönderdiği yazı ile davanın gazete lehine reddine karar verilmesini talep etti. 29 Eylül 2016'da A Haber'e açıklamalar yapan Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, eski kararın aksine Balbay ve Coşkun'un itirazlarını haklı bulduklarını ve Cumhuriyet Vakfındaki seçimlerin yenilenmesi gerektiğini söyledi. Bu gelişmenin ardından Mustafa Balbay, kişisel Twitter hesabından “"Cumhuriyet'te FETÖ'cülükten Kürtçülüğe kadar her şey serbest, CHP milletvekili olarak yazı yazmak yasak"” yazdı. 31 Ekim 2016 sabahı İstanbul Başsavcılığı, usûlsüzlük iddiasının yanı sıra “"FETÖ ve PKK terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek"” iddiasıyla "Cumhuriyet" gazetesine operasyon başlattı; gazetenin bağlı olduğu vakfın yöneticilerinin evleri arandı, Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu başta olmak üzere çoğu yazar, muhabir ve editörler gözaltına alındı. Soruşturmada, vakıf seçimlerindeki üsûlsüzlük ve Mustafa Balbay'ın tweet'i delil olarak gösterildi. Ayrıca "Sözcü" gazetesinden Oray Eğin'in, "Cumhuriyet" gazetesinin Fethullah Gülen Cemaati'nin talimatıyla habercilik yaptığını iddia ettiği köşe yazısı da soruşturmaya delil olarak konuldu. Oğuz Güven de aynı kapsamda 2017 Mayıs ayında gazetenin twitter hesabından atılan bir twet gerekçe gösterilerek tutuklandı. 1978 yılından bu yana, Cumhuriyet yazarlarına yönelen suikast saldırıları sonucu 7 yazar öldürüldü, 1 yazar da felç oldu. İstanbul Üniversitesi Anayasa Kürsüsü Doçenti ve yazar Server Tanilli, 7 Nisan 1978 günü evine giderken uğradığı silahlı saldırı sonucu felç oldu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Enstitüsü Başkanı ve yazar Prof. Cavit Orhan Tütengil, 7 Aralık 1979 tarihinde Levent'te bulunan bir İETT durağında, silahlı dört kişi tarafından öldürüldü. Tütengil'in cenazesinde çıkan olaylarda yaralanan TRT yapımcısı ve yazar Ümit Kaftancıoğlu, 11 Nisan 1980 günü Mecidiyeköy'de iki kişinin silahlı saldırısına uğrayarak hayatını kaybetti. Cinayetin sorumlusu olarak yakalanan Ülkücü militan Ahmet Mustafa Kıvılcım ömür boyu hapse mahkûm oldu. Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı ve yazar Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 günü Ankara'daki evin
e giderken öldürüldü. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski öğretim üyesi ve Sosyaldemokrat Halkçı Parti Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok, 6 Ekim 1990 tarihinde evine gönderilen bir kargo paketinin patlamasıyla öldü. Gazeteci ve yazar Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde Ankara'daki evinin önünde park ettiği otomobiline binerken patlayan bomba sonucu öldürüldü. Sinemacı ve yazar Onat Kutlar, 30 Aralık 1994'te The Marmara Oteli'nin pastanesinde meydana gelen patlama sonucu ağır yaralandı ve olaydan 12 gün sonra yaşamını yitirdi. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcısı, eski kültür bakanı ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü Ankara'daki evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Gazete, olayın bir gün ardından yayımlanan "Fotoğrafın üzerindeki çarpı" manşetli haberinde, "Türkiye'yi ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyen gericiler, Cumhuriyetin aydınlanmacı, ilerici yazarlarını" her zaman hedef gösterdiklerini vurguladı. Kaynak: "Cumhuriyet" Kaynak: "Cumhuriyet" Gazete, aynı zamanda aşağıdaki ekleri de düzenli olarak vermektedir: Gazete Türkiye'de bir ilki gerçekleştirmiş ve vakfedilmiştir. Gazetenin sahibi aynı zamanda okuyucularından meydana gelen Cumok örgütlenmeleridir. "Yunus Nadi Ödülleri" Cumhuriyet 1946'dan beri Yunus Nadi Armağanı Yarışması'nı düzenlemekte, her yıl belli bir bilim ya da sanat konusuna ayrılan yarışmada özgün araştırmalar desteklenmektedir. Birleşik Krallık Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı (İngilizce: "United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland"), Avrupa'nın batısında, coğrafi olarak Büyük Britanya Adasının tamamını, İrlanda Adası'nın kuzey kısmını ve bazı diğer Britanya Adalarını kapsayan ülke. Ülkenin ismi, gerek ülke içinde, gerekse uluslararası camiada genellikle Birleşik Krallık (İngilizce: "United Kingdom") olarak kullanılır. Büyük Britanya (İngilizce: "Great Britain") sözcüğü de zaman zaman Birleşik Krallık anlamında kullanılır. Birleşik Krallık'ın kurucu unsurlarından oluşmuş, en gelişmiş ve kalabalık ülkesi olan İngiltere'nin ismi ise birçok yabancı medya kuruluşunda ve zaman zaman da resmi kanallarda Birleşik Krallık yerine kullanılır. Ülkenin vatandaşları için kullanılan resmi tanımlama Britanyalıdır (İngilizce: "British"). Bununla birlikte İngiliz sözcüğü de uluslararası camiada yaygın olarak kullanılır. Briton sözcüğü de gayriresmî şekilde zaman zaman Britanyalı anlamında -özellikle İngiltere'de yaşayan halkı tanımlamak için- kullanılır. Birleşik Krallık dört devletten meydana gelir: Galler, İngiltere, İskoçya ve Kuzey İrlanda. Bu devletlerin, İrlanda Adası'ndaki Kuzey İrlanda hariç, hepsi Büyük Britanya adasındadır. Bunların haricinde krallığa ait irili ufaklı birçok ada vardır. Wight Adası, Lundy, Scilly Adaları, Anglesey ve Hebrid Adaları, Orkney Adaları ve Shetland Adaları bunlardan bazılarıdır. Man Adası ve Manş Adaları (Jersey, Guernsey, Alderney ve Sark) coğrafi olarak krallığa bağlı olsa da, resmi açıdan özel statüleri vardır. Resmi olarak krallığın parçası sayılmazlar, ancak monarka bağımlıdırlar (İngilizce: "Dependencies of the Crown"). Bu adalar Avrupa Birliği'ne dahil değildirler. Birleşik Krallık, Britanya İmparatorluğu döneminde kapsadığı çok geniş coğrafya nedeniyle ""üzerinde güneş batmayan imparatorluk"" olarak anılmıştır. Birleşik Krallık'ın en eski halklarını Keltler oluşturmaktadır. MÖ 55 - MS 410 yılları arasında Britanya adaları Roma İmparatorluğuna bağlı Britannia eyaletini oluşturuyorlardı. 5. yüzyılda bölge Hristiyanlığın etkisi altına girdi. Aynı yıllarda Germen bir halk olan Anglosaksonlar büyük kitleler halinde adaya göç ettiler. 1066-1154 yılları arasında gene bir Germen ırkı olan Normanlar adayı ele geçirdiler. İngilizler bu Germen ırklarının devamını oluşturmaktadırlar. İskoçlar, Galliler ve İrlandalılar ise Keltlerin devamıdır. Birleşik Krallık'ın eski hükümdarlarından olan VIII. Edward kendi isteği ile tahttan feragat eden ilk Birleşik Krallık hükümdarıdır. Tudor Hanedanı Döneminde İngiltere Krallığı güçlenerek İskoçya'yı geride bıraktı. İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth 1588 yılında Avrupa'nın en güçlü donanması olan İspanyol Armada'sını yenilgiye uğratarak Britanya İmparatorluğunun temellerini attı. 17. yüzyılda giderek güçlenen İngiltere Kuzey Amerika'da koloniler kurdu. 1707 yılında İngiltere ve İskoçya birleşerek Büyük Britanya Krallığını kurdular. 1800 yılında da bu birliğe İrlanda'yı da katarak Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı kuruldu. 1837-1901 yılları arasında hüküm süren I. Victoria döneminde Birleşik Krallık, "üzerinde güneş batmayan" Britanya İmparatorluğunu kurdu. 1921'e gelindiğinde bu imparatorluk Hindistan, Kuzey Amerika, Orta Doğu, Avustralya ve Afrika dahil 36,6 milyon km² lik bir alanı kapsıyor, 458 milyon kişilik bir nüfusa hükmediyordu ve nüfus bakımından dünyanın dörtte biri Britanya'nın egemenliği altında yaşıyordu. 20. yüzyılda bu imparatorluk yavaş yavaş çözülmeye başladı. 1922 yılında İrlanda bağımsızlığını kazandı. 1947 yılında Hindistan ve Pakistan bağımsız ülkeler haline geldiler. 1948 yılında Birleşik Krallık Filistin'den geri çekildi. Bunu 20. yüzyıl boyunca sayısız ülkeler izledi. 1997 yılında Hong Kong'un bağımsızlığı kazanması Birleşik Krallık'ın sömürge imparatorluğunun en son parçası olarak görülebilir. Birleşik Krallık'ın eski sömürgeleri günümüzde İngiliz Milletler Topluluğu (İngilizce: "Commonwealth of Nations") çatısı altında ekonomik ve siyasi işbirliği yapmaktadırlar. Birleşik Krallık süper güç olma sıfatını ABD'ye kaptırmış olmakla birlikte dünyanın en güçlü ülkeleri arasında yerini korumaktadır. Birleşik Krallık Avro Alanı dışında kalmakla birlikte Avrupa Birliği'nin en önemli ülkeleri arasında yer almaktadır; ancak 2016'da yapılan referandumda ülke halkı Avrupa Birliği'nden ayrılma yönünde tercih yapmıştır. Birleşik Krallık'ın yüz ölçümü yaklaşık 243.610 kilometrekaredir. Britanya Adaları'nın çoğunluğunu kapsayan ülke, Büyük Britanya adasının tamamını, İrlanda adasının kuzey doğusundaki altıda birini topraklarında barındırır. Kuzey Atlantik Okyanusu ile Kuzey Denizi arasında yer alır; Fransa'ya 35 kilometre kadar yakınlaşır, aralarında Manş Denizi bulunur. Monark, resmi olarak aynı zamanda Britanya Milletler Topluluğu'na bağlı (Kanada ve Avustralya'yı da içeren) bazı ülkelerin de devlet başkanıdır. Kraliçenin eşi: Prens Philip. Taht varisleri: Prens Charles, ondan sonra onun en büyük oğlu Prens William, ondan sonra Prens George. Elizabeth ve Philip'in diğer çocukları: Prenses Anne, Prens Andrew, Prens Edward. Kraliçenin annesi Elizabeth Bowes-Lyon 30 Mart 2002 tarihinde vefat etmiştir. Birleşik Krallık'ta hükümdarlık, cinsiyet farkı gözetmeksizin, sadece kan bağı ile ebeveynlerden çocuklara geçer. Evlilik yolu ile kral veya kraliçe olunamaz. Mevcut kraliçenin eşi, Prens Philip'tir. Dünyanın en eskilerinden olan parlamento, iki bölümden oluşur: üyeleri (en çok) beşer yıllık dönemler için seçilen Avam Kamarası ("House of Commons") ve eskiden çoğunluğunu soyluların oluşturduğu ve üyeliğin babadan oğula geçtiği ama şimdi genellikle hükümet ve Kraliçe tarafından tayin ile hayat boyu üyelik yapılan Lordlar Kamarası ("House of Lords"). 2001'den beri Lordlar Kamarası'na üyeliğin çağdaşlaştırılması için bir reform çalışması yapılmaktadır ama hala da yeni sistem ortaya çıkmamıştır . Parlamenter Monarşik bir yönetim yapısına sahip olan Birleşik Krallık'ta hükümetin başında Başbakan ve devletin başında Kraliçe bulunur. Kraliçenin sembolik devlet başkanlığı konumuna karşın yasama görevi parlamentoya aittir. İngiltere Parlamenter rejimin doğduğu ve halen Birleşik Krallık'ın çatısı altında uygulandığı bir ülkedir ve buradaki parlamenter rejime “Westminster Modeli” adı da verilmektedir. Birleşik Krallık’ta uygulanan bu modelde yasama gücü halkın temsilcilerinin oluşturduğu yasama organında vücut bulur. Bu güç başka hiçbir kurum tarafından paylaşılamaz. Üstelik, serbest ve hakça seçimlerle temsilcilikleri tescil olunmuş bulunan milletvekilleri halk adına siyasal karar alma yetkisine meşru olarak sahip olan tek heyettir. Çünkü, egemen olan iradeyi temsil yetkisi meşru olarak tescil edilmiş olanlar onlardır. Halk (seçmenler) bu gücü onlara seçildikleri yasal süre boyunca kullanmak üzere devir ve teslim ettiğini seçim işlemiyle tescil etmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, halkın (seçmenin) temsilcisi konumunda bulunan parlamento (uygulamada alt-meclis konumundaki Avam Kamarası üyeleri) her türlü konuda meşru otoriteye dayalı karar alma yetkisine sahiptirler. Onlar, ancak seçim döneminde halka siyasal kararları dolayısıyla hesap verirler. Halk (seçmen) bunları onaylamıyorsa, onlara oy vermemek suretiyle tercihini belirtir. Bu kararların kaldırılması veya yerine yeni kararların alınması bir dönem sonra seçilecek olan temsilcilerin görevidir. Bu uygulamada halkın siyasal sistemin yönetimine doğrudan doğruya bir etkisi yoktur; halk kararları ancak dolaylı olarak etkiler. Birleşik Krallık’taki parlamenter rejim uygulamasında dikkati çeken başlıca özellikleri de sıralamakta yarar bulunmaktadır: • Yasama organı iki meclisli olup alt meclis siyasal egemenliğin kullanıcısı durumundadır. • Parti hükümeti esastır; ve yürütme gücünü kullanan başbakan ve bakanlar kurulu, aynı zamanda yasamayla kaynaşmıştır ve onu etkisi altında tutar. • Bu rejim iki partili bir parti sistemine dayalı olarak çalışır. • Sağ-sol ayırımı sosyal sınıf esasına dayalı tek bir boyuttan ibaret bir yalınlık içerir. • Seçim sistemi dar bölge ve çoğunluk esasına göre düzenlenmiştir. • Merkezi ve üniter bir yönetim sistemi egemendir. Yazılı olmayan, hatta bazı düşünürlere göre mevcut olmayan, bir anayasaya göre, tamamen yasama egemenliğine ve münhasıran temsili olan bir demokrasi anlayışına göre yönetim Westminster sisteminin esaslarını içerir. Westminster modeli demokraside parti sisteminin bir başka özelliği ise tek boyutlu olmasıdır. Politik partileri birbirinden ayıran şey sağ ve
sol yelpaze uyarınca sosyo-ekonomik politikaların ne olacağı hususudur. Örneğin Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi ortanın solundaki tercihleri Muhafazakâr Parti ise ortanın sağındaki tercihleri simgeler. Politik partilerin sosyo-ekonomik politikalarına göre farklılaşmasının temelinde etnik, dinsel ve benzeri konulardaki görüş ayrılıklarının politik bir öneme haiz olmayacak bir mahiyete sahip olmaları yatmaktadır. Yasalar çıkarılırken önce Avam Kamarası'nda ele alınır ardından Lordlar Kamarasında da ele alınır ve Kraliçenin onayı ile yürürlüğe konulur. Westminster modeli bir demokrasinin tipik seçim sistemi çoğunlukçu sistemdir. Bu sistem uyarınca çoğunluk oylarını alan veya eğer çoğunluk yoksa en çok oyu alan adayın seçimi kazanması söz konusudur. Çoğunlukçu seçim sistemi bir anlamda Anglo-Sakson dünyanın demokrasi anlayışının bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir. Westminster modeli demokrasinin önemli unsurlarından birisi de meclis egemenliği ilkesidir. Yine Birleşik Krallık örneğine bakılacak olursa parlamentonun gücü açık bir şekilde görülebilir. Birleşik Krallık’ta parlamentoyu denetleyecek bir organ yoktur. Hukuki açıdan yasama gücüne konulmuş hiçbir sınır yoktur. Parlamento anayasal nitelikli kuralları da aynı adi yasalar gibi koyar veya kaldırır. Parlamentonun dikkate aldığı tek etken kamuoyudur. Öte yandan Birleşik Krallık’ta parlamentonun gücünü sınırlandırma işlevini görebilecek yazılı bir anayasanın olmaması kamuoyunun önemini daha da arttırmıştır. Bu bağlamda Westminster modeli demokrasinin temelinde özgür bir kamuoyu ve bu kamuoyuna duyarlı olmayı içerisinde barındıran bir politik kültürün olduğu söylenebilir. Bu politik kültür nedeniyledir ki Birleşik Krallık’ta muhalefetin iktidarın baskı veya zorbalığından korkmasına gerek yoktur. Herhangi bir hukuki ve kurumsal güvence olmamasına karşın Britanya halkındaki özgürlük duygusu en büyük güvencedir. Anayasal kurallar gereği başbakan ve bakanlar kurulu Lordlar ve Avam Kamarasi dışında tutulur. 20 yüzyılın başında Avam Kamarası üstünlüğü açıkça kurulmuştur. 1909 yılında çıkarılan Halkın bütçesi yasa tasarısı ile mal sahiplerinin aleyhinde vergilendirme sistemi çıkarılmak istenmiştir. Lordlar Kamarası genelde mal sahibi aristrokratlardan oluştuğu için bu yasayı reddetmiştir. Bu yasanın popülerliği ve lordlar kamarasının popülerliğini yitirmesi sonucu 1910 da liberal parti genel seçimleri kazanmıştır ve başbakan Herbert Henry Asquith yeni yasaları geçirmek için kraldan lordlar Kamarasına yeni liberal soylular atanmasını önermiş ve bunun sonucu Lordlar kamarası yeni vergi yasasını kabul etmiştir. Her iki kamarada oturumları grup başkanı tarafından yürütülür. Lordlar kamarasında grup başkanı Lord Şansölesi tarafından yönetilir. Şayet Lord şansölesi oturuma katılamıyorsa kendi grubundan yerine birini vekil tayin edebilir veya kraliyette birini tayin edebilir. Avam kamarası kendi grup başkanını seçme hakkına sahiptir. Genelde bir başkan ve 3 vekil seçilir. Lord şansölesin grup başkanı olarak etkisi azdır ve gücü Avam Kamarası grup başkanının gücü ile ters orantılıdır. Kararlar genelde açık oylama ile yapılır. Avam Kamarası başkanının kararları iptal etme yönünde beyanı olabilecekken, Lord şansölyesi böyle bir yaptırımı yoktur. Oylamalar Lobide olur ve oyunu kullanan kâtipler tarafından belirlenir. Avam Kamarası başkanının genelde partiler üstü bağımsız olması beklenir. Genel seçimleri yeni meclis yasama dönemi takip eder. Başbakan şayet meclis desteğini yitirirse istifa eder veya meclisi sona erdirerek yeniden seçime gider. Seçime gitmek bazen de Başbakanın partisinin politik zaferine inanıldığı zaman da erken seçim şeklinde olur. İlk zamanlar parlamento döneminin belirli sınırı yoktu. 1694 Triennial Yasası ile maksimum 3 yıla indirilmiştir. Sık sık yapılan seçimlerin getirdiği rahatsızlık sonucu 1716 Septennial yasası ile maksimum 7 yıla çıkarılmıştır ve 1911 de tekrar 5 yılla sınırlandırılmıştır. İkinci dünya savaşı 10 yıllık geçici savaş dönemi hariç 10 yıl kalmıştır. Genelde nadiren maksimum 5 yıllık süre beklenir, süre dolmadan meclis çözülerek seçime gidilir. Mesela 1997 yılında 56. hükümet meclisi 4 yıl sonunda dağıtarak seçime gitmiştir. Önceleri kralın ölümü ile Parlamento otomatikman fes edilirdi. 1867 Halk Kanunu ile kralın ölümü Parlamento dönemini etkilememektedir. Parlamento dönemini bitmesi sonucu Avam Kamarası vekilleri genel seçimle yeniden seçilir. Lordlar Kamarası bu seçimden etkilenmez. Şu anki Parlamento 54. parlamento dönemidir. Diğer deyişle, 1801 tarihli Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallık'ı formasyonunda bugüne geçen Parlamento dönemi 54 tanedir. Daha önceki parlamento İngiltere ve Büyük Britanya(1707) diye adlandırılırdı. Kanunlar yalnızca Birleşik Krallık Meclisi alabilir. İskoçya Kanunu dolayısıyla kanunlar bazen İskoçya da uygulanmaz veya benzer İskoç Kanunu ile yer değiştirirdi. 1999 yılından itibaren İskoç Parlamentosu yetkili yasama merci olmuştur. Taslak halindeki yasalara kanun tasarısı denir ve her vekil tarafından sunulur, bununla birlikte genelde taht bakanı tarafından sunulur. Bakan tarafından sunulan yasalara Hükümet Tasarısı ve vekillerin sunduğuna ise Özel Vekil Tasarısı denir. Diğer bir sınıflamada ise genel toplumu ilgilendirenlerine Toplum Tasarısı, özel bir grubu veya bireyleri ilgilendirenlerine Özel Tasarı ve özel tasarının halkı ilgilendiren istisnalarının olduğu tasarılar ise Karma Tasarı diye adlandırılır. Tasarılar değişik evrelerde gelişirler. İlk evre genelde formalite içeren ilk okuma evresidir. Sonraki evre İkinci Okuma evresidir ki burada tasarı içeriği tartışılır. İkinci Okuma evresi sonunda parlamento tarafından oylamaya yapılabilme ve oylama sonucu parlamento tarafından reddedilme ihtimali vardır. Bununla beraber Hükümet tasarıları çok ender olarak reddedilir. En son 2005 yılında vuku bulmuştur) İkinci Okuma evresi sonrası tasarı ilgili yasa komitesine gönderilir. Lordlar kamarasında Büyük Komite veya Tüm Kamaralar Komitesi kullanılır. Burada tartışmaya sebep vermeyecek şekilde öyel prosedürden geçirilir. Avam Kamarasında ise 50 - 60 kişiden oluşan Süreklilik Komitesinde ele alınır. Tüm Kamaralar Komitesi ise önemli yasa tasarılarında kullanılır. Komiteler tasarıları madde madde inceler ve gerekirse yeniden düşünülmesi için tasarıyı kendi değişiklik önerisi ile geri gönderir. Kamaralardaki grup başkanlarının hangi değişiklik önerisini görüşüleceğine karar yetkisi vardır. Kamarada tasarı yeniden gözden geçirildikten sonra Üçüncü Okuma evresine geçilir. Avam kamarasında başka bir değişiklik istemi olmazsa Üçüncü Okuma evresinin bitirildiği ilan edilerek lordlar kamarasına sunulur. Lordlar Kamarasında da oylama sonucu tasarı kanunlaşır. Herhangi kamaranın birinde oluşacak anlaşmazlık çözülmezse yasa tasarısı kanunlaşmaz. 1911 Parlamento Kanunu sonucu Lordlar Kamarasının yasa tasarılarını reddetme gücü önemli ölçüde kısıtlanmıştır ve bu kısıtlamalar 1949 yılında daha da artırılmıştır.Buna göre şayet avam Kamarası yasa tasarısını iki kere kabul etmiş ve Lordlar kamarası her ikisinde reddederek geri göndermişse Krallığa Lordlar Kamarasının reddine bakılmaksızın onaya gönderilir. Her iki durumda da tasarı Avam kamarasında sonlandırılmadan önce en az bir takvim ayı bekletilir. Yalnız ulusal vergi ve halk fonlarını içeren Para Tasarılar Avam Kamarası grup başkanları tarafından sunulur ve Lordlar Kamarası onaylamada bir aydan fazla sürerse alt kamara direkt olarak Krallığa onaya gönderir. Yasa Tasarısında son evre Krallık Uzlaşı Evresidir. Krallığın onayı sonucu yasa tasarısı kanunlaşır. Modern anayasal monarşi ile yönetilen ülkelerde olduğu gibi Krallık genelde hep onay verir. Son yasa tasarısı iptali 1708 de Militanların İskoçya'ya yerleştirilmesi ile ilgili yasa tasarısıdır. Sonuç olarak her yasa tasarısı Parlamentonun üç birleşiminden geçerek kanun olur. Tüm yasalar teorik olarak Lordlar kamarası ve Avam kamarası kabulü ile Krallıkta onaylandıktan sonra kanunlaşır. Birleşik Krallık'taki siyasi partilerin listesi. Şu anda iktidarda olan parti tek başına Muhafazakâr Parti'dir. Ana muhalefeti İşçi Partisi yürütmektedir. Geleneksel ve tarihsel olarak Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda "kontluk"lara bölünmüştür (Sözlük anlamıyla "county" kontluk demektir ve tekil "county", çoğul "counties" alarak anılır). Bu yerel bölümler hâlâ törensel olarak devam ettirilmektedir. Her "törensel kontluk (ceremomial county)" için, Kraliçe, (daha önce yetki ve görevleri sadece geleneklere bağlı iken 1998'de çıkarılan bir kanunla kanunsal yetkileri ve görevleri açıkça belirtilen) bir "Krallık Temsilcisi Lord" (Lord-Lieutenant) ve bazı törensel kontluklar içinse de bunların ek olarak bir "Yüksek Şerif" (County High Sheriff) tayin etmektedir. Bu kişiler yerel resmi törenlerde kraliçe temsilcisi olarak protokol başında bulunmaktadırlar. Ama 1960 'lı yıllardan itibaren yerel yönetim düzeni, zaman zaman yapılan büyük değişikliklerle çok karmaşık ve heterojen bir şekil almıştır. Bugün Birleşik Krallık İngiltere, İskoçya, Galler Ülkesi ve Kuzey İrlanda adı altında dört ülkeden kuruludur. Yerel yönetim her ülkede ayrı şekildedir. Asıl İngiltere ülkesi için uzun dönem stratejik yerel konularda özel güçlere sahip bir seçilmiş meclis veya hükümet bulunmamaktadır. 1990'lı yıllarda asıl İngiltere idari bakımdan dokuz "hükümet idari bölgesi"' (Government Office Regions)'a bölünmüştü. Bir zamanlar bu 9 idari bölgenin her biri için seçilmiş birer bölgesel meclis ve idare kurulması planlanmış idi. Ama yapılan bir deneme referandum sonucu öngörülen Kuzey Doğu İngiltere Bölge İdare Meclisi tasarısı bölge halkı tarafından ret edildi ve bunun sonucu olarak bu yaklaşımdan "şimdilik kaydıyla" vazgeçilmişti. 2010 yılında iktidara gelen koalisyon hükümeti ise bu "hükümet idari bölgesi" dairelerini lağvetti ve bunların yerine bölge içinde bulunan yerel idare birimlerinin temsilcilerinden oluşan birer konsey ve onlara idari destek sağlayan küçük sekreterlikler oluşturmaya başladı. Londra Büyükşehri (Greater London) böl
gesi için özel bir kanuna göre halk tarafından seçilmiş bir Belediye Başkanı ve özel bir "Büyükşehir Meclisi" (London Assembly) vardır. Londra Büyükşehir bölgesi 19 daha küçük "Londra-tipi belde"ye (London boroughs) bölünmüştür. Bu "Londra-tipi belde"lerden birisi eski tarihsel Londra Şehri (City of London)'dir. Diğer biri ise Kraliçe'nin Londra içindeki "Buckhingham Sarayı", başbakanın ikametgâhı olan "10 Downing Street", parlamento ve merkezi hükümetinin önemli bakanlıklarının binalarının içinde bulunduğu Westminster şehridir. Asıl İngiltere'nin diğer bölgeleri iki değişik türlü yerel yönetimle idare edilmektedir. Örneğin Kuzey-Batı İngiltere bölgesinde merkezi Preston'da bulunan Lancashire Kontluğu "iki-seviyeli" (binary) sistem ile idare edilmektedir. Bu yerel idarenin üst seviyesinde "Lancashire County Meclisi" vardır ve altında 12 "alt-yerel-bölge" ("district" veya "borough") bulunmaktadır. Ama "Lancashire Torensel Kontlugu" bu iki-seviyeli "Lancashire Kontluğu"nu icine aldigi gibi "Blackpool Borough" ve "Burnley ile Darwen Borough" tek-seviyeli yerel idarelerini de içinde bulundurmaktadır. Asıl İngiltere ülkesinin yerel yönetiminde 1972 de yapılan reform kanununa göre de iki-seviyeli olup üst seviyede "büyükşehir" "Metropoliten Kontluk" (Metropolitan County) idaresi ve ikinci seviyede "metropoliten-yerel-idare-bölgeleri" bulunmaktaydı. Bu tip iki-seviyeli yerel idareler "Londra Büyükşehri" (Greater London), Birmingham'ı içeren "West Midlands", "Greater Manchester", Liverpool'u içeren "Merseyside", Sheffield'i içeren "South Yorkshire" ve Leeds'i içeren "West Yorkshire" idi. Ama bu tip yerel idarelerinin üst seviyelerinin hepsi Muhafazakâr Partili Thatcher hükümeti tarafından lağvedilmişlerdir. Bu "Metropoliten Kontluk"ların altında bulunan "metropolite-yerel-idare-bölgeleri" ise "tek-seviyeli-metropoliten-yerel-idare-bölgesi" olarak idare edilmeye başlanmıştır. Ancak 1998'de İşçi Partisi yine "Londra Büyükşehir Meclisi" ve Belediye Başkanlığı ile "Büyük Londra" yörel idaresini yenilemiştir. Galler (Wales)idaresi için en üst katta Cardiff'de bulunan, bir seçimle meydana gelen, sınırlı yasal ve idari güçler ve yetkiler verilmiş "Galler Meclisi (National Assembly of Wales)", bir hükümet ve ülke idaresi bulunmaktadır. Ancak bu idare için yasal ve uygulayıcı güçler çok kısıtlıdır. Galler Ülkesi yerel yönetimi 22 tane "tek-seviyeli" yerel idareye bölünmüştür. Bunlardan 9'una "kontluk (county)", 10'una "kontluk beldesi (county borough)" ve 3'üne "şehir" adı verilmektedir. İskoçya idaresi için en üst katta seçimle meydana gelen yasal güç olarak "İskoçya Parlamentosu" (Scottish Parliament) ve idari güç olarak "İskoçya Hükümeti" (Scottish Executive) bulunmaktadır. Bunlar Edinburgh'da bulunmakta ve İskoçya krallık sarayı olan "Holyroyd Sarayı"na atıfla, kısa olarak "Holyroyd" olarak da anılmaktadır. Yerel yönetim İskoçya'da 9 "alt-yerel-bölgesi" (Council areas) ve üç "adalar bölgesi"nden (Outer Islands, Orkney ve Shetland) oluşur. Kuzey İrlanda için zaman zaman güçleri geri alınan ve "Stormont" adı verilen, seçimle gelen, yasal gücü olan bir Meclis ve Kuzey İrlanda hükümeti bulunmaktadır. Yerel yönetim olarak 26 "komüniteye" (community) ayrılmıştır. Birleşik Krallık'ın para birimi İngiliz sterlinidir. Bir sterlin 100 peniden oluşur (İng: tekil "penny", çoğul "pence"). Para biriminde onluk sistem 1971'de uygulamaya konulmuştur. Bu tarihten önce bir sterlin 20 şilinden, bir şilin ise 12 peniden oluşuyordu, yani, bir sterlin 240 peniden oluşuyordu. Birleşik Krallık Avrupa Birliği'nin üyesi olsa da, kendi para birimini korumaktadır. Birleşik Krallık'ta kısmi olarak merkezi kontrol altında bir serbest piyasa ekonomisi mevcuttur. Dünyanın beşinci en büyük, Avrupa'nın Almanya'dan sonra ikinci en büyük ekonomisini oluşturur. Hükümetin ekonomi politikaları Birleşik Krallık Maliye Bakanlığı (İngilizce: Her Majesty's Treasury, "Majestelerinin Hazinesi") tarafından hayata geçirilir. 2016 itibarıyla Gayri safi yurt içi hasılanın %78.8'ini hizmet sektörü oluşturmaktaydı. Hizmet sektörü ülkenin ekonomik büyümesinin arkasındaki ana sektördür. Foça Foça (Yunanca: Φώκαια, "Phocaea"), İzmir'in kuzeyinde yer alan bir sahil ilçesidir. Kent Antik Çağda bir İyon yerleşimi olarak ortaya çıktığında denizde yaşayan foklardan dolayı Phokaia adını almış, günümüze Foça olarak gelmiştir. Foça adalarında yaşayan foklardan adını alan Phokaia, Aiollar tarafından MÖ 11. yüzyılda kuruldu. O zamanlarda en önemli İyonya'nin yerleşim yerlerinden biri olan Phokaia'de İyon yerleşimi MÖ 9. yüzyıl da başlamıştır. Tarihte usta denizci olarak bilinen Phokaialılar, ayrıca mühendislikteki gelişmişlikleri ve başarıları ile Ege, Akdeniz ve Karadeniz'e de birçok sayıda koloni kurmuşlardır. Foçalılar'ın tarihte bilinen kurmuş olduğu önemli kolonilerden bazıları: Karadeniz'deki Amysos (şimdiki Samsun); Çanakkale Boğazı'ndaki Lampsakos (şimdiki Lapseki); Midilli Adası'nda Methymna (şimdiki Molyvoz); ve Avrupa'daki Elea -şimdiki Velia- (İtalya); Alalia (Korsika); Massalia -şimdiki Marsilya- (Fransa) bunlardan bazılarıdır. Ayrıca Phokaialılar İyonya'da, doğal altın-gümüş karışımı kullanarak "elektron" sikkeyi tarihte ilk defa bastıranlardan biri olarak bilinmektedirler. Elbette bu medeni ilerleme o zamanın birçok uygarlıklarını da etkilemiş ve onları Anadolu'ya çekmiştir. Cenevizliler şimdiki Yenifoça'yi ilk kuranlardandır. Foça sırasıyla tarihte; 13. yüzyılda Çaka Bey tarafından alinarak Çaka Bey'in yönetimine, daha sonra ise Saruhanoğulları Beyliği'nin yönetimine geçmiştir. 1455'te ise Osmanlı Padişahı II. Mehmed, büyük fetihten sonra Foça'yı alarak Osmanlı topraklarına dahil etmiştir. Bu gibi medeniyetliklere ve topluluklara merkez oluşturduğu icin Foça önemli bir arkeolojik merkez haline gelmiştir. 1953 yılında başlayıp ve günümüze kadar aralıksız devam edip gelen kazılarda, Helenistik döneminden kalan tiyatro, Athena Tapınağı ve Kutsal Alanı, Liman Kutsal Alanı (Kibele'ye ait olduğu düşünülmekte) ile Pers Anıt Mezarı (Foça'nın 7 km doğusundaki "Taş Ev" olarak bilinen) ortaya çıkarılmıştır. Bahse konu Pers Anıtı; bölgeyi MÖ 492 yılında istila eden Ahamenid-Pers Ordusu komutanları için bir anıt olarak yapılmış; daha sonra mezar, ağıl, gözetleme noktası, mola yeri gibi amaçlar için kullanılmıştır. Anıt; Anadolu' da bulunan ender Pers yapılarından birisidir. 1893 yılında nüfusun çoğunluğunu Osmanlı tebası dışındaki yabancılar oluşturmaktaydı. Foça'da çok uzun zamandan beridir yapılan festivaller son yıllarda ayrı bir boyut alarak uluslararası düzeye taşınmıştır. 2004 yılından günümüze kadar yapılan festivaller artık Uluslararası Foça Festivali olarak bilinir. Genelde üç gün devam eden festivaller birçok ünlüyü ve ziyaretçileri Foça'ya getirmektedir. Foça çeşitli dönemlerden pek çok tarihi ve turistik gezi yerlerine sahiptir. Osmanlı döneminden kalma 1455 tarihli Fatih Sultan Mehmet'in yaptırdığı ve Kanuni Sultan Süleyman'ın tekrar inşa ettirdiği Foça Fatih Camii ve Foça Kayalar Camii bunlar arasındadır. Homeros'un bahsettiği Siren Kayalıkları Foça'da yer almaktadır. Ona göre oradan gecen denizciler için bu kayalıklar birçok rivayetlere konu olmuştur çünkü Foça kıyıları irili ufaklı birçok adanın serpilmiş görüntüsüne sahiptir. Foça, Türk Riviera'sı olarak bilinen Mersin, Antalya dan başlayıp İzmir'e kadar uzanan bölgenin içinde bulunmaktadır. Bu da birçok yerli ve yabancı turistler için onu mavi tur ve diğer gezilere durak yapmaktadır. Foça'nın denizi çok berrak ve temizdir ve halka açık plajı bulunmaktadır. Ayrıca pek çok dalış noktası ile İzmir ilindeki gözde dalış sporu duraklarından biridir Foça, sayıları giderek azalan akdeniz fokunun yaşam alanlarından biridir. Ayrica akdeniz fokları kentte her yıl yaz aylarında duzenlenen festivallerin de önemli bir sembolu haline gelmistir. Bu sevimli Foça fokuna Merkez Bankası 1996 yılında özel hatıra parası bastırmıstır. Foça'da soylarını tükenmekten korumak amacıyla devletin ve üniversitelerin arastırma merkezleri mevcuttur. Avlanılmasi kesinlikle yasak olan fokun balıkcılar tarafından da cok defa korunuldugu bilinmektedir. İzmir de doğal kalmış ilçelerden biridir. Taş evleri mevcuttur. Sadece yaz değil kışında gelen turist sayısı da fazladır. Foça'da yılın büyük bölümünde Poyraz esdiğinden çok temiz ve bol oksijenli havası vardır. Foça'da devletin ve hayırsever vatandaşların katkıları ile kurulan 4 tane ilköğretim okulu, Anadolu Lisesi, Lise, Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Liseleri ile Dokuz Eylül Üniversitesinin Turizm Fakültesi bulunmaktadır. Okuma-yazma orani %95 uzerindedir. Foça'da İlçe merkezinde bir adet devlet hastanesi bulunmakta olup kış aylarında belli branşlarda haftanın belli günlerinde uzman hekim gelmekte, nüfusun çok arttığı yaz döneminde ise 8-10 branştan hekim bulunmaktadır. Hastanenin acil servisi 24 saat hizmet vermekte ve gerektiğinde ağır hastalık geçirenler İzmir merkezdeki hastanelere ambulans ile sevk edilmektedirler. Bunun yanında Yenifoça, Gerenköy, Ilıpınar ve Bağarası'nda aile sağlığı merkezleri ve yine Yenifoça'da 112 acil istasyonu ile Menemen Devlet Hastanesi'nin semt polikliniği bulunmaktadır. Alaattin Çakıcı Alaattin Çakıcı (d. 20 Ocak 1953), Türk organize suç örgütü lideri. Trabzon ilinin Arsin ilçesine bağlı Fındıklı köyünde doğmuştur. Alaattin Çakıcı, 17 Ağustos 1998'de Türk ve Avusturya polisiyle birlikte düzenlenen bir operasyonla modacı Canan Yaka ile sanatçı Selçuk Ural'ın kızı Aslı Ural'la birlikte Fransa'nın Nice kentinde yakalandı. Çakıcı'nın üzerinden Nedim Caner adına düzenlenmiş kırmızı bir pasaport ve 17.000 dolar çıktı. Borsacı Adil Öngen'in kurşunlanmasıyla ilgili davaya katılan Çakıcı, yurtdışında Millî İstihbarat Teşkilatı adına çalıştığını ve hep devleti koruduğunu ama ""piyon gibi"" kullanıldığını öne sürdü. Çakıcı, en demokratik ve gelişmiş ülkelerde bile derin devletin var olduğunu ve olması gerektiğini savundu, ""ama bizdekilerin cılkı çıkmış"" diye ifade etti. Millî İstihbarat Teşkilatı'nın eski Yurtdışı İstihbarat Başkanı
Nuri Gündeş, NTV'de derin devlet konusunun tartışıldığı canlı yayında Alaattin Çakıcı'dan söz ederken, ""Dinliyorsa yanaklarından öperim; eğer devlete bir hizmeti varsa..."" diye konuşmuştur. Alaattin Çakıcı, Bolu F tipi cezaevinde hükümlüdür. C Cc, Türk alfabesinin (ve modern Latin alfabesinin) 3. harfidir. Yumuşak bir sessiz (ünsüz) harftir. Mary McAleese Mary McAleese (d. 27 Haziran 1951; Belfast, İrlanda), eski İrlanda Cumhurbaşkanı. Avrupa Birliği'ndeki iki kadın devlet başkanından biridir. (Diğeri Letonya Cumhurbaşkanı Vaira Vike Freiberga'dır). C++ C++ (Türkçe okunuşu: "ce artı artı", İngilizce okunuşu: "si plas plas"), Bell Laboratuvarlarından Bjarne Stroustrup tarafından 1979 yılından itibaren geliştirilmeye başlanmış, C'yi kapsayan ve çok paradigmalı, yaygın olarak kullanılan, genel amaçlı bir programlama dilidir. İlk olarak "C With Classes" (Sınıflarla C) olarak adlandırılmış, 1983 yılında ismi C++ olarak değiştirilmiştir. Genel olarak her C programı aynı zamanda bir C++ programıdır, ancak her C++ programı bir C programı değildir. Bu durumun bazı istisnaları mevcuttur. C++'ı C'den ayıran özellikler C++'ın nesne paradigması kullanılarak programlamaya olanak tanıyan özelliklerdir. Sınıflar sayesinde yeni veri türleri yaratılabilir veya varolan türlerden yenileri türetilebilir. Ayrıca çokbiçimlilik sayesinde bir sınıf tanımıyla yazılmış kod, o sınıf türünden türetilmiş yeni sınıflarla da çalışabilir. C++ dilini öğrenmek ve daha fazla bilgi edinmek için bu maddenin Kaynaklar kısmına bakabilirsiniz. C++'ın C'den devraldığı ve onu geliştirdiği yapılardan biridir. Kısaca, özel olarak anlamlandırılmış fonksiyonlar kümesidir. Ancak bu fonksiyonlar, alışılageldik şekilde çağırılmaz, dilin semantik yapısı içerisinde özel olarak değerlendirilir. operatörler çoğunlukla iki nesnenin arasına özel bir işaret konulmasıyla çağırılır. Örneğin, iki nesnenin toplanması için iki nesnenin arasına '+' işareti konulması yeterlidir. Bu işaret, derleyiciye '+' operatör fonksiyonunun çağırılacağını ifade eder. C'den farklı olarak, C++'ta operatörlerin çoğunu aşırı yükleme yoluyla özelleştirebilirsiniz. C++ Program kaynak kodlarının derlenmesi üç aşamadan oluşur: Önişlemci, kodun dönüştürülmesi ve bağlama. İlk aşama olan önişlemciyi basit bir yorumlayıcı olarak görülebilir. Bu aşamada, bir takım direktifler yardımıyla derlenecek kodlarda basit sözcüksel değişiklikler yapılabilir. Önişlemci direktifleri # karakteriyle başlar, bu karakterden sonrası önişlemci tarafından yorumlanır ve bu özel karakterden önce "beyaz boşluk"(tab ve boşluk) dışında bir şey olmaması gerekir. Bu direktifler yardımıyla derlenecek kodlar üzerinde bir takım kurallar belirlenebilir. Ayrıca dosyaya bir başka dosyayı dahil etmek veya işlemciye özel direktifler vermek gibi işlemler içinde kullanılabilir. Kalıtlama diğer veri türlerinin özelliklerinden bir veri türü elde etmeyi sağlar. Temel sınıftan kalıtım, "public", "protected" ve "private" olarak ilan edilebilir. Bu erişim belirteci ilgili olmayan ve türetilmiş sınıfların kalıtımını "public" ve "protected" üyelerine aktarabilir. Kalıtım ifadesi tek başına kullanılırsa "public" kalıtımı ifade eder. Diğer iki kalıtım türü "public" kalıtımdan daha az kullanılır. Geçiş belirteci ihmal edilirse "class" "private" olarak, "struct" "public" olarak kalıtılır. Temel sınıflar sanal olarak ilan edilebilir, bu sanal kalıtım olarak adlandırılır. Sanal kalıtım çoklu kalıtımın problemlerinden sıyrılarak temel yalnızca bir örneğinin kalıtım grafiğinde olmasını sağlar. Nesne yaklaşımlı merhaba dünya örneği: Ayerbe Ayerbe, Aragona, İspanya'da şehir. Azerbaycan Azerbaycan veya resmî adıyla Azerbaycan Cumhuriyeti ( ), Batı Asya ile Doğu Avrupa'nın kesişim noktası olan Kafkasya'da yer alan bir ülkedir. Güney Kafkasya'nın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Azerbaycan'ın doğusunda Hazar Denizi, kuzeyinde Rusya, kuzeybatısında Gürcistan, batısında Ermenistan ve güneyinde İran ile komşudur. Kendisine bağlı olan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'nin ise kuzey ve doğusu Ermenistan ile, güneyi ve batısı İran ile çevrilmiştir, Türkiye ile de 17 km'lik sınırı bulunmaktadır. Azerbaycan, zengin kültürel mirasa sahiptir. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler arasında opera, tiyatro gibi sahne sanatlarını barındıran ilk ülke olma özelliğini taşır. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti 1918 yılında kurulmuştur, ancak iki yıl sonra 1920, 26 Nisan'da Kızıl Ordu sınırı geçerek Azerbaycan'a girmiş, 28 Nisan 1920'de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş ve ardından Sovyetler Birliği topraklarına katılmıştır. Ülkenin tekrar bağımsızlığını kazanması 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ile gerçekleşmiştir. Karabağ Savaşı sırasında Ermenistan, Dağlık Karabağ bölgesini ve bu bölgenin çevresindeki yedi rayonu işgal etti. Dağlık Karabağ'da ortaya çıkan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti, fiilen savaşın sona ermesinden bu yana bağımsız olmasına rağmen, diplomatik anlamda hiçbir devlet tarafından tanınmamaktadır ve Azerbaycan'a bağlı bir "de jure" bölge olarak kabul edilmektedir. Azerbaycan, üniter bir anayasal cumhuriyettir. Türk Keneşi ve TÜRKSOY'un etkin üyesidir. 158 ülkeyle diplomatik ilişkisi ve 38 uluslararası kuruluşa üyeliği vardır. GUAM, Bağımsız Devletler Topluluğu ve Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü'nün kurucu üyelerindendir. 1992'den bu yana Birleşmiş Milletler'e üyedir, 9 Mayıs 2006'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kurulan İnsan Hakları Konseyi'nin üyeliğine seçilmiştir. Ayrıca Bağlantısızlar Hareketi, AGİT ve Avrupa Konseyi'ne de üyedir, Barış İçin Ortaklık projesinde NATO ile iş birliği yapmaktadır. Azerbaycan Anayasası'nda resmî din yoktur ve ülkedeki tüm ana siyasi güçler laik milliyetçidir ancak halkın çoğunluğu ve kimi muhalefet güçleri Şiilik inancına sahiptir. Diğer Doğu Avrupa ve Bağımsız Devletler Topluluğu ülkeleri ile karşılaştırıldığında Azerbaycan, sosyal ve ekonomik gelişme ile okuryazarlık oranında yüksek seviyelere ulaşmıştır. İşsizlik ve intihar oranları da düşüktür. Azerbaycan, 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde iki yıllık daimi olmayan üyeliğe başlamıştır. "Āzar" (Farsça: آذر‎) "Ateş", "baycan" veya orijinal olarak bilinen haliyle "Pāyegān" (Farsça: پایگان‎) "Muhafız/Koruyucu" (Āzar Pāyegān = "Ateş Muhafızları") (Farsça: آذر پایگان‎) anlamına gelmektedir. Adların kökeni Zerdüştlük dönemi Perslerine (İran) dayanır. Müslümanların Pers'i fethetmesinden sonra birçok Farsça söz Arapça yazılmaya başlandı ve orijinal telaffuz şeklini yitirdi; örneğin "G / P / ZH / CH" sesleri Arapça'da herhangi bir karşılık bulamadı. Böylece "Azar Paigān", "Azerbaycan" olarak bilinir hale geldi. Farklı bir görüşe göre, Azerbaycan adı Ahameniş İmparatorluğu'nda Midya satraplığının yöneticiliğini yapan ve imparatorluğun Büyük İskender tarafından fethinden sonra görevine devam eden Pers "Atropat"tan türemiştir. Bu adında Zerdüştlük dini kökenli olduğu düşünülmektedir. Atropat, Atropatena bölgesinde (günümüzde İran Azerbaycan'ı) egemenlik kurmuştur. Diğer bir görüşe göre ise o bölgede büyük bir devlet kurmuş olan ve Hazar Gölüne de adını veren Hazarlar'ın (Kazar, Kuzar, Xazar) adından kaynaklanır. Azerbaycan'daki en eski insan yerleşimleri Taş Devri'ne kadar uzanır, bu yerleşimin bulgularına Azıh Mağarası'nda rastlanmıştır ve Kuruçay kültürü adıyla tanınır. Eski Taş Çağı ve Tunç Çağı ile ilgili kalıntılara ise Tağılar, Damcılı, Zar, Yatak-yeri adlı yerleşim merkezlerinde yer alan mağaralarda ve Leylatepe ile Saraytepe nekropollerinde ulaşılmıştır. Azerbaycan'da milattan önce dokuzuncu yüzyılda, ilk İskit-Saka yerleşimleri başladı. İskitlerin ardından Manna Devleti (MÖ IX), sonra İranlı Medler (Persler), Aras Nehri'nin güneyindeki bölgeye egemen oldular (MÖ IIV). Medler, MÖ 900–700 arasında büyük bir imparatorluk kurdular ancak MÖ 549 yılında yıkıldılar ve topraklarına Ahameniş İmparatorluğu sahip oldu. Ahamenişlerin, Azerbaycan topraklarını da ele geçirmesi üzerine buralarda Zerdüştlük yayılmaya başladı. Daha sonra Büyük İskender'in imparatorluğu Azerbaycan'da egemen oldu, devamında Selevkos İmparatorluğu'na bağlandı. Romalılar da Roma İmparatorluğu devrinde buraya yerleşti. Bölgenin asıl yerlileri olan Albanyalılar MÖ dördüncü yüzyılda bir imparatorluk kurdular. Bu devirde Zerdüştlük, Atropatena ve Kafkasya coğrafyasında yayıldı. Albanya, 252'de Sasani İmparatorluğu'nun vasal bölgesi haline geldi ve Kral Urnayr, dördüncü yüzyılda devlet dini olarak Hıristiyanlığı kabul etti. Devlet, çok sayıda Sasani ve Bizans fethine rağmen dokuzuncu yüzyıla kadar bölgede varlığını sürdürdü. Abbâsî Halifeliği'nin gerilemesiyle oluşan otorite boşluğunda, Müsafiriler, Sâciler, Şeddadiler ve Büveyhîler gibi birçok yerel devlet bölgeye egemen oldu. 11. yüzyılın başında Orta Asya'dan batıya doğru ilerleyen Oğuz Türkleri, Azerbaycan'ı ele geçirdi; bölgeye sahip olan ilk Türk devleti Gazneliler oldu, 1030 yılında Azerbaycan olarak anılan bölgeye girdi. Bölge 1136'da İldenizliler tarafından Tebriz'de kurulan atabeyliğin egemenliğine girmiştir. Moğol istilalarından sonra İlhanlıların egemenliğine girmiş ve bir süre Altın Orda'nın hakimiyetinde kalmıştır. 14. yüzyılda Karakoyunlular ve Akkoyunluların egemenliklerine girmiştir. I. İsmail'in Kızılbaş ordusu Azerbaycan seferini gerçekleştirip 1500'de Cabani Meydan Muharebesi'nde Şirvanşah Ferruh Yasar'ın ordusunu yenmiş ve Tebriz'e girip Safevi Devleti'ni kurmuştur. Böylece Azerbaycan Safevi egemenliğine girmiştir. Daha sonra da Afşarlar, Zendler ve Kaçarlar tarafından yönetilmiştir. Zand Hanedanı'nın yıkılışı ile Kaçar Hanedanı'nın kuruluşu sırasında burada Bakü, Kuba, Şeki, Gence, Karabağ, Revan, Nahcivan, Derbent, Serab, Lenkeran, Şeki, Şamahı, Tebriz, Urmiye, Erdebil, Hoy, Maku, Marağa ve Karadağ gibi de facto bağımsız hanlıklar belirmiştir. 1804–1813 Rus-İran Savaşları'nın ardından 1813 yılında bu hanlıkların büyük bir kısmı Rus İmparatorluğu hakimiyetine girmiştir. Türkmençay Antlaşması ile İran, Rusya'nın Revan Ha
nlığı, Nahçıvan Hanlığı ve Talış Hanlığı'nın güney bölümü üzerindeki egemenliğini tanımıştır. 1828'de Rus İmparatorluğu'nun egemenliğine girmiştir.1918'de Emin Resulzade Müsavat Partisi'ni kurmuş ve Rus ve diğer devletlere karşı millî bilinç ve millî kuvvet oluşturulmuştur. 1918-1920'de Kafkasya Kurultayı'nı toplamış ve 28 Mayıs 1918'de de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'ni kurmuşlardır. Bu devlet Orta Doğu'da ilk cumhuriyet olmuştur. Ancak 1920'de Kafkasya ötesi Sovyetler Birliği'ne katılmıştır. 30 Ağustos 1991'de SSCB çöküşüyle bağımsızlığını yeniden ilan etmiştir. Bugüne kadar Kafkaslarda Türkçülük hareketlerinin merkezi hep Bakü olmuştur. Bu düşüncenin önde gelenleri Hüseyinzade Ali Turan, Ahmet Ağaoğlu, Alimerdan Topçubaşov idi. Mihail Gorbaçov tarafından uygulamaya konulan "glasnost" politikasının ardından, iç huzursuzluk ve etnik çatışmalar Azerbaycan SSC'nin sınırları içinde kalan Dağlık Karabağ'da dahil olmak üzere Sovyetler Birliği'nin çeşitli bölgelerinde büyüdü. Azerbaycan'da rahatsızlıklar, Moskova'nın ilgisizliğine cevap olarak zaten sıcak çatışmalara dönüşmüştü ve bu çatışmalar bağımsızlık ve ayrılık çağrısına yol açtı; olaylar Bakü'de yaşanan Kara Ocak'ta doruğa çıktı. 1990 yılından sonra, Azerbaycan SSC Yüksek Konseyi, başlıktaki "Sovyet Sosyalist" kelimesini kaldırdı, Azerbaycan Cumhuriyeti Bağımsızlık Bildirisi'ni kabul etti ve devlet bayrağı olarak Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin bayrağını kullanmaya başladı. 18 Ekim 1991'de Azerbaycan Yüksek Konseyi, ülkede yapılan referandum yoluyla Bağımsızlık Bildirisi'ni doğrulattı ve bağımsız oldu; Aralık 1991'de Sovyetler Birliği resmen dağıldı. Bağımsızlığın ilk yılları, Ermenistan ile yapılan Dağlık Karabağ Savaşı'nın gölgesinde kaldı. 1994 yılında çatışmaların sonunda Ermeniler, Dağlık Karabağ da dahil olmak üzere Azerbaycan'ın yüzde 16 kadarını kontrolü altına aldı. Yaklaşık 30.000 kişi yaşamını kaybetti ve bir milyon kişi bulunduğu yerden ayrılmak zorunda kaldı. Dört Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı (822, 853, 874 ve 884), "Ermeni güçlerinin Azerbaycan'ın işgal altındaki tüm topraklarından çekilmesini istedi". 1970 nüfus sayımına göre 510.000 Rus ve 484.000 Ermeni Azerbaycan'da yaşamaktaydı; 1990'larda ise birçok Rus ve Ermeni, Azerbaycan'ı terk etti. 25–26 Şubat 1992'de Ermenistan'a bağlı kuvvetlerin Azeri sivilleri topluca katlettiği Hocalı Katliamı, İnsan Hakları İzleme Örgütü de dahil olmak üzere birçok uluslararası örgüt tarafından soykırım olarak kabul edilmektedir. Azerbaycan, Güney Kafkasya'da yer alan bir Avrasya ülkesidir. Bulunduğu konum, Doğu Avrupa ve Güneybatı Asya'dır. 38° ve 42° kuzey enlemleri ile 44° ve 51° doğu boylamları arasındaki coğrafı bölgeye yerleşmiştir. Sınırlarının uzunluğu 2.648 kilometredir. Bunun 1007 kilometresi Ermenistan, 756 kilometresi İran, 480 kilometresi Gürcistan, 390 kilometresi Rusya ve 17 kilometresi Türkiye sınırlarını oluşturmaktadır. Sahil şeridi 800 kilometre uzunluğundadır ve Hazar Denizi'nin Azeri kısmının en geniş alan uzunluğu 456 kilometredir. Ülke toprakları kuzeyden güneye 400 kilometre ve doğudan batıya 500 kilometre olarak uzanır. Doğu sınırını oluşturan Hazar Denizi, kuzeydeki Büyük Kafkas Sıradağları ve merkezdeki geniş düzlükler, Azerbaycan'ın en baskın fiziksel nitelikleridir. Büyük ve Küçük Kafkas Dağları ile Taliş Dağları ülkenin yüzde kırklık kısmını kapsar. Bazardüzü Dağı, Azerbaycan'ın en yüksek noktasını (4.466 m), Hazar Denizi ise en alçak noktasını (−28 m) oluşturur. Bunların dışında, Doğanın Yedi Harikası listesine eklenmek için aday gösterilen çamur volkanlarının yaklaşık yarısı Azerbaycan sınırları içinde kalmaktadır. Yüzey suları, temel su kaynağıdır. Ancak, ülkedeki 8.350 ırmak arasından yalnızca 24 tanesinin uzunluğu 100 kilometrenin üzerindedir. rmakların tamamı, ülkenin doğusunda kalan Hazar Denizi'ne dökülür. 67 km² büyüklüğündeki Sarısu Gölü, Azerbaycan'ın en geniş gölüdür. En uzun ırmağı ise sınırlar dışındaki uzunluğu da eklendiğinde 1.515 kilometreyi bulan Kura Nehri'dir. Ayrıca ülke, Hazar Denizi'nde yer alan kimi adaların da iyesidir. 1991 yılında Azerbaycan'ın bağımsızlığını kazanmasından bu yana hükûmet, ülkede çevreyi korumak için köklü tedbirler almıştır. Ancak çevrenin ulusal anlamda korunması, Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı'ndan sağlanan yeni gelirlerle devlet bütçesinin artması sayesinde 2001'den sonra gelişmeye başlamıştır. Dört yıl içinde korunan alanlar iki katına çıktı, günümüzde ise ülkenin yüzde sekizlik bir kısmını kapladı. 2001 yılından bu yana hükûmetin yedi büyük rezerv kurmak ve çevreyi korumak için ayırdığı bütçe, ikiye katlandı. Güneyde Ermenistan'ın dağ kütleleri, kuzeyde ise yüksek Kafkas Dağları vardır. Azerbaycan'ın dağları; Büyük Kafkas Sıradağları (4.000-5.000 m) içinde yeralan Bazardüzü (4.466 m), Şahdağ (4.243 m), Pazaryurdu (4.126 m), Tufan (4.191 m), Yarıdağ (4.116 m), Ragdan (4.020 m) dağları, Küçük Kafkas Sıradağları içinde yeralan Kapıcık (3.906 m), Gazangeldağ (3.829 m), Biçenek Aşırımı (2.346 m), Karabağ Volkanik Yaylasında yeralan Delidağı (3.616 m), Murovdağ silsilesinde yeralan Kamışdağ (3.724 m), Hinal dağı (3.367 m), Kepez (3.066 m), Zengezur Sıradağları içinde yeralan Büyük Işıklı (3.550 m), Talış Sıradağları silsilesinde yeralan Kömürköy (2.493 m) ve Kızyurdu (2.433 m) dağlardır. Azerbaycan'ın en uzun ırmağı 1.364 km Hazar Denizi'ne dökülen Kura Nehri'dir. Aras Nehri ise 1.072 km'dir. En büyük doğal gölü 67,0 km² ile Sarısu Gölü'dür. En büyük yapay gölü 605,0 km² ile Mingeçevir Baraj Gölü'dür. Çevresinin dağlar ve yüksek tepelerle çevrili olmasına rağmen Azerbaycan'ın büyük bir kısmı ovadır ve topraklarının en verimli yerleri arasında Kura ve Aras ırmaklarının karıştığı deltadır. Azerbaycanda ılıman bir iklim varıdır ancak Hazar Denizinden içeriye doğru, yüksek dağlarda ve diğer yüksek kesimlerde sert bir iklimle karşı karşıya kalınır. Yüksek kesimlerde kışlar uzun, soğuk ve kar yağışlı, yazlar ise serin geçer. Ovalarda ise kışlar serin ve yağmurlu ve kimileyin karlı, yazlar sıcak ve kurak geçer. Azerbaycan ülkesi ovalarda genellikle bozkırdır, %25 ise bir kısmı dağlarda olmak üzere ormanlarlarla kaplıdır. Kuzey ve güney kesimlerinde dağların 2000 metre yüksekliğine kadar ormanlar görülür. Azerbaycan'ın doğal hayatında çoğunlukla bulunan hayvanlar, kızıl geyik, alageyik, karaca, dağ keçisi, karapaça, bizon, yaban domuzu, pars, Avrasya vaşağı, yaban kedisi, boz ayı, kurt, kızıl tilki, dağ faresi, sincap, Kafkas köstebeği Kafkas sivriburunlu faresi. Azerbaycan iklimi dünyadaki 11 iklim çeşidinden 9'una sahiptir. Yıllık ortalama sıcaklığı 10 °C'ın üzerindedir. Azerbaycan'da hayvan yaşamının zenginliği ve çeşitliliği ile ilgili ilk raporlar, doğu gezginlerinin seyahat notlarında bulunabilmektedir. Mimari anıtlar, antik kaya ve taşlar üzerindeki hayvan görüntüsü oymaları günümüzde kadar hayatta kalmıştır. Ülkedeki hayvanlar alemiyle ilgili ilk bilgiler ise 17. yüzyılda, doğa bilimcileri tarafından yapılan ziyaretler sırasında toplanmıştır. Azerbaycan sınırları içinde yaşayan 106 çeşit memeli, 97 çeşit balık, 10 amfibik tür ve 52 çeşit sürüngen tespit edilmiştir. Ülkenin millî hayvanı olan Karabağ atı, bir dağ-bozkır yarış atıdır ve endemiktir; iyi huylu, hızlı ve zariftir. Günümüzde, türü tehlike altında olan hayvanlardandır. Azerbaycan'da bitki örtüsü içinde 4.500'den fazla yüksek boylu bitkiler bulunur. Bitki örtüsü diğer Güney Kafkasya ülkelerinden farklıdır ve Kafkasya'da yetişen tüm türlerin yaklaşık yüzde 67'si Azerbaycan'da bulunabilir. Azerbaycan'ın siyasi sistemi, yapısal gelişimini 12 Kasım 1995 tarihinde yeni anayasanın kabulü ile tamamladı. Anayasanın yirmi üçüncü maddesine göre Azerbaycan Cumhuriyeti'nin bir bayrağı, bir arması ve bir Millî marşı vardır. Ülkede devlet iktidarı, iç sorunlarda sadece yasa ile sınırlıdır, uluslararası ilişkilerde ayrıca uluslararası anlaşmaların hükümleri ile sınırlıdır. Azerbaycan hükümeti yasama, yürütme ve yargı organlarının ayrı şekillerde görev yaptığı kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemiştir. Ülkede tek meclislilik sistemi vardır ve yasama gücü Azerbaycan Millî Meclisi ile Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Yüksek Ulusal Meclisi'nin elindedir. Parlamento seçimleri beş yılda bir Kasım ayının ilk Pazar günü yapılır. Yeni Azerbaycan Partisi, şu anda ülkenin iktidarındaki partidir ve meclisteki sandalyelerin yetmiş ikisine sahiptir. 2010'da yapılan seçimlerde muhalefet partilerinden olan Müsavat ile Azerbaycan Halk Cephesi mecliste yer alamadı. Avrupalı ​​gözlemciler, seçimlerde çeşitli usulsüzlükler buldu. Yürütme gücü, tek dereceli seçimle yedi yıllık bir dönem için seçilen cumhurbaşkanı tarafından düzenlenmektedir. Cumhurbaşkanı, kendisine bağlı bir yürütme organı olan bakanlar kurulunu oluşturmakla yetkilidir. Bakanlar kurulunda başbakan, bakanlar ve milletvekilleri bulunur. Cumhurbaşkanı, millet meclisini feshetme hakkına sahip değildir ancak onun kararlarını veto edebilir. Vetoyu geçersiz kılmak için ise mecliste doksan beş oy çoğunluğu bulunması gerekir. Ülkedeki yargı yetkisi ise Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Ekonomi Mahkemesi'ne aittir. Cumhurbaşkanı bu mahkemelere hakimler atamakla görevlidir. Kısa ömürlü Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti, altı ülke ile diplomatik ilişkiler kurmayı başardı ve Almanya ile Finlandiya'ya diplomatik temsilciler gönderdi. Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti'nin uluslararası platformda tanınması ise yaklaşık bir yılı buldu. Azerbaycan'ı 6 Kasım 1996 tarihinde tanıyan Bahreyn, ülkeyi tanıyan en son ülke oldu. Misyonların karşılıklı değişimi de dahil olmak üzere tam diplomatik ilişkiler, ilk kez Türkiye, Pakistan, Amerika Birleşik Devletleri, İran ve İsrail ile kuruldu. Azerbaycan, Türkiye ilişkilerinin önemini özellikle vurguladı. İki devlet, birbiri arasındaki ilişkiler için "İki Devlet, Tek Millet" "(İki dövlət, tək millət)" ibaresini kullanmaktadır. Azerbaycan, bugüne kadar 158 ülke ile diplomatik ilişkiler kurmuştur ve 38 uluslararası örgüte üyedir. Bu örgütlerden Dün
ya Ticaret Örgütü'nde gözlemci statüsüne sahiptir. 9 Mayıs 2006 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından İnsan Hakları Konseyi üyeliğine seçilmiştir. Görev süresi ise 19 Haziran 2006'da başlamıştır. Azerbaycan'ın dış siyasetinin öncelikleri şunlardır: Her şeyden önce toprak bütünlüğünün korunması; Dağlık Karabağ ve çevresinde işgal altında olan yedi bölgenin işgal edilmesi sorunlarının ortadan kaldırılması; Avrupa ve Avrupa-Atlantik yapısına uyum; uluslararası güvenliğe katkı; uluslararası örgütlerle iş birliği; bölgesel iş birliği ve ikili ilişkiler; savunmanın güçlendirilmesi; iç siyaset sayesinde güvenliğin teşviki; demokrasinin güçlendirilmesi; ahlaki değerlerin bilimsel, eğitimsel ve kültürel politikalarla korunması; etnik ve dini hoşgörünün korunması; ekonomik ve sosyal kalkınma; iç güvenliği ve sınır güvenliğini artırmak; göç, enerji ve ulaşım güvenliği politikası. 2007 yılının sonlarında Azerbaycan Hükûmeti, Ermeni işgali altındaki Dağlık Karabağ toprakları üzerinde uzun zamandır devam eden anlaşmazlığın çözülmemesi halinde yeni bir savaşın körükleneceğinin neredeyse kesin olduğunu belirtti. Hükûmet, askeri bütçesini artırma sürecindedir. Ayrıca, Azerbaycan ve Türkiye arasında Gürcistan üzerinden geçmesi planlanan tren yolu ulaşım projesinin gerçekleşmesinin Ermenistan'ı işgal ettiği Dağlık Karabağ'dan çekilmeye zorlayacağını düşünen Ermeni diasporası, Avrupa Birliği ve ABD'deki lobiler bu projenin karşısında olduklarını açıkça dile getirmektedirler. Azerbaycan, terörle mücadele için kurulan uluslararası koalisyonların etkin bir üyesidir; Kosova, Afganistan ve Irak'ta barışı koruma çabalarına katkıda bulunmaktadır. NATO'nun Barış İçin Ortaklık programına da üyedir. Aynı zamanda Avrupa Birliği ile de iyi ilişkiler içindedir ve bir gün birliğe üye olmak için başvurabilir. Azerbaycan, 10 iktisadi bölgeye ayrılmıştır; 66 Rayon ("rayon") ve 77 şehirden ("şəhər") oluşur. Bununla birlikte Nahçıvan, Azerbaycan'a bağlı bir özerk cumhuriyettir ("muxtar respublika"). Modern Azerbaycan ordusunun temeli, 26 Haziran 1918'de kurulan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti Ulusal Ordusu'na kadar dayanır. Ülke, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanınca, 9 Ekim 1991 tarihinde Silahlı Kuvvetler Kanunu'na göre, Azerbaycan Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri oluşturuldu. Günümüzde ülkede her yıl 26 Haziran, Silahlı Kuvvetler Günü olarak kutlanmaktadır. 2002 itibarıyla, Azerbaycan silahlı kuvvetlerinde 95.000 etkin çalışan personel vardır. Yarı askeri birliklerin sayısı ise 17.000'i bulmaktadır. Silahlı kuvvetlerin üç şubesi vardır: Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri. Silahlı kuvvetler, gerektiğinde devlet savunmasına dahil edilebilir ve çeşitli askeri alt grupları kucaklar. Azerbaycan Millî Muhafızlığı, başka bir paramiliter güçtür. Bu kurum, yarı bağımsızdır ve cumhurbaşkanı emrindeki bir ajans olarak etkinlik göstermektedir. Azerbaycan, Avrupa Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması'na bağlıdır ve tüm önemli uluslararası silah anlaşmaları imzalamıştır. Barış İçin Ortaklık ile Bireysel Ortaklık Eylem Planı kapsamında Türkiye'nin girişimleri ile NATO ile iş birliği yapmaktadır. Irak'a 151, Afganistan'a 184 barış kuvveti konuşlandırmıştır. Ülkenin 2011 yılındaki askeri harcamaları $4,46 milyardır. Savunma sanayisi, küçük silahlar, küçük topçu sistemleri, tanklar, havacılık bombaları, pilotsuz araçlar,çeşitli askeri araçlar üretmektedir. 1991'de bağımsızlığını kazandıktan sonra, özellikle geçiş döneminin ilk yıllarında ekonomik alanda düşüşler olmuş ve para birimi olarak Manat'a bağlı kalmıştır. Ancak Azerbaycan, verimli tarım arazileri ve doğal gaz, petrol ve demir cevheri bakımından zengin kaynaklara sahip bulunmaktadır. Ham petrol üretimi 2006'da günlük 600,000 varile ulaşmıştır. Ayrıca petrokimya, yiyecek, giyim gibi hafif sanayi de vardır. Doğal gaz üretimi ise 1991'de 11 milyar m³ tür. Toplam doğal gaz rezervi 2 trilyon m³, petrol rezervlerin de 8 milyar varil{fact} olduğu savunulmaktadır. 18 Eylül 2002 tarihinde temeli atılan ve Temmuz 2006 tarihinde hizmete açılan Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı(BTC) Azerbaycan petrolünü Gürcistan üzerinden Türkiye'nin akdeniz kıyılarına taşımaktadır. BTC Hazar Denizinin Azerbaycan tarafında bulunan Azeri-Çırak-Güneşli petrol sahalarında bulunan petrolün en ekonomik şekilde batı pazarına ulaşmasını sağlamaktadır. BTC, Bakü’den başlayıp, Ceyhan’da son bulmaktadır. Bu boru hattı başta Azerbaycan petrolü olmak üzere bölgede üretilecek petroller Ceyhan’a taşınıp, buradan da tankerlerle dünya pazarlarına ulaştırılmaktadır. Azerbaycan'ın yüzde 7'si tarıma elverişli topraklara sahiptir. Bu tarım topraklarının büyük kısmı da Kura ve Aras ırmakları çevresindedir ve ülkede, tarım büyük ölçüde sulamaya dayanmaktadır. Yetiştirilen başlıca ürünler tahıl, meyve, pamuk, çay, tütün ve üzümdür. Ayrıca, dut ağacından yılda 5.000 ton ipek kozası elde edilmektedir. Azerbaycan tarımında ve ekonomisinde hayvancılığın da önemli yeri bulunmaktadır. En son verilere göre Azerbaycan'da 1,5 milyon sığır, 5 milyon koyun, 30 milyon kümes hayvanı bulunmaktadır. Arıcılık gelişmiştir. Turizm, Azerbaycan ekonomisinin önemli bir parçasıdır. Ülke, 1980'lerde tanınmış bir turistik nokta oldu ancak 1990'larda Sovyetler Birliği'nin dağılması ve çıkan Karabağ Savaşı, Azerbaycan'ın turizm endüstrisindeki imajını sarstı. Turizm sektörü, 2000'li yılların başına kadar toparlanma yoluna gidemedi ancak 2000'lerin başından itibaren ülkedeki turistik ziyaret ve konaklama sayısında yüksek bir artış yaşandı. Son yıllarda ise Azerbaycan, din, kaplıca ve sağlık turizmi alanında popüler bir yer haline geldi. Azerbaycan hükûmeti, seçkin turizm için öncelikli olarak Azerbaycan'ın geliştirilmesi gerektiğini belirledi. Ülkede turizm faaliyetleri, Azerbaycan Kültür ve Turizm Bakanlığı "(Azərbaycan Mədəniyyət və Turizm Nazirliyi)" tarafından düzenlenmektedir. Azerbaycan'ın önemli uluslararası trafik yollarının kavşağında bulunması, İpek Yolu ve Güney-Kuzey koridoru üzerinde yer alması ülke ekonomisi için ulaşım sektörünün stratejik önemini artırmaktadır. Ülkedeki ulaşım sektörü, yollar, demiryolları, hava ve deniz taşımacılığını içerir. Azerbaycan hammadde taşımacılığında da önemli bir ekonomik merkezdir. Mayıs 2006'da faaliyete başlayan 1.774 kilometre uzunluğundaki Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı (BTC), Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye topraklarından geçmektedir. BTC, yılda 50 milyon ton kadar ham petrol taşımak için tasarlanmıştır ve Hazar Denizi'ndeki petrolü küresel pazara aktarmaktadır. Ayrıca 2006 yılı sonunda faaliyete başlayan, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye topraklarından geçen Güney Kafkasya Boru Hattı ise Şahdeniz doğal gazını Avrupa pazarına ek gaz olarak sunmaktadır. Yapımı devam eden Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattı, Türkiye'nin İstanbul Boğazı'ndaki Marmaray projesini de hayata geçirilmesiyle birlikte Avrupa demiryollarını Kazakistan ve Çin demiryolları bağlantıları ile Asya demiryollarına bağlayacaktır. Nüfus çoğunluğunu Türk halkı olan Azeriler oluşturuyor. Azerilerin son 50 yıl da arttığını göstermektedir ve diğer etnik grupların sayı ve oran olarak azaldığını göstermektedir. Rusların sayısında son 30 yılda bir düşüş vardır. 1979 yılında 475,300 ve 1989 yılında 330.000 civarında olan Rus nüfusunun sayısı 1999 yılında 141.700 seviyelerine kadar gerilemiştir. Özellikle 20 Ocak 1990 Olayından (Qara Yanvar; "Kara Ocak") sonra Rusların göçü yoğunlaşmıştır. Ermeniler özellikle Dağlık Karabağ Savaşı yüzünden ya ayrılmıştır veya kaçmıştır. Daha Dağlık Karabağ yüzünden oluşan gerginlik ve savaştan önce de 1979 yılında 475,500 civarında olan Ermeni nüfusunun sayısı 1989 yılına gelindiğinde 390.500 seviyelerine kadar gerilemişti. Ermeni nüfusunun sayısı 1999 yılında 120.700 seviyelerine kadar gerilemiştir ve Ermeniler tarafından işgal edilmiş Dağlık Karabağ'da yaşayanları kapsar. Artık Azerbaycan'da Dağlık Karabağ dışında hemen hemen hiç Ermeni kalmamıştır. Toplam nüfus büyüme oranı %0,89'dur. Yaş grubu - Toplam nüfustaki payı Azerbaycan nüfusunun %54 e yakın kısmı kentlerde, %46 ya yakın kısmı da köylerde yaşamaktadır. Şehirleşme hızı son zamanlarda oldukça yavaş seyretmekte olup, kentlere fazla hızlı olmasa bile göç almakta, ancak kırsal kesimde nüfus artışı daha yüksek olduğu için denge sürmektedir. Toplam nüfusun %60 a yakın kısmı 30 yaşın altındadır. Azerbaycan'da toplam olarak 77 şehir, 64 daha küçük rayon düzeyi şehirler ve bir özel statülü şehir bulunmaktadır. Bunları 257 şehir tipi yerleşim ve 4620 adet köy tarafından takip edilmektedir. Azerbaycan'ın resmi dili Azerice olup nüfusun %92'sinin ana dilidir. Azerice Türk dil ailesi'nin Oğuz grubu içerisindedir ve Türkçe, Kaşkayca ve Türkmence ile yakından ilgilidir. Rusça ve İngilizce eğitim ve iletişimde ikinci ya da üçüncü dil olarak önemli rol oynamaktadır. Ülkede anadil olarak konuşulan çok sayıda diğer diller de vardır. Avarca, Ermenice, Buduhça, Gürcüce, Cuhuri, Hınalık, Krızca, Lezgice, Rutulca, Talışça, Tatça, Tsahurca, ve Udice diğer etnik gruplar tarafından konuşulmaktadır. Kimi dil toplulukların kimileri çok küçüktür ve konuşanların sayıları azalmaktadır. Ermenice ise hemen hemen tamamıyla Dağlık-Karabağ bölgesinde konuşulur. Azerbaycan Cumhuriyeti laik devlettir. %95'sı Müslüman olan halkın %85'i Şii Müslümanlar, %15 Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır.), %3-4'ü Hıristiyandır (çoğunluğu Rus Ortodoks Kilisesi, Gürcü Ortodoks Kilisesi ve Malakan). Çok küçük bir kısmı ise Yahudidir . Ancak Azerbaycan'da dinsel bağlılık nominal olduğu için, pratikteki taraftar oranları çok daha düşüktür. Azerbaycan'da nüfusun büyük bir kısmını oluşturan Azeriler, Müslümandırlar. Ancak yaklaşık 70 yıllık komünist yönetim tarafından yapılan yoğun ateizm propagandası ile İran İslam Cumhuriyeti'nden kaynaklanan köktendinci İslami propagandaya karşı oluşan tepki nedeniyle, dini yönelişler, İslami bir nitelik kazanmaktan ziyade bir kültürel renk biçiminde bulunmaktadır. Ancak bu, radikal köktendinci hareketlerin
Azerbaycan'da bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Azerbaycan'da eğitimin tüm diğer Türk devlet ve topluluklarına göre çok ileri düzeyde olduğu görülür. 1991 istatistiksel verilere göre 4.775 okulda 1.503.000 öğrenci okumaktadır. Bugün okul sayısı 5.000'e, öğrenci sayısı 1.600.000'e ulaşmıştır. Azerbaycan'da 6.500 kültür tesisi, 4.605 kütüphane, 125 müze, 125 müzik okulu, 43 halk tiyatro salonu, 3.680 kültür evi bulunmaktadır. Okuma yazma oranı %99,5'tir. Bakü-Azerbaycan Devlet Üniversitesi ve bağlı enstitüleri bütün Uygulamalı Matematik ve Ekonomik Sibernetik, Kimya, Jeoloji, Biyoloji, Tarih, Filoloji, İlahiyat, Coğrafya, Gazetecilik, Hukuk, Mekanik ve Matematik, Fizik, Sosyal Bilimler ve Psikoloji, Felsefe, Kütüphane Çalışmaları, Uygulamalı Matematik Bilimsel Araştırma Enstitüsü, Doğu Çalışmaları kollarında eğitim-öğretim yapmaktadır. Özel ve devlet olmak üzere toplam 49 tane kanuni üniversite mevcuttur ve bu üniversiteler özellikle Türk ve birçok yabancı öğrenciye eğitim vermekte, eski doğu bloğu ülkeler arasında kaliteli eğitim veren ülkeler arasında sayılmaktadır. Yaklaşık 1.000 yıllık geçmişi olan Azerbaycan müziği ritmik ve farklı melodiler üretmiş, müziğinin konularını Azeri halkının yaşantıları ve karşılaştıkları sosyal olaylarından konu almıştır. Azeri dili çoğunlukla Türkçe, Arapça ve Farsça kökenli sözlerden etkinlendiğinden yapılan geleneksel Azeri müziklerde de Kafkas,Orta Asya ve İran ağırlıklı etkileri göze çarpmaktadır. Geleneksel Azeri müziklerinde çalgı olarak tar ,kemençe , ut, bağlama, balaban, zurna, kaval , nağara, garmon , tütek, tef ve davul kullanılmaktadır. Ayrıca davul, garmon (küçük akordeon), tutek (düdük flüt), daf (davullar) ve nagara çalgılarıda melodilerde sıkça kullanılabilen enstrümanlardandır. Azerbaycan 2011 yılında Eurovision Şarkı Yarışması'nda ülkeyi temsilen yarışan Eldar ve Nigar'ın seslendirdiği Running Scared adlı şarkıyla birinci olmuştur. Ülkenin ayrıca Reşid Behbudov, Müslüm Magomayev ve Flora Kerimova gibi tanınmış Azeri sanatçıları da vardır. Serbest güreş Azerbaycan'ın millî sporudur. Azerbaycan bu dalda toplam 14 madalya kazanmıştır. Günümüzde Azerbaycan'daki en yaygın sporlar satranç ve futboldur. Azerbaycan millî futbol takımı uluslararası arenada düşük bir performans sergilemektedir. Bunun başlıca nedenlerinden birisi Azerbaycan merkezli futbol kulüplerinde oynayan yabancı uyruklu futbolcular olarak görülmektedir. 2009 yılının şubat ayında açılan Azerbaycan Futbol Akademisi'nin gençlerin futbola olan ilgisinin artmasında büyük bir adım atılmasının sağlayacağı düşünülmektedir. Azerbaycan merkezli en başarılı futbol kulüpleri Neftçi, Bakı, İnter Bakü, Karabağ ve Hazar Lankaran takımlarıdır. Neftçi 2012 yılında play-off maçlarında Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin APOEL takımını eleyerek 2012-13 UEFA Avrupa Ligi gruplarına kalarak Azerbaycan futbolunda bir ilki gerçekleştirmiştir. Ülke 2012 FIFA 17 Yaş Altı Kadınlar Dünya Kupası'nın düzenlemiştir. Futsal da Azerbaycan'da popüler olan sporlardan birisidir. Azerbaycan millî futsal takımı 2010 yılında Macaristan'da düzenlenen UEFA Futsal Şampiyonasında dördüncü olmuştur. Azerbaycan takımı Araz Nahçıvan UEFA Futsal Kupasının 2009-10 ve 2013-14 sezonlarında bronz madalya kazanmıştır. Tavlanın Azerbaycan kültüründe önemli bir yeri bulunmaktadır. Tavla, Azeriler arasında çok popüler bir oyundur. Bu oyunun Azerbaycan'da birçok farklı oynanış tarzı vardır. Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi satranç Azerbaycan'da halen yaygındır. Teymur Recebov, Şehriyar Memmedyarov, Vladimir Makogonov, Vügar Haşimov, Zeyneb Mehmedyarova ve Garri Kasparov ülkede yetişen dünya çapında tanınmış satranç oyuncularıdır. Azerbaycan birçok uluslararası satranç turnuvasına ev sahipliği yapmış ve 2013 tarihli Avrupa Takım Satrancı Şampiyonası'nda ipi göğüslemiştir. Dünya çapında üne sahip olan diğer Azeri atletler şunlardır: güreşte Namık Abdullayev, Tuğrul Askerov, Ruşen Bayramov, Şerif Şerifov, Mariya Standik, Ferid Mansurov, atletizmde Hayle İbrahimov, judoda Elnur Memmedli, Mevlüd Miraliyev, karatede Rafael Ağayev, voleybolda Valeriya Korotenko, Natalya Mammadova, halterde Nizami Paşayev, Intigam Zairov, Serdar Hasanov ve K-1 dövüşçüsü Zabit Samedov. Çöl Çöl, Yerküre'de yer alan ana biyom tiplerinden birisidir. Çöl, yıllık 250 mm'den az yağış alan bölgeler için kullanılan bir tabirdir. Çöller birer ekosistemlerdir ve çöl atmosferinin düşük nemliliği gece ve gündüz arasında çok büyük sıcaklık farklarının oluşmasına neden olur. Çöller, aldıkları yağışın miktarında büyük değişkenlik gösterebilirler. Yağışın zamanı da öngörülememektedir. Sıcak çöllerde toprakta organik madde miktarı az olmasına karşın mineraller bol miktarda bulunur. En gelişmişlerinde bile bitki örtüşü çok seyrektir ve toprak güneş ışınlarına ve rüzgara doğrudan maruz kalır. Hem yıllık hem de çok yıllık bitkiler mevcuttur, ancak çok yıllık bitkiler olarak kaktüsler tipiktir, Kuzey Kutbu'nda 400'e yakın bitki türü olmasına karşın Antarktika'da hiçbir bitki türü bulunmamaktadır. Bu bitkiler su kaybını azaltmak için genellikle çok küçük yapraklara sahiptir ya da hiç yaprakları yoktur. Bazı bitkiler ise yer altı organları olarak yaşarlar ve yalnızca aşırı yağışların olduğu kısa bir büyüme dönemine sahiptirler. Çöllerde yaşayan hayvanlar, çok çetin koşullarla baş etmek zorundadırlar: su ve besin çok nadirdir, sıcaklık dramatik bir şekilde değişmektedir, kumda ve kalın kar tabakasında yürümek ve yuva kazmak zordur. Bu sorunları aşmak için çok çeşitli fizyolojik ve davranışsal uyumlar evrimleşmiştir. Sıcak çöllerde çoğu hayvan küçüktür, günün en sıcak saatlerini bitkilerin altında ya da yer altında geçirirler, gece avlanır ve besin ararlar. Kanguru faresi gibi hayvanlar, besinlerde bulunan ve metabolizma sonucu ortaya çıkardıkları su (metabolik su) ile canlılıklarını devam ettirirler. Canlı biyokütlesi çok düşüktür ve biyota oldukça özelleşmiştir. Dünyaca ünlü çöller, Kutuplar'ın çevresinde bulunan çöller ve Kuzey Afrika'da Büyük Sahra, Güney Afrika'da Kalahari Çölü, Asya'da Gobi, Güney Amerika'da Atacama Çölü çölleridir. Büyük Sahra, dünyadaki en büyük sıcak çöldür. Antarktika ve Grönland'ın büyük bölümü de çöl tabirinin içine girer yani "çöl" kelimesi sadece sıcak bölgeleri değil soğuk ve kurak bölgeler için de kullanılır. Çöller kutup çölleriyle birlikte dünyada kara alanlarının %30'unu kaplar. Bunun dışında %28'lik bir yarı kurak alan daha var ki, buralar az yağış ve bitki örtüsüyle tipiktir ve asıl çölleri çevrelerler. Hemen her kıtada çöl alanları varlık göstermektedir. Bu çöl alanları subtropikal, kıta içi, batı sahili ve kutup çölleri olmak üzere 4 ana gruba ayrılabilir. Küresel hava akımlarıyla belirlenen kurak alanlardır. Kuzey yarıkürede Yengeç Dönencesi civarında yer alan Sahra Çölü, Arabistan Çölü, Thar Çölü, ile Güney yarıkürede Oğlak Dönencesi civarında bulunan Kalahari ve Avustralya çölleri bu gruba girer. Bunlardan Sahra Çölü 9.1 milyon km ile en büyük subtropikal çöldür. Subtropik çöllerdeki yağış sıcaklığı çok düşüktür. Toprak ve bitki örtüsünün olmaması yüzünden yağışlar hızla sele dönüşür. Sellerin açtığı bu su yollarına Arapça vadi denir. Çöllerin genellikle iç drenaja sahip olması yüzünden bu sel sularının bir kısmı yeraltı suyuna süzülür, bir kısmı ise sığ, tuzlu gölleri oluşturmak üzere çöllerin sığ kısmına doğru yol alır. Kıta içi çöllerin örneklerini, Asya steplerinde birbirine komşu olan Gobi ve Taklamakan çölleriyle Arjantin'deki Pategonya Çölü oluşturur. Kıta içi çöller, oluşumlarını esas olarak ana evaporasyon kaynaklarından uzak oluşlarına ve bazen yüksek dağlarla çevrili olmalarına borçludur. Bu yüzden su buharı, bu merkezi kıta alanlarına ulaşamadan yağışa geçmekte, buralara ulaşan hava kuru olmaktadır. Kıta içi çöller tipik olarak kurak ve soğuk alanlardır. Bu çöller subtropikal bölgede bazı kıtaların batı sahilleri boyunca bulunduklarından böyle adlandırılmışlardır. Kuzey Amerika çölleri ile Şili'de Atakama Çölü bu türün örneklerindendir. Oluşumlarının arka planındaki fiziksel süreçler şöyledir; bu bölge boyunca egemen rüzgarlar ekvatora doğrudur; bunlar soğuk ve yoğun havayı okyanus yüzeyine yakın bölgeye bırakırlar ve bu süreç nemli havanın yükselip bulut oluşturmasına engel olur. Gündüzleri kara hızla ısınır, ancak deniz hala soğuktur. Ilık hava buharlaşmayla karaların üstünde yükselirken, denizden gelen soğuk hava bu boşluğu doldurur. Bu bir nemli deniz esintisidir. Subtropikallerde genellikle öğleden sonra eser. Ancak bu esinti kıtaların batı kenarına paralel akan soğuk okyanus akıntılarıyla karşılaşır. Soğuk su akıntıları ile temas, esintisinin sıcaklığını düşürür; böylece hava yükselmek yerine çöker, yani yağmur olarak yoğunlaşır. Kuzey Amerika çölleri, deniz esintisinin, KB'dan gelen soğuk Kaliforniya Akıntısı ile karşılaşması yüzünden oluşur. Bu çöller düşük kotlardadır; yıllık 100–250 mm arasında yağış alır ve yazları oldukça sıcaktır. Görece sıcak hava, tropiklerden kutuplara doğru üç hücre halinde sürüklenirken içindeki su buharı yağış şeklinde yoğunlaşır ve yüksek enlemlerde içinde neredeyse hiç su kalmaz. Grönland ve Antarktika dünyanın en soğuk, en kurak yerleridirler. Bu nedenle bunlar Kutup Çölleri olarak adlandırılırlar. Sıcaklık donma noktasının üstüne hiç çıkmadığından kar erimez, ancak bir kısmı sublimasyonla kaybolur. Antarktika'daki yağış oranı ise çoğunlukla 50 mm yağmur eşdeğeri kardan azdır. Çöller genel olarak 2'ye ayrılır;Sıcak ve soğuk çöller. Soğuk çöllerde yaşamını sürdüren hayvanlar yaratılış gereği oranın ortamına ve iklim koşullarına adapte olmuşlardır.Ayrıca çöllerde yaşayan canlılar, bu bölgelere uyum sağlamış canlı sayısının az olması sebebi ile değerlidir. Çöllerde yiyecek ve içecek sıkıntısı tahmin edilebileceği gibi sık rastlanan bir durumdur. Bu yüzden burada hayatını sürdüren canlılar buranın olumsuz koşullarına karşı birçok adaptasyon geliştirmiştir. Kutup çöllerinde yaşayan hayvanlar daha küçük vücutlu olmaktadır ve daha kalın bir deri tabakasına sahiptir. Ayrıca bunları koruy
an yağ tabakaları vardır ve bu tabaka oldukça gelişmiştir. Kutupta yaşayan bazı hayvanlar penguen, kutup ayısı, kutup tilkisi, fok, balina, deniz aslanı şeklinde sıralanabilir. Sanıldığının aksine kutup ayılarıyla penguenler aynı yerde yaşamaz. Kutup ayıları sadece Kuzey Kutbu'nda yaşamlarını sürdürürken penguenler ise sadece Güney Kutbu'nda yaşarlar. Ayrıca Kuzey Kutbu bir kıta değil; Grönland'ın kuzeyinin, Sibirya'nın ve diğer Kuzey Buz Denizi adalarının oluşturduğu kara parçalarıdır. Güney Kutbu Antarktika ise kıtadır. Sıcak çöllerde ise hayat daha zordur denebilir çünkü kutuplardaki hayvanlardan fazla olarak su gibi bir sorunları daha vardır. Bu sorunu çözmek için de çeşitli adaptasyonlar geliştirilmiştir. Örneğin develer hörgüçlerinde yağ biriktirirler ve fazla yağı bir dizi kimyasal işlemden sonra suya çevirerek ihtiyaçları olan suyu karşılarlar. Çöl tilkileri ise küçük boyutludur ve bu onların çabuk terlemesini önler. Diğer çöl hayvanları da suyu çeşitli şekillerde depo ederler ya da aldıkları besinlerin suyundan faydalanırlar. Özbekçe Özbekçe ("O‘zbekcha") tarihî Çağatay Türkçesinin çağdaş devamı olan Türk yazı dillerinden biridir. Türk lehçelerinin Karluk grubuna bağlı bir Türk lehçesidir ve Özbekistan'ın resmî dili konumundadır. Özbekçe,karakteristik açıdan diğer Türk lehçelerinden farklı özelliklere sahiptir.Ses uyumunun olmaması ve bünyesinde Karluk,Kıpçak ve Oğuz ağızlarından unsurları barındıran tek Türk lehçesi olması,bu farklılıklardan bazılarıdır. Orta Asya genelinde en çok konuşulan Türk lehçesi olan Özbekçe; Kıpçak, Karluk ve Oğuz lehçelerine ait unsurları bünyesinde birleştiren tek Türk lehçesidir. Özbekistan'ın Fergana vadisi, Taşkent ve etrafı ile Semerkant, Buhara, Karşı, Şehrisebz ve Termez şehirlerinde Karluk lehçesi, Surhanderya, Kaşkaderya, Semerkant vilayetlerinde Kıpçak lehçesi, Harezm vilayetinde ise Oğuz lehçesinde konuşulmasına rağmen, Özbek edebi dilinde ağırlıklı olarak Fergana ve Taşkent ağızlarının ağırlık kazandığı Karluk lehçesi hâkimdir. Orta Çağ'da Orta Asya'nın en önemli kültür ve bilim dili olmuştur. Özbekçe'de diğer Türk lehçe ve şivelerine göre Farsçanın etkisi daha fazladır. Sözlüklerinde Farsça kelime sayısı fazla olduğu gibi telaffuzda da Farsçanın etkisi açıkça görülür. Diğer Türk lehçe ve şivelerindeki ünlü uyumları Özbekçede yoktur. Gerek kiril alfabesinde gerekse bugün kullanılan latin alfabesinde mevcut ünlülerin yetersiz oluşu da ağızlardaki bu temayülün önünde engel teşkil etmektedir. Özbekçe, Türkistan coğrafyasında Özbekistan dışına yayılmış olan Özbek Türkleri arasında; Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan, Afganistan, Türkmenistan cumhuriyetlerinde de kullanılır. Söz konusu bazı bölgelerde, bölgenin resmi dilinden de çok kullanılır. 1904'ten önce, bütün Orta Asya dilleri Arap yazısı ile yazılırdı. 1924-1940 arasında resmî Özbekçe, Stalin idaresi tarafından Kiril alfabesi dayatılıncaya kadar Latin alfabesi ile yazılmıştır. 2002 yılına kadar Özbekler Kiril alfabesini kullanmaya devam ettiler, fakat şimdi Kiril alfabesi hâlâ yaygın olmasına rağmen Latin alfabesi resmî olarak kabul edilmiştir. Yıldız Savaşları: Bölüm III - Sith'in İntikamı Yıldız Savaşları: Bölüm III - Sith'in İntikamı, Yıldız Savaşları serisine ait 2005 yılı yapımı bir bilim kurgu filmi. Senaristi ve yönetmeni George Lucas'dır. Film yapım sırasına göre serinin altıncı filmidir. Fakat hikâyenin kronolojik sıralamasına göre üçüncü filmidir. Film 19 Mayıs 2005 tarihinde vizyona çıkmıştır. "Revenge of the Sith" 115 ülkede gösterilmiştir. Film 850 million $ gelir elde etmiş ve 2005 yılında "Harry Potter and the Goblet of Fire"ın ardından en yüksek hasılata ulaşan ikinci film olmuştur.. Film açılış gününde Kuzey Amerika'da 2900 sinemada gösterilmiş ve 16.5 million $ hasılata ulaşmıştır. Toplamda açılış gününde 50 milyon $ elde etmiştir. Ertesi yıl "" açılış gününde 55.5 million $ gelir elde etmiş ve rekoru kırmıştır. Film eleştirilerinin bulunduğu Rotten Tomatoes isimli internet sitesinde yapılan 247 yorumdan %80'i filmi olumlu yönde değerlendirmiştir. Bu oran ikinci üçlemenin filmleri arasında en yüksek orandır. İkinci üçlemenini ilk filmi "The Phantom Menace" %63, ikinci filmi "Attack of the Clones" %66 düzeyindedir. Film Internet Movie Database'de 134,000 civarında oy almış (Nisan 2008 itibarıyla) ve 10 üzerinden 7.9 seviyesinde değerlendirilmiştir. 2007 yılında Rotten Tomatoes'deki 100 Best Science-Fiction Films (En İyi 100 Bilim Kurgu filmi) listesinde 51. sırada yer almış ve Yıldız Savaşları serisinden bu listeye girebilen tek film olmuştur. Klon Savaşları'nın sonuna yaklaşılmışken, General Griveous komutasındaki droid ordusu Coruscant'a saldırırarak Şansölye Palpatine'ini kaçırır. Jedi Master Obi-Wan Kenobi ve öğrencisi Jedi Şövalyesi Anakin, Şansölye'yi kurtarmak, aynı zamanda da General Griveous'u yakalamak amacıyla görevlendirilerek, Coruscant'a geri çağrılırlar. Zorlu bir operasyon sonrası şansölye kurtarılır. Bu operasyonda Anakin, düellonun sonucunda daha önce Obi-Wan Kenobi ile birlikte yenildikleri Kont Dooku'nun başını iki ışın kılıcının arasına almayı başarmıştır. Önce "Jedi yolu bu değil" diyerek öldürmek istemez. Ama Şansölye "öldür" emrini verince bunu uygular. Dönüşte Jedi konseyi tarafından karşılanırlar. Görüşme devam ederken gruptan ayrılan Anakin Padmé ile kucaklaşır. Evlilikleri hala bir sırdır. Padme hamile olduğu müjdesini verir. Bulundukları konum dolayısıyla endişelidir. Anakin Jedi bağlılık yemini etmiştir ve duygusal bağ kurması yasaktır. Yine de O aldığı haberden son derece mutlu olur. Ancak bir süredir ölümünden önce annesine dair gördüğü türden kabuslar kendisini rahatsız etmektedir. Çünkü bu kez doğum sırasında Padme ölmektedir. İsim vermeksizin kabusları hakkında Bilge Yoda ile konuşur. Master Jedi Yoda ölümün hayatın doğal bir parçası olduğunu gidenler için üzülmemesi gerektiğini aksi halde bağlılığın kıskançlığa, kaybetmenin acı ve öfkeye dolayısıyla da O'nu Gücün Karanlık tarafına götüreceğini söyler.Anakin bu görüşmede ikna olmuş gözükmez. Şansölyenin çağrısı ile Anakin O'nu görmeye gider. Palpatine, General Griveous'un yerinin saptandığını söyler. Konuşma Jedi konseyi Jedi öğretiisi ve Güç'ün karanlık tarafı konusuna kayar. Palpatine, bir Sith efsanesi olan Darth Plagueis'in hikâyesini anlatır. Sith ve Jedi arasındaki farkı sorgulayan yorumlar yapar. Anakin ikisini bir tutmamak konusunda inatçı bir tavır sergilese de kafası karışmış gözükür. Senatonun yetkilerini arttırdığı Şansölye Palpatine yepyeni bir kararla Anakin'e O'nu jedi konseyine özel temsilcisi olarak atadığını söyler. Anakin Jedi Konseyi'nin bunu onaylamayacağını çünkü üyelerini kendisini belirlediğini belirtir. Gerçekten de konsey bu tayinden hoşnut olmaz. Şansölyenin genişleyen yetkilerinden rahatsızlık duymaktadır. Konseye kabul edilse bile Jedi Master seviyesine getirilmeyeceği görüşünde hemfikir olunur. Anakin hakaret olarak değerlendirdiği karar karşısında öfkelenir. Palpatin'in bir diğer önerisi olan General Grievous'u yakalama Obi-Wan Kenobi'ye görevi de verilir. Toplantı sonrası Obi-Wan Palpatine'i yakından izlemek isteyen Konsey'in bunu Anakin aracılığyla yapmak istediğini eklediğinde Anakin bir kez daha hayal kırıklığına uğrar. Çünkü kendisinden istenilen şey onur kırıcı Jediların başvuracağı bir yol değildir. İkisi arasında soğuk bir konuşma gerçekleşir. Aslında Obi-wan da öğrencisini hoş olmayan bu duruma soktuğu için rahatsız gözükür. Gezegenden ayrılmadan hemen önce Anakin küstahlığı ve hayal kırıklığına uğratan bir öğrenci olduğu için ustasından özür diler. Obi-Wan ise kendisinden memnuniyetini dile getirir ve sabretmesini öğütler. Ayrılırken O'na "Hoşçakal eski dostum" diye hitap eder. Coruscant'ta kalan Anakin, bir kez daha Şansölye Palpatine'le bir araya gelir. Palpatine gücün karanlık tarafını tanımasını ancak bu şekilde eşini kesin ölümden kurtarabileceğini söyler. Anakin Şansölye'nin Güç'ü biliyor olması karşısında şaşkındır. Palpatine artık kozunu açık oynayacaktır. Sonunda Anakin aslında O'nun Sith olduğunu anlar. Bunu konseye bildireceğini söyler. Ancak bir kere Palpatine O'nu zayıf noktasından yakalamıştır. Konseye geri dönen Anakin Mace Windu'ya gerçeği anlatır. Sith'in ortadan kaldırılması konusunda yardımına ihtiyacı olacağını söylese de Mace Windu buna sıcak bakmaz. Bir kez daha dışlanan Anakin'in yanlış seçim yapmasında, Padme'yi kurtarabileceği tek yolun yok olmak üzere olduğu gerçeği rol oynar. Palpatine'i tutuklamak üzere gelen Mace Windu O'nunla düello yapar. Şansölye'nin yıldırımlarını ışın kılıcıyla geri gönderir. Dolayısıyla Palpatine geri tepen saldırısıyla fiziksel değişime uğrar, bedeni harap olur. Düello devam ederken Anakin araya girerek müdahale eder. Bu fırsatı değerlendiren Darth Sidious Mace Windu'yu öldürür. Yaptığı şey karşısında dehşete düşmüş gözüken Anakin için artık çıkış yolu yoktur. Önünde diz çökerek O'na itaat edeceğine söz verir ve Darth Sidious Sith geleneklerine uygun olarak kendisine Darth Vader adını verir. Cumhuriyeti ve barışı korumak adına ilk olarak Jedi Tapınağı'na gidip tüm Jediları öldürmesini sonrasında ise Mustafar Sistemi'ndeki ayrılıkçıları ortadan kaldırmasını emreder. Ardından klon birliklerine sızdırdığı gruplara Emir 66'yı uygulatır; galaksilerde Jedilara karşı bir kıyım başlatılır. Yoda ve Obi-Wan Kenobi hariç bütün Jedi'lar, yok edilir. Palpatine, Padme'nin de katıldığı olağanüstü Senato'da Jedi'ların Cumhuriyeti ele geçirme girişimini açıklayan olağanüstü yetkilerine dayanarak I. Galaktik İmparatorluğu'nu ilan eder. Bu karar tüm üyelerin büyük alkışları arasında kabul edilir. Padme Senato Bail Organa'ya "Demek hürriyet böyle görkemli alkışlarla kaybediliyormuş."der. Palpatine de imparator olur. General Grievous'u yok eden Obi-Wan kendisine karşı hazırlanan komplodan -Emir 66'dan- son anda kurtulur. Usta Yoda ve Senator Bail Organa ile bir araya gelir. Jedi Tapınağına giderler. Arşiv kayıtlarında Padawan adayı küçük çocukları öldüren ve Sith Lorduna dönüşen öğrencisi Anakin'in hologramı k
arşısında dehşete düşer. Şansölye Palpatine'in gerçekte yıllardır kendini gizlemeyi başarmış Darth Sidious olduğunu fark ederler. Tüm Jedi'lar öldürüldüğü için geriye tek çare kalır: Darth Sidious ve yeni karanlık lord Darth Vader, yani Anakin'in yok edilmesi. Obi-Wan Kenobi, eski öğrencisi ve dostu olan Anakin'i öldüremeyeceğini, o yüzden Darth Sidious, diğer bir deyişle Palpatine'i, yani İmparator'u yok etmeye gitmeyi, Anakin'i ise Yoda'ya bırakmayı ister. Ancak Usta Yoda, duyguları bir kenara bırakmak gerektiğini düşünerek bunu reddeder ve Obi-Wan Kenobi'yi Anakin'i yok etmek üzere gönderir, kendisi de İmparator'un yani Darth Sidious'un peşine düşer. Obi-Wan, gönüllü olmaksızın Anakin'in yerini öğrenmek için Padme ile konuşur ve Anakin'in karanlık tarafa geçtiğini ve Jedi tapınağında yaptığı kıyımı anlatır. Padme, Obi-wan'ın anlattıklarına inanmak istemez, Anakin'in nereye gittiğini söylemekten kaçınır. Gerçekle yüzleşmek üzere 3PO ile Mustafar sistemine gider. Obi-Wan da onun gemisine gizlenir. Padme Anakin'le konuşur ve çok geçmeden Obi-Wan'ın haklı olduğunu anlar. Sözleri Anakin'i çileden çıkarır. O' da diğer tüm Jedi'ların yaptığı gibi kendisini sırtından vurduğu için suçlar. Obi-Wan'ı görünce öfkesi artar. Kıskançlığa kapılır. Gücü kullanarak boğazını sıktığı Padme bayılır. İki eski dost ve iki yeni düşman karşı karşıya gelir. Bu esnada, Yoda da, Darth Sidious'un karşısına çıkar. Fakat, ışın kılıcını kaybeder, başarısızlığa uğradığı için geri çekilmek zorunda kalır. Uzun süren düello sonucunda, Obi-Wan Kenobi, Anakin'in hatasından ve kibirinden yararlanarak, düelloyu kazanır, ancak eski dostunu "sen benim kardeşimdin" diyerek öldüremeden oradan uzaklaşır. Anakin iki bacağını ve sağlam kolunu kaybeder. Lavlardan sıçrayan ateşle tüm bedeni yanar. Obi-Wan iki droid ve baygın Padme ile gezegeni terk eder. Darth Vader'ın parçalanmış ve yanmış bedeni, yardıma ihtiyacı olduğunu uzaklardan hissedip oraya gelen ustası Darth Sidious tarafından bulunur. Geçirdiği operasyon sonrası Anakin, yüzünü örten maske ve üzerine giydirilen karanlık kostümle yarı organik - yarı robot halinde tekrar hayat bulur. Kendine geldiğinde İmparator'a (Darth Sidious'a), ilk olarak Padme'yi sorar. İmparator Padme'yi onun öfkesinin öldürdüğünü söyler. Oysa Padme henüz hayattadır. Padmé Amidala, biri erkek ve diğeri kız ikiz çocuk dünyaya getirir. Onlara Luke ve Leia adlarını verir, ve Obi-Wan'a Anakin'in içinde hala iyilik olduğunu söyleyerek hayatını kaybeder. Yoda, Obi-Wan'a yenildiklerini ve inzivaya çekilmek zorunda olduklarını söyler. Kehanete göre bir kurtarıcı gelmelidir ama güce denge getireceğine inanılan bu kurtarıcının Anakin olduğuna inanmalarına rağmen tam tersi olmuştur. İnzivaya çekilmeden önce Obi-Wan'a son bir eğitimden bahseder. Her şeyi öğrendiğini düşünen Obi-Wan buna şaşırır. Yoda, eski bir dostun -Qui-Gon Jinn- kendisiyle gücü kullanarak bağlantıya geçtiğini söyler. Bu yepyeni bir tekniktir ve ölümün Jedi'lar için sadece fizikî anlama gelmesi, ölümden sonra da hayatla bağlantıda kalabilmeleri demektir. Obi-Wan Kenobi, Luke'u Tatooine'deki Anakin'in üvey kardeşi Owen Lars'a verir ve burada inzivaya çekilir. Leia ise Senatör Bail Organa tarafından evlat edinilir. 1. Galaktik İmparatorluk kurulur, ve imparatorun yardımcısı Grand Moff Tarkin tarafından devasa bir savaş gemisi olan Ölüm Yıldızı'nın yapımına başlanır. Tarkan Tarkan Tevetoğlu (d. 17 Ekim 1972), Türk şarkıcı ve şarkı yazarı. 1990'ların başından itibaren Türk pop müziğinde yakaladığı devamlı liste ve satış başarılarıyla hem Türkiye'de hem de Avrupa'da tanındı. Tarkan, Batı Almanya'nın Renanya-Palatina eyaletindeki Alzey kasabasında doğup büyüdü. 1986'da ailesiyle beraber Türkiye'ye geldi ve müziğe çocukluk yıllarında başlayan ilgisi sonucunda, lise hayatına başladığı Karamürsel'de ilk müzik eğitimini almaya başladı. İlerleyen yıllarda İstanbul Plak şirketinin sahibi Mehmet Söğütoğlu ile tanışarak şirket ile bir albüm anlaşması imzaladı. Tarkan, 1992'nin son aylarında ilk stüdyo albümü "Yine Sensiz"i piyasaya sürdü ve albümdeki "Kıl Oldum" şarkısıyla çıkış yaptı. 1994'te yayımladığı ikinci stüdyo albümü "Aacayipsin" ve 1998'de yayımladığı üçüncü stüdyo albümü "Ölürüm Sana" ile ticari başarı yakaladı. "Ölürüm Sana" albümünden çıkan "Şımarık" single'ı, birçok ülkenin ulusal listesine giriş yaptı. 1998'de Universal Music Group ile anlaşma imzaladı. 1999'da piyasaya sürdüğü toplama albümü "Tarkan", çeşitli ülkelerden platin ve altın sertifikalar kazandı. 2001'de yayımladığı dördüncü stüdyo albümü "Karma"daki "Kuzu Kuzu, "Hüp" ve "Verme" şarkılarını kliplendirdi. İki yıl sonra çıkan "Dudu" albümüyle yeniden ticari başarı yakaladı, 2006'da "Come Closer" adlı ilk İngilizce albümüyle bazı Avrupa listelerine giriş yaptı. "Bounce" ve "Start the Fire", albümden çıkan single'lar oldu. Tarkan, bir yıl sonra, altıncı stüdyo albümü "Metamorfoz"u yayımladı. Albümdeki şarkıların sözleri, Türk Dil Kurumu tarafından takdir edildi. 2010 yılında yedinci stüdyo albümü "Adımı Kalbine Yaz" dinleyiciyle buluştu ve Türkiye'de yılın en çok satan albümü oldu. 2016'da Tarkan, Türk Sanat Müziği albümü "Ahde Vefa"yı piyasaya sürdü. Müzikal projelerinin yanı sıra çeşitli sosyal sorumluluk projelerinde de yer alan Tarkan, Türk basını tarafından "Megastar", dünya basını tarafından "Popun Prensi" ve "Boğazın Prensi" olarak anılmaktadır. Bugüne kadar 15 milyonun üzerinde albüm satmıştır ve ödülleri arasında, on dört Kral Müzik Ödülü, altı Altın Kelebek Ödülü ile bir Dünya Müzik Ödülü bulunmaktadır. Tarkan Tevetoğlu, 17 Ekim 1972'de Neşe ve Ali Tevetoğlu çiftinin çocuğu olarak Batı Almanya'nın Renanya-Palatina eyaletinde yer alan Alzey kasabasında dünyaya geldi. Neşe Tevetoğlu, Tarkan adlı çizgi roman karakterinden etkilenerek oğluna bu adı verdi. Tarkan'ın müziğe olan ilgisi ise çocukluk yıllarında başladı. Toplam altı çocuğu olan aile, 1986'da Türkiye'ye döndü ve Kocaeli'nin Karamürsel ilçesine yerleşti. Tarkan, lise hayatına burada başladı ve Karamürsel İleri Musiki Derneği'nde eğitim alarak Türk Sanat Müziği hakkında bilgi sahibi oldu. İlerleyen yıllarda ailesinin İstanbul'a taşınması üzerinde Üsküdar Musiki Cemiyeti'nde eğitimine devam etti ve çeşitli mekanlarda sahne almaya başladı. Lise bitiminde, istediği üniversite bölümünü kazanamaması üzerine Almanya'ya gitme planları yaptığı sırada İstanbul Plak şirketinin sahibi Mehmet Söğütoğlu ile tanıştı ve bir albüm anlaşması imzaladı. Tarkan, "Yine Sensiz" adını verdiği ilk stüdyo albümünü İstanbul Plak etiketiyle 26 Aralık 1992'de Türkiye'de kaset halinde satışa sundu. Albümdeki üç şarkının sözlerini tek başına yazdı, üç şarkının bestesini üstlendi ve "Kıl Oldum" şarkısıyla çıkış yaptı. 18 Haziran 1993'te albüme üç yeni versiyon ekleyerek CD halinde yeniden yayımladı. "Kıl Oldum" dışında, "Kimdi", "Gelip de Halimi Gördün mü?", "Vazgeçemem" ve "Çok Ararsın Beni (Yeni Versiyon)" şarkılarına klip çekti. Albümün toplam satışı 700.000 olarak açıklandı. Mayıs 1994'te, ikinci Tarkan stüdyo albümü "Aacayipsin" Türkiye'de; 1996'da Almanya'da ve 1998'de Rusya'da yayımlandı. Albümde Sezen Aksu, Ümit Sayın, Ozan Çolakoğlu ve Yıldız Tilbe gibi isimler yer aldı. Tarkan, dört şarkının söz yazımını üstlendi, bunlardan üç tanesinin bestesini de yaptı; "Hepsi Senin mi?", "Unutmamalı", "Gül Döktüm Yollarına", "Kış Güneşi", "Şeytan Azapta", "Dön Bebeğim" ve "Bekle" şarkılarına klip çekti. "Aacayipsin" albümü, iki buçuk milyon satış yaptı ve şarkıcıya 1995 yılında düzenlenen 1. Kral TV Video Müzik Ödülleri'nden En İyi Pop Müzik Erkek Sanatçı ödüllerini kazandırdı. Ayrıca yine aynı ödüllerden "Hepsi Senin mi?" şarkısı, En İyi Söz, En İyi Beste ve En İyi Şarkı kategorilerinde ödül aldı. Bu dönemlerde Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti ve Atlantic Records'un kurucusu Ahmet Ertegün ile tanıştı. Tarkan, 1997'de Hitt Müzik adını verdiği kendi plak şirketini kurdu ve aynı yıl üçüncü stüdyo albümü "Ölürüm Sana"yı yayımlayarak üç buçuk milyon satış elde etti. Ayrıca Tarkan, bu albümde de birçok şarkının söz yazımı ile bestelenmesinde görev aldı. "Şımarık", "İkimizin Yerine", "Salına Salına Sinsice", "Ölürüm Sana" ve "Kır Zincirlerini" klip çekilen şarkılar oldu. Bunlardan "Şımarık", birçok ülkenin ulusal listesine giriş yaptı; Fransa, Hollanda, İsveç ve İsviçre'de 3; Norveç'te 2; Belçika'da 1 numaraya yükseldi; "Billboard" tarafından hazırlanan Latin Pop Songs listesinde 26 numarada yer aldı. Ayrıca birçok şarkıcı tarafından yeniden seslendirildi. "Kır Zincirleri" ise, Almanya, Belçika ve Fransa listelerinde yer aldı. Tarkan, 1998'de Universal Music Group ile anlaşma imzaladı. Aynı yıl "Tarkan" adını verdiği toplama albümü Fransa, Arjantin, Rusya ve Hollanda dahil olmak üzere birçok ülkede yayımladı, albümde önceki albümlerinin öne çıkan bazı şarkılarına yer verdi. "Tarkan", dünya genelinde bir buçuk milyon satış rakamına ulaştı ve Meksika'dan platin; Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İsveç, Kolombiya ve Lüksemburg'dan altın sertifika kazandı. 1999 yılında çok yüksek satış rakamlarına sahip olan müzik şarkıcılarını ödüllendiren Dünya Müzik Ödülleri, Tarkan'a, Dünya'nın En Çok Satan Türk Sanatçısı ödülünü verdi. Tarkan, Mayıs 2001'de dördüncü stüdyo albümünün çıkış şarkısı "Kuzu Kuzu"'yu single olarak yayımladı, 200 bin kaset ve 500 bin CD satış rakamına ulaştı. Üç ay sonra, Temmuz 2001'de dördüncü stüdyo albümü "Karma" satışa sunuldu. Albümdeki altı şarkıyı Tarkan tarafından yazılıp bestelendi, Nazan Öncel, Mete Özgencil ve Mazhar Alanson da albümün oluşturulmasında görev aldı. "Hüp" ve "Verme", albümün diğer klip çekilen şarkıları oldu, "Hüp" klibi çeşitli olumsuz eleştirilere maruz kaldı. İlerleyen tarihlerde, "Karma" albümünün satış rakamınun bir buçuk milyonu geçtiği öğrenildi. Aynı yıl Altın Kelebek Ödülleri, "Hüp" şarkısına En İyi Klip; Tarkan'a, Onur Ödülü ve En İyi Türk Pop Müziği Erkek Solist kategorilerinde ödül verdi. Şarkıcı, 2002'de "Özgürlük İçimizde" ve "Bir Oluruz Yolunda" şarkılarını single olarak piyasaya sürdü; "Bir Oluruz Yol
unda" şarkısı, 2002 FIFA Dünya Kupası'nda Türkiye millî futbol takımına destek amaçlı kullanıldı. Tarkan ile Ozan Çolakoğlu'nun yapımcılığını üstlendiği "Dudu" EP'si, 2003 yazında satışa çıktı; Türkiye dışında Ukrayna, Rusya ve Japonya'da raflarda yerini aldı. "Dudu", "Sorma Kalbim", "Gülümse Kaderine" ve "Uzun İnce Bir Yoldayım", EP'nin kliplenen şarkıları oldu. Satış rakamı ise bir milyon olarak belirlendi. Şarkıcı, 2004 yılında düzenlenen 10. Kral TV Video Müzik Ödülleri'nden En İyi Pop Müzik Erkek Sanatçı ödülünü aldı. Tarkan, 2005 yılında "Ayrılık Zor" adlı bir single yayımladı; 2006 yılı başında "Bounce" şarkısını single olarak Avrupa'da satışa sundu. Nisan 2006'ya gelindiğinde uzun süren çalışmalar sonucunda hazırlanan ilk İngilizce Tarkan stüdyo albümü "Come Closer", 7 Nisan 2006'da piyasaya sürüldü, toplamda 15 şarkıya yer verildi. Albüm, Almanya Albüm Listesi'nde 18, İsviçre Albüm Listesi'nde 43, Avusturya Albüm Listesi'nde 50 numaraya kadar yükseldi; Türkiye'deki satış rakamı 110.000 olarak açıklandı. Albümün ikinci single'ı "Start the Fire", Ağustos 2006'da yayımlandı. 23 Aralık 2007'de, altıncı Tarkan stüdyo albümü "Metamorfoz" satışa sunuldu. Albümdeki tüm şarkıların sözlerini Tarkan yazdı, bunlardan yedi tanesini de kendisi besteledi. Şarkı sözlerinde çokça kullanılan Türk deyim ve atasözleri, Türk Dil Kurumu tarafından takdir edildi. Satış rakamı ilk ayında 200.000 olarak tespit edilen albümdeki "Vay Anam Vay", "Pare Pare", "Arada Bir" ve "Dilli Düdük" şarkılarına klip çekildi. Ayrıca MÜYAP tarafından 2008 yılında platin, 2009 yılında diamond sertifika ile ödüllendirildi. 2008 yılında "Metamorfoz" albümünde yer alan şarkılar, remix versiyonları ile birlikte iki disk halinde "Metamorfoz Remixes" adıyla satışa sunuldu. Hollanda doğumlu DJ Tiësto da albümde remix yapımcısı olarak yer aldı. Şarkıcı, aynı yıl, Doğa Derneği'ne destek amaçlı hazırladığı "Uyan" şarkısını yayımladı. Temmuz 2010'da, yedinci Tarkan stüdyo albümü "Adımı Kalbine Yaz" yayımlandı ve toplam 355.000 sattı. Albüm yayımlanmadan önce duyurulan "Sevdanın Son Vuruşu" şarkısı, 17. Kral Müzik Ödülleri'nden En İyi Şarkı, En İyi Beste, En İyi Şarkı Sözü kategorilerinde; "Adımı Kalbime Yaz", En İyi Albüm kategorisinde ödül aldı. "Öp", "Acımayacak", "Kayıp" ve "Adımı Kalbine Yaz" şarkıları albümün klip çekilen şarkıları oldu, "Öp" klibi Kral Müzik Ödülleri'nden Yılın Klibi ödülünü aldı. 2011 yılında yapılan bir araştırmaya göre Türk kullanıcıların Google'da en çok aradığı sanatçı olduğu belirlenmiştir. Tarkan, 2012 yılında, Ozan Çolakoğlu'nun ilk proje albümü "01"de yer alan "Aşk Gitti Bizden" şarkısını seslendirdi. 2013'ün ilk aylarında, yeni albümü üzerinde çalıştığı öğrenildi. Haziran 2013'te Aysel Gürel'i anmak amaçlı hazırlanan saygı albümü "Aysel'in" için "Firuze" şarkısını, Ağustos 2014'te İskender Paydaş'ın "Zamansız Şarkılar 2" albümü için "Hop De" şarkısını seslendirdi. Fransa'daki Monte Carlo Sporting Summer Festival'in 22 Ağustos 2014'teki kırkıncı yıl kapanış konserinde yer alarak bu festival kapsamında sahne alan ilk Türk şarkıcı oldu. 11 Mart 2016 tarihinde Tarkan'ın dokuzuncu stüdyo albümü olan "Ahde Vefa" piyasaya sürüldü. Hitt Müzik etiketiyle yayımlanan albümün dağıtımını ise DMC yaptı. "Ahde Vefa" Tarkan'ın yaptığı ilk sanat müziği albümüdür. Albüm ilk haftasında 170 bin satış rakamına ulaştı. 14 Temmuz 2016'da "Cuppa" single'ını yayımladı. 43. Altın Kelebek Ödülleri'nde "Ahde Vefâ" ile Türk Sanat Müziği'ne katkılarından dolayı En İyi Proje ödül aldı. Tarkan, 15 Haziran 2017 de yeni albümü "10"u DMC Müzik'ten yayınladı. Sanatçı, 14 şarkının yer aldığı albümden ilk klibini sözleri kendisine, müziği Ozan Çolakoğlu'na ait "Yolla" adlı şarkıya çekti., Tarkan, 29 Nisan 2016'da Pınar Dilek ile evlendi. Azerice Azerice, Azerbaycan Türkçesi ya da Azerbaycanca, Türk dillerinin Oğuz grubu içerisindedir ve Türk halklarından biri olan Azerilerin ana dilidir. Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesine en yakın dildir. En çok konuşucusu İran Azerbaycanı'nda bulunan dil, Azerbaycan Cumhuriyeti'nin resmî dilidir. Rusya'ya bağlı Dağıstan'ın ise resmî dilleri arasında yer alır. Azerice, Azerbaycan'da 9.600.000, İran'da ise 12-18 milyon kişi tarafından konuşulan bir dildir. Irak Türkmenlerinin ağzı da Azericeye benzer. Azerbaycan'da 1991 yılı itibarıyla Azericeye uyarlanan Latin alfabesi yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye'de Ardahan, Kars, Iğdır illerinde konuşulur. Azerbaycan arazisinde dört ağız vardır: Ağızlar birbirinden fonetik özelliklerine göre ayrılırlar. Tarihî seyir içersinde de Türkçeye en çok benzeyen Türk dillerinden birisidir. Bunun nedenlerinden birisi Azerbaycan Türkçesi de Türkiye Türkçesi gibi Oğuz grubuna dahil olmasıdır. Aynı zamanda yazı dili de olan Azerice yazı dili geleneğine sahip olma bakımından Türkiye Türkçesiyle hemen hemen paraleldir. Türk dili, 13. yüzyılda Hazar’ın batısında Oğuzca merkezli bir özellikte bağımsız gelişimine başlamıştır. Batı Türkçesi (Oğuzca veya Yeni Batı Türkçesi) olarak belirtilen bu bölge Türkçesinin içinde saha bakımından zamanla iki daire meydana gelmiştir. Bunlardan biri Azerbaycan ve Doğu Anadolu sahasını içine alan Doğu Oğuz kolu, diğer Osmanlı sahasını içine alan Batı Oğuz koludur. 11. - 13. yüzyıllar arası, aynı zamanda Oğuzların Orta Asya’dan batıya doğru uzanan siyasî etkinliklerinin güçlenme dönemidir. Nitekim daha 11. yüzyılda büyük Selçuklu Devleti’nin batıya yaptığı göçlerle, Oğuz nüfuzu yalnız Sirderya, Maveraünnehir, Harezm ve Horasan bölgelerinde kalmamış; Azerbaycan üzerinden Abbasi Devleti'nin başkenti ve büyük kültür merkezi Bağdat’a kadar uzanmıştır. Bu etkililik Oğuzca açısından da aynı yönde bir gelişme yaratmıştır. Azerbaycan ve Osmanlı Türkçeleri arasında, daha çok şivede kalan ayrılıkların sebeplerini Doğu Oğuz koluna Oğuz dışı Türk şivelerinin, özellikle Kıpçak unsurlarının yaptığı etki ve İlhanlılardan kalan bazı Moğolca izlerinde aramak lazımdır. Bu iki Türkçe arasındaki başlıca ayrılıklar, kelime başındaki b - m, kelime içindeki ķ - ġ - ħ, ilk hecedeki e - i, kelime başındaki t - d ile akuzatif ve bazı fiil çekimleri etrafında toplanmıştır. Batı ve doğu Oğuz kolları arasındaki farklılıklar 14. yüzyıldan sonra kesinleşmeye başlamıştır. Azerbaycan sahasında yetişen başlıca edebî şahsiyetlerin bulunduğu 17. yüzyıldan önce de doğu ve batı Oğuz kolları arasında kayda değer bir ayrılık bulunmadığı için bu iki Oğuz ağzı, yazı dili olarak Batı Türkçesi adı altında zikredilmişlerdir. Arap asıllı Türk alfabesinin kullanıldığı devirlerde Azerbaycan ve Osmanlı Türkçesi sahalarında kaleme alınan eserlerin imlasında büyük ortaklıklar söz konusu olmuştur. Çünkü Türkçenin eski devirlerinden gelen ve bu alfabede standartlaşan imla, doğu ve batı sahalarında aynı imla geleneğini gerektiriyordu. 19. asrın başlarından itibaren Ruslar, Kafkaslar ve Azerbaycan'ı istila etmeye başladılar. 18 Şubat 1828’de Ruslarla Kaçar Hanedanı arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması gereğince Aras Nehri'nin kuzeyinde kalan Azerbaycan toprakları Ruslara bırakıldı. Azerice, 17. yüzyıldan sonra kendi mecrasında gelişimine devam etmişti. Rus egemenliğinden sonra, Osmanlı Türkçesi bölgesi ile olan irtibatların azalması ve zamanla bölgede oluşturulan devlet yapısı sonucunda yazı dili olarak Azerbaycan dili resmiyet kazandı. Standart Azerice ünlüler: . Türk yazı tarihi mevcut bilgilerle Göktürk Alfabesi ile başlasa da, Azericenin yazılmasına Arap alfabesinin bir varyantı ile başlanmıştır. Selçuklu ve Oğuzlar 10. asırdan başlayarak Arap alfabesine Türkçe için gerekli birkaç harfi ekleyerek (ç, p, j gibi) bu alfabeyi kullanmış ve bu alfabeyle değerli eserler yaratmışlardır. Arap asıllı alfabe, Azericenin özünü ifade etmesi için mükemmel bir alfabe olmasa da, 20. asrın evveline kadar bu alfabeden Azerbaycan muhitinde genişçe yararlanılmış ve bu alfabeyle Azerbaycan tarihinin, edebiyatının kıymetli eserleri kaleme alınmıştır. Azerice için 1929 yılına dek Arap asıllı alfabe kullanılmıştır. 1929-1939 yılları arasında Latin asıllı alfabe, 1939-1991 yılları arasında Kiril alfabesi kullanımda olmuştur. 1991 yılından itibaren Latin kaynaklı alfabeye geçilmiştir. İran'ın Azerbaycan bölgesi ve diğer yerlerde yaşayan Azeriler ise bugün de Arap asıllı alfabe kullanmaktadırlar. "Ana madde: Azerice dil bilgisi" Azerbaycan Türkçesi'nde ismin halleri 6 tanedir. Türkiye Türkçesi'ne benzese bile farklar vardır. Başında "d" bulunan ekler "t"ye dönüşmez. Belirtme halinde sesli harfi yalnızca "n" kaynaştırma ünsüzü izler. Türkiye Türkçesinden farklı olan farklı olan yalnızca 1. tekil kişi zamiridir. Zamirler şu biçimdedir: mәn, sәn, o, biz, siz, onlar Bu zamirlerin birinci ve ikinci tekil kişisinin yönelme durumlarında ince ünlü kullanılır: mәnә, sәnә Azerbaycan Türkçesinde "şu" işaret zamiri yoktur. Bu ve o işaret zamirlerinin yanında, "şu" anlamında hәmәn ve hәmin kullanılır. Azerbaycan Türkçesinde çoğu belgisiz zamir Türkiye Türkçesi ile aynıdır. Farklı olanlardan ikisi "nәsә" ve "kimsә"dir. Şu şekilde çekimlenir: Ancak "kimsә", hiç kimse anlamında ise Türkiye Türkçesindeki gibi çekimlenir: kimsә, kimsәyә, kimsәni, kimsәdә, kimsәdәn, kimsәnin. Azerbaycan Türkçesinde şimdiki zaman eki "-(y)ır-, -(y)ir-, -(y)ur-, -(y)ür-"dür. Kişi eki her zaman bu ekten sonra gelir. Azerbaycan Türkçesinde geniş zaman eki "-(y)ar-, -(y)әr-" dir. Kişi eki her zaman bu ekten sonra gelir. Turgut Zaim Turgut Zaim (1906, İstanbul - 1974, Ankara), Türk ressam. Güzel Sanat­lar Akademisi'ni bitirip (1930) Paris'te sanatını gelişti­ren Turgut Zaim, Türkiye'ye dönünce öğretmenlik ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nde dekoratörlük yaptı. Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği ve D Grubu'nun sergilerine katılıp Türk folklor ve geleneğinden yararlanarak Anadolu yaşamından aldığı konuları işlediği resimleriyle ün saldı. Devlet Resim ve Heykel sergilerinde birincilik (1958) ve ikincilik (1957) ödülleri aldı. Şehir Şehir veya kent, en büyük yerleşim birimi. "Şehir" sözcüğü aslen
Farsçadır. Ayrıca Soğdca kökenli olan ve Türkçede şehir anlamına gelen kent sözcüğü de günlük yaşamda yaygın olarak kullanılır. Şehir tüzel ve yönetimsel olarak da kullanılagelen bir terim olmakla birlikte insan yerleşkesi dolayısıyla, kasaba, köy gibi birimlerden daha fazla nüfusu barındıran ve daha karmaşık bir yapıdır. Şehir ile kent aynı anlamdadır, il veya vilayet ise şehir veya kentin yanı sıra belirli bir alandaki orman, otlak, dağ, köy, bataklık, göl gibi bütün coğrafi unsurları içermektedir. Danimarka Danimarka Krallığı ya da kısaca Danimarka (Danca: "") Kuzey Avrupa'da İskandinavya'da başkenti Kopenhag olan ülke. Danimarka anayasal bir monarşi olup, devlet başkanı 2. Margrethe'dır. Grönland ve Faroe Adaları da Danimarka'ya aittir. İzlanda ise 1944'e dek Danimarka'nın egemenliği altında kalmıştı. Danimarka'nın büyük bir bölümü Jylland yarımadası üzerindedir. Başkent, Danimarka adalarının en büyüğü olan Sjælland'ın üzerinde kurulmuştur. Sjælland, dar bir boğaz olan Sont Boğazı ile İsveç'ten ayrılır. Ayrıca, (bir köprü ile Jylland'a bağlı olan) Fyn, Lolland, Falster, Langeland ve Baltık Denizi'ndeki Bornholm adaları da Danimarka'ya aittir. Ülkenin güney komşusu Almanya'dır, İsveç doğu komşusudur. Danimarka 1973'ten beri Avrupa Birliği üyesidir. Danimarka'ya hakim olan ilk kavim 8. yüzyıl-11. yüzyıl hüküm süren Vikinglerdir. Savaşçı bir ulus olarak tanınan Vikingler batıda Britanya, İzlanda, Grönland ve hatta Kuzey Amerika'ya kadar ulaşarak sömürgeler kurdular. Doğuda ise Karadeniz ve Hazar Denizi kıyılarına kadar uzanan yerleşim birimleri kurmuşlardır. İngiltere'nin büyük bir bölümü bu dönemde Viking egemenliği altında kaldı. İskandinavyalı I. Harald (Danimarkalı) Mavi Diş Harald 980 yılında ilk defa olarak Danimarka ve Norveç'i birleştirerek bir krallık kurmayı başardı. Ayrıca Alman misyonerlerin etkisiyle Hristiyanlığı kabul etti. 1363 yılında Danimarka kralı IV. Valdemar'ın kızı I. Margrete, Norveç kralı VI. Håkon'la evlenerek iki ülkeyi bir bayrak altında birleştirdi. 1397 yılında İsveç, Norveç, Danimarka ve sömürgeleri (Faroe Adaları, İzlanda, Grönland ve Finlandiya) birleşerek Kalmar Birliği adı altında büyük bir İskandinav İmparatorluğu haline geldiler. 1521 yılında İsveç Kalmar Birliği'nden resmen ayrıldı. Bu arada İskandinav ülkeleri Martin Luther tarafından Almanya'da başlatılan Protestan Reformu ile sarsıldı. Danimarka ve Norveç 1821 yılına kadar Danimarka-Norveç adı altında birlikte hareket etmeye devam ettiler. 19. yüzyılın başlarında Danimarka Napolyon Savaşları'yla temelinden sarsıldı. Birleşik Krallık filosu 1801 yılında Kopenhag'a saldırdı. Danimarka'nın müttefiki olan Fransa savaşı kaybedince Danimarka 1814 yılında imzaladığı Kiel Antlaşması uyarınca savaşı kazanan tarafın üyesi olan İsveç'e Norveç'i bırakmak zorunda kaldı. 20. yüzyılın ilk yıllarında Danimarka'nın Karayiplerdeki sömürgeleri ABD'ye satıldı. Danimarka Dünya Savaşları'nda tarafsız kaldı. Danimarka I. Dünya Savaşı'nda tarafsız kaldı. Danimarka II. Dünya Savaşı'nda tarafsız kalması rağmen 9 Nisan 1940 tarihinde Almanya tarafından işgal edildi. Buna karşılık Birleşik Krallık ordusu Faroe Adaları ve İzlanda'yı işgal etti. İzlanda 17 Haziran 1944 tarihinde bağımsızlığını ilan ederek Danimarka'dan ayrıldı. Faroe Adaları ise 1948'de Danimarka'ya geri verildi. Dünya savaşlarından sonra Danimarka tarafsızlık siyasetine son verdi. 1945 yılında Birleşmiş Milletler'e üye oldu. 1949 yılında ise NATO'nun kurucu üyelerinden biri oldu. 1 Ocak 1973 tarihinde de Avrupa Birliği'ne katılan Danimarka bazı konularda Avrupa Birliği'nin dışında kalmayı tercih etmektedir. Örneğin 2000 yılında yapılan bir referandumun reddedilmesi üzerine Danimarka Euro Alanı dışında kalmayı yeğlemiştir. Danimarka İstatistiklerine göre, Danimarka'da yaşayanların %90,5'i Danimarkalı soyundandır ki bu da Danimarka nüfusunun 5 milyonuna tekabül eder. Geriye kalan %9,5 ise komşu ülkelerden veya ağırlıklı olarak Bosnalı olan göçmenler tarafından oluşturulmaktadır. Söz konusu göçmenler 1983 yılında imzalanan Yabancı Yasası( "Udlændingeloven") ile ülkeye gelmişlerdir. Danimarka göçün yanı sıra, yabancılara tanıdığı sığınma hakkı ile de ülkeye 'ilticacı' kabul etmektedir. İltica edenlerin sayıları 2001 yılından 2006 yılına kadar %84 azalsa da, ülkeye sadece 2006 yılında 1.960 ilticacı sığınmıştır. Danimarka nüfusu 2010 Mayıs ayında 5.557.709 olarak tespit edilmiştir. Ülke nüfusu, ağırlıklı olarak Büyük Kemer olarak tarif edilen boğazıın doğusunda yer alan Sjælland adasında yer alır. Her ne kadar Sjælland (Zeland) adası 9,622 km² (3,715 sq mi) büyüklüğünde, Danimarka'nın sadece 22.7% si olsa da, ada hem ülkenin başkenti olan Kopenhag'ı içerisinde bulundurmakta, hem de ülke nüfsunun 45%'ni (2.465.348) içerisinde barındırmaktadır. Ülkenin geriye kalanı olan batısında ise; yani Fyn (Fünen) Adası'nda ve Avrupa anakarasına bağlı olan Danimarka'da, 3.010.443 yaşamakta ve 32,772 km² (12,653 sq mil) alan kaplamaktadır. 2006 sayımına göre; ülkenin ortalama yaşı 39,8'dir. Bir kadına 0,98 erkek düşmektedir. Okur yazarlık oranı (15 yaş üstünde) ise %98,2 olan Danimarka'da doğum oranı 1,74'dür. Ülkede Danca ülkenin resmî dilidir. Ayrıca Almanca ve İngilizce de halk arasında geniş şekilde konuşulan dillerdir. 2006 rakamlarına göre; Amerika'da yaşayan insanların 1.516.126 Danimarka soyundan gelmektedir. Ayrıca Kanada'da ise 200.035 Danimarkalı soyundan gelen kişi yaşamaktadır. Danimarka Anayasası'nda devletin dini belirtilmektedir. Ocak 2012 sayılarına göre nüfusun 79%'ı Danimarka Ulusal Kilisesi'nin (Den Danske Folkekirke) üyesidir. Kilise Danimarka Anayasası tarafından belirlenmiş olan Lutheryan mezhebindendir. Danimarka nüfusunun %4'ü Müslümandır ki Müslümanlar Danimarka'nın ikinci büyük dini topluluğunu oluştururlar. Diğer dini gruplar ise nüfusun %1'i civarındadır. Danimarka'da 2005 yılında yapılan bir araştırmaya göre; Danimarkalılar'ın 31%'i "Bir tanrı olduğuna", nüfusun 9%'u "hayatımızın kaynağı olan bir ruhun veya bir hayat gücün mevcut olduğuna" ve nüfusun 19%'u "tanrı, ruh, veya bir hayat gücünün olmadığına " inanmaktadır. 2005 yılında Zuckerman tarafından yapılan bir araştırmaya göre ise, Danimarka dünyanın en büyük dördüncü ateist veya agnostik grubun yoğunluğuna sahip ülkesidir ki, söz konusu araştırmaya göre ülke deki ateist veya agnostik (tanrının varlığını kabul etmeyen veya bilinemezcilerin) grubun oranı %43 ile %80 arasındadır. Danimarka Kilisesi için devlet desteği en çok da yönetimsel özellik taşır. 1849 Anayasası vatandaşlara inanç özgürlüğü verdiğinden Danimarka Kilisesi’ne üyelik bireyin gönüllülük esasına dayanır. 2012’de belirli bir dereceye kadar bir kurum gibi işleyen Danimarka Kilisesi’ne nüfusun neredeyse %80’i üyedir. Diğer dini toplumlar, tanınmış dinsel kurumlara yapılan bağışlar üzerinden vergilendirmeden muaf tutularak desteklenir. Transparency International 2013 Yolsuzluk Algılama Endeksi'nde, Yeni Zelanda ile birlikte 100 üzerinden 91 puanla birinci sırada yer aldı (0 puan = yüksek yolsuzluk, 100 puan = temiz). Danimarka'da kurumlar vergisi %23,5 olup Avrupa Birliği ortalamasının altındadır. 2006 2006 (MMVI) pazar günü başlayan yıl. Auguste Comte Isidore Marie Auguste François Xavier Comte, kısaca Auguste Comte (19 Ocak 1798 - 5 Eylül 1857), Fransız sosyolog, matematikçi ve filozof. Sosyolojinin babası olarak tanımlanmaktadır. Fransa'nın Montpellier kentinde doğdu. Katolik bir aileden gelen Comte, ailenin üç çocuğundan biriydi. Babası vergi dairesinde memur, annesi ise ev hanımıydı. Auguste Comte, sosyoloji ismini öne süren ilk sosyologtur. "Sosyoloji neden diğer bilim dalları gibi bir dal olmasın" tezini savunarak sosyolojinin temelini o zamanlarda attı. Ayrıca felsefede pozitif düşünce üzerine de çalışıyordu. Daha sonraları fizik, gökbilim ve kimya ile de uğraştı. Ayrıca Comte yaşadığı çağda altı temel bilimden söz etmiştir. Bunlar genel, basit ve bağımsız olanlardan özel, karmaşık ve bağımlı olanlara doğru sırasıyla şu şekildedir: Matematik, astronomi, fizik, kimya, fizyoloji ve sosyoloji (sosyal fizik). Sosyolojiyi bunların üstünde görmüştür. 5 Eylül 1857 tarihinde mide kanseri dolayısıyla hayatını kaybetti. Vorbis Vorbis, açık standartlara dayanan ve özgür yazılım olarak geliştirilmiş bir ses verisi sıkıştırma yöntemidir. Windows, GNU/Linux ve UNIX uyumlu pek çok sistemde müzik verisini sıkıştırarak depolamak ve çalmak için gerekli yapıyı sunar. Vorbis sıkıştırması ile depolanmış ses dosyaları genellikle OGG uzantısına sahiptir. Vorbis ses depolama yönteminin sıkıştırma verimi MP3 yöntemine kıyasla daha iyidir. Başka bir deyişle, aynı kalitede bir ses sunmak için kullanılacak .ogg dosyası muadili olan .mp3 dosyasından daha küçüktür ya da aynı boydaki iki ses dosyasından .ogg uzantılı olanı MP3 biçiminde olana kıyasla daha çok yani daha kaliteli ses barındırır. Buna bağlı olarak OGG dosyaları MP3'e kıyasla daha güncel ve güçlü bir sisteme ihtiyaç duymaktadır. Ogg Ogg ya da bir diğer yazılışıyla OGG, Xiph.org Vakfı tarafından geliştirilen açık ve özgür bir çokluortam dosya biçimidir. Yazılım patentlerinin tehdidi altında olmayan bu dosya biçimi, akışkan video için optimize edilmiş yüksek kalitede çokluortam gerçeklemeleri için geliştirilmiştir. Ogg dosya biçimi, video, ses, metin (örneğin altyazı) ve metadata bilgilerini birlikte taşıyabilir. OGG geliştirme çatısının önemli bir parçası olan Theora, kayıplı bir video sıkıştırma yöntemi sağlar. Ses katmanında çoğunlukla müzik dosyaları için optinmize edilmiş Vorbis sıkıştırması yaygın olmakla birlikte Opus, FLAC ya da OggPCM kayıpsız sıkıştırma algoritmaları da kullanılabilmektedir. Fizikçiler listesi Bu bir fizikçiler listesidir. Bu liste başarıları ile öne çıkan fizikçileri listelemektedir. Yer olarak akademik çalışma yaptıkları yerler yazılmıştır. Ana eksen Geometride ana eksen, elipslerin ve hiperbollerin tanımlanmasında kullanılan bir terimdir. Ana eksen, elipsler için merkezlerin
den geçen en uzun kiriş, hiperboller için de iki kollarının arasındaki en kısa açıklıktır. Özellikle gök biliminde ana eksen uzunluğunun yarısı, yarıçapın çemberlerde kullanımına benzer biçimde elipslerin büyüklüklerini belirtmekte kullanılır. "Bir elipste ana eksen ve tâlî eksen. Bu iki eksen elipsin merkezinde kesişir. Kırmızı noktalar, elipsin odaklarını göstermektedir." Eksantriklik (matematik) Geometride eksantriklik (dış merkezlik) bir konik kısmın özelliklerini belirtmek için kullanılan bir terimdir, genel olarak "e" harfi ile gösterilir. Eksantrikliğin, kabaca sözü edilen konik kısmın çemberden ne kadar farklı olduğunu gösteren bir sayı olduğu söylenebilir. Konik kısımlarda: Kuru kafa ve Kemikler Cemiyeti 1832 yılında William Huntington Russell ve Alphonso Taft tarafından Yale Üniversitesi'nde Society of Skull and Bones ismi ile kurulan, gizli yapısı ile üye profilinin yüksek seviyesi sebebiyle o yıllardan beri sayısız komplo teorisine karıştırılmış olan öğrenci topluluğudur. Skull and Bones'a üye olabilmenin "doğal" şartları erkek olmak, beyaz olmak ve protestan bir aileden gelmekti. Son yıllarda kız öğrencilerin de üye yapıldığı söylenir, fakat bu henüz kesinleşmiş bir bilgi değildir. Topluluğun üye listesi, üniversite yönetimi de dahil olmak üzere, tüm halka açılabilecek yerlerden gizli tutulur. Skull and Bones'a üye olabilmek için, Yale Üniversitesi'nde son sınıf lisans öğrencisi olmak gerekir. "Pledge" adı verilen adaylar, üçüncü sınıftayken Skull and Bones üyeleri tarafından belirlenir ve aday oldukları, bir sene boyunca izlenecekleri ve uygun görülürlerse bir sene sonra üyeliğe kabul edilecekleri kendilerine söylenir. Uygun görülen adaylar ise bu bir senelik izlemenin ardından, son sınıfta iken üyeliğe alınırlar. Üye olmayanların giremediği ve herhangi bir pencere bulunmayan binalarına, 1960'lı yıllarda iki Yale öğrencisi, ormanda buldukları bir gizli geçit vasıtasıyla gizlice ve şans eseri girmeyi başarmışlar ve gördüklerini anlatmışlardı. Tamamiyle ezoterik bir yapıya sahip olduğunu söyledikleri binada, çeşitli mabetler ve ritüelik malzemeler yer aldığını; üst katta bulunan büyükçe bir mezar resminde ise yan yana duran üç kurukafanın yanında bir taç, bir asa ve bir kalem bulunduğunu öne sürmüşlerdi. Altında yazan yazıda ise Almanca olarak; "Kim Kral, Kim Prens, Kim Dilenci? Ölüm Karşısında Hepsi Eşit" ibaresi, topluluğun ezoterik ve felsefi yapısını tüm dünyanın gözleri önüne sermiş, topluluğa yönelik yapılan sert eleştiriler, bunun ardından, büyük ölçüde kesilmişti. Alman Illuminati topluluğunun, ABD ayağı olarak kurulduğu öne sürülen Skull and Bones için yapılan bu eleştiri çok doğru kabul edilmemelidir. Zira, Illuminati, ciddi ve yaş ile meslek ortalaması yüksek seyreden bir topluluk iken, Skull and Bones bir öğrenci topluluğu, kulübüdür. Ancak, bugün topluluk hakkında öğrenebilenler itibarıyla şu söylenebilir ki, Skull and Bones, Masonik ve Illüminist görüşlerden oldukça etkilenerek kurulmuş ve çalışmalarını bu doğrultuda sürdürmüş bir topluluktur. Bu her iki kurumun da gizli ve ezoterik yapıları göz önüne alınır ve üye olmayanların her ne kadar öğrenseler de tam sırlara vakıf olamayacakları düşünülürse, Skull and Bones üyelerinin bu toplulukların da içinde bulundukları veya en azından destek aldıklarını söylemek şaşırtıcı olmayacaktır. Gemi inşaatı ve deniz mühendisliği Gemi yapımı suyun üzerinde ilerleyen taşıtların inşaatı için kullanılan bir addır. Tersaneler gibi özelleşmiş merkezlerde yerine getirilmektedir. Gemi yapımı tekniğinin başlangıcı tarih öncesi döneme uzanmaktadır. Gemi yapımı ve onarımına ilişkin çalışmalar "deniz mühendisliği" olarak adlandırılmaktadır. İlk gemiler Mısırlılarca inşa edildi. Nil nehrinin ticari olanakları bunu gerek kılmış ve insanı suda yüzebilen taşıtların yapımına sevk etmiştir. Malzeme olarak kamış ve ahşap kullandılar. Bu işe ilk soyunanlar ise halat ve yelken işiyle uğraşanlar olmuştur. Indus nehri kenarında yaşayan Hintler de ilk gemi inşacılardır. Hatta Türkçede denizde seyr etmek, seyr-ü sefer olarak kullandığımız Navigasyon sözcüğü, kökünü Sanskritçe olan "navgathi" kelimesinden alır. Zamanla teknelerin inşası, başka deniz uygarlıklarınca, geliştirilmistir. Daha kararlı (Stabil), gövdenin su karşısında gösterdiği direnci azaltan ve daha uzun biçimli tekneler yapıldı. Gemiyle ilk uzun yolculuğun, akdeniz ve karadeniz arasinda yapıldığı bilinmektedir. Yükler içinse, gövdeleri iri olan tekneler geliştirildi. Tamirler ya sular yükseldiğinde ya da sahil kenarlarında yürütülürdü. Sonraları da bu tür işler için özel yerler, yani tersaneler yapıldı. Sanayileşmeyi getiren gelişmeler, sonralari, uygarlıkların iktidar dengelerini de etkili bir biçimde değiştirmiştir. Tabii bu da savas gemilerinin yapımını mecbur kılmıştır. Avrupa'da gelişmeler; biri Akdeniz'de, diğeride Baltik denizinde olmak üzere iki ayri koldan sürmüştür. Guletler özellikle akdenizin en göze çarpan tekneleri olurken, örneğin bas ve kici ayni sekilde insa edilen kuzey denizi ve Baltik denizi tipi tekneleri, akdenizde de Tirhandil olarak görebiliyoruz. Wikingler İslanda, Grönland ve daha başka uzak yerlere ulasabilecekleri uzun, simetrik, narin tekneler geliştirdiler. 1300`lü yillarda, ticaretle uğraşsanlar veya korsanlarin, kuzeyden akdenize inmesiyle, gelişmenin iki kolu, artik, melez tekneler üreterek birbirine geçecekti. 19. yy`a kadar tersaneler, sahillerde alip başini gidecekti. Ağirlikla kuzey avrupa ülkelerinde yoğunlasan bu tersaneler, Osmanlilar zamaninda da marmara bölgesinde inşa edilmistir. 1390 da Geliboluda bir tersane, daha sonra, İstanbulda da Haliç Tersanesi 1455 yılında yapilmislardir. Hatta o dönemlerde Haliç Tersanesi, dünyanin en büyüğü konumundaydi. Slogan Slogan veya motto, bir kimlik, grup, örgüt veya kurumun amaç ve araçlarını genel olarak tanımlayan bir deyiş veya sözcük listesine verilen isim. "Motto" sözcüğü İtalyancadan gelir ve kökeni Latince "muttire" yani ""mırıldanmak, söylenmek"" anlamındadır. Motto, tanımlayıcı bir deyişin yanı sıra bir düsturun kendisi de olabilir. Birçok ülke, kent, üniversite ve kurumun sloganı bulunur. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir: Bilkent Bilkent, Ankara'da Bilkent Üniversitesi'nin bulunduğu semttir. Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi arazileri arasında kuruludur. Eskişehir otobanından Bilkent köprüsü ile ayrılır. "Bilim Kenti"nin kısaltması olan "Bilkent" ismini semt Bilkent Üniversitesi'nin ilk vakıf üniversitesi olarak bölgeye 1984 yılında kurulmasının ardından almıştır. Üniversite çevresindeki arazilerin yine üniversitenin malvarlığı altında bulunan Tepe İnşaat'ın girişimleri ile 1993 yılından itibaren gelişen projelerle konutlara, alışveriş merkezlerine ve işyerlerine dönüştürülmesi ile Bilkent Ankara'nın dışında kalan bir bölgeyken, kentin bir parçası haline gelmiştir. Sırasıyla 1993, 1995 ve 1998 yıllarında yapılan Bilkent 1. 2. ve 3. etap projeleriyle 3500 konutluk bir semt haline gelen Bilkent, 1997 yılında hizmete giren "Bilkent Center" alışveriş merkezi ile büyümüş ve "Bilkent Plaza" ile birçok işyerinin bulunduğu bir ticaret merkezi haline gelmiştir. BOTAŞ ve RTÜK'ün genel müdürlükleri de halen Bilkent Plaza bünyesinde yer almaktadır. Bunların yanı sıra Yükseköğretim Kurulu ve ÖSYM'nin de yerleşkeleri Bilkent'te bulunmaktadır. Bilkent Üniversitesi'nin bünyesinde bulunan Teknopark statüsündeki "Cyberpark" 2500 kişiye istihdam sağlamaktadır. Son olarak 2008 yılında yapılan Doğramacızade Ali Sami Paşa Camii ile aynı komplekste cami, sinagog ve kilisenin ibadete açılabildiği, bünyesinde sergi merkezi ve seminer salonları bulunduran, bilgisayarlı sistemleri ile kontrol edilen devrimsel bir yapı semte kazandırıldırılmış ve adından söz ettirmiştir. Semte özel araç haricinde, Bilkent dolmuşları,Koru Metrosu, Ulus-Ümitköy dolmuşları ve 111 numaralı Bilkent-Bilkent Metro otobüsleri ile ulaşım sağlanmaktadır. ayrıca ÖTAlar , taksi ile ulaşım oldukça kolaydır. İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi Bilkent Üniversitesi, Türkiye'nin başkenti Ankara'da yer alan vakıf üniversitesi. İhsan Doğramacı tarafından, İhsan Doğramacı Eğitim Vakfı, İhsan Doğramacı Sağlık Vakfı ve İhsan Doğramacı Bilim ve Araştırma Vakfı kararlarıyla 20 Ekim 1984'te, Türkiye'nin ilk vakıf üniversitesi olarak kurulmuştur. Bilkent Üniversitesi, kuruluş amacını "eğitim kalitesi, bilimsel araştırma ve yayınları ile kültür ve sanat faaliyetleri açısından dünyanın önde gelen üniversiteleri arasında yer almak" olarak açıklamıştır. Bu amaç doğrultusunda üniversiteye "Bilim Kenti"nin kısaltılmışı olan "Bilkent" adı verilmiştir. Üniversitenin kampüsü, Hacettepe Üniversitesi'nin Beytepe kampüsü ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin Ankara yerleşkesinin arasında bulunmaktadır. Ankara-Eskişehir yolunun 12. kilometresinde bulunan üniversite kampüsünde Merkez, Doğu ve Orta olmak üzere 3 kampüs bulunmaktadır. Kampüs 5.000 dönümlük arazi üzerinde bulunmaktadır. Üniversite, THES - QS Dünya Üniversiteler Sıralaması araştırmasının 2016 yılı verilerine göre dünyanın en iyi 411 üniversitesi arasında gösterilmiştir. "Times Higher Education" dünya üniversiteleri 2017 sıralamasında ise dünyanın en iyi 400 üniversitesi arasında gösterilmektedir.,bu sıralamalara göre Türkiye'de 3,Asya genelinde ise 46'ıncı konumdadır. Ankara Bilkent Üniversitesi'nin kuruluş fikri 1940'lara dayanır. İhsan Doğramacı, Harvard ve Washington Üniversiteleri'nde çalışmalarda bulunurken Amerika'daki sivil toplum yapısını yakından tanıma imkânı bulur ve bunlardan oldukça etkilenir. Ankara'ya dönünce 1951'de özel bir çocuk hastanesi ve çocuk sağlığı merkezi kurabilmek adına projeler hazırlar. Bunların mali yönden desteklenmesi amacıyla da kendi ailesi tarafından desteklenen bir vakıf kurar. Daha sonraları yine sağlık ve eğitim alanlarında yeni başlangıçlar ve atılımlar yapacak yeni vakıflar da kurar. Yine Doğramacı Hacettepe Tıp Merkezi'ni, Hacettepe Hastanesi'ni ve Hacettepe Tıp Fakültesi'ni kurdu. Ardından Hacettepe Üniversitesi'nin
kurulmasını sağladı. Bununla beraber Doğramacı, Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi de dahil olmak üzere Sivas ve Kayseri gibi birçok devlet üniversitesinin kurulmasında önemli roller üstlendi. Tıp alanındaki hedeflerine ulaşan İhsan Doğramacı, daima aklında yer edinen bir "mükemmeliyet merkezi" hayalini gerçekleştirmek adına kar amacı gütmeyen bir vakıf üniversitesi kurmanın yollarını aramaya başladı. Doğramacı, Amerika'daki eğitimi sırasında gözlemlediği Harvard, Yale, Columbia üniversiteleri gibi bir üniversite kurmayı amaçlıyordu. Yine bir başka amacı kuracağı üniversitenin sadece Türkiye içinde kaliteli olması değil; dünyanın en iyi on beş üniversitesi arasında gösterilmesini sağlamaktı. Üniversitesinin dünyanın dört bir yanından öğrenci çekmesini hedefliyordu. Fakat o günün anayasası özel bir üniversitenin kurulmasına izin vermiyordu. İhsan Doğramacı, hayalindeki kar amacı gütmeyen bir vakıf üniversitesi fikrini gerçeğe dönüştürmek için gerekli olan araziyi araştırmaya 1960'larda başlamıştır. Yaptığı araştırmalar sonucunda Ankara'nın güneybatı bölgesinin, düşündüğü üniversite fikri için uygun olduğuna karar verdi. Arazinin uygunluğundaki ana etken arazinin yeraltı sularının bol olmasıydı. Kararını verdikten sonra meslektaşlarıyla birlikte orada bulunan köylülerle görüşmüş, üniversite kurma niyetini onlara anlatmış, uzun süren pazarlıklar yapmış ve sonucunda araziyi satın almıştır. Araziler satın alındıktan sonra sıra üniversiteye mali kaynak oluşturacak bir fabrika kurulmasına gelmişti. Bu fabrika günümüzdeki "Tepe Şirketler Grubu"nun ilk mobilya fabrikasıydı. Fabrikanın kurulumu oldukça zorlu geçti. Çünkü fabrikanın makinelerinin yurtdışından gelmesi gerekiyordu, fakat Türkiye'deki döviz kıtlığı, üretim tesislerinin kurulmasını imkânsız hale getiriyordu. Buna karşın, İhsan Doğramacı, yurtdışında bulunan döviz rezervlerini arkadaşlarının kullanımına açar ve onları anlaşmaları yapmak üzere Almanya'ya yollanır. Yapılan pazarlıklarla makine alımları tamamlanır. 12 Eylül Darbesi gerçekleştikten sonra yeni anayasa hazırlıkları başlamıştı. İhsan Doğramacı, yetkilileri ikna ederek, anayasada özel üniversite kurulmasını sağlayan madde değişikliklerinin yapılmasını sağladı. Bu konuda çalışmalar devam ederken üniversitenin müstakbel arazisi üzerinde çevre düzenlemesi yapılıyordu. İlk yapılan binalar "Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi", lojmanlar ve mühendislik binası oldu. Gerekli olanaklar sağlanıp, düzenlemeler yapıldıktan sonra 1984 yılında Bilkent Üniversitesi resmi olarak kuruldu ve ilk öğrencilerini 1986 yılında kabul ederek eğitime başladı. Üniversite 1986 yılında 386 öğrencisi ile eğitim öğretime başlamıştır. İlk yıllarında her şey yolunda görünürken; 1990 yılında, üniversite ilk mezunlarını verirken, bir muhalefet partisi, özel üniversiteye karşı çıkarak Anayasa Mahkemesi'ne dava açtı. Dava sonucunda Anayasa Mahkemesi, Bilkent'in üniversite olarak değil bir "yüksek öğretim kurumu" olarak anılmasına karar verdi. Bu, öğrenciler için büyük bir problem oluşturuyordu. Çünkü diplomalarında "üniversite" yazmaması iş bulmalarını zorlaştırabilecekti. Bunun üzerine İhsan Doğramacı, 1992'de politikadan tanıdıklarıyla temasa geçerek meclisten kurduğu okulun bir üniversite olduğuna dair bir kararın çıkmasını sağladı. Bilkent Üniversitesi, yasal konumunu resmi olarak almasından sonra fakülte ve bölüm sayısını arttırmıştır ve günümüzde 9 fakülte, 2 yüksekokul ve 3 meslek yüksekokulu ile eğitim faaliyetlerini sürdürmektedir. Üniversitenin Kuzey Amerika'daki, Uzak Doğu'daki ve Avrupa'daki 250'nin üzerindeki üniversiteyle öğrenci değişim programı anlaşması vardır. Yine yılda 500 civarında kuruluş, firma tanıtımı yapmak için üniversitede konferanslar düzenlemektedir. Üniversitenin kuruluşundan günümüze yetiştirdiği mezun sayısı 30.000'i aşmıştır. Times Higher Education'ın 2015 yılında yayınladığı 50 yaş altı en iyi üniversiteleri sıralamasında İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi 28. sırada yer almıştır. Bilkent Üniversitesi her yıl yüz binlerce lise son sınıf öğrencisi ve mezununun Türkiye'de örgün eğitim içerisinde bulunan 94 devlet, 45 vakıf üniversitesine girebilmek adına girdiği Yükseköğretime Geçiş Sınavı sonuçlarına göre ön lisans ve lisans düzeyinde öğrenci kabul etmektedir. Bu sınavın birincilerinin birçoğu eğitim yaşamlarını Bilkent Üniversitesi'nde sürdürmeye karar vermiştir. Bilkent Üniversitesi 2009 yılı kontenjanlarına göre ön lisans düzeyinde 770, lisans düzeyinde ise 2917 olmak üzere toplam 3687 öğrenci alacağını ilan etmiştir. Bilkent Üniversitesi'ne giren herkes, üniversitenin öğretim dilinin İngilizce olmasından dolayı, üniversite hayatının ilk eğitim döneminin başında İngilizce yeterlilik sınavına girmek zorundadır. Üniversite tarafından yapılan İngilizcede yeterlilik sınavından (COPE) "C" ve üzeri not alanlar bölümlerine geçmeye hak kazanırken, sınavda geçersiz not alan öğrenciler İngilizce hazırlık programına alınırlar. Yine üniversite belirli koşulları sağlaması koşuluyla üniversite dışındaki TOEFL ve türevi sınavlardan alınan notlarla, öğrencilerin bölümlerine geçmesine olanak tanımaktadır. Bilkent Üniversitesi’nin eğitim programlarından birine girebilmek için Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi(ÖSYM) yaptığı Yükseköğretime Geçiş Sınavı(YGS) veya Lisans Yerleştirme Sınavları(LYS)'na katılmak, tercih formunda ilgili programı tercih etmek ve ÖSYM tarafından bu programa yerleştirilmek gerekir. Grafik Tasarım , "Güzel Sanatlar", Müzik veya Tiyatro bölümlerine yerleşebilmek için YGS’ye ek olarak Bilkent Üniversitesi'nce yapılan yetenek sınavlarına girmek gereklidir. ÖSYM tarafından başka bir eğitim programına yerleştirilmiş olmak, Bilkent Üniversitesi’nin yetenek sınavlarına girmeye engel değildir. Bu programlara kabul edilecek öğrenciler YGS puanlarına, yetenek sınavlarının sonuçlarına ve bölüm kontenjanlarına göre belirlenir. Lisansüstü düzeyinde öğrenci kabulünde aranan şartlar bazı genel koşullar olmasına rağmen fakülte ve bölüm bazında değişiklikler gösterebilmektedir. Bununla birlikte lisansüstü düzeyde öğrenci alım işleriyle, üniversite bünyesinde bulunan enstitüler ilgilenir. 2011 yılında, üniversitede eğitime başlayan yaklaşık 2.400 lisans öğrencisinin %65'i tam veya yarı bursludur. Bu 2.400 öğrenciyle beraber Bilkent'te 905 tanesi yüksek lisans, 539 tanesi doktora düzeyinde olmak üzere 344 tanesini yabancı ülkelerden gelen öğrencilerin oluşturduğu toplam 13.100 öğrenci öğrenim görmektedir. Sahip olduğu öğrenci sayısı bakımından; vakıf üniversiteleri arasında Yeditepe Üniversitesi'nin ardından 2. sırada bulunmaktadır. Üniversitede erkek/kadın öğrenci oranı ön lisans düzeyinde 1.10, lisans düzeyinde 1.19, yüksek lisans düzeyinde 1.00 ve doktora düzeyinde 1.35 civarıdır. ÖSYS verilerine göre Bilkent Üniversite'ni 2005 yılında ilk 500 içinden sayısal alanında 93, sözel alanında 80, eşit ağırlık alanında 86 kişi tercih etmiştir.. 2006 yılında değişen ÖSS sistemiyle yapılan sınav sonucunda ilk 100 içinden 54 ilk 500 içinden 148; 2007 yılında ilk 100 içinden 54 ilk 500 içinden 150; 2008 yılında ilk 100 içinden 49 ilk 500 içinden 120 ve 2009 yılında ilk 500 içinden 123 öğrenci Bilkentli olmayı tercih etmiştir. Üniversiteyi tercih eden öğrenciler ÖSS başarılarına göre çeşitli burs olanakları ile ödüllendirilir. Bilkent Üniversitesi'nde 9 fakülte, 3 meslek yüksekokulu ve 2 yüksek okula yayılmış 38 lisans, 27 lisans üstü programının bulunmasıyla birlikte her yıl verilen ders sayısı 2.000'i aşmaktadır. Üniversitede not sistemi harf sistemine göre işlemektedir. Öğrencilerin mezuniyet sonrasındaki kariyer planlamalarına yardımcı olmaları adına, üniversite bünyesinde Kariyer Yönlendirme ve İşe Yerleştirme Merkezi ("Kayiyem") 1988 yılında faaliyete geçmiştir. Bir üniversite bünyesinde bu amaçla kurulan ilk birim olan Kayiyem yıl içinde Türkiye çapındaki şirketlerin üniversitede iş olanakları hakkında toplantılar düzenlemesine yardımcı olmakta ve üniversite öğrencileri ile sektör arasında bir köprü görevi görmektedir. Bilkent Üniversitesi kurulduğu günden bugüne tersine bir beyin göçü başlatmış, özellikle yurtdışına gitmiş birçok Türk akademisyeni Türkiye'ye çekmeyi başarmıştır. Üniversitenin sahip olduğu 1000 civarındaki akademisyen kadrosunun yaklaşık üçte birini 43 farklı ülkeden gelen yabancı akademisyenler oluşturmaktadır. Yabancı akademisyen sayısı bakımından Bilkent, tüm Türk üniversiteleri arasında 1. konumdadır. Bilkent Üniversitesi akademisyenleri, yurt içinde ve yurt dışında birçok ödüle layık görülmüştür. Yurt içinde 61 Tübitak, 31 TÜBA olmak üzere birçok ödül ve burs alan Bilkent akademisyenleri, yurtdışında 10 Alexander von Humboldt Bursu, 1 Avrupa Birliği Descardes Ödülü dahil birçok ödül kazanmıştır. Bilkent Üniversitesi ve yurtdışındaki ofisleri ile kurulan video-konferans bağlantısı sayesinde yurtdışındaki kurumlarda görev yapan tanınmış akademisyen ve uzmanlar da binlerce kilometre öteden Bilkent öğrencilerine ders verebilmektedir. "New York on air" konferans salonunda, üniversitenin Empire State Binası'ndaki ofisi ile kurulan bağlantıyla New York'taki akademisyenlerden canlı ders dinlenebilmektedir. Ankara'nın Çankaya ilçesinde adını üniversiteden alan Bilkent semtinde kurulu olan üniversite, 5000 dönümlük bir araziyi kaplar. ODTÜ yerleşkesi ile Hacettepe Üniversitesi kampüsleri arasında bulunan Bilkent'e Eskişehir-Ankara yolunu kesen "İhsan Doğramacı Bulvarı" üzerinden ulaşılır. BOTAŞ, RTÜK, YÖK, ÖSYM gibi kurumların genel müdürlüklerinin, alışveriş merkezlerinin, plazaların, ilköğretim okulları ve liselerin bir caminin, bir otelin, iki teknoparkın, konut yapılarından oluşan sitelerin, pek çok kafe ve restoranın bulunduğu bulunduğu Bilkent semti üniversiteyi merkezine almış ormanların arasındaki bir banliyöye kurulmuş küçük bir uydu kent görünümündedir. Bu semtin merkezinde kurulu olan üniversitenin üzerinde bulunduğu, 3000 dönümü ağaçlandırılmış olan ve içinde bir de göl bulunduran bu 5000 dönümlük arazi vadilerle bölünmüştür. Bilkent Üniversitesi de vadilerle böl
ünmüş olan bu arazideki üç ayrı bölgeye üç ayrı kampüs halinde yerleşmiştir. Akademik birimlerin, lojman ve yurtların ve diğer tesislerin pek çoğunun bulunduğu "Merkez Kampüs", merkez kampüsten yürüme mesafesi kadar uzakta bulunan ve akademisyen lojmanları ile Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi binasının bulunduğu "Orta Kampüs" ve orta kampüsten bir vadi ile ayrılan, "hazırlık okulu", meslek yüksekokulları, Bilkent Uluslararası Laboratuvar Okulları(BUPS) ile pek çok lojman ve yurt binasının bulunduğu "Doğu Kampüs" olmak üzere sıralanan bu üç kampüs ile Bilkent Üniversitesi tüm birimlerini tek bir bölgede toplamış bir kampüs üniversitesidir. Bilkent kampüsü; geniş yeşil alanlara, konser salonu ve gösteri merkezlerine, sergi salonlarına, spor tesislerine, sağlık merkezlerine, sayıları 45'i bulan kafe ve restorana, bir teknoparka ev sahipliği yapar. "Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi" üniversitenin 1986 yılında eğitime başlamasının ardından yerleştirildiği lojman binasından, 1987 yılında yapılan tadilatlarla genişletilen "Uluslararası Çocuk Merkezi (ICC)" binasına taşınmıştır. Bu binaya sonradan eklenen iki yeni bina ile birlikte, "Merkez Kampüs kütüphanesi" toplam yaklaşık 13.500 m²'lik bir alana sahip olmuştur. İlk yıllarında kart katalog sistemi kullanan kütüphane, 1989 yılında, katalogları elektronik ortama aktarabilmek ve ödünç alıp verme işlemlerini bilgisayar üzerinden düzenleyebilme amacı ile "Bilkent Library and Information Services System (BLISS)" modülünü uygulamaya koymuştur. Kuruluşunda sadece kitap ve dergi bulunduran kütüphane, daha sonra koleksiyonunun genişlemesi ile birlikte elektronik kitap ve dergiler, müzik notaları, ses kayıtları, video kasetler, DVD, CD ve mikroformları da koleksiyonuna katmıştır. Kütüphane, kitap ve dergilerin bulunduğu koleksiyonlarının yanı sıra, "Sanat Koleksiyonu, Halil İnalcık Koleksiyonu, Özel Koleksiyon, Multimedya Odası", "Sanat Galerisi" gibi farklı merkezleri barındırır. Kütüphanenin bodrum katında bulunan "Halil İnalcık Koleksiyonu", Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü'nün kurucusu Prof. Dr. Halil İnalcık tarafından üniversiteye bağışlanan birçoğu değerli kitaplardan oluşan koleksiyonu barındırırken, Hüseyin Cöntürk'ün üniversiteye bağışladığı kitaplığını da kapsayan "Özel Koleksiyon "'un kullanımı özel kurallara tabidir. "Multimedya Odası", müzik dinleme kabinlerini ve video kaset, DVD, CD koleksiyonu ile bu koleksiyondaki filmlerin izlenebileceği kabin ve salonları bulundurduğu gibi geniş bir çalışma salonu da barındırır. "Özel Koleksiyon" gibi özel kullanım kurallarına tabi olan "Sanat Koleksiyonu" ise görsel sanatlar, mimari, heykel, çizim, fotoğraf ve plastik sanatlar gibi konularla ilgili kaynakların bulunduğu merkezdir. Kütüphanede bulunan "Sanat Galerisi" her yıl resim sergilerine, öğle arası söyleşilerine ve mini konserlere ev sahipliği yapar. Haftanın her günü kapıları açık olan galeride 2011 yılında çalışmaları sergilenen sanatçılar arasında Basri Erdem, "Cevdet Kocaman", "Dilşan Balkancı", "İnci Çakmakçı" ve "Oktay Anılanmert" sayılabilir. Politikadan müziğe, sinemadan matematiğe, hukuktan moleküler biyolojiye, nanoteknolojiden ekonomiye kadar çok geniş bir konu yelpazesinde hazırlanan gelenekleşmiş öğle arası etkinliklerinde ise bugüne değin Norman Stone, Tekin Akıllıoğlu, Talat Halman ve Halil İnalcık gibi pek çok önemli öğretim üyesi kısa süreli söyleşiler vermiştir. Yine öğle aralarında gerçekleşen mini konserlerde ise müzikle uğraşan akademisyenler, Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi öğrencileri, BSO üyeleri veya üniversiteye bu etkinlikler için konuk olan genç müzisyenler hazırladıkları kısa resital ve oda müziği konserlerini icra ederler. Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi , Üniversitenin belirldiği tarihlerde sadece Üniversite öğrenciler, çalışanları ve de protokol kullanıcılarına açıktır. Bu tarihler genelde üniversitenin final sınavları haftasını kapsar. Kampüste internete erişim ve bilgi işlem teknolojilerinden sorumlu olan birimi Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Merkezi(BCC)'dir. Kablosuz internet erişimini ve öğrenci yurtları ile akademisyen lojmanlarının internet bağlantılarını düzenleyen BCC ayrıca kampüste bulunan bilgisayar laboratuvarlarındaki bilgisayardan da sorumludur. Bunların yanı sıra BCC baskı alma merkezlerini ve yazıcıları, Öğrenci Akademik Bilgi ve Kayıt Sistemi(STARS)'ni ve Bilkent'in elektronik posta sistemini(Bilkent webmail) kontrol eder. BCC'nin yurtlar bölgesi için kullandığı ağ olan "Dorm-Net" ile kampüs içindeki lojmanların internet erişimi için kullandığı ağ olan "Loj-Net" sayesinde yurtlarda kalan Bilkent öğrencileri ile lojmanlarda yaşayan öğretim üyeleri kişisel bilgisayarlarından lojmanlarında veya yurt odalarında internete erişim sağlayabilmektedirler. BCC'nin sağladığı kablosuz internet bağlantısı ile kampüsün birçok bölgesinden internete erişim sağlanabilmektedir. Bunların yanı sıra, BCC'nin ağı "BİLNET" 'e bağlı toplam yaklaşık 2000 bilgisayar, kampüsteki bilgisayar laboratuvarlarında öğrenciler ve akademik personel tarafından kullanılabilmektedir. Hukuk Fakültesi ile aynı binayı paylaşan "Bilgisayar Merkezi(B Binası)" 'nda bulunan bilgisayarlar yılın 365 günü ve 24 saat boyunca kullanıma açıktır. "Doğu Kampüs" ve "Merkez Kampüs" 'te bulunan toplam 20 ayrı yurt binasında yaklaşık 4000 öğrenci konaklamaktadır. Doğu Kampüs'te bulunan yurt binaları Merkez Kampüsü "Orta Kampüs" 'ten ayıran vadi kenarında yer alırken, Merkez Kampüs'teki yurt yapıları akademik yapıların hemen güneyinde bulunan bir kompleks halindedir. Öğrencileri tek, çift, 3 veya 4 kişilik odalarda ağırlayan üniversite aynı zamanda bu komplekste spor tesisleri, kafeteryalar, konferans salonları, kuaför, otomobil ve bisiklet otoparkları ile televizyon,çalışma ve oyun odaları gibi ek imkanları da sunmakta aynı zamanda öğrencilere posta, temizlik, ulaşım, sağlık hizmeti vermektedir. Doğu Kampüs, Merkez Kampüs ve Orta Kampüs'te lojman bölgelerindeki toplam 63 blokta bulunan 770 daire, üniversitede görev yapan akademik personel ile yüksek lisans ve doktora öğrencileri tarafından kullanılmaktadır. "Orta Kampüs" ile Rektörlük konutunun da bulunduğu "Merkez Kampüs" lojman kompleksleri, iki kampüsü birbirinden ayıran vadinin yatağındaki "Bilkent Göleti" 'nin kenarına kurulu iken, "Doğu Kampüs" lojman kompleksi kampüsün güney tarafında ve akademik yapıların hemen bitiminde başlar. Lojmanlar, mutfak eşyaları ve mobilya gibi konularla donanımlı dairelere sahip olmasının yanı sıra, kompleksi içinde tenis kortları gibi spor tesisleri, süpermarketi, restotantıyla, burada kalan akademisyenlerin ve lisans üstü öğrencilerin farklı gereksinimlerine cevap vermektedir. "Doğu Kampüs" ve "Merkez Kampüs" te birer tane bulunan sağlık merkezleri röntgen, EKG, ultrasonografi ve her türlü laboratuvar testi için donanımlı olmalarının yanı sıra, haftanın tüm günleri ve 24 saat boyunca bünyelerindeki 3 ambulans ile acil servis hizmeti verirler. Ücretsiz tetkik ve tanı hizmeti sağlayan bu merkezlerde muayene olan öğrencilerin reçete masraflarının %80'lik kısmını Bilkent Üniversitesi karşılar. İçlerinde birer eczanenin bulunduğu Göz, diş, dermatoloji, psikiyatri, radyoloji ve ortopedi gibi birçok branşta toplam 12 uzman hekimin görev yaptığı sağlık merkezlerinin yanı sıra üniversite de bir de "Psikolojik Danışma ve Gelişim Merkezi" bulunur. Buradaki uzman psikolog ve psikolojik danışmanlar, bireysel ve toplu görüşmelerle yaptıkları terapilerin yanında, yıl boyu devam eden seminerlerle öğrencilere kişisel gelişimleri için yardımcı olur. Yaklaşık 5000 dönüm üzerine kurulu olan Bilkent Üniversitesi kampüsünün ağaçlandırılmış kısmı büyük ölçüde karasal iklime dayanıklı olan ağaçlardan seçilmiştir. Üniversitenin kuruluşundan önce çıplak arazilerden oluşan bölgeye uygun olan ağaçların, 1985 yılında yaptırılan analizlerle çam ve sedir ağaçları olduğunun belirlenmesiyle, kampüsün ağaçlandırma çalışmaları başlamıştır. Kampüsün üniversitenin ilgili birimlerince yapılan çalışmalarla gelişmektirilmekte olan ormanlarına her yıl "Mezunlar Buluşması" gibi etkinliklerde düzenlenen fidan dikme şenlikleriyle yeni ağaçlar eklenmektedir. Kumlu, kireçli ve geçirgen bir yapıya sahip olan kampüsteki ağaçların yazın sulanması önem kazandığından, bu işlem de üniversitenin birimlerince gerçekleştirilmektedir. Su tasarrufu sağlamak amacıyla damla sulama yöntemi ile sulanan Bilkent ormanlarında bu sulama tesislerinin uzunluğu toplam 350 km'nin üzerindedir. Her yıl kampüse dikilen yaklaşık 50.000 çiçek, 250 ağaç, 2.000 çalı ve 5.000 yer örtücü bitkinin üretiminin bir kısmı üniversite tarafından kampüste kurulan seralarda yapılmaktadır. Bu seralar aynı zamanda öğrenci ve akademisyenler tarafından organik tarım için kullanılabilmekte, belirlenen bir tutarı yıllık kira olarak ilgili birimlere ödeyen öğrenci veya akademisyenler bu seralarda kendileri için organik tarım yapabilmektedir. Üniversite kampüsünün çeşitli bölgelerine yerleştirilen geri dönüşüm kutuları ile cam, plastik, naylon vb. maddeler geri dönüşüm merkezlerine gönderilmektedir. İlgili birimlerin yürüttüğü bu programın haricinde, çeşitli öğrenci kulüpleri de gibi çeşitli kampanyalarla geri dönüşüm konusunda bilinci artırmaya özen göstermektedir. Üniversitenin malvarlığı altındaki Bilkent Holding'e bağlı şirketlerin kampüse yakın bir bölgeye kurulmuş olan fabrikaları için enerji üreten doğalgaz çevrim santralinden elde edilen atık kızgın su 2007 yılında kurulan sistem ile üniversitenin akademik binaları, lojmanları ve yurtlarına iletilmektedir. Böylece ısınma ihtiyacının yaklaşık 2/3'ünü atık kızgın sudan karşılayan üniversite, aynı zamanda şirket fabrikalarından çıkan atık suyu da bu sistem ile arıtarak kampüsün yeşil alanlarını sulamak için damla sulama tesislerinde kullanmaktadır. Bu sistem sayesinde enerji ihtiyacının büyük bölümünü atık sudan karşılayan Bilkent, aynı zamanda yeşil alanlarını da arıtılmış atık suyla sularken Büyükşehir Belediyesi'nin şebekesinden neredeyse hiç su kullanmamakta, ısınma maliyetinde yılda yaklaşık 2 mil
yon liralık tutarda tasarruf sağlamakta, kampüs ve çevresindeki hava kalitesini artırmaktadır. Üniversitede "Merkez Kampüs" 'te bir tanesi yurtlar kompleksine diğeri ise akademik yapıların bulunduğu komplekse yerleştirilmiş olan 2, "Doğu Kampüs" 'te ise 1 tane olmak üzere toplam 3 spor tesisi bulunur. Tenis kortları, halı sahalar, spor salonları, squash korları gibi pek çok olanağın bulunduğu tesislerde fitness, aerobik, masa tenisi, basketbol, voleybol, futbol, squash, badminton, tenis, hentbol, frizbi, eskrim, buz hokeyi, aikido, tekvando, amerikan futbolu gibi pek çok dalda spor kursları verilmektedir. Spor Merkezi, üniversite öğrencilerinin kurduğu spor takımlarını desteklemekte ve organize etmekte, bu takımların antrenörlüklerini spor merkezi personeli üstlenmektedir. Aynı zamanda, badminton, futbol, squash gibi pek çok spor dalında organize edilen "Rektörlük Kupası" ve belli başlı birçok üniversitenin spor takımlarını yolladığı üniversiteler arası bir spor şenliği olan "Angora Kupası" spor merkezinin düzenlediği gelenekleşmiş turnuvalardandır. Ayrıca merkez, "Spor Yaşamdır" şenlikleri ve kredili spor dersleri ile düzenlenen etkinliklerine katılımı teşvik etmektedir. "Spor Yaşamdır" şenlikleri arasında, "Bilkent Göleti" 'nden orman boyunca 3.5 km'lik bir parkurda gerçekleşen, öğrencilerin yanı sıra akademik ve idari personel ile ailelerinin katıldığı, 15 yaşından 60 yaş ve daha yukarısına kadar çok geniş bir yaş aralığından katılımcının koştuğu "Bahar koşusu" göze çarpan spor etkinliklerindendir. "Ayrıca bakınız": "Bilkent Senfoni Orkestrası" Üniversitenin Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi bünyesinde 1993 yılında Türkiye'nin ilk özel, akademik ve uluslararası orkestrası olarak kurulan Bilkent Senfoni Orkestrası birçoğu fakültede öğretim üyesi olarak görev yapan 12 farklı ülkeden 100 kadar müzisyenle birlikte kampüs içince inşa edilen "Bilkent Konser Salonu" 'nda, ODEON gösteri merkezinde ve ayrıca Türkiye'dekilerin yanı sıra, Japonya, Almanya, İtalya gibi birçok ülkede düzenlenen festivallerde de yılda yaklaşık 80 konser vermektedir. 2011 yılında Andante Klasik Müzik Ödülleri etkinlğinde Türkiye'nin en iyi orkestrası ödülülünü almıştır. Tiyatro Bölümü öğrencileri her yıl hazırladıkları oyunları kampüs içinde yer alan yaklaşık 170 kişilik arena tiyatro şeklinde düzenlenen tiyatro salonunda sahnelemekte ve ayrıca Dünya Tiyatro Günü'nü kampüs boyunca dolaşarak Antik Yunan tragedyalarını canlandırdıkları şenliklerle kutlamaktadırlar. Üniversite öğrencilerinin oyları ile seçilen temsilcilerden oluşan "Öğrenci Konseyi" her yıl Mayfest, Rockfest ve Sinefest gibi büyük çapta festivallerle ilgilenirken, sayıları 100'ü aşkın öğrenci kulübü yıl boyunca çok çeşitli etkinlikler düzenlemektedir. Teoman, Sıla, Demir Demirkan ve Sertap Erener 2011 yılında düzenlenen festivallerde üniversiteye konser vermeye gelen şarkıcılar arasındadır. Konserler, Müzik ve Sahne Sanatları ile İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesileri arasında bulunan çim alanda ve ODEON'da gerçekleştirilmektedir. 1999'dan bu yana "Toplumsal Duyarlılık Projeleri" kapsamında; "Demiryolu Hattı Destek Projesi", "Sokak Lambası Projesi", "Güneş Köyden Doğuyor" gibi özgün projelere imza atan gönüllü Bilkent öğrencileri Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde yaşayan ihtiyaç sahibi çocuklara ve yaşlılara destek olmakta, yardım ve eğitim kampanyaları düzenlemektedir. 96.6 frekansında yayın yapan Radyo Bilkent, gönüllü Bilkent öğrencilerinden oluşan çalışanları ile müzik, kültür, sanat ve yarışma temalı programlar hazırlamakta, Dikmen'de bulunan vericisi ile tüm Ankara'dan dinlenebilmektedir. Kuruluşunun yıldönümlerinde hazırladığı "Kırmızı Alarm Partisi" adı altındaki açık hava partileri, kampüsün klasikleşmiş etkinliklerindendir. Kampüste, bir süpermarket, büfeler, farklı bölgelerine serpiştirilmiş olan ve bir kısmı sınav dönemleri günün 24 saati boyunca açık kalan ve sayıları 45'e yakın tabldot ve alakart restoran ile kafeterya, pek çok kırtasiye, bir postane, ağırlıklı olarak işlenen dersler için şart koşulan Türkçe veya yabancı dillerde yazılmış ders kitaplarını getirten bir kitabevi, her yıl düzenli olarak çeşitli temalardaki sergilere ev sahipliği yapan pek çok sergi salonu bulunur. "Bilkent Cyberpark", Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu çerçevesinde oluşturulan Teknopark'ların Türkiye'deki öncülerindendir. "Ankara Teknoloji Geliştirme Bölgesi" adı altında Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'na 2002 yılında teknopark kurmak için başvuran "Cyberpark" böylece Türkiye'de bu başvruyu yapan ilk teknoloji geliştirme bölgesi olmuştur. Bilkent Üniversitesi "Merkez Kampüsünün" kuzeyine kurulan ve 2003 yılında ilk binası kullanıma giren "Cyberpark" 'ta 2010 başı itibarıyla 190'a yakın firmanın ofisi bulunmakta, 2500'e yakın personel görev yapmaktadır. Bilkent Üniversitesi'nde 34 tane lisans programını kapsayan 9 fakülte, 13 lisans ve önlisans programını kapsayan, 3 tanesi meslek yüksekokulu olmak üzere 5 yüksekokul, 10 akademik birim ve 6 enstitü bulunur. Açılımı Bilkent University Preparatory School (Bilkent Üniversitesi Hazırlık Okulu) olan BUPS Türkiye'de hem İngilizce hem Türkçe eğitim veren ilk ve tek uluslararası okuldur. Bölüm 1988 yılında açılmıştır. Bölüm başkanlığını Julie Mathews-Aydınlı yapmaktadır. Bölümde iki tam iki yarı zamanlı olmak üzere dört akademisyen görev yapmaktadır. BUPS 1993 yılının Mart ayında Ali Doğramacı tarafından kuruldu, aynı yılın Eylül ayında eğitim vermeye başlamıştır. İlk eğitim ve öğretim yılına 43 öğrenciyle başlayan okul, orta okulla birlikte yanında 32 anaokulu öğrencisi gelmiştir. Sonraki yıl sekizinci sınıf öğrencileri için IGCSE (International General Certificate of Secondary Education) eğitimi başlamıştır. Öğrenciler sekizinci sınıfta sonraki iki yıl için ders seçimlerini yaparlar. Matematik, Fen Bilgisi, Türkçe Edebiyat, İngilizce Edebiyat dersleri zorunludur. Seçim olarak öğrenciler Müzik ve Drama arasından, Uluslararası Tarih ve Uluslararası Coğrafya arasından ve Fransızca, Almanca ve İspanyolca olmak üzere üç yabancı dil arasından seçerler. Bunun yanı sıra yabancı dil yerine Bilgisayar veya Sanat dersi arasından seçilebiliyor. Bu öğrencilerin İngiltere'deki üniversite eğitimlerinde önemli olan IGCSE puanlarını onlara kazandırmaktadır. Sekizinci sınıftan onuncu sınıfa kadar süren IGCSE eğitimden sonra iki yıllık IB (International Baccalaureate) eğitimi başlar ve bu da on ikinci sınıfın bitmesi ile sona erer. Bu öğrencilerin IB diploması almasını sağlar ve bu da ileriki üniversite yaşamlarında önemli rol oynar. BUPS, 93, 94, 97, spor ve PE annex olmak üzere beş ana binadan oluşur. Kuruluş yıllarının adını alan binalar, ilkokul, ortaokul ve lise öğrencileri için sınıflardan oluşur. 97 binası aynı zamanda konser binasını da barındırır. Bunun yanı sıra anaokul binası 94 binasının üstünde yer alır ancak tam olarak geri kalan binalar ile bağlı değildir. Okul, yabancı dil eğitimi ile birlikte müzik, sanata son derece önem verir. İlkokul beşinci sınıftan itibaren bütün öğrencilerin bir enstrüman çalması zorunluluğu vardır. Okulda kıyafetle ilgili herhangi bir zorunluluk uygulanmamaktadır. Son yıllarda oldukça "kolaylaştırılmış" olan giriş sınavları Mayıs ve Ağustos aylarında uygulanmakta olup, eski senelerde olan giriş sınavında enstrüman çalma, veya nota okuyabilme zorunluluğu kaldırılmıştır. Sağlanan bu kolaylıklar okulun nüfusunu her sene arttırmanın yanı sıra, öğrenci profilini de değiştirmiştir. BUPS'ın adı bir sonraki eğitim yılı başladığında BLIS (Bilkent Laboratory International School) olarak değiştirilicektir. Bu değişimin bir etkiside artık BIS ve BUPS öğrencilerinin bir arada okuyabilmesini sağlayacaktır. Eskiden Milli Eğitim Bakanlığı'nın izin vermeyişi nedeni ile BIS ile BUPS öğrencileri ayrı sınıflarda okuyorlardı. Adı değiştikten sonra bu sorunda ortadan kalkacaktır. Bilkent, öğrencilerin farklı alanlardaki akademik gelişimlerini desteklenmesi için fakülte ve yüksekokulların sundukları program ve ders seçenekleri haricinde sayıları 10'u bulan çeşitli birimlerde çok çeşitli konularda programlar sunar. Farsça, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Arapça, Çince, Rusça ve Japonca gibi pek çok dilde kurslar açan, "Yabancı Diller Koordinatörlüğü" ile edebiyat, felsefe ve tarih gibi disiplinleri sentezleyerek öğrenciye insani ve sosyal bilimler hakkında temel bir bilgi birikimi sağlayan dersler sunan "Kültürler, Uygarlıklar ve Fikirler Programı" bu program ve birimlerden birkaçıdır. Bilkent bünyesindeki 6 enstitü sunulan lisansüstü programlardan sorumludur. "Direktör: Prof. Dr. Orhan Güvenen "Direktör: Prof. Dr. Margaret Sands "Direktör: Prof. Dr. Erdal Erel "Direktör: Prof. Dr. Bülent Özgüç "Direktör: Prof. Dr. Mehmet Baray "Direktör Vekili: Yrd. Doç. Işın Metin Üniversitede görev yapan öğretim üyelerinin yürüttükleri araştırmalar TÜBİTAK, Avrupa Birliği ve çeşitli kuruluşlar tarafından 2005-2011 yılları arasında toplam 260 milyon TL tutarında bir bütçeyle destklenmiştir. "BİLCEM, UNAM, NANOTAM, UMRAM, BİLGEN ve BİL-UZAY" önemli araştırma merkezlerinden birkaçıdır. Direktör Vekili: Yrd. Doç. Işın Metin Direktör: Prof. Dr. Hayrettin Köymen Direktör: Doç. Dr. Uğur Doğrusöz Direktör: Prof. Dr. Atilla Aydinlı Direktör: Prof. Dr. Levent Gürel Direktör: Prof. Dr. Hasan Erten Direktör: Prof. Dr. Ayhan Altıntaş Direktör: Prof. Dr. Güliz Ger Direktör: Prof. Dr. Mehmet Öztürk Direktör: Prof. Dr. Ekmel Özbay Direktör: Assoc. Prof. Hakan Kırımlı Direktör: Prof. Dr. Ergun Özbudun Direktör: Prof. Talat Halman Direktör: Prof. Dr. Enis Çetin Direktör: Prof. Metin Heper Direktör: Prof. Dr. Sübidey Togan Direktör: Prof. Dr. Hilmi Volkan Demir Direktör: Prof. Dr. Ekmel Özbay Direktör: Prof. Dr. Adnan Akay Bilkent Üniversitesi'nde her iki yılda bir yapılan öğrenci seçimleri ile her bölüm öğrenci temsilcisi olmak için aday olan öğrencilerden birini seçerek, "Öğrenci Konseyi" 'ne temsilci olarak gönderir. Bölümlerden temsilci olarak seçilen öğrenciler, kendi içlerinden seçecekleri kons
ey başkanı, başkan yardımcıları ve genel sekreter ile bir divan oluşturarak örgütlenirler. Sayısı 100'ü aşkın öğrenci kulüplerinden, yapılacak festivallerden ve ortaya çıkan eksikliklerin üniversitenin yetkili birimlerine bildirilmesinden sorumlu olan Öğrenci Konseyi ayrıca "Üniversite Senato" 'sunda öğrencileri temsil eder. Banka Banka, faizle para alınıp verilebilen, kredi, iskonto, kambiyo işlemleri yapan, kasalarında para, değerli belge, eşya saklayan ve bunun dışındaki diğer ticari, finansal ve ekonomik etkinliklerde bulunan kuruluşlara denir. Banka kelimesi İtalyanca banca kelimesinden Türkçeye geçmiştir. "Para bozma gişesi", "para bozma yeri" anlamına gelir. Bankalar, sermaye, para ve kredi işlemlerini yapan ticari kuruluşlardır. Evrensel bir banka kişi ve kuruluşlara kredi tahsis eder, mevduat hesaplarını korur, sermaye, para ve kredi ile ilgili her türlü işlemleri yapar. Örneğin Almanya’daki bir kredi kurumu, kanunen (kredi yasalarınca) banka muamelelerinin icra edildiği bir müessese olarak tanımlanır. Bankacılık, ortaçağda Vatikan'a bağlı kiliselerin kutsal topraklara yapılan seyahatlerde hacı adaylarının kıymetli eşyalarını korumak amacı ile zamanın ihtiyaçları gereğince doğmuş kuruluşlardır. Bankacılığın başlangıcı konusunda çeşitli görüşler vardır. Bunlardan biri insanların uzak yerlere seyahate giderlerken para ve değerli madenlerini güvenli olduğu düşüncesiyle kilise papazına emanet etmeleriyle başladığıdır. Bu şekilde biriken paralardan zaman zaman ihtiyaç sahiplerine papazlar tarafından ödünç verilmesi suretiyle geliştiği rivayet edilir. Uzak bir şehre ticari iş için giden bir tacirin gittiği yerde kendini tanıtabilmek için kendi şehrindeki tanınmış, önemli, güvenilir bir kişiden mektup alması da bankacılık hizmetlerinden "teminat mektubu"'nun ortaya çıkışının başlangıcı olduğu söylenir. Modern bankacılığın ise tarihte ilk kez Mezopotamya’da başladığı bilinmektedir. İkinci yüzyıl itibarıyla kefalet karşılığı kredi işlemleri yapılmış, bununla beraber sermaye ve bankalardan alınan borç paralar için tahviller, çek ve kambiyolar kullanılmaya başlanmıştır. 1327 yılında Abu Bakr b. Mase-ud al–Kasani' nin İslami Havale finans sistemi İslamiyet kanununun kurumu diye tanıtılmıştır. Avrupa’da ilk evrensel etkin banka 13. yüzyılda faaliyete geçmiş, Floransa’da ticaret makamına yükselmiş ve banka işlemleri artık oturmaya başlamıştır. Eskiden mal tüccarları, komisyoncular ya da nakliyeciler olarak var olan ilk bankalar, mali işler üzerine kredi ve mevduatlarını tahsis eden bankacılık hizmeti sunan kuruluşlar haline dönüşmüştür. Bardi, Peruzzi ve Floransalı Acciauioli tanınan ilk ünlü bankacılardır. Bunlar 14. yüzyılın başında Avrupa’nın önemli şehirlerinde banka şubeleri açmıştır. Üçüncü İngiliz Kralı Eduard hükümdarlık yaptığı 1345 senesine kadar birikmiş borçları geri ödemek için Yüz Yıl Savaşlarında direnmiş, büyük zorluklara katlanmıştır; fakat bu çabaları sonuç vermemiş ve etkisini kaybetmiştir. O zamanların en önemli bankacısının iflas etmesinden sonra Vieri di Cambio de' Medici 1348 ve 1392 yılları arasında Avrupa’nın en önemli şehirlerinde, birçok şubesi olan geniş çaplı bir banka kurmuştur. Kendi yetiştirdiği ve ayrıca yeğeni olan Giovanni di Bicci de’ Medici Roma da ilk şubeyi kurmuş ve 1393 yılında da bunları devralmıştır. Bir zamanların başarı elde etmiş bankası Vieri Di Cambio de‘ Medici, 1393’te kendisinin geri çekilmesiyle iki oğlunun yönetimi altına girmiştir ve banka iflas etmiştir. Yönetime yeğeninin geçmesiyle banka tekrar başarıya kavuşmuştur. Amcasının ölümünden sonra Giovanni di Bicci de’ Medici 1397 yılında etkinliklerini Floransa’ya taşımış ve Banco Medici’yi kurmuştur. Bu girişimle birlikte 1407 yılında Ceneviz’de Banco di San Giorgio kurulmuştur. O ana kadar kurulan aile bankalarıyla arasındaki fark, bu bankanın kamusala benzer bir banka düzeninde kurulmuş olmasıydı. Bu banka dünyanın en eski bankası olarak bilinmektedir. Uzun bir süre kendi alanında tek discontobank ve afiş bankası olarak ticaret yapmıştır. 1805 yılında Napolyon’un iktidarı ele geçirmesiyle Napolyon tarafından kapatılmıştır. 1462 yılında Perugia’da ilk Monte de Pieta kurulmuştur, bunu ise birçok İtalyan şehri takip etmiştir. Bunlar birbirine bağlantılı olarak kurulmuşlardır. Monte di Pieta o zamanlarda Fransisken tarikatı tarafından emniyet sandığı olarak kurulmuştu. Kuruluş amacı ise her şeyden önce kredi ve kambiyo muameleleri ile ilintili olarak mal ticareti ile uğraşan o zamanların Medici ve Strozzi gibi bankacı ailelerinin yoksul ve yardıma muhtaç insanlara destek vermesiydi. 1472 yılında Siena’da Monte Di Penta olarak kurulan Banca Monte dei Paschi di Siena, hala varlığını sürdüren dünyanın en eski bankasıdır. Bankalar siyasi iktisattaki iş bölümleri için gerekliydi, çünkü ekonomi faillerinin performansları maddi durumlarda takas yapılıyordu. Bu para akımının aracısı ise kredi kurumlarıydı. Ayrıca yıpranma payı istekleri ve kredi ihtiyaçları arasındaki takası sağlıyordu. Kredi kurumları ekonomi dairesindeki özel önemlerinden dolayı ulusal ve uluslararası yasal ve düzenleyici yönetmelikleri vardır (örneğin yönetim, muhasebe) ve özel bir makam tarafından da denetime tabidir. Türkiye'de öteden beri gayri-müslimler para piyasasında etkindi. Galata'lı bankerler ve ecnebi tüccarlar müslümanlara yasak olan faiz işleri ile para alım satımını yürütüyordu. Daha sonra 1845'te, İstanbul'da ilk banka benzeri kurum, İstanbul Bankası adıyla kurulmuştur. Ödenmiş sermayesi olmayan bu kurum 1850'lerde kapanmıştır. 1856'da kurulan Ottoman Bank, 1863'te Osmanlı Bankası adıyla çalışmaya başlamıştır. 1908'de iktidara gelen İttihat Terakki yönetimi Türk şirket ve bankalarının kurulmasına ve çalışmasına devlet desteği sağlamıştır. Yahudi, Rum, Ermeni tefecilerin hükümranlığına son vermek ve büyük bir kalkınma hamlesi oluşturmak için kamu teşebbüslerine girişilmiştir. Mithat Paşa daha önceleri Ziraat Bankasının çekirdeği olan "Memleket Sandıkları"nı kurmuştu. Bu dönemde de milli bankacılık girişimlerine devam etti. Ekonomi halen Ahilik benzeri kurallar ile yürütülüyordu. Dükkân açmak, meslek sınavını kazanmaları yanında, kethüda sisteminin iznine bağlıydı. Adam kayırmaya yol açan Lonca ve Kethüdalık sistemini kaldıran Esnaf Kararnamesi 26 Ocak 1910'da kabul edildi. Böylece "Esnaf Cemiyetleri" kurulmasının yolu açılmış oldu. Kara Kemal'in yönlendirdiği esnaf derneklerinin girişimi ile; Milli Mahsulât Osmanlı Anonim Şirketi, Milli İthalat Kantariye Anonim Şirketi, Milli Ekmekçi Anonim Şirketi kuruldu. Bu dönemde İstanbul Bankası(İstanbul 1911), Emlak ve İkrazat Bankası (İstanbul 1914), Milli Aydın Bankası (Aydın 1914), İslam Ticaret Bankası (Adapazarı 1914), Karaman Milli Bankası (Karaman 1915), Kayseri Kök İktisat Bankası (Kayseri 1916), Akşehir Osmanlı İktisat Bankası (Akşehir 1916), Eskişehir Çiftçi Bankası (Eskişehir 1916), Ticaret ve İtibari Umumi Milli Bankası (İstanbul 1917), Konya Milli İktisat Bankası (Konya 1917), Manisa Bağcılar Bankası (Manisa 1917), Adapazarı Emniyet Bankası (Adapazarı,1919) gibi bankalar da kurulmuştur. Bankalar, çeşitli yollarla elde ettikleri mevduatı, bazı kişi ve kuruluşlara kredi şeklinde tahsis eden; sermaye, para ve kredi ile ilgili her türlü işlemi yapan mali aracılardır. Ticari kuruluşlar oldukları için temel hedefleri, karlarını azami hale getirmektir. Ancak bu arada yaptıkları faaliyetin mahiyeti icabı kamu yararı açısından önemli sonuçlar doğururlar. Bu sebeple kamu yararını da azamileştirmek için devlet tarafından özel kanunlarla kontrol altında tutulurlar. Kamu yararına sonuç veren fonksiyonlarından en önemlisi topladığı fonları en verimli alanlarda kullandırmakla milli gelirin daha hızlı artmasına katkıda bulunmaktır. Bu fonksiyonları serbest faiz sisteminin mevcudiyeti halinde gerçekleşir. Faizin serbest olmadığı sistemlerde devlet teşvik ve selektif kredi yöntemleriyle bu sonucu elde etmeye çalışır. Diğer önemli fonksiyonlarından biri de yaptığı çeşitli bankacılık hizmetleri vasıtasıyla ekonomik faaliyetlerin daha verimli bir şekilde gerçekleşmesine katkıda bulunur. Bankalar güvene dayalı müesseselerdir, herkes birbirini tanımaz ve güvenemez, ancak herkes bankayı tanır ve banka da herkesi tanır. Bu şekilde birbirini tanımayan birçok kişi bankanın aracılığıyla güven içinde iş ilişkilerine girebilirler. Bu özellikleri dolayısıyla bankalar diğer ticari kuruluşlardan farklıdırlar ve devlet tarafından da farklı muamele görürler. Fonksiyonlarının başarıyla devamı için bankalara olan güvenin sarsılmaması önemlidir. Ödeme sistemi, milli ekonomilerde mal ve hizmet üreticileriyle tüketiciler arasında merkezi bir iş birliği aracıdır. Para karşılığında verilen hizmet, malların birbiriyle takas edilmesini tamamıyla unutturmuştur. Parasal işlemler hizmetin ve malların takasını da belli ölçüde kolaylaştırmıştır. Buna rağmen üretici ve tüketicilerin gerekli parasal araçların miktarı ve vadeleri bağlamındaki ihtiyaçları çoğu zaman birbirinden farklı olmaktadır. Mevduat, bankalara ve benzeri kredi kurumlarına istenildiğinde ya da belli bir vade ya da ihbar süresi sonunda çekilmek üzere yatırılan paralardır. Büyük yatırımların yapıldığı kuruluşlar bunu genellikle kendi paralarıyla finanse edemez. Kredilerin kabulüyle yatırımlar kısmen finanse edilebilir. Tasarruf mevduatının teslim alınması ve diğer kıymetli varlıkların güvenli bir şekilde muhafaza edilmesi ve kredi verimi bir bankanın klasik ticaret temelini oluşturmaktadır. Mevduat bankaları fon aktarımı yanı sıra birçok bankacılık ürünü ile hizmet sunan kurumlardır. Türkiye Kalkınma Bankasının, 4456 sayılı yasanın üçüncü maddesi amaçlarını, " ...Türkiye'nin kalkınması için; anonim şirket statüsündeki teşebbüslere kârlılık ve verimlilik anlayışı içinde kredi vermek, iştirak etmek suretiyle fınansman ve işletme desteği sağlamak, yurtiçi ve yurtdışı tasarrufları kalkınmaya dönük yatırımlara yöneltmek, sermaye piyasasının gelişmesine katkıda bulunmak, yurtiçi, yurtdışı ve uluslararası ortak yatırımları fınanse etmek ve her türl
ü kalkınma ve yatırım bankacılığı işlevlerini yapmak..." olarak belirlenmiştir. Merkez Bankası (milli banka, merkezi milli banka) bir ülkenin parasından, para değerinden ve para sahasından sorumlu bankadır. Gelişmiş ülkelerde merkez bankasının asıl hedefi para biriminin değerinin ve istikrarının sürdürülmesidir. Merkez bankasının bunun dışında bankacılık sektörünün son mercii olmak ve faiz haddinin kontrolü gibi görevleri de vardır. Bunun yanında merkez bankasının, bankalar ve diğer finansal kurumları, tedbirsizlik ve dolandırıcılığa karşı denetlemek gibi yetkileri de olabilir. Günümüzde birçok zengin ülkenin, siyasi müdahaleleri engelleyen yasalarla çalışan, bağımsız merkez bankaları bulunmaktadır. Çünkü ulusal ve ulusal üstü para alanları, uygun ulusal merkez bankaları (US Federal Reserve, İngiltere Bankası, Japon Bankası) ve bu tür uluslararası üstü bankaları (Avrupa Merkez Bankası) bulunabilir. Merkez bankası bir ülkenin bankacılık sisteminin en başında gelir ve ticaret bankalarına merkez bankası parasıyla normal ödeme imkânları sağlar. Bu durumda merkez bankalarının ticaret bankalarına borç vermesi söz konusudur. Merkez bankası bilançolarının pozisyonu ticaret bankalarının merkez bankaları aracılığıyla borç para temin ettiklerini gösterir. Arkasında ticari bankaların mevduat merkez bankasının cari hesapları vardır, birincil holdinglerin ve ticaret bankalarının varlıkları mevduat tesislerine ticari bankalar aşırı rezerv koymaktadır. Merkez bankaları bunların dışında gerektiğinde likidite ekonomik kriz kredi sisteminde güven kaybını ve bankacılık sistemini önlemek için finansman merci olarak hazırda bulunmalıdır. Bu görevi ancak ticari bankaların özel mülkiyet düşüşü izleyebilir. Bu nedenle ödeme hükmüne dayalı yüksek faiz oranları sadece ihtiyaçları karşılamak için gereklidir. Merkez bankası son finansman merci olarak kalır ve bankalar bir bankacılık krizi yaratmadan kendileri hareket etmemelidirler. Merkez bankasının tarihi 17. yüzyıldan başlamaktadır. Bütün Avrupa kıtasına yayılmış olan küçük bankalar kendi madeni paralarını basmışlardır. Hükümetler ticareti desteklemek için para birimi birliklerine daha çok önem vermeye başlamıştır. 1609 yılında ilk merkezi banka benzeri kurumu olan Amsterdam bankası kurulmuştur. Ancak bir yandan savaş borçları, bir yandan da Hollandalı “East India Company” adlı şirketin ödeme imkânının kalmaması nedeniyle bu banka 1819 yılında batmıştır. İsveçli Reichsbank günümüzün en eski merkez bankası olarak kabul edilir. 1656 yılında Stockholms Banco, sıkı bir devlet kontrolünde olmasına rağmen İsveç hükümeti tarafından özel bir kurum haline getirilmişti. Devlet, servetinin büyük bir bölümünü bankaya yatırmıştır. Şu anda Stockholm’de elde edilen ve devlete ayrılan kazançları desteklemektedir. 1694 yılında ise İsveç Reichsbank gibi İngiliz Bankası da anonim şirket olarak kuruldu. En önemli görevi ise devlete borç para vermek idi. Devam eden yıllarda Avrupa’da devlet borçlarını finanse etmek amacıyla diğer merkez bankaları kuruldu. Bankalar, banknotları neşreden milli bankalar olarak iş yapıyordu. Bu banknotlar, milli bankaların emanete aldığı bozuk paralar için birer makbuzdu ve bu makbuzlar ödeme aracı olarak kullanılıyordu. Sahiplerine, görevli bankalardan hazırlanmış bozuk paraların teslimatını talep etme yetkisini veriyordu. İlk dönemdeki merkez bankalarının başlıca görevi, devlet borçlarını karşılamayla sınırlı idiyse de, bu bankalar birer özel girişim ve kurum olarak başka banka işlerini de karşılıyordu. Örneğin bir banka olarak diğer ticaret bankaları için banka hesaplarını yönetiyor ve bankalar arasındaki mali muameleyi yerine getiriyordu. Bu gizli işlevi ile merkez bankaları ihtiyatlarda ve ayrıca bankaların iyi bir şekilde genişletilmiş şebekeleriyle büyük oranda tasarrufta bulunuyordu. Bu etkenler merkez bankalarının son finansman mercilerinin kriz durumuna girmelerine sebep oluyordu, müşterilerine finansal zorluklarda nakit para hazırda bulunduruyorlardı. 19. yüzyıl finansal krizlerden sonra bankacılığı tahdidi bir şekilde işletmek için talep görülüyordu. Çoğu zaman bu durum merkez bankalarının tek hakkı banknot basıp dolaşıma sunmak olarak somutlaşıyordu. Bankalar tarafından piyasaya sürülen banknotların bozuk paraya veya altına dönüştürerek güvence altına almak için, milli Bankalar için şartlar ortaya kondu, banknotların dayanıklılığına göre banknotlar önce bozuk paraya, sonra da (altın, gümüş gibi) soya metaline dönüştürülerek güvence altına alınacaktı. 1844 yılında “Peel Banka belgesi” ile birlikte İngiltere’de ilk defa bütün banknotların İngiliz bankası tarafından tamamen altın kaplama olması zorunluluğu yasal olarak belirlendi. Serbest altın esası olarak adlandırılan bu yasa 1873 yılında Büyük Britanya’ya sokuldu ve birçok Avrupa ülkesinde de benimsendi. Serbest altın esasının piyasaya girmesiyle merkez bankalarının altın ihtiyatlarını para karşılığında tutmaları sonucu ortaya çıktı. Merkez bankalarının bunu hedeflemesindeki asıl amaç değer istikrarının güvence altında olmasıydı. Zamanla kâğıt para miktarı demir para miktarını ve soy metalini aştı. Bu yüzden 1914 yılında altın kaplama işi birçok ülkede yürürlükten kalkmıştır. Birinci dünya savaşından sonra, işsizlik ve fiyatlardaki istikrarsızlık merkez bankalarının dünyadaki ekonomi dengesinin korunmasında daha fazla önem kazanmasına yol açmıştır. Bu gelişmeler belirgin bir şekilde 1929 – 1933 yılındaki ekonomik kriz sırasında olmuştur. 20. yüzyılın ilk yarısında meydana gelen 1. ve 2. dünya savaşından dolayı meydana gelen zarar da merkez bankasının asıl görevi savaş masrafının karşılanması için finansal bir kaynak olmasıydı. İkinci dünya savaşından sonra ülkelerin merkez bankası üzerindeki etkisi daha da çoğaldı. Merkez bankalarının amacı gelir artışını ve iş imkânını artırmaktı. Ulusal bankalar özerkliğinin kayıplarını belirleyerek kamusal hedefleri desteklemek için ortak bir noktayı seçti. Reserve Bank of India gibi bazı bankalar bile kamulaştırıldı. Federal Reserve System gibi bazı bankalar ise bağımsız bankalar olarak yürürlüktedir, fakat buna rağmen hükümete işleri ile ilgili rapor vermek zorundadır. 1980’li yılların sonuna kadar hiçbir merkez bankası fiilen değer istikrarının korunması için hiçbir sayısal enflasyon hedefi bildirmemişlerdir. Fakat 20. yüzyılın 90’lı yıllarında daha fazla merkez bankası enflasyon hedefi koymuştur. Bazı merkez bankaları hükümet aracılığıyla bazı hedef enflasyon hisseleri emretmiştir (örneğin İngiliz Bankası). Günümüzde merkez bankalarının değerlerin standart istikrarının numaralandırılmış örnek bir imkânı yoktur. Merkez bankalarının bugün tarih içinde gelişen üç hedefi vardır: değer istikrarı, ekonomik denge ve finansal istikrardır. Şu anda bu hedeflerin yerine getirilmesini, 2007’den beri yaşanan finansal kriz zorlaştırmaktadır. Kaynak Merkez bankasının asıl amacı para değerini korumak ve bu değerin istikrarını düzenli bir şekilde sürdürmek. Genellikle ilgili merkez bankalarının tüzük, ekonomik büyüme, döviz kuru istikrarı gibi para politikasını içinde barındıran hedefleri vardır. Aşağıdaki tabloda bazı merkez bankalarının yasal amaçları örnek gösterilmektedir. Ulusal bankalar üzerindeki yasal düzenlemeler ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Ancak merkez bankası bilançolarına dayalı olarak bunu dört temel merkez bankası işlevi olarak tanımlamak mümkündür. Bir merkez bankasının bağımlılığı genellikle bir devletin çeşitli ekonomik ve siyasi ilişkilerinden etkilenir. Bir merkez bankası hükümetin yönergelerinde bağımsız olabilir; fakat aynı zamanda, örneğin Almanya’da olduğu gibi, eyalet hükümetinin talimatlarına da bağlı olabilir. Eğer bir merkez bankası hükümetin talimatlarına bağlı ise devlet gerçekte para ve kur politikasına karşı sorumludur. Enflasyon ile ilgili olarak merkez bankalarının parasal yapılandırmalarının bazı etkileri görgül/ampirik olarak nitelendirilir. Bir merkez bankasının hükümete karşı bağımlılığı açısından uluslararası geniş bir spektrum olarak gözlemlenebilir. Bunun nedenleri öncelikle bağımsızlığın farklı tanımları ve ülkelerin kendi merkez bankalarıyla olan tarihsel deneyimleridir. Merkez bankası tasarımına ilk eleştiri kuramcı Ludwig von Mises ve Friedrich August von Hayek’den gelmiştir. Her ikisi de Avusturya Okulunun avukatıdır. “Human Action” adlı kitabında Ludwig von Mises devlet müdahalesiyle ekonominin oluşumunu konu alır. Ekonominin yükselişi ve düşüşü ile ilgili akıl yürütürken bununla çöküşün oluşumunun, faiz oranlarının kredi genişlemesiyle düşüşünün, bankalar tarafından olduğunu yazar. Ancak Mises bu sanayi ve işletmelerin oranının azaltılması için kredi akışını bir risk olarak görür. Yakıt ekonomisinin er ya da geç çökeceğine inanmaktadır. Bankaların kredi genişleme politikası bu nedenle şirket faaliyetini yanlış istikamete sevk etmektedir. Mises periyodik şekilde yinelenen ekonomik krizleri önlemek için bankacılık politikasının artırılması sonucuna varmıştır. Daha ziyade faiz oranı piyasa mekanizması ile düzenlenmelidir. Van Hayek de ekonominin istikrarsızlığını para durumunun piyasa süresince belirlenemediğini, ancak merkez bankaları tarafından düzenlendiğine inanmaktadır. Bundan dolayı para düzenlemeleri devlet yönergesi ile mümkün olmamaktadır. Van Hayek, merkez bankalarının görevlerini özel ellere verilmesi önerisi ile serbest bankacılığı teşvik eder. Faiz oranı, talep ve para arzı ile piyasada belirlenecek başka fiyata dönüşür. 1974 yılında Van Hayek, ekonomide merkez bankalarının etkisi olduğu kanısına varır. Kamu bankası, ticari bankaların yanı sıra, merkez bankasına ve ayrıca devlete borçlu olarak gündeme gelir. Merkez bankası kredi vererek faaliyetlerinin finansmanında kamu sektörünü destekler. Bu durum merkez bankası bilânçosunun (3) pozisyonunda yansıtılır. Bunun yanında, merkez bankası kamu sektörünün nakit yöntemine karışır ve bu anlamda devletin ana bankası olarak görev yapar, devlet mevduatlarını ağırlıklı olarak merkez bankası idare eder. Bu sermayeler merkez bankası bilançosunun (7) pozisyonunun altında l
istelenmiştir. Buna ek olarak merkez bankası, açık pazar ticareti kıymetli evraklar çerçevesinde para miktarını yönetmek için satın alır. Bu kıymetli evraklar merkez bankası bilânçosunun (4) pozisyonu altında belirtilmektedir. Kur politikasının konusu devletin kendisine ait para birimi ve diğer para birimlerinin arasındaki bağlantıların düzenlenmesidir. Yasal anlaşmaya dayalı sabit kambiyo kurlu bir para sisteminde merkez bankasının bir müdahale yükümlülüğü bulunur. Yani kambiyo kuru döviz borsasında kesin bir hareket noktasına ulaştığı zaman duruma müdahale etmelidir. Merkez Bankası hedeflenen kurlara ulaşmak için “talep eden” ya da “teklifte bulunan” konumuna geçer. Bu sistem en sıkı kambiyo kurlarında inandırıcı olarak öngörülür, fakat dalgalı kurlarda böyle bir durum söz konusu değildir. Para politikası para arzı (bankaların likiditesi) tarafından ya da para ve kredi talebi ile desteklenen bir politikadır. Hedef genel ekonomi politikasını desteklemektir. Merkez bankası bu politikayla ticaret bankalarının kredi verimini tayin eder. Merkez bankasından alınan paralarla belirli şartlar yerine getirilir, ticaret bankaları bu parayı yeniden finanse etmek için merkez bankasına yeniden satar. Paranın bu mükerrer iskonto aracılığıyla ticaret bankaları merkez bankalarındaki kendi hesaplarında kredi elde eder ve böylece para oluşturma ve kredi alma imkânlarından yararlanabilir. Bu yeniden finans etme olanakları değeri merkez bankasının faiz oranı yüksekliğine ve para politikasının amacına göre şekillendirilir. Burada, merkez bankası bir kredi kurumu tarafından teminat gösterilen menkul kıymet ve kredi karşılığında lombard kredisi temin edebilir. Asgari rezerv politikası açık pazar ticaretinin aksine yeniden finanse etme gibi bir sistemi yoktur. Görevi tamamıyla açık pazar ticaretinin tersidir. Mindestreservepolitik ticaret bankalarının merkez bankasına zorunlu mevduat yatırmasıdır. Özel bir kişi ya da bir firma bankaya para yatırdığında banka, bu paranın bir kısmını merkez bankasına yatırır. Banka bu yatırımın bütün tutarını kredi olarak diğer ticaret ortaklarına teslim etmek zorunda değildir. Bu bağlamda asgari rezerv oranı kavramı kullanılır. Bu, merkez bankası tarafından verilen, çok nadir görülen bir faiz oranıdır. Açık piyasa işlemleri merkez bankalarının para politikası araçlarıdır ve hem geniş hem de kısıtlayıcı para politikası izlemelerini mümkün kılar. Sıkı para politikası ile merkez bankası açık piyasada menkul kıymetler satarak merkez bankası parasını piyasalardan çeker. Genişleyen para politikaları tam tersidir. Burada, merkez bankası piyasadaki menkul kıymetleri satarak yoluna devam eder. Açık piyasa merkez bankalarının kredi işlemlerine aittir ve bu işlemler genellikle repo anlaşması olarak işletilir. Faiz politikası merkez bankasının faiz seviyesini etkileyen her şeyi kapsar. Faizler kredi veren kurumun maliyetini tanımlar ve merkez bankası ile ticaret bankaları arasındaki faiz oranlarının değişimlerini hesaplar. Böylelikle bütçe, kuruluş ya da tüketim kredisinin yatırımına göre devletlerin kredi taleplerini etkiler. Merkez bankası faiz oranlarını gittikçe artan yüksek fiyatlara göre belirler. Ticaret bankaları ise faizlerini müşterilerini göz önünde bulundurarak belirler. Amaç bağımlılığı hükümetin merkez bankasının hedeflerini etkileyebilmesidir. Örneğin; fiyat istikrarı merkez bankasının en üst hedefi olarak tanımlanır. Merkez bankasının görevleri ise kendi amaçlarını bağımsız bir şekilde yapabilmesidir. Araç bağımlılığı, hükümetin merkez bankasının hedeflerine ulaşmasında hangi ölçüde etkilemesidir. Merkez bankası para politikası araçlarının seçiminde kendi kararlarını alırken bağımsızsa, hükümet parasal istikrar başarısında hangi araçların tesis edileceğine karar verir. Merkez bankası kendi para politikası araçlarını özgürce seçebilir ve araç bağımlılığını harekete geçirir. Bankaların müşteri grupları şu şekilde sıralanmaktadır: Bankalar, şube, bölge yönetim, genel müdürlük yönetim, yönetim kurulu, dış destekli birimlerden oluşur. Bir şubenin esas amacı satıştır.Ancak satış ile birlikte, operasyonel işlemler, teknik destek, güvenlik gibi bölümler de bulunmak zorundadır. Satışa yönelik kurulan şubeler de; Perakende, Özel, Ticari ve Kurumsal olarak ayrılmaktadır. Bankaların yerine getirdiği üç önemli ulusal ekonomi fonksiyonu vardır: Lot büyüklüğü dönüşümü: Bankalar, çoğu küçük yatırımlardan oluşan teklif ve büyük kredi talepleri arasında bir denge oluşturmaktadır. Çoğunlukla bunların dönüşümü, küçük tasarruf miktarından büyük kredi paketlerine doğru gerçekleşir. Tasarruf ve kredi ihtiyaçlarının temini farklı zaman dilimlerinde olabilir. Bu da bankaların bir havuz temin etmesiyle başarılır. Havuz, yatırımların ve kredilerin toplamının saklandığı yerdir. Olgunluk dönüşümü: Finans kurallarının katı yorumları günümüzde sınırlandırılmıştır, çünkü kısa vadeli yatırımın belirli yüzde oranı uzun vadeli de verilebilir. Olgunluk dönüşümü’nde şu bakış açıları göze çarpmaktadır: Risk dönüşümü: Yatırımcı dikkate ve kredi veriminde kredi kurumlarının alansal bilgilerine güvenir. Farklı bir tehlike durumunda tasarruf ve kredi ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bu durum şunları ortaya çıkarır: Paranın icat edilişinde ticaret bankaları bu bakımdan merkez bankasının kredileri aracılığıyla iktisadi akıma kısmi yatırımlarla para sağlayan bir kuruluş olarak önemli bir rol oynamaktadır. Sermayelerin merkez bankasına yatırılmasıyla ekonomik sirkülâsyonun önüne geçilebilir. Sene sonu bilânçosu bankalarda da temel olarak farklı değildir. Fakat burada özel bir banka bilânçosu söz konusudur. Bankalardaki maliyet ve başarı faturası, maliyet ve hâsılat faturasının içinde yer alır. Bankalar devralınırken alış fiyatının değerlendirilmesinde defter değeri çarpanı önemli bir indeks teşkil etmektedir. Bu da defter değerinin oranında alış fiyatının ne kadar yüksek olduğunu gösterir. İlke olarak banka devir alımıyla ilgilenen ne kadar çok kişi varsa, defter değer çarpanı da o kadar yüksektir. İşletmeci temel yasalarına göre öneri ve talepler bu piyasayı yükseltebilir. Örneğin Almanya’da bankacılık yasası kredi kurumunun yasal dayanağıdır. Avusturya’da ikinci Dünya savaşının sonuna kadar Almanya’nın kuralları hüküm sürmüş, 1979’dan sonra ise değiştirilmiş ve Avusturya’ya özgü bankacılık yasaları yürürlüğe girmiştir. Bu kurallar 1986’da bir yasa kitabı ile yenilenmiş ve 1994 yılında tamamen yeni bankacılık yasaları yürürlüğe girmiştir. İsviçre’nin bu konuda Avusturya’nın da onayladığı bir özelliği “banka gizliliğidir”. Devletin saklanılan bilgilere el koyması ile ilgili banka gizliliği yasalarına dair Almanya’da buna karşı çıkan bazı yaygın görüşler vardır. Enflasyon Enflasyon, fiyatlar genel düzeyinin sürekli ve hissedilir artışını ifade eden bir durumdur. Diğer bir tanımı nominal millî gelirin, bu gelirle satın alınan mal miktarına (gerçek millî gelire) nazaran artması yani şişmesi demektir. Deflasyonun tersidir. İlk tanımda iki durumdan bahsedilmektedir : Birinci olarak tek bir fiyat ya da fiyat grubu değil, fiyatlar genel seviyesi gösterge alınmaktadır. İkinci olarak artışın bir kereye ya da birkaç defaya mahsus olmadığı, sürekli olduğu vurgulanmaktadır. Fiyatların genel seviyesi, ekonomide seçilen belli bir mal ve hizmet kümesinin (sepetinin) parasal karşılığıdır. Fiyatlar, mal ve hizmetlerle dolaşımdaki para miktarı arasındaki dengeye göre oluşur. Para miktarındaki artış (emisyon), mal ve hizmet miktarındaki artış (büyüme) ile dengeli olursa fiyatların genel seviyesi değişmez. Ama bunlardan biri diğerinden fazla üretilirse az üretilen kıymetli hale gelir. Avrupa'nın enflasyonla ilk karşılaşması olan fiyat devrimi ilk olarak tefecilerin günahkarlıklarına bağlandı. 1550'den itibaren de, Salamanca Üniversitesinin araştırmaları yoluyla İspanyol altınının ve gümüşünün kıta içine akmasına bağlandı. "İspanya'yı yoksul yapan" diye yazıyor bir yorumcu "onun zenginliğidir". Çağdaş tarihçilerin görüşü fiyatların vahşice dalgalanması ve hükümetlerin bununla başedebilmek için madenî paralarındaki altın ve gümüş miktarını tekrar tekrar azaltma çabalarıyla bulansa da, on altıncı yüzyıldaki genel eğilimin düzenli fiyat artışı olduğu tümüyle ortadadır. Örneğin madenî para kaynağı kısmen kısıtlı olan Fransa'daki tahıl fiyatları 1600'de 1500'e göre yedi kat fazlaydı. Enflasyon, genellikle talep şişkinIiğinden ve maliyet masraflarının kabarmasından ileri gelebilir. Maliyet enflasyonu ile talep enflasyonu, tavukla yumurta gibi, biri diğerinin sebebidir. Her ikisinin sebebi de ekonomide dengelerin bozulmasıdır. Enflasyonlar, hız ve şiddet derecelerine göre bir takım sınıflara ayrılabilir: Enflasyon, iktisadî faaliyetin akışını etkiler. Para dağılımı enflasyondan olumsuz etkilenir. Halkın bir kısmının geliri enflasyon hızından fazla ve bir kısmının geliri enflasyon hızından yavaş artar. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan bir durum hasıl olur. Taoizm Taoizm ("Daoizm" ya da "Taoculuk" olarak da anılır), Laozi'nın eseri Tao Te Ching'e dayanır. Tao veya Dao (okunuşsal farklılıklar) günümüz çincesinde yol, yön, yöntem, temel, akış vs. birçok anlam barındıran bir sözcüktür. Düşünce okulu olarak Taoizm'in kurucusu Laozi kabul edilir ve takipçisi üstad Çuangzi de bu akımın en önemli temsilcisi olmuştur. Çin 'e ait en eski öğretilerdendir. Kimi zaman din veya bir tür ahlaki inanç olarak ele alınan öğretinin temel kitabı Dao De Çing (Yol ve Erdem Kitabı) incelendiği zaman burada klasik dinlerde bulunan ne bir "tanrı, yaratıcı vs." kavramı vardır ne de "iyi ve kötü" gibi ahlakın temelini oluşturan görüşler bulunabilir. Kitapta "Sonsuz Tao, ne anlatılabilir olandır ne de ad verilebilir olandır" der. Kitabın devamındaki anlatımlarda her şeyin durmaksızın değiştiği, dönüştüğü ileri sürülerek, ona ad vermekle, doğanın akışına aykırı olarak "sabit" veya "mutlak" bir kavram/olguya indirgenemeyeceği anlatılır. Bu kitapta Dao açıklanamaz ve ad verilemez olarak ortaya konduktan sonra "Yer ve Gök" ün kökünün "adsız/ her